NAHL SÛRESİ
-1-
أَتَى أَمْرُ اللّهِ فَلاَ تَسْتَعْجِلُوهُ سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى عَمَّا يُشْرِكُونَ
Etâ emrullâhi fe lâ testacilûh subhânehu ve teâlâ ammâ yuşrikûn
Eta | : geldi, sunuldu, sunulur, |
emr Allah | : işleyiş hakikati, emr, hüküm, Allah |
Fe la testacilu-hu | : bundan sonra, öyleyse, yok, acele, o |
Subhâne-hu | : noksan sıfattan münezzeh, tecelliler, onunla, o |
ve teala | : yücedir, kudretlidir, gerçek olandır, |
amma yuşrikun | : ortak koştuğunuz şeyler, |
1- Her varlıktan Allah’ın işleyişi size sunulur. Bundan sonra O’nu anlamada acele etmeyin. O noksan sıfatlardan münezzehtir ve ortak koştuğunuz şeylerden yücedir.
-2-
يُنَزِّلُ الْمَلآئِكَةَ بِالْرُّوحِ مِنْ أَمْرِهِ عَلَى مَن يَشَاء مِنْ عِبَادِهِ أَنْ أَنذِرُواْ أَنَّهُ لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنَاْ فَاتَّقُونِ
Yunezzilul melâikete bir rûhi min emrihî alâ men yeşâu min ibâdihî en enzirû ennehu lâ ilâhe illâ ene fettekûn
Yunezzilu | : indirir, sunar, verilir, açığa çıkar, |
el melaiket | : kuvve, her varlıktaki güç , |
bi el ruhi | : ruh, can, |
min emr hi | : işleyiş, hüküm, düzen, o |
Ala men yeşau | : kendi üzerinde, üzere, kim isterse, isteyen kimse |
min abd hi | : kullarından, kul, o |
en enziru | : hakikatleri açıklanır, çağrı yapıp uyarmak, |
enne hu | : muhakkak, o, onun olduğu, |
la ilahe illa ene | : ilah yoktur, varım, ancak, ben |
fe itteku ni | : artık, fenalardan sakının bana ortak koşmayın |
2- Her varlıktaki kuvveler O’nun ruhundan açığa çıkar, O’nun işleyişini gösterir. Hakikatleri anlamak isteyen kimse, açıklanan hakikatlere bakar ve O’nun kulu olduğunu anlar. Allah buyurdu: Benden başka ilah yoktur, artık fenalardan sakının, bana ortak koşmayın.
-3-
خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ بِالْحَقِّ تَعَالَى عَمَّا يُشْرِكُونَ
Halakas semâvâti vel arda bil hakk teâlâ âmmâ yuşrikûn
halaka | : var etti, yarattı, halk etti, |
es semavat ve el ard | : gökler ve yer |
bi el hakkı | : hak ile, gerçek, doğru, hakikatleri gösterir halde, |
teala | : yücedir, zatıyla yüce olan, kudretlidir, |
amma yuşrikun | : ortak koştuğunuz şeyler, |
3- Gökleri ve yeri, tüm hakikatleri gösterir bir şekilde halk etti. O ortak koştuğunuz şeylerden yücedir
-4-
خَلَقَ الإِنسَانَ مِن نُّطْفَةٍ فَإِذَا هُوَ خَصِيمٌ مُّبِينٌ
Halakal insâne min nutfetin fe izâ huve hasîmun mubin
halaka el insane | : halk edildi, var edildi, yarattı, Allah |
min nutfetin | : nutfeden, bir özü taşıyan duru saf su, hücre |
Fe iza huve | : fakat, o, |
hasım | : düşman, kesip atan, karşı taraf, ayrı gören, ben benim |
mubin | : apaçık, açıkça, |
4- İnsan, bir öz taşıyan bir hücreden halkedildi. Fakat o kendini o özden ayrı görüp açıkça ben benim dedi.
-5-
وَالأَنْعَامَ خَلَقَهَا لَكُمْ فِيهَا دِفْءٌ وَمَنَافِعُ وَمِنْهَا تَأْكُلُونَ
Vel enâme halakahâ lekum fîhâ difun ve menâfiu ve minhâ tekulûn
Ve el ename | : hayvanlar, hareketli olan, |
halaka ha | : halk etti, var etti, onu |
Lekum fiha | : sizin için, onda, |
difun | : ısı, sıcaklık, ısınma, soğuktan koruyan, |
ve menafiu | : yarar, menfaatler, faydalar, ondan, |
ve minhâ tekulun | : beslenme, |
5- Hayvanları da var eden O’dur. Siz onlardan elde ettiğiniz giysilerle ısınırsınız ve onlardan faydalar bulur ve beslenirsiniz.
-6-
وَلَكُمْ فِيهَا جَمَالٌ حِينَ تُرِيحُونَ وَحِينَ تَسْرَحُونَ
Ve lekum fîhâ cemâlun hîne turîhûne ve hîne tesrehûn
ve lekum fiha cemalen | : sizin için, siz, onlarda, güzellik, |
Hine turihune | : zaman, olduğunda, otlaktan döndürüyorsunuz |
ve hine tesrehun | : zaman, olduğu zaman, davar gütmek, |
6- Sizler onların gidişlerinde ve gelişlerinde güzellikler bulursunuz.
-7-
وَتَحْمِلُ أَثْقَالَكُمْ إِلَى بَلَدٍ لَّمْ تَكُونُواْ بَالِغِيهِ إِلاَّ بِشِقِّ الأَنفُسِ إِنَّ رَبَّكُمْ لَرَؤُوفٌ رَّحِيمٌ
Ve tahmilu eskâlekum ilâ beledin lem tekûnû bâlıgîhi illâ bi şıkkıl enfus inne rabbekum le raûfun rahîm
ve tahmil eskale kum | : taşırsınız, ağırlık, yükleriniz, siz |
ila beled | : bir yerden bir yere, belde, şehir, bir yer, |
lem tekunu balıgi hi | : ulaşamayacağınız, erişme, |
İlla bi şıkk | : ancak, başka, meşakkat, zorluk, |
el enfus | : kendisi, nefsi |
İnne rabb kum | : muhakkak, Rabbiniz, sizi vücudlandıran, |
le rauf | : elbette, şefkat, |
rahim | : özünden vareden |
7- Sizlerin ulaşamayacağı, ancak zorlukla taşıyacağınız ağırlıklarınızı bir yerden bir yere taşırlar. Muhakkak ki sizi vücudlandıran, elbette size şefkat verendir, tüm varlığı özünden varedendir.
-8-
وَالْخَيْلَ وَالْبِغَالَ وَالْحَمِيرَ لِتَرْكَبُوهَا وَزِينَةً وَيَخْلُقُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ
Vel hayle vel bigâle vel hamîre li terkebûhâ ve zîneh ve yahluku mâ lâ talemûn
ve el hayle ve el bigal | : atlar ve katırlar |
ve el hamıre li terkebu ha | : merkepler, onlara binmeniz için |
ve zineten | : süs, değer, |
ve yahluku | : yaratır, vareden, |
ma la talemun | : bilmediğiniz şeyler |
8- Atlar, katırlar, merkepler, onlara binersiniz ve süslersiniz. Nice bilmediğiniz şeyleri de vareden O’dur.
-9-
وَعَلَى اللّهِ قَصْدُ السَّبِيلِ وَمِنْهَا جَآئِرٌ وَلَوْ شَاء لَهَدَاكُمْ أَجْمَعِينَ
Ve alallâhi kasdus sebîli ve minhâ câir ve lev şâe le hedâkum ecmaîn
ve ala Allah | : üzerinde, ile, göre, için, yüce, Allah, |
Kasd el sebil | : amaç, istikamet, varılacak yer, hedef, niyet, yol |
ve min ha cairun | : ondan, mani, engel, eğri, sapan, ayrılan |
ve lev şae | : eğer, şayet, olsa, isteme, dileme, |
le hedakum | : elbette, yol bulursunuz, hidayet |
ecmain | : herkes, |
9- Yolun varacağı yer Allah’tır ve o yolda engeller de vardır ve eğer istenirse elbette herkes O’na yol bulur.
-10-
هُوَ الَّذِي أَنزَلَ مِنَ السَّمَاء مَاء لَّكُم مِّنْهُ شَرَابٌ وَمِنْهُ شَجَرٌ فِيهِ تُسِيمُونَ
Huvellezî enzele mines semâi mâen lekum minhu şarâbun ve minhu şecerun fîhi tusîmûn
Huve ellezi enzele | : ki o dur, indiren, gönderen |
min es semai mean | : semadan, gökten, su |
Lekum minhu şarabun | : sizler, ondan, içilen şey |
ve min-hu şecerun | : ondan, ağaçlar, bitkiler, |
fî-hi tusimun | : içinde, orada, bitki örtüsü |
10- Ki O’dur suyun gökten inişindeki ilmin sahibi. Sizler ondan içersiniz ve ağaçlar ondan yararlanır, bitkilerde onunla ortaya çıkar.
-11-
يُنبِتُ لَكُم بِهِ الزَّرْعَ وَالزَّيْتُونَ وَالنَّخِيلَ وَالأَعْنَابَ وَمِن كُلِّ الثَّمَرَاتِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لآيَةً لِّقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
Yunbitu lekum bihiz zera vez zeytûne ven nahîle vel anâbe ve min kullis semerât inne fî zâlike le âyeten li kavmin yetefekkerûn
Yunbitu lekum bihi | : gelişmek, bitirir, yetiştirir, sizin, onunla, |
el zera | : ekinler, |
ve el zeytune | : zeytinler |
ve el Nahile ve el enabe | : hurmalıklar ve üzümler |
ve min kulli es semerati | : her türlüsünden, meyve, sebze, |
İnne fi zalike | : muhakkak, şüphesiz, bunda vardır, |
le ayeten | : ayetler, deliller, işaretler |
Li kavmin yetefekkerûne | :topluluk, kimseler için, tefekkür, derin düşünmek |
11- Sizler onlardan faydalanır gelişirsiniz. Ekinlerden, zeytinlerden, hurmalardan, üzümlerden ve meyvelerin, sebzelerin her türlüsünden yararlanırsınız. Muhakkak işte bunlarda, hakikatleri arayan, derin düşünen kimseler için ayetler vardır.
-12-
وَسَخَّرَ لَكُمُ اللَّيْلَ وَالْنَّهَارَ وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالْنُّجُومُ مُسَخَّرَاتٌ بِأَمْرِهِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يَعْقِلُونَ
Ve sehhara lekumul leyle ven nehâre veş şemse vel kamer ven nucûmu musahharâtun bi emrih inne fî zâlike le âyâtin li kavmin yakılûn
ve sehhara lekum | : yaydı, düzenledi, sıfatlandırdı, çekti, verdi, sundu, siz |
el leyle ve el nehar | : gece ve gündüz, karanlık ve aydınlık |
ve el şemse ve el kamer | : güneş ve ay |
ve en nucûmu | : yıldızlar, varlığın her bir parçası |
Musahharatun | : düzenlendi, hazırlandı, |
bi emr hi | : hüküm, onun |
İnne fi zalike le ayetin | : muhakkak, işte bunların içinde elbette, ayet, delil |
Li kavmin yakılune | : kavim, kimseler, topluluklar için, akıl edip düşünen |
12- Sizin bedenlerinizi düzenledi. Gece ve gündüz, güneş ve ay ve yıldızlar, tüm bunlar O’nun işleyişiyle düzenlenmiştir. İşte bunların içinde, düşünüp akıl eden kimseler için ayetler vardır.
-13-
وَمَا ذَرَأَ لَكُمْ فِي الأَرْضِ مُخْتَلِفًا أَلْوَانُهُ إِنَّ فِي ذَلِكَ لآيَةً لِّقَوْمٍ يَذَّكَّرُونَ
Ve mâ zerae lekum fîl ardı muhtelifen elvânuh inne fî zâlike le âyeten li kavmin yezzekkerûn
ve ma zerae lekum | : şey, geniş, ölçmek, üst, ekim, çoğalma, siz, |
Fi el ard | : yeryüzü |
Muhtelifen | : muhtelif, çeşitli, çeşit çeşit, farklı farklı |
elvanu hu | : renklerde |
İnne fî zâlike | : muhakkak, işte bunların içinde, |
le ayet | : elbette, ayet, delil, işaret |
Li kavmin | : kimseler için, topluluklar için |
yezzekkerûne | : tezekkür, ulaştığı hakikatlerle bakmak |
13- Sizlerin çoğalmasında, yeryüzünün çeşit çeşit renkler içinde oluşunda, işte bunların içinde, varlığın yaratılışını düşünüp, ulaştığı hakikatlerle bakmak isteyen kimseler için, elbette ayetler vardır.
-14-
وَهُوَ الَّذِي سَخَّرَ الْبَحْرَ لِتَأْكُلُواْ مِنْهُ لَحْمًا طَرِيًّا وَتَسْتَخْرِجُواْ مِنْهُ حِلْيَةً تَلْبَسُونَهَا وَتَرَى الْفُلْكَ مَوَاخِرَ فِيهِ وَلِتَبْتَغُواْ مِن فَضْلِهِ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
Ve huvellezî sehharel bahre li tekulû minhu lahmen tariyyen ve testahricû minhu hilyeten telbesûnehâ, ve terel fulke mevâhira fîhi ve li tebtegû min fadlihî ve leallekum teşkurûn
ve huve ellezi sahhare | : ki o, düzenledi, yaydı, verdi, |
el bahre li tekulu | : deniz, derya, beslenme, |
Minhu lahmen tariyyen | : ondan, oradan, et, taze |
ve testahricu min hu hilyet | : çıkarırsınız, ondan, süs eşyası |
telbesûne-hâ | : onu takarsınız, giyersiniz |
ve tere el fulke | : görürsün, sonsuzluk, |
mevahir fihi | : akıp giden, ilerleyen, başkalık, onda, |
Ve li tebtegu | : istemek, arzu etmek, meyletmek, anlamayı istemek, |
min fadli-hi | : nitelik, lütuf, fazilet |
ve lealle-kum | : umulur ki siz, böylece ki siz, |
teşkurune | : şükür, kendine verilenlerin sahibini bilip teslim etmek |
14- Ki O’dur denizleri düzenleyen, sizler oradan taze etle beslenirsiniz. Oradan takınacağınız süs eşyaları çıkarırsınız ve bir sonsuzluk içinde akıp gideni görürsünüz. Tüm bunlar O’nun lütuflarını anlamak içindir. Umulur ki siz, nimetlerin sahibini bilip teslim edenlerden olursunuz.
-15-
وَأَلْقَى فِي الأَرْضِ رَوَاسِيَ أَن تَمِيدَ بِكُمْ وَأَنْهَارًا وَسُبُلاً لَّعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ
Ve elkâ fîl ardı revâsiye en temîde bikum ve enhâren ve subulen leallekum tehtedûn
ve elka | : düz yer, bıraktı, koydu, sundu, teslim, attı, yaydı, |
fi el ardı | : yeryüzü |
Revasiye | : dağlar, sağlam durmak, üretim yeri, verimlilik, |
en temide bikum | : sarsılmazlık, denge, sallanmamak, sizin |
ve enharen ve subulen | : nehirler ve yollar |
lealle-kum tehtedune | : umulur ki, sizler, hakikatlere yol bulursunuz |
15- Yeryüzünü yaydı düzenledi. Sağlam hareket edebilmeniz için, sizi bir denge içinde oluşturdu. Nehirler ve yollar var etti. Umulur ki sizler hakikatlere yol bulursunuz
-16-
وَعَلامَاتٍ وَبِالنَّجْمِ هُمْ يَهْتَدُونَ
Ve alâmât ve bin necmi hum yehtedûn
ve alamatin | : alametler, işaretler, iz, |
ve bi en necmi | : yıldız, ışık veren, kısım kısım, parça, varlığın her parçası |
Hum yehtedun | : onlar, insanlar, yol bulma, hakikate ulaşma |
16- Bütün her şeyde işaretler vardır ve varlığın her parçası insanları hakikate ulaştırır.
-17-
أَفَمَن يَخْلُقُ كَمَن لاَّ يَخْلُقُ أَفَلا تَذَكَّرُونَ
E fe men yahluku ke men lâ yahluk e fe lâ tezekkerûn
E fe men yahluku | : vareden mi, yaratan mı, oluşturan mı? |
Ke men la yahluku | : gibi, kimse, yaratmaz |
e fe la tezekkerûne | : tezekkür etmez misiniz? Ulaştığı hakikatlerle bakmak |
17- Öyleyse vareden, varedemeyen gibi midir? Hâlâ varlığın yaratılışını düşünüp ulaştığınız hakikatlerle bu âleme bakmaz mısınız?
-18-
وَإِن تَعُدُّواْ نِعْمَةَ اللّهِ لاَ تُحْصُوهَا إِنَّ اللّهَ لَغَفُورٌ رَّحِيمٌ
Ve in teuddû nimetallâhi lâ tuhsûhâ innallâhe le gafûrun rahîm
ve in teuddu nimet Allah | : eğer, şayet, adet, sayma, nimet, Allah |
lâ tuhsû-hâ | : onu hesaplayamazsınız |
inne Allâh le gafur | : Allah, mağfiret eden, temizleyen |
rahim | : özünden vareden |
18- Eğer Allah’ın nimetlerini saymaya kalkarsanız onu hesaplayamazsınız. Muhakkak ki Allah mağfiret edendir, tüm varlığı özünden varedendir.
-19-
وَاللّهُ يَعْلَمُ مَا تُسِرُّونَ وَمَا تُعْلِنُونَ
Vallâhu yalemu mâ tusirrûne ve mâ tulinûn
ve Allah yalemu | : Allah, ilmin sahibidir, ilmiyle vareden, |
ma tusirrûn | : şey, gizli, bilmediğiniz, açıklayamadığınız, |
ve ma tulinun | : şey, bildiğiniz, açıkladığınız, |
19- Allah bildiğiniz şeylerdeki ve bilemediğiniz şeylerdeki ilmin sahibidir.
-20-
وَالَّذِينَ يَدْعُونَ مِن دُونِ اللّهِ لاَ يَخْلُقُونَ شَيْئًا وَهُمْ يُخْلَقُونَ
Vellezîne yedûne min dûnillâhi lâ yahlukûne şey’en ve hum yuhlekûn
ve ellezine yedune | : o kimseler, yönelme, dua etme, isteme, |
min duni Allah | : ondan başka, onu bırakıpta, Allah’tan başka |
lâ yahlukûne şeyen | : yaratamazlar, bir şey, |
ve hum yuhlekune | : onlar, yaratılırlar, yaratılmış olan, |
20- Allah’ı bırakıp ta yöneldikleri kimseler hiçbir şey yaratamazlar ve onlar da yaratılmış olandır.
-21-
أَمْواتٌ غَيْرُ أَحْيَاء وَمَا يَشْعُرُونَ أَيَّانَ يُبْعَثُونَ
Emvâtun gayru ahyâ ve mâ yeşurûne eyyâne yubasûn
Emvatun | : ölüdürler, idraksiz olan, |
gayru ahyain | : başka, değil, diri, canlı, hayat |
ve mâ yeşurune | : şuursuz, şuurlu değil, kendini, çevresini anlamayan |
Eyyane yubasune | : ne zaman, hiçbir zaman, beas, açığa çıkaran, diri |
21- Bir idraksizlik içinde olan, Hayy olanın farkında olmayan, kendini ve çevresini anlamaktan uzak olan, hiçbir zaman varlığı açığa çıkarını bilemez.
-22-
إِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ فَالَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ بِالآخِرَةِ قُلُوبُهُم مُّنكِرَةٌ وَهُم مُّسْتَكْبِرُونَ
İlâhukum ilâhun vâhid fellezîne lâ yuminûne bil âhirati kulûbuhum munkiretun ve hum mustekbirûn
ilâhu-kum ilahun vahid | : sizin ilahınız, ilah, tek, bir |
fe ellezine la yuminun | : fakat, böylece, o kimseler, yok, inanmak, iman, |
bi el ahireti | : sonlarına, sonunda, ahiret |
kulubu-hum | : onların kalbleri, idrakleri, |
munkiretun | : inkâr, reddeden, kabul etmeyen |
ve hum mustekbirûne | : onlar, büyüklenenler, kibirlenen kimseler |
22- Sizin ilahınız bir ilahtır. Fakat inanmayan kimseler sonunda kalblerinde inkârı taşırlar ve onlar kibirlidirler.
-23-
لاَ جَرَمَ أَنَّ اللّهَ يَعْلَمُ مَا يُسِرُّونَ وَمَا يُعْلِنُونَ إِنَّهُ لاَ يُحِبُّ الْمُسْتَكْبِرِينَ
Lâ cereme ennallâhe yalemu mâ yusirrûne ve mâ yulinûn innehu lâ yuhıbbul mustekbirîn
la cereme | : şüphe yok, |
enne Allah yalemu | : Allah, ilmin sahibi, |
Ma yusirrun | : şey, sır, bilinmeyen, gizli, |
ve ma yulinune | : açık olan, bilinen, |
İnne hu la yuhıbbu | : muhakkak o, yok, sevgi, |
el mustekbirin | : kibirli olan, |
23- Şüphe yok ki Allah, bildiğiniz şeylerdeki ve bilemediğiniz şeylerdeki ilmin sahibidir. Muhakkak ki o kibirli kimselerde sevgi yoktur.
-24-
وَإِذَا قِيلَ لَهُم مَّاذَا أَنزَلَ رَبُّكُمْ قَالُواْ أَسَاطِيرُ الأَوَّلِينَ
Ve izâ kîle lehum mâ zâ enzele rabbukum kâlû esâtîrul evvelîn
ve iza kile lehum | : denildiği zaman, onlara |
Maza enzele | : ne sundu, gönderdi, indirdi, |
rabbu-kum | : Rabbiniz, sizi vücudlandıran, |
Kalu esatiru evvelin | : dediler, masal, efsane, öncekilerin |
24- Onlara, Rabbiniz hakkında size ne sunuldu denildiğinde, öncekilerin masalları dediler.
-25-
لِيَحْمِلُواْ أَوْزَارَهُمْ كَامِلَةً يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَمِنْ أَوْزَارِ الَّذِينَ يُضِلُّونَهُم بِغَيْرِ عِلْمٍ أَلاَ سَاء مَا يَزِرُونَ
Liyahmilû evzârehum kâmileten yevmel kıyâmeti ve min evzârillezîne yudıllûnehum bi gayri ilm e lâ sâe mâ yezirûn
Li yahmilu | : için, taşırlar, o halde kalırlar, ağırlıkları, |
evzare hum | : vebal, hata, günah, onlar |
Kamileten | : kâmil, olgun, tam, hakikatleri bilen, |
yevm el kıyamet | : ölünceye kadar, varlığı ayakta tutan, diri olan, |
ve min evzari ellezine | : yüklerden, günahlardan, hatalar, o kimseler |
yudıllune-hum | : saptırırlar, sapıtırlar, |
bi gayr ilmin | : değil, başka, ilim, bir ilim olmaksızın |
E la sae | : değil mi, öyle, ne kötü, |
ma yezirune | : yüklendikleri şey, taşıdıkları şey, |
25- Onlar ölünceye kadar hakikatleri bilme konusunda kendi veballerini taşırlar ve bir ilim olmaksızın saptırdıkları o kimselerin de veballerini taşırlar. Taşıdıkları şey ne kötü değil midir?
-26-
قَدْ مَكَرَ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ فَأَتَى اللّهُ بُنْيَانَهُم مِّنَ الْقَوَاعِدِ فَخَرَّ عَلَيْهِمُ السَّقْفُ مِن فَوْقِهِمْ وَأَتَاهُمُ الْعَذَابُ مِنْ حَيْثُ لاَ يَشْعُرُونَ
Kad mekerellezîne min kablihim fe etallâhu bunyânehum minel kavâıdi fe harre aleyhimus sakfu min fevkıhim ve etâhumul azâbu min haysu lâ yeşurûn
kad mekere | : oldu, kandırma, aldatma, kötülük, hile, çare, |
ellezine min kablihim | : kimseler, onlardan önceki, |
fe eta Allah | : böylece, getirdi, geldi, yaptı, Allah, |
bunyan hum | : bina, yapı, usül, esas olan, kural, vucüd, onlar |
min el kavaıdi | : temel olan, ast olan, sağlam olan, |
fe hare aleyhim | : çökme, yıkılma, hor, üzerlerine, onlara, |
el sakfu | : tavan, büyük, büyüklük halleri, yüce görmek, |
min fevkı-him | : üstlerinden, üst makamları, daha üstün |
ve eta-hum el azab | : geldi, o halde kaldı, onlar, azap, sıkıntı |
Min haysu la yeşurune | : bir yer, o halde, yok, şuur, farkında olmazlar |
26- Onlardan önceki kimseler de kötülüklerde olmuşlardı. Sonra da Allah’tan gelen temel kuralları hiçe saydılar. Böylece kendilerini yüce görmenin, üstün makam sahipleri olarak görmenin halinde yıkılıp gittiler ve onlar şuurlu olamadıklarından dolayı sıkıntıların içinde kaldılar.
-27-
ثُمَّ يَوْمَ الْقِيَامَةِ يُخْزِيهِمْ وَيَقُولُ أَيْنَ شُرَكَآئِيَ الَّذِينَ كُنتُمْ تُشَاقُّونَ فِيهِمْ قَالَ الَّذِينَ أُوتُواْ الْعِلْمَ إِنَّ الْخِزْيَ الْيَوْمَ وَالْسُّوءَ عَلَى الْكَافِرِينَ
Summe yevmel kıyâmeti yuhzîhim ve yekûlu eyne şurekâiyellezîne kuntum tuşâkkûne fîhim kâlellezîne ûtul ilme innel hızyel yevme ves sûe alel kâfirîn
Summe | : sonra, |
yevm el kıyamet | : ölünceye kadar, an, zaman, ayakta tutan, diri olan, |
yuhzi-him | : zelil edecek, alçaltacak, kayıpta olan, onlar |
ve yekûlu eyne | : denir, bildirilir, derler, nerede, nasıl, |
şurekaiye | : bana ortak koştuklarınız |
Ellezine kuntum | : ki onlar, siz idiniz |
Tuşakkûne fi him | : ayrılıyorsunuz, muhalefet ediyorsunuz, onlar uğruna |
Kâle ellezine utu el ilmi | : dedi, o kimseler, verilen, sunulan, ilim |
İnne el hızye | : muhakkak, düşük, alçalma, rezil, ayıp, kayıpta olan, |
el yevme | : gün, vakit, zaman, |
ve el sue | : kötülük, |
ala el kafirin | : üzerine, için, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler |
27- Sonra onlar ölünceye kadar kayıptadırlar ve onlara bildirilir: Bana ortak koştuklarınız nerede? Ki onlar için muhalefet ediyor, ayrılığa düşüyordunuz. İlmin bilgileri sunulan kimselere bildirilir: Muhakkak ki hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerden olursanız, her zaman bir alçalmada ve kötü hallerde olursunuz.
-28-
الَّذِينَ تَتَوَفَّاهُمُ الْمَلائِكَةُ ظَالِمِي أَنفُسِهِمْ فَأَلْقَوُاْ السَّلَمَ مَا كُنَّا نَعْمَلُ مِن سُوءٍ بَلَى إِنَّ اللّهَ عَلِيمٌ بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ
Ellezîne teteveffâhumul melâiketu zâlimî enfusihim fe elkavus seleme mâ kunnâ na’melu min sû belâ innallâhe alîmun bimâ kuntum tamelûn
Ellezine teteveffa hum | : o kimseler, vefat, çıkarıp almak, teslim olmak, şuur, onlar |
el melâiketu | : kuvve, meleke, her varlıktaki güç, |
Zalimu enfusi-him | : zulmedenler, nefsleri, kendileri, onlar |
Fe elkavu | : sonra, olsaydı, idi, fırlatma, itiraf etme, cevap verme |
el seleme | : barış, huzur, teslim olma, selamet |
ma kunna nalemu | : biz olamadık, bilemedik, yaparız, |
Min suin bela | : bir kötülük, hayır |
inne Allah alimun | : Doğrusu, Allah, ilmin sahibi, ilmiyle vareden |
Bima kuntum tamelune | : şeyler, siz oldunuz, yapıyorsunuz |
28- Her varlıktaki gücü anlayamayan o kimseler; bir teslimiyet içinde olamadılar, onlar kendilerine zulüm ettiler. Sonra da itiraf ettiler: Evet, biz kötülüklerden vazgeçen olamadık, barış ehlide olamadık, doğrusu yaptığımız şeyler sebebiyle ilmin sahibinin Allah olduğunu bilemedik.
-29-
فَادْخُلُواْ أَبْوَابَ جَهَنَّمَ خَالِدِينَ فِيهَا فَلَبِئْسَ مَثْوَى الْمُتَكَبِّرِينَ
Fedhulû ebvâbe cehenneme hâlidîne fîhâ fe lebise mesvel mutekebbirîn
fe udhulu ebvabe | : böylece, dahil olmak, girin, kapılar, hakikatler |
Cehenneme | : cehennem, yakıp yıkıcı haller, |
halidina fiha | : ebedi, devamlı, orada, o halde, |
fe le bise | : ne kötü, |
mesva | : kalınan yer, sunma, yerleşme, o halde kalma, |
el mutekebbir | : kibirlilik, kibirli olan |
29- Bu hallerde olanlar cehaletin cehennemine dahil olurlar, devamlı o hâlde kalırlar. Kibirliler için ne kötü bir hâldir.
-30-
وَقِيلَ لِلَّذِينَ اتَّقَوْاْ مَاذَا أَنزَلَ رَبُّكُمْ قَالُواْ خَيْرًا لِّلَّذِينَ أَحْسَنُواْ فِي هَذِهِ الدُّنْيَا حَسَنَةٌ وَلَدَارُ الآخِرَةِ خَيْرٌ وَلَنِعْمَ دَارُ الْمُتَّقِينَ
Ve kîle lillezînettekav mâ zâ enzele rabbukum kâlû hayrâ lillezîne ahsenû fî hâzihid dunyâ haseneh ve le dârul âhıreti hayr ve le nime dârul muttekîn
ve kile | : denir, söylenir, bildirilir, |
li ellezine ettekav | : fenalardan sakınan ortak koşmayan kimseler |
maza enzele rabb kum | : denir, ne, sundu, indirdi, verdi, rabbiniz |
Kalu hayren | : dediler, hayrlar, yararlı, değerler, nimetler, mal |
li ellezine ahsenu | : o kimseler, daha güzel |
fî hazihi el dunya | : vardır, dünyada, yaşamlarında, |
haseneten | : yararlı, iyi, güzellikler, |
ve le daru | : barınak, yurt, konak, |
el ahıreti hayrun | : sonunda, hayırlı olan, huzurlu |
ve le nime daru | : elbette ne güzeldir, yurt, kaldıkları yer, |
el muttekin | : fenalardan sakınan ortak koşmayan, |
30- Fenalardan sakınan ortak koşmayan kimselere; Rabbiniz hakkında sunulan şey nedir denildiğinde, nimetlerin hakikatleri dediler. Yaşamlarında yararlı, iyi davranışlarda olan kimseler için güzellikler vardır ve sonunda elbette varacakları yer huzurdur. Elbette fenalardan sakınan ortak koşmayanların bulundukları yer ne güzeldir.
-31-
جَنَّاتُ عَدْنٍ يَدْخُلُونَهَا تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الأَنْهَارُ لَهُمْ فِيهَا مَا يَشَآؤُونَ كَذَلِكَ يَجْزِي اللّهُ الْمُتَّقِينَ
Cennâtu adnin yedhulûnehâ tecrî min tahtihel enhâru lehum fîhâ mâ yeşâûn kezâlike yeczîllâhul muttekîn
Cennat adnin | : huzur, adn, tecellileri idrak etmenin huzuru, |
yedhulune ha | : dahil olurlar, ona, oraya, |
Terci min tahti-ha | : akar, vardır, makamlarında, orada, |
el enhar | : nehir, bir ilim, |
Fi ha ma yeşaun | : orada, onun içinde, şey, ne, değil, istek, dilek, |
Kezalike yeczi Allah | : işte böyle, ceza, karşılık, Allah |
el muttekîne | : takva, fenalardan sakınma ortak koşmama |
31- Tüm tecellilerin sahibine teslim olmanın huzuruna dâhil olurlar, orada makamlarında bir ilim üzeredirler, istedikleri şeyler oradadır. Fenalardan sakınan ortak koşmayanlara Allah’ın karşılıkları işte böyledir
-32-
الَّذِينَ تَتَوَفَّاهُمُ الْمَلآئِكَةُ طَيِّبِينَ يَقُولُونَ سَلامٌ عَلَيْكُمُ ادْخُلُواْ الْجَنَّةَ بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ
Ellezîne teteveffâhumul melâiketu tayyibîne yekûlûne selâmun aleykumudhulûl cennete bimâ kuntum tamelûn
Ellezine teteveffa hum | : çıkarıp almak, vefa, vefat, sevgiyle teslim olanlar |
el melaiketu | : her varlıktaki güç, kuvveler, meleke |
tayyibine | : temiz, tertemiz, hoş, iyi |
Yekulune | : derler, denir, |
selamun aleykum | : selamet, barış ve huzur, sizin üzerinizedir, sizinle |
Udhulu el cennet | : girin, dahil olun, cennet, huzur, zevk |
Bi ma kuntum tamelune | : şeyler, dolayısıyla, siz oldunuz, yapıyorsunuz |
32- O kimseler; her varlıktaki gücü tertemiz anladılar, onlar sevgiyle teslim oldular. Onlara: Barış ve huzur sizinledir, yaptığınız şeylerden dolayı huzura dahil olun, denir.
-33-
هَلْ يَنظُرُونَ إِلاَّ أَن تَأْتِيَهُمُ الْمَلائِكَةُ أَوْ يَأْتِيَ أَمْرُ رَبِّكَ كَذَلِكَ فَعَلَ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ وَمَا ظَلَمَهُمُ اللّهُ وَلكِن كَانُواْ أَنفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ
Hel yanzurûne illâ en tetiyehumul melâiketu ev yetiye emru rabbik kezâlike fe alellezîne min kablihim ve mâ zalemehumullâhu ve lâkin kânû enfusehum yazlimûn
Hel yanzurune | : bakıp ta göremezler mi? |
İlla en tetiyehum | : ancak, sadece gelmesi, verilmesi, olması, onlar, |
el melaiket | : meleke, güç, her varlıktaki güç, kuvve |
Ev yetiye emr | : veya, gelir, verilme, işleyiş, emr, hüküm, |
rabbi-ke | : Rabbin |
Kezalike feale ellezine | : işte böyle, yaptı, yapan, o kimseler, onlar |
Min kablihim | : onlardan öncekilerde |
ve ma zaleme-hum Allah | : Allah onlara zulmetmez |
Ve lakin kânû enfus hum | : lakin, onların kendileri, nefslerine, |
yazlimun | : zulmediyorlar, zulmettiler, |
33- Sadece kendilerinin güç sahibi olduğunu sananlar ya da Rabbinin işleyişini kendilerine nisbet edenler, bakıp ta görmezler mi? Onlardan önceki kimseler de işte böyle yapmışlardı. Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar kendilerine zulmettiler.
-34-
فَأَصَابَهُمْ سَيِّئَاتُ مَا عَمِلُواْ وَحَاقَ بِهِم مَّا كَانُواْ بِهِ يَسْتَهْزِؤُونَ
Fe esâbehum seyyiâtu mâ amilû ve hâka bihim mâ kânû bihî yestehziûn
fe esabe-hum | : böylece, isabet, ulaştı, değdi, |
seyyiatu | : kötülükler, fenalar |
ma amilu | : yaptıkları, amel ettikleri şeyler |
ve haka bi him | : kuşattı, sardı |
Ma kanu bihi yestehziune | : şey, değil, ne, oldu, onunla, alay etme, önemsememe |
34- Böylece yaptıkları şeylerin fenalıkları onlara isabet etti ve alay ettikleri şeyler onları kuşatıverdi.
-35-
وَقَالَ الَّذِينَ أَشْرَكُواْ لَوْ شَاء اللّهُ مَا عَبَدْنَا مِن دُونِهِ مِن شَيْءٍ نَّحْنُ وَلا آبَاؤُنَا وَلاَ حَرَّمْنَا مِن دُونِهِ مِن شَيْءٍ كَذَلِكَ فَعَلَ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ فَهَلْ عَلَى الرُّسُلِ إِلاَّ الْبَلاغُ الْمُبِينُ
Ve kâlellezîne eşrekû lev şâallâhu mâ abednâ min dûnihî min şey’in nahnu ve lâ âbâunâ ve lâ harremnâ min dûnihi min şey kezâlike fe alellezîne min kablihim fe hel aler rusuli illel belâgul mubîn
ve kale ellezine eşreku | : dediler, ortak koşan kimseler |
lev şae Allah | : eğer Allah dileseydi, isteseydi, |
ma abd na | : biz kul olmadık, |
min dunihi min şey nahnu | : ondan başka, şeylere, biz |
ve la abau-na | : yok, değil, atalarımız, babalarımız |
ve la harremna | : yok, haram, kötülük, yasak, kutsal, biz |
min dûni-hi min şey | : ondan başka, bir şey |
Kezalike feale ellezine | : işte böyle, yaptı, yapan, o kimseler, onlar |
min kabli-him | : onlardan önce |
Fe hel ala el resuli | : artık, var mı, değil dir, resullerin görevi, |
illel belâgul mubînu | : apaçık tebliğden başka, |
35- Ortak koşan kimseler dediler ki: Eğer Allah isteseydi biz ondan başka şeylere kul olmazdık ve atalarımızda olmazdı ve biz kötülüklerde olmazdık. İşte onlardan öncekilerde böyle dediler. Resullerin görevi, hakikatleri apaçık tebliğ etmekten başka bir şey değildir.
-36-
وَلَقَدْ بَعَثْنَا فِي كُلِّ أُمَّةٍ رَّسُولاً أَنِ اعْبُدُواْ اللّهَ وَاجْتَنِبُواْ الطَّاغُوتَ فَمِنْهُم مَّنْ هَدَى اللّهُ وَمِنْهُم مَّنْ حَقَّتْ عَلَيْهِ الضَّلالَةُ فَسِيرُواْ فِي الأَرْضِ فَانظُرُواْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّبِينَ
Ve le kad beasnâ fî kulli ummetin resûlen enibudûllâhe vectenibût tâgût fe minhum men hedallâhu ve minhum men hakkat aleyhid dalâleh fe sîrû fîl ardı fanzurû keyfe kâne âkıbetul mukezzibîn
ve lekad | : andolsun, doğrusu, gerçek olan şu ki, |
Beas na | : var ettik, açığa çıkma, diriltme, biz, |
fi kulli ummetin | : bütün ümmetlerin içinde, |
resul | : resul, hakikatleri gösteren |
en abd Allah | : Allah’a kul olmak |
ve ictenibu | : içtinap edin, sakının, çekinin, |
el tagut | : put edinilen, batıl olan şeyler, |
fe min-hum men | : artık onlardan, kim |
heda Allah | : yol bulma, kılavuz, rehber, Allah |
ve min hum men hakkat | : onlardan, kim, gerçek, hak, hakikat, doğru |
Aleyhi ed dalaletu | : onlara, kendilerinde, sapma, dalalet, cehalete sapmak, |
Fe siru fi el ardı | : böylece dolaşın, gezin, yeryüzünde |
fe unzuru keyfe kane | : sonrada, böylece bakın görün, nasıl, oldu |
Akibet el mukezzibîne | : sonları, sonuçları, yalanlarda kalanlar |
36- Gerçek olan şu ki; her ümmetin içinden hakikatleri gösteren, bizi anlatanlar açığa çıktı. Allah’a kul olsunlar ve batıl olan şeylerden sakınsınlar diye, onlara hakikatleri anlattı. Sonra da onlardan kimi Allah’ı rehber edindi ve onlardan kimi de hakikatleri bırakıp cehalete saptı. İşte yeryüzünde gezin dolaşın, sonra da bakın görün yalanlarda kalanların akıbetleri nasıl oldu.
-37-
إِن تَحْرِصْ عَلَى هُدَاهُمْ فَإِنَّ اللّهَ لاَ يَهْدِي مَن يُضِلُّ وَمَا لَهُم مِّن نَّاصِرِينَ
İn tahris alâ hudâhum fe innallâhe lâ yehdî men yudıllu ve mâ lehum min nâsırîn
in tahrıs | : sen çok istersin, ihtirasla istemek, |
ala huda hum | : sen çok istersin, onlar hakka yol bulsunlar, doğru yol, |
Fe inne Allah | : fakat, elbette, muhakkak, Allah, |
la yehdi | : yok, yol bulamazlar, hakikatlere ulaşamazlar |
Men yudıllu | : kim, kimse, hakikatleri bırakıp yalanlara sapan |
ve ma lehum | : yoktur, değil, ne, onlar için |
min nasirin | : bir yardımcı, yardım eden, |
37- Sen onların doğru yola ulaşmalarını çok istersin. Fakat kim hakikatleri bırakır yalanlara saparsa, elbette onlar Allah’a yol bulamazlar ve onlar bir yardımcı da bulamazlar.
-38-
وَأَقْسَمُواْ بِاللّهِ جَهْدَ أَيْمَانِهِمْ لاَ يَبْعَثُ اللّهُ مَن يَمُوتُ بَلَى وَعْدًا عَلَيْهِ حَقًّا وَلكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لاَ يَعْلَمُونَ
Ve aksemû billâhi cehde eymânihim lâ yebasullâhu men yemût belâ vaden aleyhi hakkan ve lâkinne ekseren nâsi lâ yalemûn
ve aksemu bi Allah | : yemin etmek, kasem, ahd, Allah’a |
Cehde | : güçlü, kuvvetli, azimli, |
eymani-him | : yemin, inanmak, inanç, sağ taraf, onlar |
la yebeas Allah | : yok, dirilme, var olma, açığa çıkmak, Allah, |
men yemut | : kim, kimse, ölü, idraksizlik içinde kalan kimse, |
Bela vaden | : bilakis, fakat, vaad, söz, yerine getirme, tecelli, |
aleyhi hakk | : onlara, üzerlerinde, kendilerinde, hak, doğru |
Ve lakin eksere en nasi | : lakin, fakat, zaten, insanların çoğu |
la yalemune | : yok, bilme, ilmiyle varedeni bilemiyorlar |
38- Onlar imanlarında güçlü durmak için Allah’a yemin ederler. Fakat onlar kendilerinde olan tecelliler hakkında, hakikatler hakkında, idraksizlik içinde olan kimselerden oldular, her şeyin Allah’tan açığa çıktığını anlayamadılar. Zaten insanların çoğu bilemiyorlar.
-39-
لِيُبَيِّنَ لَهُمُ الَّذِي يَخْتَلِفُونَ فِيهِ وَلِيَعْلَمَ الَّذِينَ كَفَرُواْ أَنَّهُمْ كَانُواْ كَاذِبِينَ
Li yubeyyine lehumullezî yahtelifûne fîhi ve li yalemellezîne keferû ennehum kânû kâzibîn
li yubeyyine lehum | : açıklaması, bildirmesi için, onlara |
ellezî yahtelifûne fihi | : onlar ihtilafa düşerler, ayrılık, anlaşmazlık, o konuda |
ve li yaleme | : bilmesi için, |
ellezine kefer | : hakikatleri görmemezlikten gelip örten kimseler |
Enne hum kanu kazibîne | : şüphesiz, onlar, oldu, yalancılar, yalanlarda kalan, |
39- İkilikte kalan kimselere ve hakikatleri görmemezlikten gelip örten kimselere; hakikatleri bilmeleri için, onlara apaçık hakikatler açıklanmıştı. Şüphesiz onlar yalanlayanlardan oldular.
-40-
إِنَّمَا قَوْلُنَا لِشَيْءٍ إِذَا أَرَدْنَاهُ أَن نَّقُولَ لَهُ كُن فَيَكُونُ
İnnemâ kavlunâ li şey’in izâ erednâhu en nekûle lehu kun fe yekûn
İnnema kavlu na | : ancak, söz, yerine getirme, ilham, tecelli, biz |
li şeyin | : bir şey için, eşya, bir varlık, |
iza eredna hu | : olduğunda, irade, o |
en nekule lehu kun | : deriz, bizim dememiz, ona, ol, |
fe yekun | : böylece olur |
40- Bir varlığın varolması için irade ettiğimiz zaman, ona ol deriz, böylece olur.
-41-
وَالَّذِينَ هَاجَرُواْ فِي اللّهِ مِن بَعْدِ مَا ظُلِمُواْ لَنُبَوِّئَنَّهُمْ فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَلَأَجْرُ الآخِرَةِ أَكْبَرُ لَوْ كَانُواْ يَعْلَمُونَ
Vellezîne hâcerû fillâhi min badi mâ zulimû li nubevvi ennehum fîd dunyâ haseneh ve le ecrul âhıreti ekber lev kânû yalemûn
ve ellezine haceru | : hicret edenler, arayış, bir yerden bir yere gitmek, |
fi Allah | : Allah için, Allah’ı anlamak için |
min badi ma zulimu | : sonra, şey, ne, değil, zalimlik, zulüm, |
li nubevvienne-hum | : biz, yerleştirme, ulaşmak, hazırlamak, onlar |
Fi el dünya haseneten | : dünya da, güzellik, iyilik, hayırlı işler, iyi ameller |
ve le ecru el ahıreti | : elbette, ecir, karşılık, ahiret, sonunda, |
ekber | : yüce olan, büyük, |
lev kanu yalemun | : eğer, keşke, oldu, biliyorlar, |
41- Zalimliklerini bıraktıktan sonra, Allah’ı anlamak için bir arayışta olanlar; yaşamlarında iyilikler içinde oldukları müddetçe, onlar Bizi anlayıp hakikatlere ulaşırlar ve elbette sonunda yüce olanı anlarlar. Keşke bilenlerden olsalardı.
-42-
الَّذِينَ صَبَرُواْ وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ
Ellezîne saberû ve alâ rabbihim yetevekkelûn
Ellezine saberu | : o kimseler, sabırlı olan |
ve ala rabbi him | : Rab, vücudlandıran, onlar, |
yetevekkelun | : tevekkül, her şeyiyle teslim olmak |
42- Onları vücudlandırana karşı bütün her şeyiyle teslim olanlar, sabırlı olan kimselerdir.
-43-
وَمَا أَرْسَلْنَا مِن قَبْلِكَ إِلاَّ رِجَالاً نُّوحِي إِلَيْهِمْ فَاسْأَلُواْ أَهْلَ الذِّكْرِ إِن كُنتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ
Ve mâ erselnâ min kablike illâ ricâlen nûhî ileyhim feselû ehlez zikri in kuntum lâ talemûn
ve ma erselna | : bildirmek, açığa çıkmadı, göndermedik, biz |
min kablike | : senden önce, |
İlla ricalen | : den başka, ancak, ileri gelen, er kişi, kâmil insan, |
nuhi ileyhim | : vahyimiz, sunduğumuz hakikatler, onlara |
fe eselu | : o zaman, sorun, araştırın, öğrenin, |
ehl el zikr | : ehil, yetkili, sahip, bilen, zikr |
in kuntum la talemun | : eğer siz iseniz, yok, bilme, bilemiyorsanız |
43- Senden öncede vahyimizi anlayan kâmil insanlar, Bizi bildirmekten başka bir şey için açığa çıkmadı. Eğer bilemiyorsanız zikri bilenlere sorun.
-44-
بِالْبَيِّنَاتِ وَالزُّبُرِ وَأَنزَلْنَا إِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَا نُزِّلَ إِلَيْهِمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ
Bil beyyinâti vez zubur ve enzelnâ ileykez zikre li tubeyyine lin nâsi mâ nuzzile ileyhim ve leallehum yetefekkerûn
bi el beyyinat | : delillerle, apaçık açıklamalarla, |
ve el zebur | : kitab, mektup, özlü söz, Zebur, ilahi söz, |
ve enzelna ileyke | : sunduk, indirdik, verdik, sana, |
el zikr | : zikr, anmak, her varlıktaki hakkın zikri |
li tubeyyine li el nas | : açıklaman için, insanlara |
Ma nuzzile ileyhim | : şey, ne, değil, indirilen, verilen, sunulan, onlara |
ve lealle-hum | : umulur ki onlar, belki onlar, |
yetefekkerun | : tefekkür, varlığın hakikatlerini düşünme, |
44- Apaçık delillerle zikri ve her varlığı bir mektup olarak sana sunduk. Onlara sunduğumuz şeyleri anlamaları için, insanlara hakikatleri açıklama içinde ol. Umulur ki onlar, varlığın hakikatlerini anlamak için düşünürler.
-45-
أَفَأَمِنَ الَّذِينَ مَكَرُواْ السَّيِّئَاتِ أَن يَخْسِفَ اللّهُ بِهِمُ الأَرْضَ أَوْ يَأْتِيَهُمُ الْعَذَابُ مِنْ حَيْثُ لاَ يَشْعُرُونَ
E fe eminellezîne mekerû seyyiâti en yahsifallâhu bihimul arda ev yetiyehumul azâbu min haysu lâ yeşurûn
e fe emin ellezine | : güven, eminmi oldular, o kimseler, |
meker | : tuzak, şeytanlık, hile, karanlık, çare |
Seyyiati | : kötülükler, |
en yahsife | : batmak, kaybolmak, tutulmak, yok olup gitme |
Allah bi him el ard | : Allah, onları, yeryüzü, toprak, yer, suret, |
Ev yetiye-hum el azab | : onlara gelir, kalır, azap, sıkıntı, |
Min haysu la yeşurune | : bir yer, her yer, yok, şuur, bilinç, idrak |
45- O kimseler emin olmak mı istiyorlar? Yalanlarını kötülüklerini yok etsinler. Suretleri tutanın Allah olduğunu anlasınlar. Kendisini ve çevresini idrak etmeyenler sıkıntılarda kalırlar.
-46-
أَوْ يَأْخُذَهُمْ فِي تَقَلُّبِهِمْ فَمَا هُم بِمُعْجِزِينَ
Ev yehuzehum fî tekallubihim fe mâ hum bi mucizîn
Ev yehuzu hum | : yoksa, ya da, onlar o halde kalır, yakalar, sarılır, |
fî tekallubi-hum | : dalga, değişme, olgunluk, dönüp dolaşma |
Fe ma hum mucizin | : böylece, değil, onlar, acizlik, kaçış, kurtulma |
46- Yoksa onlar bir değişim içinde olamazlar, onlar o cehalet hallerinde kalırlar, böylece onlar acziyetlerini bilemezler.
-47-
أَوْ يَأْخُذَهُمْ عَلَى تَخَوُّفٍ فَإِنَّ رَبَّكُمْ لَرؤُوفٌ رَّحِيمٌ
Ev yehuzehum alâ tehavvuf fe inne rabbekum le raûfun rahîm
Ev yehuzu hum | : ya da, kalır, sarar, o halde, onlar |
alâ tehavvufin | : korkuyorken, korkarken, korkar halde |
Fe inne rabb kum | : böylece, muhakkak, rabbin, sizi vücudlandıran |
le raûfun | : elbette şefkatli, şefkat veren, incelikler, nitelikler |
rahim | : özünden vareden, |
47- Ya da onlar hep cehaletin korkularında kalırlar. Muhakkak ki sizi vücudlandıran, elbette inceliklerini sunandır ve özünden varedendir.
-48-
أَوَ لَمْ يَرَوْاْ إِلَى مَا خَلَقَ اللّهُ مِن شَيْءٍ يَتَفَيَّأُ ظِلاَلُهُ عَنِ الْيَمِينِ وَالْشَّمَآئِلِ سُجَّدًا لِلّهِ وَهُمْ دَاخِرُونَ
E ve lem yerev ilâ mâ halakallâhu min şeyin yetefeyyeu zilâluhu anil yemîni veş şemâili succeden lillâhi ve hum dâhırûn
e ve lem yerev | : onlar bakıp ta görmüyorlar mı? |
ila ma halaka Allah | : halk edilen şeyler, Allah |
min şeyin yetefeyyeu | : bir şey, meyledip giden, dönüp duran, |
zilalu-hu | : onun gölgesi |
an el yemini ve el şimali | : sağa ve sola, her yönden |
succeden li Allah | : secde, teslimiyet hali, Allah |
ve hum dahırun | : onlar, var olan, boyun eğen, toplanılmış, bütünleşmiş, |
48- Onlar, Allah’ın halk ettiği şeylerin gölgelerinin dahi sağa sola dönerek, Allah’a secde ettiklerini ve tüm var olanların bir bütünlük içinde olduğunu bakıp ta görmezler mi?
-49-
وَلِلّهِ يَسْجُدُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ مِن دَآبَّةٍ وَالْمَلآئِكَةُ وَهُمْ لاَ يَسْتَكْبِرُونَ
Ve lillâhi yescudu mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ardı min dâbbetin vel melâiketu ve hum lâ yestekbirûn
ve li Allah yescudu | : Allah’a, secde ederler, teslim olma |
ma fi es semavati | : gökte, ulvi âlemde, semalarda olanlar |
ve ma fî el ardı | : yerde ne varsa, |
min dabbetin | : bütün varlıklar, |
ve el melâiketu | : kuvveler, her varlıktaki güç, |
ve hum | : onlar, bu hakikati anlayanlar |
la yestekbirune | : yok, kibirlilik, büyüklenmezler, kibirlenmezler |
49- Göklerde ne varsa ve yerde ne varsa, bütün varlıklar ve bütün kuvveler Allah’a secde ederler. Bu hakikati anlayanlarda kibirlilik yoktur.
-50-
يَخَافُونَ رَبَّهُم مِّن فَوْقِهِمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ
Yehâfûne rabbehum min fevkıhim ve yefalûne mâ yumerûn
Yehafune | : korkarlar, çekinirler, saygı duyarlar, boyun eğer |
rabbe hum | : rabbine, kendini vücudlandıran, |
min fevkı-him | : üst, yüce, kendi üzerindeki sıfatlar, |
ve yefalune | : fail olan, yapan, işleyen, |
ma yumerune | : değil, ne, işleyiş, emr, hüküm |
50- Kendilerini vücudlandıranı ve kendi üzerindeki sıfatların ve kendi vücudundaki işleyişin sahibini bilenler, tüm varlıkta O’ndan başka işleyen olmadığını bilenler, her an her şeye karşı bir saygı içindedirler.
-51-
وَقَالَ اللّهُ لاَ تَتَّخِذُواْ إِلهَيْنِ اثْنَيْنِ إِنَّمَا هُوَ إِلهٌ وَاحِدٌ فَإيَّايَ فَارْهَبُونِ
Ve kâlallâhu lâ tettehızû ilâheynisneyn innemâ huve ilâhun vâhıd fe iyyâye ferhebûn
ve kale Allah | : dedi, buyurdu, bildirdi, Allah, |
la tettehızu | : yok, edinmeyin, sarılmak, sığınmak |
ilaheyni isneyni | : iki ilah, ilahlar, |
İnnema huve ilah vahid | : sadece, yalnız, ancak, o, ilah, tek, |
Fe iyya ye | : artık, yalnız beni, |
fe ırhabune | : artık, bundan sonra, saygı, huşu, tutulma, |
51- Allah buyurdu; ilâhlar edinmeyin, ancak sığınacağınız kudret birdir. Artık yalnız Beni bilin. Bundan sonra hep saygı içinde olun.
-52-
وَلَهُ مَا فِي الْسَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَلَهُ الدِّينُ وَاصِبًا أَفَغَيْرَ اللّهِ تَتَّقُونَ
Ve lehu mâ fîs semâvâti vel ardı ve lehud dînu vâsıbâ e fe gayrallâhi tettekûn
ve lehu ma fi el semavat | : onun, göklerde olanlar |
ve el ardı | : yeryüzünde, |
ve lehu ed dinu | : din onundur, varlığın yaratılış hükümleri, incelikleri |
vasıben | : her zaman, daima, |
e fe gayre Allah | : öyleyse, başkası, gayrısı, zannı şeyler, Allah, |
tettekun | : sakınma, dikkat, ihtiyat |
52- Göklerde ve yerde olanlar O’nundur ve din daima O’nundur. Öyleyse Allah’ı bırakıp zanna dayalı şeylerden mi sakınırsınız?
-53-
وَمَا بِكُم مِّن نِّعْمَةٍ فَمِنَ اللّهِ ثُمَّ إِذَا مَسَّكُمُ الضُّرُّ فَإِلَيْهِ تَجْأَرُونَ
Ve mâ bikum min nimetin fe minallâhi summe izâ messekumud durru fe ileyhi tecerûn
ve ma bi kum min nimet | : sizde ne varsa, nimetlerden, tüm nimet |
Fe min Allah | : tamamen, öyleyse, Allah’tandır |
Summe iza messe hum | : sonra, olduğunda, size dokundu, temas |
el darru | : zarar, sıkıntı |
Fe ileyhi tecerun | : yalnız, sonra, ona, seslenme, isteme, yalvarma |
53- Sizdeki bütün nimetlerin hepsi Allah’tandır. Size bir sıkıntı dokunduğunda, yalnız O’na yalvarırsınız.
-54-
ثُمَّ إِذَا كَشَفَ الضُّرَّ عَنكُمْ إِذَا فَرِيقٌ مِّنكُم بِرَبِّهِمْ يُشْرِكُونَ
Summe iza keşefad durra ankum izâ ferîkun minkum bi rabbihim yuşrikûn
Summe iza keşefe | : sonra, olduğunda, bulma, giderme, ortadan kalkma |
el darr | : sıkıntı, müşkül, zorluk, |
an-kum | : sizden |
İza ferikun min kum | : o zaman, o takdirde, grup, topluluk, bazıları, sizler |
bi rabbi-him yuşrikun | : Rablerine, ortak koşarlar, |
54- Sonra da sizden sıkıntı ortadan kalkınca, o zaman sizlerden çoğunuz Rabbine ortak koşanlardan olursunuz.
-55-
لِيَكْفُرُواْ بِمَا آتَيْنَاهُمْ فَتَمَتَّعُواْ فَسَوْفَ تَعْلَمُونَ
Li yekfurû bimâ âteynâhum, fe temetteû fesevfe talemûn
li yekfuru | : hakikatleri örtenler için, görmemezlikten gelen, |
bima ateyna hum | : sunduğumuz şeyler, verdiğimiz, onlar, |
Fe temetteu | : faydalanın, fayda, çıkar, zevk, |
fe sevfe talemun | : belki, artık yakında bilecekler |
55- Onlara sunduğumuz şeyleri görmemezlikten geldikleri için böyle yaparlar. Sonra da kendi çıkarlarında koşarlar. Belki yakında bilirler.
-56-
وَيَجْعَلُونَ لِمَا لاَ يَعْلَمُونَ نَصِيبًا مِّمَّا رَزَقْنَاهُمْ تَاللّهِ لَتُسْأَلُنَّ عَمَّا كُنتُمْ تَفْتَرُونَ
Ve yecalûne li mâ lâ yalemûne nasîben mimmâ razaknâhum tallâhi le tuselunne ammâ kuntum tefterûn
ve yecalun | : yapıyorlar, oluyorlar, ediyorlar, |
lima la yalemun | : bilmedikleri şeyler içinde |
Nasiben mimma | : hisse, pay, verilen, nasip, elde edilen şey, şeyler, nesne |
razakna-hum | : rızık, nimet, yararlanılan şey, biz, onlar |
Te Allah | : gerçek, dek, kadar, doğru, hak, Allah, |
le tuselune | : elbette, sorumlu |
Amma kuntum tefterun | : şeylerden, siz oldunuz, iftira, uydurma, yalan |
56- Onları rızıklandırdığımız şeylerden bir nasib elde edemediler. Bilmedikleri şeyler içinde oldular. Allah gerçek olandır. Uydurduğunuz şeylerden elbette sizler sorumlusunuzdur.
-57-
وَيَجْعَلُونَ لِلّهِ الْبَنَاتِ سُبْحَانَهُ وَلَهُم مَّا يَشْتَهُونَ
Ve yecalûne lillâhil benâti subhânehu ve lehum mâ yeştehûn
ve yecalune li Allah | : kılıyorlar, yapıyorlar, isnad ediyorlar, Allah, |
el benati | : kızlar |
subhane-hu | : noksan sıfatlardan münezzehtir, O, |
ve lehum ma yeştehun | : onlar, ne, şey, değil, arzu, beğenme |
57- Kızları Allah’a isnat ediyorlar ve beğendikleri şeyleri de kendilerine. O noksan sıfatlardan münezzehtir.
-58-
وَإِذَا بُشِّرَ أَحَدُهُمْ بِالأُنثَى ظَلَّ وَجْهُهُ مُسْوَدًّا وَهُوَ كَظِيمٌ
Ve izâ buşşire ehaduhum bil unsâ zalle vechuhu musvedden ve huve kezîm
ve iza buşşire | : olduğu zaman, sevinme, müjde |
ehadu-hum bi el unsa | : onlardan birine, kız, dişi, |
Zalle vechu hu musvedde | : gölgelendi, onun yüzü, kararmış, siyah |
ve huve kezimun | : o, kızgın, öfkeli |
58- Onlardan birine bir kız çocuğu müjdelendiği zaman, onun yüzü kararır ve o öfkelenir.
-59-
يَتَوَارَى مِنَ الْقَوْمِ مِن سُوءِ مَا بُشِّرَ بِهِ أَيُمْسِكُهُ عَلَى هُونٍ أَمْ يَدُسُّهُ فِي التُّرَابِ أَلاَ سَاء مَا يَحْكُمُونَ
Yetevârâ minel kavmi min sûi mâ buşşire bih e yumsikuhu alâ hûnin em yedussuhu fît turâb e lâ sâe mâ yahkumûn
Yete vera min el kavmi | : gizler, kavminden, toplulumdan |
min sui | : kötü bildiğinden, |
ma buşşire bihi | : müjde, sevinç, ona |
e yumsiku-hu | : tutsun mu, el çeksin, imsak, o |
ala hunin | : utanmak, sıkılmak, çekinmek, istememek, |
em yedus-hu | : dıs, yoksa, ya da, gömmek, toprağa karışması, kum, |
fi el turab | : toprak, toprak olması için, |
e la sae ma yahkumune | : kötü değil mi, hüküm, karar verme |
59- Ona verilen müjdeyi kötü bildiğinden, kavminden gizler. Onu utanarak tutsun mu, ya da toprak olması için onu kuma mı bıraksın? Ne kötü karar veriyorlar.
-60-
لِلَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ بِالآخِرَةِ مَثَلُ السَّوْءِ وَلِلّهِ الْمَثَلُ الأَعْلَىَ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
Lillezîne lâ yuminûne bil âhıreti meselus sev ve lillâhil meselul âlâ ve huvel azîzul hakîm
li ellezine la yuminun | : o kimseler için, inanmazlar, |
bi el ahıret mesel | : ahiret, sonunda, son, durum, misal, gibi, |
el sevi | : kötü, bozuk, |
Ve li Allah el mesel | : için, ait, Allah, gibi, misal, durum, |
El ala | : yüce olma durumu, sıfat, |
ve huve el aziz | : o, tüm varlıktaki yücelik, |
el hakim | : hakîm olan, tüm varlığa hakim olan, |
60- İnanmayan kimseler için sonunda zor durumlar, kaygılar vardır. Allah’a inananlar için ise yüce durumlar vardır. O nitelikleriyle yüce olandır, tüm varlığa hâkim olandır.
-61-
وَلَوْ يُؤَاخِذُ اللّهُ النَّاسَ بِظُلْمِهِم مَّا تَرَكَ عَلَيْهَا مِن دَآبَّةٍ وَلَكِن يُؤَخِّرُهُمْ إلَى أَجَلٍ مُّسَمًّى فَإِذَا جَاء أَجَلُهُمْ لاَ يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً وَلاَ يَسْتَقْدِمُونَ
Ve lev yuâhızullâhun nâse bi zulmihim mâ tereke aleyhâ min dâbbetin ve lâkin yuahhıruhum ilâ ecelin musemmâ fe izâ câe eceluhum lâ yestehırûne sâaten ve lâ yestakdimûn
ve lev yuahızu Allah | : eğer, almak, çekmek, sorgular, sarılmak, Allah, |
el nas | : insanlar, |
bi zulmi-him | : zulümleri, zalimlikleri, onlar, |
ma tereke aleyha | : değil, ne, şey, bırakmak, terk etmek, onlarda, |
min dabbetin | : hareketli olan, varlıklar, yaratık |
ve lakin yuahhıru-hum | : lakin, fakat, gecikme, erteleme, onlar |
ilâ ecelin musemmen | : bir süre, belirli |
fe izâ câe ecelu hum | : artık geldiği zaman, süre, zaman, onlar |
la yestehırune saat | : ertelenmez, gecikmez, saat, vakit, |
ve la yestakdimune | : evvele, öne alınmaz |
61- Eğer insanlar, Allah’ı anlamak için gayret gösterselerdi, onlar zulüm hallerini terk ederlerdi, var olan varlığı anlarlardı. Fakat onlar o sürelerini geciktirirler. Fakat onların eceli geldiğinde o vakit ertelenmez ve öne alınmaz.
-62-
وَيَجْعَلُونَ لِلّهِ مَا يَكْرَهُونَ وَتَصِفُ أَلْسِنَتُهُمُ الْكَذِبَ أَنَّ لَهُمُ الْحُسْنَى لاَ جَرَمَ أَنَّ لَهُمُ الْنَّارَ وَأَنَّهُم مُّفْرَطُونَ
Ve yecalûne lillâhi mâ yekrehûne ve tesıfu elsinetuhumul kezibe enne lehumul husnâ lâ cereme enne lehumun nâre ve ennehum mufretûn
ve yecalune li Allah | : kılarlar, yapar, etme, isnat ederler, Allah |
ma yekrehune | : beğenmedikleri, küçük, iğrenç, kerih gördükleri |
Ve tesıf | : vasıflandırma, kendine pay çıkarmak, |
elsinet hum | : söylemek, onların dilleri, |
el kezib | : yalan |
Enne lehum el husnâ | : olduğu, onların, onlara ait, güzel olan, iyi olan, |
La cerem | : yok, şüphe, şüphesiz, ayrılmak, günah, cinayet, |
enne lehum el nar | : olduğu, onlar, ateş, yakıcı, yakıp yıkıcı, |
ve enne-hum mufretun | : muhakkak onlar, aşırı, haddi aşan, ifrat, taşkın, |
62- Allah’ın var ettiklerini kerih gördüler ve güzelliklerin onlara ait olduğunun yalanını söylediler. Şüphesiz onlar için yakıcılık vardır ve doğrusu onlar haddi aşanlardır.
-63-
تَاللّهِ لَقَدْ أَرْسَلْنَا إِلَى أُمَمٍ مِّن قَبْلِكَ فَزَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ أَعْمَالَهُمْ فَهُوَ وَلِيُّهُمُ الْيَوْمَ وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ
Tallâhi lekad erselnâ ilâ umemin min kablike fe zeyyene lehumuş şeytânu amâlehum fe huve veliyyuhumul yevme ve lehum âzâbun elîm
Tallahi | : gerçek, doğru, Allah, |
lekad ersel na | : doğrusu, açığa çıkan, irsal, bizi anlatan, |
İla emim min kabli-ke | : önder, imam, önder, ümmetler, senden önce |
fe zeyyene lehum | : fakat süslü gösterdi, süsledi, gösteriş, onlara |
el şeytan amale hum | : şeytan, kötülük halleri, amelleri, çalışmaları, |
Fe huve veliy hum | : artık, o, onların velîsi, dostu, |
el yevm | : vakit, gün, zaman, |
ve lehum azab elim | : onlar için, azap, sıkıntı, acı, acıklı |
63- Gerçek olan Allah’tır. Doğrusu senden önce de önderlik yapan, hakikatlerimizi anlatanlar açığa çıktı. Fakat onların anlattığı kimseler gösterişlerde kaldılar, amelleriyle şeytanlaştılar. Bugünde onlar gibi olanların dostları, o şeytani halleridir ve onlar için acı sıkıntılar vardır.
-64-
وَمَا أَنزَلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ إِلاَّ لِتُبَيِّنَ لَهُمُ الَّذِي اخْتَلَفُواْ فِيهِ وَهُدًى وَرَحْمَةً لِّقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
Ve mâ enzelnâ aleykel kitâbe illâ li tubeyyine lehumullezîhtelefû fîhi ve huden ve rahmeten li kavmin yuminûn
ve ma enzelna aleyke | : indirmedik, sunmadık, sana, |
el kitab | : kitap, ilahi sözler, varlık kitabı, |
İlla li tubeyyin lehum | : ancak, hakikatleri vardır, açıklama, izah etme, onlar |
ellezi ihtelef fihi | : o kimseler, ihtilafa düştükleri şey, onun |
ve huden | : yol gösterici, hidayet edici |
ve rahmet | : rahmet, ulvi hakikatler, nura garkolmak |
li kavmin yuminun | : kavim için, kimseler, inananlar, |
64- Her varlığı bir kitap olarak sana sunduk. Onun içinde ihtilafa düştüğünüz konuların hakikati vardır ve onda hakikatlere yol gösterme vardır ve inanan kimseler için rahmet vardır.
-65-
وَاللّهُ أَنزَلَ مِنَ الْسَّمَاء مَاء فَأَحْيَا بِهِ الأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا إِنَّ فِي ذَلِكَ لآيَةً لِّقَوْمٍ يَسْمَعُونَ
Vallâhu enzele mines semâi mâen fe ahyâ bihil arda bade mevtihâ inne fî zâlike le âyeten li kavmin yesmeûn
ve Allah enzele | : Allah, indirdi, sundu, |
min es semai maen | : semadan, gökten, su, ilim |
fe ahya bihi el ard | : böylece, diriltti, hayat verdi, yeryüzünde |
Bade mevti-hâ | : sonra, nutfe, tohum, ölüm, onunla |
İnne fi zalike li ayeten | : muhakkak, bunların içinde, ayetler, delil, işaret |
Li kavmin yesmeune | : kimseler için, topluluklar için, işiten, işitiyorlar |
65- Gökten suyu sunan, böylece onunla yeryüzünde yaşam veren, sonra da ondan nutfeler oluşturan Allah’tır. Muhakkak işte bunların içinde işiten kimseler için ayetler vardır.
-66-
وَإِنَّ لَكُمْ فِي الأَنْعَامِ لَعِبْرَةً نُّسْقِيكُم مِّمَّا فِي بُطُونِهِ مِن بَيْنِ فَرْثٍ وَدَمٍ لَّبَنًا خَالِصًا سَآئِغًا لِلشَّارِبِينَ
Ve inne lekum fîl enâmi le ibreh nuskîkum mimmâ fî butûnihî min beyni fersin ve demin lebenen hâlisen sâigan liş şâribîn
ve inne lekum | : doğrusu, size, |
fi el enam | : hareketli olan, varlığın içinde, hayvanlar |
Le ibret | : elbette, ibret, ders |
Nuski kum mimma | : içme, sulama, içirme, siz, şeyden |
fî butun hi | : içinde, karnında, onun, |
min beyni fersin | : arasında, posa, sindirilmiş gıda, bağırsaklardan, |
Ve demin lebenen halisen | : kan, halis süt, saf süt |
Saigan li el şaribin | : içimi kolay, güzel, makbul, lezzetli, içenler için |
66- Sizin için hayvanlarda elbette dersler vardır. Siz onlardan gelen şeylerle beslenirsiniz. Onların karnında sindirilmiş gıdadan ve kandan süzülüp gelen o güzel sütü içersiniz.
-67-
وَمِن ثَمَرَاتِ النَّخِيلِ وَالأَعْنَابِ تَتَّخِذُونَ مِنْهُ سَكَرًا وَرِزْقًا حَسَنًا إِنَّ فِي ذَلِكَ لآيَةً لِّقَوْمٍ يَعْقِلُونَ
Ve min semerâtin nahîli vel anâbi tettehîzûne minhu sekeren ve rızkan hasenâ inne fî zâlike le âyeten li kavmin yakılûn
ve min semeratin | : meyveler sebzeler, ürünler, |
El nahili ve el anabi | : hurmalar ve üzüm, bağlar |
Tettehizune min hu | : edinirsiniz, yaparsınız, ondan, |
sekere | : şeker şerbet, şıra, |
ve rızkan hasenen | : bir rızık, faydalanma, yarar elde tmek, güzelce |
İnne fi zalike le ayeten | : muhakkak, bunların içinde, elbette, delil, işaret, ayet |
li kavmin yakılun | : bir kavim için, kimse, topluluk, insanlar, akıl edenler |
67- Meyvelerden ve hurmalardan ve üzümlerden, şeker, şerbet yaparsınız ve güzelce faydalanırsınız. Muhakkak işte bunların içinde düşünen kimseler için ayetler vardır.
-68-
وَأَوْحَى رَبُّكَ إِلَى النَّحْلِ أَنِ اتَّخِذِي مِنَ الْجِبَالِ بُيُوتًا وَمِنَ الشَّجَرِ وَمِمَّا يَعْرِشُونَ
Ve evhâ rabbuke ilen nahli enittehızî minel cibâli buyûten ve mineş şeceri ve mimmâ yarişûn
ve evha rabbuke | : vahyetti, sistemini sundu, rabbin, |
ila en nahl | : balarısı, bedelsiz verilen şey, salik, hurma ağaçı |
en ittehızi | : edinmek, yapmak, sarılma, kurmak, |
min el cibali buyuten | : dağlardan, evler, yuvalar, |
ve min el şeceri | : ağaçlardan |
ve mimma yarişun | : şeyden, asma çardağı, sunmak, takdim ettirme |
68- Rabbin bal arısına vahyetti: Dağlarda ve ağaçlarda ve asma çardağı gibi şeylerde yuvalar kurmasını.
-69-
ثُمَّ كُلِي مِن كُلِّ الثَّمَرَاتِ فَاسْلُكِي سُبُلَ رَبِّكِ ذُلُلاً يَخْرُجُ مِن بُطُونِهَا شَرَابٌ مُّخْتَلِفٌ أَلْوَانُهُ فِيهِ شِفَاء لِلنَّاسِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لآيَةً لِّقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
Summe kulî min kullis semerâti feslukî subule rabbiki zululâ yahrucu min butûnihâ şarâbun muhtelifun elvânuhu fîhi şifâun lin nâs inne fî zâlike le âyeten li kavmin yetefekkerûn
Summe kuli | : sonra, yeyin, beslenin, faydalanın, |
Minkulli el semerat | : hepsinden, meyve, çiçek, ürün |
fe usluki | : sonrada, yolculuk edin, uçun, |
sebil rabbike | : yol, rabbinin, |
zulul | : kolayca, zelil, boyun eğmiş, |
Yahrucu min butani-ha | : çıkar, karnından, onu, |
şarab | : içecek |
Muhtelifun elvanu hu | : muhtelif, çeşitli, renkler, o |
fî-hi şifaun li el nas | : onun içinde vardır, şifa, insanlar için |
İnne fî zâlike le ayetin | : muhakkak, işte bunların içinde, ayetler, delil |
Li kavmin | : topluluklar için, kimseler için, |
yetefekkerûne | : derin düşünen, bir bilgiye dayalı düşünmek |
69- Sonra çiçeklerden, meyvelerden hepsinden yemesini, sonra da Rabbinin yollarında kolayca yol almasını, o çeşit çeşit renklerdeki çiçeklerden içtiğini karnından çıkarmasını. Onun içinde insanlar için şifalar vardır. Muhakkak ki işte bunların içinde, hakikatlere ulaşacak şekilde derin düşünen kimseler için ayetler vardır.
-70-
وَاللّهُ خَلَقَكُمْ ثُمَّ يَتَوَفَّاكُمْ وَمِنكُم مَّن يُرَدُّ إِلَى أَرْذَلِ الْعُمُرِ لِكَيْ لاَ يَعْلَمَ بَعْدَ عِلْمٍ شَيْئًا إِنَّ اللّهَ عَلِيمٌ قَدِيرٌ
Vallâhu halakakum summe yeteveffâkum ve minkum men yureddu ilâ erzelil umuri li keylâ yaleme bade ilmin şeya innallâhe alîmun kadîr
Ve Allah halaka kum | : Allah, var etti, halk etti, sizi |
Summe yeteveffa-kum | : sonra, vefat, ölme, teslim olmak, vefa, uygun |
ve minkum men yured | : sizden, kim, red, geri döner, kalır, |
ilâ erzeli el umur | : güçsüz, çelimsiz, zayıf, ömür, yaşlanır |
li key la yaleme | : için, bilmez hale gelmek, |
bade ilmin şey | : sonra, ilim, bilir, bir şey |
inne Allah alim | : muhakkak Allah, ilmiyle vareden, |
kadir | : kudret, |
70- Allah sizi halkedendir, sonra size ölüme kadar bir süre verir ve sizler yaşlanır, bir güçsüzlük içine döner, sonra bir şey bilir iken bilmez hale gelirsiniz. Muhakkak ki Allah ilmin sahibidir, kudrettir.
-71-
وَاللّهُ فَضَّلَ بَعْضَكُمْ عَلَى بَعْضٍ فِي الْرِّزْقِ فَمَا الَّذِينَ فُضِّلُواْ بِرَآدِّي رِزْقِهِمْ عَلَى مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُمْ فَهُمْ فِيهِ سَوَاء أَفَبِنِعْمَةِ اللّهِ يَجْحَدُونَ
Vallâhu faddale badakum alâ badın fîr rızk femellezîne fuddılû bi râddî rızkıhim alâ mâ meleket eymânehum fe hum fîhi sevâ e fe bi ni’metillâhi yechadûn
ve Allah fadal | : Allah, fazilet, erdem, meziyet, değerler |
Badakum ala badın | : bazılarınız, bazılarınıza, birbirinize, |
fi el rızk | : rızık, yararlanma, faydalanma, yardım, |
fe ma ellezin fuddılu | : değil, olmaz, kimseler, erdem, fazilet, değer, meziyet |
bi raddi | : iade, geri döndüren, karşılığını vermek, razı, eli açık, |
rızkı him | : rızık, yararlanma, faydalanma, onlar |
ala ma meleket eymanehum | : onlar güçlerinin sahibi değildirler, sahip oldukları şeyler |
fe hum fihi sevaun | : oysa, onlar, onda, o konuda, yaratılış, birdir, eşit |
efe bi nimet Allah | : artık, Allah’ın nimetlerini, |
yechadun | : inkâr, ret, kabul etmeme |
71- Allah, birbirinizden fayda bulmanız için sizlere değerler verdi. Fakat bazı kimseler onlara verilen değerlerin karşılığını vermezler, faydalı olmazlar. Onlar kendilerindeki gücün sahibi değildirler. Oysa onlar yaratılışta birdirler. Öyleyse Allah’ın nimetlerini inkâr mı ediyorlar?
-72-
وَاللّهُ جَعَلَ لَكُم مِّنْ أَنفُسِكُمْ أَزْوَاجًا وَجَعَلَ لَكُم مِّنْ أَزْوَاجِكُم بَنِينَ وَحَفَدَةً وَرَزَقَكُم مِّنَ الطَّيِّبَاتِ أَفَبِالْبَاطِلِ يُؤْمِنُونَ وَبِنِعْمَتِ اللّهِ هُمْ يَكْفُرُونَ
Vallâhu ceale lekum min enfusikum ezvâcen ve ceale lekum min ezvâcikum benîne ve hafedeten ve rezakakum minet tayyibât e fe bil bâtıli yu’minûne ve bi ni’metillâhi hum yekfurûn
ve Allah ceale lekum | : Allah, kıldı, yaptı, sundu, size, |
min enfusi-kum | : kendiniz, nefs, siz, |
ezvacen | : aynı yolda olan, eş, tür, cins |
ve ceale lekum | : kıldı, yaptı, sundu, kıldı, size, |
min ezvac kum | : eş, tür, cins, aynı yolda olan, siz |
Benine ve hafedeten | : evlatlar ve torunlar |
ve rezak kum | : rızık, faydalanma, |
mine el tayibat | : siz, temiz olan, iyi olan, |
e fe bi el batıli | : hâlâ batıla mı, boş şeylere, ilimsiz, asılsız, |
yuminun | : inanıyorlar |
ve binimeti Allah hum | : nimetlerini, lütuf, ihsan, Allah, onlar, |
yekferun | : örtüyorlar, görmemezlikten geliyorlar, |
72- Allah, kendi cinsinizden sizler için eşler sundu ve birbirinize eş olmanızdan sizlere evlatlar ve torunlar sundu ve sizlere tertemiz rızıklar sundu. Hâlâ boş şeylere inanıyor ve Allah’ın nimetlerini görmemezlikten mi geliyorsunuz?
-73-
وَيَعْبُدُونَ مِن دُونِ اللّهِ مَا لاَ يَمْلِكُ لَهُمْ رِزْقًا مِّنَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ شَيْئًا وَلاَ يَسْتَطِيعُونَ
Ve yabudûne min dûnillâhi mâ lâ yemliku lehum rızkan mines semâvâti vel ardı şeyen ve lâ yestetîûn
ve yabudune | : kulluk ediyorlar, tapıyorlar, |
min duni Allah | : başka, zanni şeylere, Allah |
Ma la yemliku lehum | : malik değil, gücü yetmez, onlar, |
rızkan | : rızk, nimet, |
min el semavat ve el ard şey | : gökler ve yeryüzü, bir şey |
ve la yestetiune | : güçleri yetmez, yapamazlar, |
73- Allah’ı bırakıp da, göklerde ve yerde hiçbir rızkı meydana getirmeye güçleri olmayan ve hiçbir şey yapamayan şeylere mi kulluk ediyorlar?
-74-
فَلاَ تَضْرِبُواْ لِلّهِ الأَمْثَالَ إِنَّ اللّهَ يَعْلَمُ وَأَنتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ
Fe lâ tadribû lillâhil emsâl innallâhe yalemu ve entum lâ talemûn
fe la tadribu li Allah | : öyleyse, yok, vurgu, misal, yapmayın, Allah, |
el emsal | : gibi, benzer, |
inne Allah yalemu | : muhakkak Allah, ilmiyle varedendir, ilmin sahibidir |
ve entum la talemun | : siz, yok, bilme, ilmin sahibi değilsiniz |
74- Artık Allah’ı zannınıza göre birşeylere benzetmeyin. Muhakkak ki Allah ilmin sahibidir ve siz ilmin sahibi olamazsınız.
-75-
ضَرَبَ اللّهُ مَثَلاً عَبْدًا مَّمْلُوكًا لاَّ يَقْدِرُ عَلَى شَيْءٍ وَمَن رَّزَقْنَاهُ مِنَّا رِزْقًا حَسَنًا فَهُوَ يُنفِقُ مِنْهُ سِرًّا وَجَهْرًا هَلْ يَسْتَوُونَ الْحَمْدُ لِلّهِ بَلْ أَكْثَرُهُمْ لاَ يَعْلَمُونَ
Daraballâhu meselen abden memlûken lâ yakdiru alâ şeyin ve men razaknâhu minnâ rızkan hasenen fe huve yunfiku minhu sırren ve cehrâ hel yestevûn elhamdulillâh bel ekseruhum lâ yalemûn
darabe Allah | : misal, vurgu, algı, darbe, Allah, |
mesel abd | : örnek, misal, kul, |
Memluken | : sahip olunan, mülkiyet, |
la yekduru ala şey | : yok, gücü, muktedir, bir şey |
Ve men razakna-hu | : kimse, rızıklandırdık, fayda, yarar, onu, |
min-na rızkan hasenen | : bizden, rızık, sıfat, fayda, güzel, temiz, |
fe huve yunfiku minhu | : böylece o, infak eder, malı sahibine verme, ondan |
Sırren ve cehren | : gizli, sır ve sesli, açık olarak, |
hel yestevune | : aynı derecede, aynısını, eşit, bir midir? |
el hamdu li Allah | : hamd, niteliklerin tek sahibi, Allah’tır |
Bel ekser hum la yalemun | : hayır, bilakis, onların çoğu hakikatleri bilemiyorlar. |
75- Allah, sahip olduğu hiçbir şeye muktedir olamayan kul örneğini misal gösterir. O kimseyi rızıklarımızla güzelce rızıklandırdık. Fakat o, ona verdiklerimizin sahibinin kim olduğunu bilip, gizli ve açık olarak aynı derecede teslim eder mi? Tüm varlıktaki niteliklerinin tek sahibi Allah’tır. Bilakis onların çoğu hakikatleri bilemiyorlar.
-76-
وَضَرَبَ اللّهُ مَثَلاً رَّجُلَيْنِ أَحَدُهُمَا أَبْكَمُ لاَ يَقْدِرُ عَلَىَ شَيْءٍ وَهُوَ كَلٌّ عَلَى مَوْلاهُ أَيْنَمَا يُوَجِّههُّ لاَ يَأْتِ بِخَيْرٍ هَلْ يَسْتَوِي هُوَ وَمَن يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَهُوَ عَلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ
Ve daraballâhu meselen raculeyni ehaduhumâ ebkemu lâ yakdiru alâ şeyin ve huve kellun alâ mevlâhu eynemâ yuveccihhu lâ yeti bi hayr hel yestevî huve ve men yemuru bil adli ve huve alâ sırâtın mustakîm
ve darabe Allah | : vurgu, misal, örnek göstermek, Allah, |
mesel raculeyn | : misal, örnek, kişiler, iki kişi |
ehadu-huma | : onlardan biri, |
ebkemu | : duran, bir şey yapmayan, sessiz, susan, dilsiz |
la yakdiru ala şeyin | : yapmaz, muktedir değil, bir şeye |
Ve huve kul ala Mevla hu | : o, tüm, her şeyi, efendi, malik, sahip, o |
Eynema yuveccih-hu | : her yöne, her yere, yönlenir, koşar, gönderir, o |
la yeti bi hayr | : yok, gelmek, yapmak, getiremez, iyilik, |
hel yestevi huve | : aynı mıdır, eşit midir, bir midir, o |
ve men yemuru | : kimse, işler, işleyiş, işleyen, hüküm, çalışmak, |
bi el adli | : adalet ile, hakka uygun |
ve huve ala sırat mustakimin | : o, hakikat yolu, dosdoğru bir yol üzerinde |
76- Allah şu iki kişinin misalini örnek gösterir: Onlardan biri bir şey yapmaz, oturur. Diğeri ise sahip olduğu bütün her şeyi ile her yere koşar. Diğerinde bir iyilik yoktur. Diğer kimse ise adaletli bir şekilde çalışır ve o dosdoğru yol üzeredir. Hiç bunlar eşit olabilir mi?
-77-
وَلِلّهِ غَيْبُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَمَا أَمْرُ السَّاعَةِ إِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ أَوْ هُوَ أَقْرَبُ إِنَّ اللّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Ve lillâhi gaybus semâvâti vel ard ve mâ emrus sâati illâ kelemhıl basari ev huve akreb innallâhe alâ kulli şey’in kadîr
ve li Allah gayb | : Allah’a aittir, görünmeyen, bilinmeyen |
el semavat ve el ard | : göklerdeki ve yerdeki |
ve ma emru | : ne, dır, değil, işleyiş, hüküm, |
el saati | : saat, vakit, zaman, gelip geçen zaman |
İlla ke lemhi el basar | : ancak, gibi, bir an, göz açıp kapama, bir anlık bakış |
Ev huve akrebu | : yada, o, daha yakın, daha hızlı |
inne Allah | : muhakkak Allah, |
ala kulli şey kadir | : bütün her şeydeki kudrettir. |
77- Göklerdeki ve yerdeki bilinmeyen görünmeyen âlem Allah’a aittir. Zamanın işleyişi ancak bir göz açıp kapama gibi ya da ondanda hızlıdır. Muhakkak ki Allah bütün her şeydeki kudrettir.
-78-
وَاللّهُ أَخْرَجَكُم مِّن بُطُونِ أُمَّهَاتِكُمْ لاَ تَعْلَمُونَ شَيْئًا وَجَعَلَ لَكُمُ الْسَّمْعَ وَالأَبْصَارَ وَالأَفْئِدَةَ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
Vallâhu ahrecekum min butûni ummehâtikum lâ talemune şeyen ve ceale lekumus sema vel ebsâre vel efidete leallekum teşkurûn
ve Allah ahrece kum | : Allah, çıkardı, sizi |
Min butuni ummehati kum | : karnından, içlerinden, sizin annelerinizin |
la talemune şeyen | : bilmiyorken, bir şey |
ve ceale lekum | : kıldı, yaptı, verdi, düzenledi, sundu, size |
El sema ve el ebsare | : işitme duygusu ve görme hassası, duygusu |
ve el efidete | : kalb, anlama, idrak etme duygusu |
lealle-kum | : umulur ki siz, |
teşkurune | : şükür, teşekkür, sahibini bilip teslim etme |
78- Allah sizleri bir şey bilmez iken annelerinizin karnından çıkardı. Sizlere işitme duygusu ve görme duygusu ve idrak etme duygusu verdi. Umulur ki siz, size verilenlerin sahibini bilir teslim edersiniz.
-79-
أَلَمْ يَرَوْاْ إِلَى الطَّيْرِ مُسَخَّرَاتٍ فِي جَوِّ السَّمَاء مَا يُمْسِكُهُنَّ إِلاَّ اللّهُ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
E lem yerev ilet tayri musahharâtin fî cevvis semâ mâ yumsikuhunne illallâh inne fî zâlike le âyâtin li kavmin yuminûn
e lem yerev ila el tayr | : bakıp ta görmüzler mi? kuşlar |
musahharâtin | : duran, hazır olan, |
fî cevvi es semai | : havada, gökyüzü, sema |
ma yumsik hunne | : kavramaz, onları tutmaz, onları orada |
illa Allah | : ancak, başka, Allah |
İnne fi zalike le ayetin | : muhakkak, işte bunlarda, ayetler, işaretler, delil |
Li kavmin yuminune | : kavim, topluluk, insanlar, kimseler, inanan |
79- Gökyüzünde havada uçan kuşlara bakıp ta görmezler mi? Onları orada Allah’tan başkası tutmuyor. Muhakkak ki işte bunların içinde inanan kimseler için ayetler vardır.
-80-
وَاللّهُ جَعَلَ لَكُم مِّن بُيُوتِكُمْ سَكَنًا وَجَعَلَ لَكُم مِّن جُلُودِ الأَنْعَامِ بُيُوتًا تَسْتَخِفُّونَهَا يَوْمَ ظَعْنِكُمْ وَيَوْمَ إِقَامَتِكُمْ وَمِنْ أَصْوَافِهَا وَأَوْبَارِهَا وَأَشْعَارِهَا أَثَاثًا وَمَتَاعًا إِلَى حِينٍ
Vallâhu ceale lekum min buyûtikum sekenen ve ceale lekum min culûdil enâmi buyûten testehıffûnehâ yevme zanikum ve yevme ikâmetikum ve min asvâfihâ ve evbârihâ ve eşârihâ esâsen ve metâan ilâ hîn
ve Allah ceale lekum | : Allah, yaptı, kıldı, sundu, düzenledi, size |
min buyuti-kum sekenen | : evlerinizi, huzur, sukunet yeri, dinlenme, |
ve ceale lekum | : kıldı, yaptı, sundu, size, |
min culud | : cilt, deri, dış yüzü, |
el enami | : hayvanlar, hareketli olan, varlık, |
Buyuten testehıffûne-ha | : evler, hafifçe taşırsınız, onu, |
Yevme zani kum | : gün, zaman, her gün, vakit, göçmek, yolculuk, siz |
Ve yevme ikameti-kum | : gün, sizin yerleşmeniz, ikamet, konaklama, siz |
ve min asvafi-ha | : onun yünlerinden |
ve evbari-ha | : onun tüyleri |
ve eşari ha esasen | : onun kılları, tüy, eşyalar, kullanılacak şeyler |
ve metan ila hin | : meta, geçim vasıtası, faydalanma, bi vakit |
80- Allah, evlerinizi sizin için dinlenme, huzur yeri olarak sundu. Hayvanların derilerinden size yararlar sundu. Evlerinizde onu kolayca kullanırsınız. Bir yere gittiğiniz günde onu götürürsünüz ve sizin konakladığınız günde ondan yararlanırsınız. Onların yünlerinden ve tüylerinden ve kıllarından, kullanacak şeyler ve belli bir zaman geçimlik şeyler yaparsınız.
-81-
وَاللّهُ جَعَلَ لَكُم مِّمَّا خَلَقَ ظِلاَلاً وَجَعَلَ لَكُم مِّنَ الْجِبَالِ أَكْنَانًا وَجَعَلَ لَكُمْ سَرَابِيلَ تَقِيكُمُ الْحَرَّ وَسَرَابِيلَ تَقِيكُم بَأْسَكُمْ كَذَلِكَ يُتِمُّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكُمْ لَعَلَّكُمْ تُسْلِمُونَ
Vallâhu ceale lekum mimmâ halaka zılâlen ve ceale lekum minel cibâli eknânen ve ceale lekum serâbîle tekîkumul harra ve serâbîle tekîkum besekum kezâlike yutimmu nimetehu aleykum leallekum tuslimûn
ve Allah ceale lekum | : Allah, yaptı, kıldı, sundu, düzenledi, size |
mimma halaka | : şeylerden, halk etti, yarattı, var etti, |
zılalen | : gölge, |
ve ceale lekum | : kıldı, yaptı, sundu, düzenledi, size, |
mi el cibali | : dağlar, yücelik, |
eknanen | : muhafaza, perde, barınılacak yerler, kalıcı, oda, hücre |
ve ceale lekum | : kıldı, yaptı, sundu, verdi, size, |
serabil | : giysiler, gömlek, |
teki-kum | : sizi korur, |
el harr | : sıcaklık, soğuk, yakıcı, yarmak, özgür, serbest, |
Ve serabil | : giysiler, gömlek, |
tekikum besekum | : sizi koruyan, güzel, iyi, siz |
Kezalike yutimmu | : işte, tamamladı, tastamam, |
Nimete hu aleykum | : nimet, o, sizin üzerinize, size |
lealle-kum tuslimun | : umulur ki siz, teslim, barış, huzur, selamet, |
81- Allah, var ettiği şeylerden gölgeler sundu, siz ondan yararlanırsınız. Size dağları sundu, ondan barınacak yerler yaparsınız. Size giysiler sundu, onunla sıcaktan, soğuktan korunursunuz. Sizi güzelce koruyan giysiler verdi. İşte O, nimetlerini size tastamam verdi. Umulur ki siz, varlığın sahibini bilir teslim olursunuz.
-82-
فَإِن تَوَلَّوْاْ فَإِنَّمَا عَلَيْكَ الْبَلاَغُ الْمُبِينُ
Fe in tevellev fe innemâ aleykel belâgul mubîn
Fe in tevellev | : bundan sonra, eğer yüz çevirirlerse |
Fe innema aleyke | : artık, sadece, senin üzerine düşen |
El belagu el mubînu | : tebliğ, beyan, bildirmek, açıklama, apaçık |
82- Bundan sonra eğer yüz çevirirlerse, artık senin üzerine düşen sadece apaçık bildirmektir.
-83-
يَعْرِفُونَ نِعْمَتَ اللّهِ ثُمَّ يُنكِرُونَهَا وَأَكْثَرُهُمُ الْكَافِرُونَ
Yarifûne nimetallâhi summe yunkirûnehâ ve ekseruhumul kâfirûn
Yarifune nimete Allah | : tanıyorlar, biliyorlar, nimet, Allah |
Summe yunkirune ha | : sonra, inkâr ediyorlar, onu |
ve ekseru-hum el kafirin | : onların çoğu, hakikatleri görmemezlikten gelmek |
83- Onlar Allah’ın nimetlerini biliyorlar, sonra da onu inkâr ediyorlar ve onların çoğu hakikatleri görmemezlikten geliyorlar.
-84-
وَيَوْمَ نَبْعَثُ مِن كُلِّ أُمَّةٍ شَهِيدًا ثُمَّ لاَ يُؤْذَنُ لِلَّذِينَ كَفَرُواْ وَلاَ هُمْ يُسْتَعْتَبُونَ
Ve yevme nebasu min kulli ummetin şehîden summe lâ yuzenu lillezînekeferû ve lâ hum yustatebûn
ve yevme | : gün, zaman, an, her zaman |
nebasu | : biz, beas, açığa çıkmak, dirilme, |
min kulli ummetin | : bütün ümmetlerden, millet, topluluk, |
şehiden | : bilen, şahit olan, tanık |
Summe la yuzenu | : sonra, yok, izin, yetki, |
Li ellezi kefer | : hakikatleri görmemezlikten gelenlerin |
ve la hum yustatebûne | : yok, onlar, telafi, izin, mazeret, özür, istek, arzu, |
84- Bütün ümmetlerde hakikatlere şahit olup Bizi anlatanlar her zaman açığa çıkar. Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerin hakikatleri anlatma yetkileri yoktur ve onların hakikatleri anlamaya arzuları da yoktur.
-85-
وَإِذَا رَأى الَّذِينَ ظَلَمُواْ الْعَذَابَ فَلاَ يُخَفَّفُ عَنْهُمْ وَلاَ هُمْ يُنظَرُونَ
Ve izâ raellezîne zalemûl azâbe fe lâ yuhaffefuanhum ve lâ hum yunzarûn
ve iza rae ellezine | : olduğu zaman, gördü, kimseler |
Zalemû el azab | : zulmettiler, azap, sıkıntı |
Fe la yuhaffefu anhum | : yok, kolay, kolayca, hafif olan, onların |
ve la hum yunzarûne | : yok, onlar, görmek, bakmak, görüp anlamak |
85- Zalimler bir sıkıntı gördükleri zaman, onların onu kolayca kabullenmeleri olmaz ve onların görüp anlamaları da yoktur.
-86-
وَإِذَا رَأى الَّذِينَ أَشْرَكُواْ شُرَكَاءهُمْ قَالُواْ رَبَّنَا هَؤُلاء شُرَكَآؤُنَا الَّذِينَ كُنَّا نَدْعُوْ مِن دُونِكَ فَألْقَوْا إِلَيْهِمُ الْقَوْلَ إِنَّكُمْ لَكَاذِبُونَ
Ve izâ raellezîne eşrekû şurekâehum kâlû rabbenâ hâulâi şurekâunellezîne kunnâ nedû min dûnik fe elkav ileyhimul kavle innekum le kâzibûn
ve iza rae ellezine | : olduğunda, gördü, o kimseler |
Eşreku şurekâe-hum | : ortak koşan, onların ortak koştukları |
Kalu rabb na haulai | : derler, rabbimiz, işte onlar, bunlar |
şurekau-na | : bizim ortak koştuklarımız, |
Ellezine kunna | : o kimseler, biz olduk, |
nedu | : dua, yöneldik, isteme, çağrı, |
min duni ke | : senden başka |
fe elkav ileyhim | : böylece, attılar, döktüler, ortaya atmak, onlara, |
el kavl | : söz, söyleme |
inne-kum le kazibun | : muhakkak, doğrusu, siz, elbette, yalanlarda kalanlar |
86- Ortak koşanlar, onları ortak koşturan kimseleri gördüklerinde derler ki: Rabbimiz! İşte bunlar bizi ortak koşanlardan eyledi, o kimseler yüzünden biz seni bırakıp zanna dayalı şeylere yöneldik, böylece onların yüzünden başka sözler ortaya attık. Muhakkak ki sizler yalanlarda kalanlarsınız.
-87-
وَأَلْقَوْاْ إِلَى اللّهِ يَوْمَئِذٍ السَّلَمَ وَضَلَّ عَنْهُم مَّا كَانُواْ يَفْتَرُونَ
Ve elkav ilallâhi yevme izinis seleme ve dalle anhum mâ kânû yefterûn
ve elkav | : arz etmek, atmak, bırakmak, her şeyiyle teslim olmak, |
ila Allah | : ancak, sadece, Allah |
yevme izin | : o gün, o vakit, her an, her zaman |
el seleme | : barış huzur içinde olan, selamet, |
ve dalle an hum | : saptı, sapmak, yalanlarda kaldı, onları |
Ma kanu yefterûne | : şey, ne, değil, oldu, olmadılar, iftira, uyduruyorlar |
87- Her şeyiyle ancak Allah’a teslim olanlar, her an barış ve huzur içinde olanlardır. Uydurulmuş şeyler içinde kalanlar ise hakikatlerden sapanlardır.
-88-
الَّذِينَ كَفَرُواْ وَصَدُّواْ عَن سَبِيلِ اللّهِ زِدْنَاهُمْ عَذَابًا فَوْقَ الْعَذَابِ بِمَا كَانُواْ يُفْسِدُونَ
Ellezîne keferû ve saddû an sebîlillâhi zidnâhum azâben fevkal azâbi bimâ kânû yufsidûn
Ellezine keferu | : hakikatleri görmemezlikten gelenler |
ve saddû | : men ettiler, engellediler, |
an sebil Allah | : yol, hakikatler, Allah |
zidna-hum azaben | : artma, çoğalma, ekleme, azap, sıkıntı |
fevka el azabi | : azap üstüne, üzerine |
bi-ma kanu yufsidun | : şeyden dolayı, oldu, fesat, ikilik çıkaran, arabozan |
88- Hakikatleri görmemezlikten gelenler ve Allah yolunda olanları engelleyenler, ikilikte kaldıklarından dolayı sıkıntıları artıkça artar.
-89-
وَيَوْمَ نَبْعَثُ فِي كُلِّ أُمَّةٍ شَهِيدًا عَلَيْهِم مِّنْ أَنفُسِهِمْ وَجِئْنَا بِكَ شَهِيدًا عَلَى هَؤُلاء وَنَزَّلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ تِبْيَانًا لِّكُلِّ شَيْءٍ وَهُدًى وَرَحْمَةً وَبُشْرَى لِلْمُسْلِمِينَ
Ve yevme nebasu fî kulli ummetin şehîden aleyhim min enfusihim ve ci’nâbike şehîden alâ hâulâ ve nezzelnâ aleykel kitâbe tibyânen likulli şeyin ve huden ve rahmeten ve buşrâ lil muslimîn
ve yevme | : her zaman, gün, vakit, zaman |
nebasu | : biz, hakikatimiz, açığa çıkmak, beas, diri |
Fi kulli ummetin şehiden | : bütün ümmetlerde, şahit, tanık, hakikate şahit olan, |
Aleyhim min enfusi-him | : onların kendilerinde, kendi bedenlerinde, |
ve cina bike | : getirdik, geldi, çıktı, sundu, seni, |
şehiden | : şahit, tanık, bilen, |
Ala hâulâi | : üzerine, işte onlar |
ve nezzelna aleyke | : indirdik, sunduk, sana, kendi üzerinde, |
el kitab | : her varlık bir kitap, ilahi sözler, |
Tibyanen li kulli şeyin | : açıklayan, gösteren, beyan eden, bütün her şeyi |
Ve huden | : yol gösteren, rehber, |
ve rahmeten | : rahmet, merhamet, |
ve buşra li el muslimine | : müjde, sevinme, mutluluk, teslim olanlar için, slam, |
89- Bütün ümmetlerde hakikatlerimize şahit olanlar her zaman açığa çıktı. Onların kendi bedenlerinde olan hakikatleri onlara anlattı. İşte sende bildiğin hakikatleri onlara anlatmak için açığa çıktın. Her varlığı bir kitap olarak sana sunduk. O kitap da her şeyi apaçık açıklayan ve yol gösteren ve rahmet veren ve teslim olanlara mutluluk veren hakikatler vardır.
-90-
إِنَّ اللّهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالإِحْسَانِ وَإِيتَاء ذِي الْقُرْبَى وَيَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاء وَالْمُنكَرِ وَالْبَغْيِ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ
İnnallâhe yemuru bil adli vel ihsâni ve îtâi zîl kurbâ ve yenhâ anil fahşâi vel munkeri vel bagy yeizukum leallekum tezekkerûn
inne Allah yemur | : muhakkak Allah, iş, hüküm, emir, |
bi el adli | : adalet, adil olarak |
ve el ihsani | : ihsan, iyi davranma, iyilik, iyi insan, |
Ve itai zi el kurbâ | : verme, paylaşma, sahip, yakınlara, akrabalara |
ve yenha | : yasaklar, nehyeder, |
an el fahşa | : çirkinlikler, ben benim demek, kendini üstün görmek |
ve el munkeri | : fenalık, kötülük, zarar vermek, |
ve le bagy | : hasetlik, isyan, zulüm |
yeizu-kum | : öğüt verir, vaaz, öğretiler, |
lealle-kum tezekkerun | : umulur ki siz, tezekkür, hakikatlere ulaşma o hal ile olma |
90- Muhakkak ki Allah; adil olmayı ve iyiliklerde olmayı ve sahip olduklarınızı yakınlarınızla paylaşmayı emreder. Kendini üstün görmeyi ve fenalarda kalmayı, inkâr etmeyi ve hasetlik yapmayı, haksızlık yapmayı, zulümlerde olmayı ise yasaklar. İşte size böylece öğüt verir. Umulur ki hakikatlere ulaşır o hâl ile davranırsınız.
-91-
وَأَوْفُواْ بِعَهْدِ اللّهِ إِذَا عَاهَدتُّمْ وَلاَ تَنقُضُواْ الأَيْمَانَ بَعْدَ تَوْكِيدِهَا وَقَدْ جَعَلْتُمُ اللّهَ عَلَيْكُمْ كَفِيلاً إِنَّ اللّهَ يَعْلَمُ مَا تَفْعَلُونَ
Ve evfû bi ahdillâhi izâ ahedtum ve lâ tenkudûl eymâne bade tevkîdihâ ve kad cealtumullâhe aleykum kefîlâ innallâhe yalemu mâ tefalûn
ve evfu | : yerine getirin, ifa edin, anlayın, |
bi ahd Allah | : söz, vefa, yemin, Allah |
İza ahedtum | : olduğunda, söz verme, siz, siz ahid yaptınız |
ve la tenkudu eymane | : bozmayın, sözlerinizi, yeminlerinizi, inanç, |
Bade tevkidi-hâ | : sonra, sağlam tutma, güvenme, sağlam durma, |
ve kad cealtum Allah | : oldu, düzenleyen, yaptınız, kıldınız, Allah |
aleykum kefil | : sizler, sizde, kefil, güvenme, güvenilir insan, teminat |
inne Allah yalemu | : muhakkak Allah, ilmin sahibi, |
ma tefalun | : şey, ne, değil, fail olan, sizde fail olan |
91- Allah adına söz verdiğiniz zaman o sözünüzü yerine getirin ve verdiğiniz sözlerinizde sağlam durun, sakın sözlerinizi bozmayın ve Allah için bir şey yaptığınızda, sizler güvenilir insanlar olun. Muhakkak ki sizde fâil olan, ilmin sahibi olan Allah’tır.
-92-
وَلاَ تَكُونُواْ كَالَّتِي نَقَضَتْ غَزْلَهَا مِن بَعْدِ قُوَّةٍ أَنكَاثًا تَتَّخِذُونَ أَيْمَانَكُمْ دَخَلاً بَيْنَكُمْ أَن تَكُونَ أُمَّةٌ هِيَ أَرْبَى مِنْ أُمَّةٍ إِنَّمَا يَبْلُوكُمُ اللّهُ بِهِ وَلَيُبَيِّنَنَّ لَكُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ مَا كُنتُمْ فِيهِ تَخْتَلِفُونَ
Ve lâ tekûnû kelletî nekadat gazlehâ min badi kuvvetin enkâsâ tettehızûne eymânekum dehalen beynekum en tekûne ummetun hiye erbâ min ummeh innemâ yeblûkumullâhu bih ve le yubeyyinenne lekum yevmel kıyâmeti mâ kuntum fîhi tahtelifûn
ve la tekûnû ke elleti | : siz olmayın, o kimseler gibi |
Nekadat gazle ha min badi | : çözdü, bükülmüş, eğrilmiş, ters dönüp giden |
Kuvvet enkasen | : kuvvet, bağlanma, çok noksan, eksik olan, dağılma |
Tettehızûne eymane kum | : ediniyorsunuz, yemin, söz, sağlamlık, inanç, siz |
Dehalen beyne kum | : gelir, tuzak, aldatma, bozucu, aranızda |
en tekûne ummet hiye | : olması, bir ümmet, topluluk, o |
Erba | : daha çok olması, fazla olmak, baskı hâli, dörd |
min ummetin | : bir ümmet, topluluk, |
İnnema yeblukum | : doğrusu, imtihan, sınama, dikkatli düşünme, siz, |
Allâh bihi | : Allah, o konuda |
ve le yubeyyinenne lekum | : elbette, beyan, açıklananı anlama, izah edilen, |
yevme el kıyameti | : ölüm vakti, diri olan, ayakta, |
ma kuntum fihi tahtelifun | : olduğunuz şeyi, o konuda, ihtilafa düşme |
92- Söz verdikten sonra ters dönüp giden o kimseler gibi sakın olmayın. Sizler sözlerinizi kendi aranızda bir aldatma aracı olarak yapmayın. Bir topluluk diğer topluluğu baskı altında tutmasın. Doğrusu sizler her zaman Allah’ı dikkatlice düşünüp anlama içinde olun ve ihtilafa düştüğünüz şeylerin hakikatlerini, ölüm size gelinceye kadar anlama içinde olun.
-93-
وَلَوْ شَاء اللّهُ لَجَعَلَكُمْ أُمَّةً وَاحِدَةً وَلكِن يُضِلُّ مَن يَشَاء وَيَهْدِي مَن يَشَاء وَلَتُسْأَلُنَّ عَمَّا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ
Ve lev şâallâhu le cealekum ummeten vâhideten ve lâkin yudıllu men yeşâu ve yehdî men yeşâ ve le tuselunne ammâ kuntum tamelûn
ve lev şae Allah | : eğer, istek, dilek, Allah |
le ceale-kum | : elbette sizi kıldı, yapmak, düzenlemek, |
Ummeten vahideten | : ümmet, bir kültürde olan topluluk, bir tek |
ve lâkin yudalle | : lakin, fakat, sapar, hakikatlerden sapmak, |
men yeşau | : kim, kimse, ister, isteyen, |
Ve yehdi | : yol bulmak, hidayet bulur, kılavuz, rehber, |
men yeşau | : kim, kimse, ister, isteyen |
ve le tuselunne amma | : elbette sorulacaksınız, sorumlusunuz, şeyler |
Kuntum tamelûne | : siz oldunuz, yapıyorsunuz, yaptığınız şeyler |
93- Eğer Allah isteseydi sizleri tek kültürde toplanan bir topluluk olarak düzenlerdi. Artık isteyen kimse dalalete sapar ve isteyen kimse de hidayet bulur. Elbette yaptığınız şeylerden sorumlusunuz.
-94-
وَلاَ تَتَّخِذُواْ أَيْمَانَكُمْ دَخَلاً بَيْنَكُمْ فَتَزِلَّ قَدَمٌ بَعْدَ ثُبُوتِهَا وَتَذُوقُواْ الْسُّوءَ بِمَا صَدَدتُّمْ عَن سَبِيلِ اللّهِ وَلَكُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ
Ve lâ tettehızû eymânekum dehalen beynekum fe tezille kademun bade subûtihâ ve tezûkus sûe bimâ sadedtum an sebîlillâh ve lekum azâbun azîm
ve la tettehızû eymanekum | : edinmeyin, yapmayın, yemin, sözlerinizi, inanç |
Dehalen beyne-kum | : aldatma, çıkar, girme, kendi aranızda |
fe tezille kademun | : kayar, hakir olma, bulunduğu yer, ayak, yürüme |
Bade subûti-hâ | : sonra, sözünden dönmeme, sağlam basma |
ve tezûku | : tadarsınız, o halde kalmak, his, |
el sue bima | : kötülük, fena haller, sebebi |
Saded tum | : men etme, sapma, ayrılma |
an sebil Allah | : Allah’ın yolundan, hakikatlerinden |
ve lekum azabun azim | : sizin için, size vardır, azap, sıkıntı, acı, büyük |
94- Yeminlerinizi birbirlerinizi aldatma aracı yapmayın. Sonra sözünüzden döner, bulunduğunuz yerde hakir olursunuz ve böyle yaptığınızdan dolayı fena hallerde kalır, Allah’ın yolundan ayrılırsınız ve büyük sıkıntılarda kalırsınız.
-95-
وَلاَ تَشْتَرُواْ بِعَهْدِ اللّهِ ثَمَنًا قَلِيلاً إِنَّمَا عِندَ اللّهِ هُوَ خَيْرٌ لَّكُمْ إِن كُنتُمْ تَعْلَمُونَ
Ve lâ teşterû bi ahdillâhi semenen kalîlâ innemâ indallâhi huve hayrun lekum in kuntum talemûn
ve la teşterû | : satmayın, satın almak, değiştirmek, |
bi ahd Allah | : söz, tevhid, Allah |
Semenen kalîlen | : değer, bedel, çıkar, az, az bir |
İnnema inde Allah | : ancak, katında, yanında, ona ait, Allah, |
Huve hayr lekum | : o, iyi, hayırlı, sizin için |
in kuntum telamun | : eğer siz, iseniz, bilebilseydiniz |
95- Allah’a verdiğiniz sözü az bir değer içinde olsa, çıkarlarınız için satmayın. Muhakkak ki Allah’a ait olan hakikatlere ulaşmanız, eğer bilirseniz sizin için daha hayırlıdır
-96-
مَا عِندَكُمْ يَنفَدُ وَمَا عِندَ اللّهِ بَاقٍ وَلَنَجْزِيَنَّ الَّذِينَ صَبَرُواْ أَجْرَهُم بِأَحْسَنِ مَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ
Mâ ındekum yenfedu ve mâ ındallâhi bâk ve le necziyennellezîne saberû ecrehum bi ahseni mâ kânû yamelûn
ma ınde kum | : sizin yanınızda olan şey, sahip olduklarınız, |
yenfedu | : biter, tükenir, erir gider, |
ve mâ inde Allâh bakin | : şey, ne, katında, ona ait, Allah, baki, kalıcıdır |
ve le necziyenne | : elbette, karşılık veririz, sunarız, mükâfat |
ellezîne saberû | : sabredenler, |
ecre hum | : karşılık, ecr, onlar |
Bi Ahsen | : güzel şeyler, iyi olan, yararlı olan |
ma kânû yamelûn | : yapmış oldukları ameller, çalışmalar |
96- Sizin sahip olduklarınız erir gider. Allah’a ait olan şeyler ise bâkidir. Elbette sabredenlere, yapmış oldukları güzel şeylere karşılık olarak karşılıklar sunarız.
-97-
مَنْ عَمِلَ صَالِحًا مِّن ذَكَرٍ أَوْ أُنثَى وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَلَنُحْيِيَنَّهُ حَيَاةً طَيِّبَةً وَلَنَجْزِيَنَّهُمْ أَجْرَهُم بِأَحْسَنِ مَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ
Men amile sâlihan min zekerin ev unsâ ve huve muminun fe le nuhyiyennehu hayâten tayyibeh ve le necziyennehum ecrehum bi ahseni mâ kânû yamelûn
Men amile salihan | : kim, dosdoğru hak yolunda çalışırsa |
min zekerin ev unsa | : erkek veya kadın |
Ve huve muminun | : o, mümin, emin olan, |
Fe le nuhyiyenne-hu | : böylece, elbette, biz, hayat, hay olan, diri, o |
Hayaten tayyibeten | : hayat, yaşamı, dirilik, tertemiz yaşam, güzel, iyi |
ve le necziyenne-hum | : elbette onlara karşılığını vereceğiz, sunarız, |
Ecre hum bi ahseni | : karşılık, ecir, güzel, iyi |
mâ kânû yamelûne | : yapmış oldukları ameller, çalışmalar |
97- Erkek veya kadın, kim dosdoğru hakk yolunda çalışırsa ve o müminlerden olursa, elbette o kendinde Hayy olanın Biz olduğunu anlar, tertemiz bir yaşam içinde olur. Elbette onların yapmış oldukları güzel şeylere karşılık olarak, onlara karşılıklar sunarız.
-98-
فَإِذَا قَرَأْتَ الْقُرْآنَ فَاسْتَعِذْ بِاللّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ
Fe izâ kare’tel kurâne festeız billâhi mineş şeytânir racîm
Fe iza karete | : o zaman, artık, okunduğunda, okunup duran, |
el kuran | : okunan şey, varlık kitabı, kâinat kitabı, |
fe isteız bi Allah | : böylece, hemen, sığın, Allah |
min el şeytani | : şeytan, şeytani haller, kötülük halleri, |
el racîmi | : taşlanmış, kovulmuş, uzaklaşmış, |
98- Tüm kâinat kitabından okunan şeyleri anla, şeytani hallerden uzaklaşarak Allah’a sığın.
-99-
إِنَّهُ لَيْسَ لَهُ سُلْطَانٌ عَلَى الَّذِينَ آمَنُواْ وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ
İnnehu leyse lehu sultânun alellezîne âmenû ve alâ rabbihim yetevekkelûn
inne-hu leyse | : muhakkak, o, değil, yok, |
lehu sultan | : onun, hükümdar, delil, hâkim olan, hükümran, |
alâ ellezîne amenu | : onların üzerinde, için, iman edenler |
Ve ala rabb him | : üzerine, Rab, onlar, vücudlandıran, onlar |
yetevekkelun | : tevekkül, tam teslim olma |
99- Muhakkak ki o şeytani hallerin, iman edenlerin üzerine ve onları vücudlandırana tam teslimiyet içinde olanlara bir hâkimiyeti yoktur.
-100-
إِنَّمَا سُلْطَانُهُ عَلَى الَّذِينَ يَتَوَلَّوْنَهُ وَالَّذِينَ هُم بِهِ مُشْرِكُونَ
İnnemâ sultânuhu alellezîne yetevellevnehu vellezîne hum bihî müşrikûn
İnnemâ sultanı hu | : sadece, hâkimiyeti olan, o hallerin |
Ala ellezine yetevellevne-hu | : onların üzerine, ona yönelenler |
ve ellezine hum | : o kimseler, |
bihi müşrikun | : onunla, ortak koşma, kendine varlık isnat etmek |
100- Sadece o hallere yönelenlere ve Allah’ın varlığının yanında kendine varlık isnat edenlerin üzerinde, o hallerin hâkimiyeti vardır.
-101-
وَإِذَا بَدَّلْنَا آيَةً مَّكَانَ آيَةٍ وَاللّهُ أَعْلَمُ بِمَا يُنَزِّلُ قَالُواْ إِنَّمَا أَنتَ مُفْتَرٍ بَلْ أَكْثَرُهُمْ لاَ يَعْلَمُونَ
Ve izâ beddelnâ âyeten mekâne âyetin vallâhu alemu bimâ yunezzilu kâlû innemâ ente mufter bel ekseruhum lâ yalemûn
ve iza bedel na | : değer, değiştirme, yerine koyma, tamamlama, biz, |
Ayeten mekan | : ayet, delil, işaret, yer, mekân, |
ayetin | : ayet, delil, işaret |
Ve Allâh alemu | : Allah, ilmin sahibi, ilmiyle vareden, |
Bima yunezzilu | : şeyler, indirir, sunar, ortaya çıkma, heryerden sunduğu |
Kalu innema | : dediler, sadece, ancak, |
ente mufterin | : sen, uyduran, iftira eden |
Bel ekser hum | : bilakis, onların çoğu, |
la yalemun | : yok, bilmek, bilemiyorlar |
101- Biz bir yerdeki ayeti diğer bir ayetle açıklar tamamlarız. Allah, her yerden sunduğu ayetlerdeki ilmin sahibidir. Sana, sen ancak uyduruyorsun derler. Bilakis onların çoğu bilemiyorlar.
-102-
قُلْ نَزَّلَهُ رُوحُ الْقُدُسِ مِن رَّبِّكَ بِالْحَقِّ لِيُثَبِّتَ الَّذِينَ آمَنُواْ وَهُدًى وَبُشْرَى لِلْمُسْلِمِينَ
Kul nezzelehu rûhul kudusi min rabbike bil hakkı li yusebbitellezîne âmenû ve huden ve buşrâ lil muslimîn
Kul nezele hu | : anlat, de, indirdi, sundu, ortaya koydu, açığa çıkma, o |
ruh el kudus | : kutsal ruh, kutsal,tüm değerler ondan gelir |
min rabbi-ke | : Rabbinden, seni vücudlandıran, |
bi el hakk | : hak ile, gerçek, hakikatler |
li yusebbite | : kanıt, isbat, sağlam olan, dosdoğru olan, sabitlemek |
Ellezine amenu | : iman eden kimseler |
ve huden | : yol gösterme, hidayet verme, rehber, |
ve buşra | : müjde, sevindirme, mutluluk, umut vermek, |
li el müslimin | : barış ve huzur üzere olanlar, |
102- De ki: Açığa çıkan her varlık, kutsal olan Ruhtandır ve seni vücudlandırana aittir, iman eden kimseler için dosdoğru hakikatlerdir ve yol göstermek içindir, barış ve huzur üzere olanlar için mutluluktur.
-103-
وَلَقَدْ نَعْلَمُ أَنَّهُمْ يَقُولُونَ إِنَّمَا يُعَلِّمُهُ بَشَرٌ لِّسَانُ الَّذِي يُلْحِدُونَ إِلَيْهِ أَعْجَمِيٌّ وَهَذَا لِسَانٌ عَرَبِيٌّ مُّبِينٌ
Ve lekad nalemu ennehum yekûlûne innemâ yuallimuhu beşer lisânullezî yulhıdûne ileyhi acemiyyun ve hâzâ lisânun arabiyyun mubîn
ve lekad nalemu | : andolsun ki, gerçek şu ki, ilmin sahibi biziz |
enne-hum yekulune | : muhakkak onlar, söylüyorlar |
İnne ma yuallimu-hu | : ancak, sadece, ona öğretiyor |
Beşerun | : bir beşer, bir insan, |
lisani | : dil, konuşma |
Ellezî yulhıdun | : ki o, yönelme, isnat etme, hakaret, icabet, |
ileyhi acemiy | : o, yabancı olan |
ve hâzâ lisanun | : bu, bu kâinat kitabı, dil, konuşulan, lisan |
Arabiyyun mubin | : anlaşılır olan, Arapça, apaçık, açıkça, |
103- Gerçek şu ki, ilmin sahibi Biziz. Onlar; o yabancı olan birine yöneliyor, onunla konuşuyor, bir insan ona öğretiyor, diyorlar. Bu kâinat kitabı apaçık anlaşılır bir lisan üzeredir.
-104-
إِنَّ الَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ بِآيَاتِ اللّهِ لاَ يَهْدِيهِمُ اللّهُ وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ
İnnellezîne lâ yuminûne bi âyâtillâhi lâ yehdîhimullâhu ve lehum azâbun elîm
İnne ellezine la yuminun | : muhakkak, o kimseler, inanmayanlar, iman etmeyen |
bi ayâti Allah | : Allah’ın ayetleri, işaret, delil, |
lâ yehdî-him Allah | : yok, yok bulma, kılavuz, Allah |
Ve lehum azâbun elîmun | : onlar, azap, sıkıntı, acı, elim, acı sıkıntılar |
104- Muhakkak ki Allah’ın tüm varlıktaki işaretlerine inanmayan o kimseler, Allah’a yol bulamazlar ve onlar acı sıkıntılardadırlar.
-105-
إِنَّمَا يَفْتَرِي الْكَذِبَ الَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ بِآيَاتِ اللّهِ وَأُوْلئِكَ هُمُ الْكَاذِبُونَ
İnnemâ yefterîl kezibellezîne lâ yu’minûne bi âyâtillâhi ve ulâike humul kâzibûn
İnnemâ yefteri | : sadece, ancak, iftira, uydurma, |
el kezibe | : yalanlar, yalanlarda kalmak, |
Ellezîne la yuminun | : onlar, o kimseler, inanmazlar |
bi âyâti Allâh | : Allah’ın ayetlerine |
ve ulâike hum el kazibun | : işte onlar, yalanlarda kalanlardır, yalancı |
105- Sadece uydurmalarda, anlatılan yalanlarda kalanlar Allah’ın tüm varlıktaki işaretlerini göremezler, mü’minlik makamına gelemezler ve işte onlar yalanlarda kalanlardır.
-106-
مَن كَفَرَ بِاللّهِ مِن بَعْدِ إيمَانِهِ إِلاَّ مَنْ أُكْرِهَ وَقَلْبُهُ مُطْمَئِنٌّ بِالإِيمَانِ وَلَكِن مَّن شَرَحَ بِالْكُفْرِ صَدْرًا فَعَلَيْهِمْ غَضَبٌ مِّنَ اللّهِ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ
Men kefere billâhi min badi îmânihî illâ men ukrihe ve kalbuhu mutmainnun bil îmâni ve lâkin men şereha bil kufri sadran fe aleyhim gadabun minallâh ve lehum azâbun azîm
men kefere | : kim hakikatleri görmemezlikten gelirse, |
bi Allah | : Allah’ı, Allah’ın hakikatlerini, |
min badi imani hi | : den sonra, iman, inanan, o, |
İlla men ukrihe | : ancak, hariç, sadece, kim zorlanırsa, zorluk, baskı, |
ve kalbu-hu | : onun kalbi, idraki, |
mutmainnun | : tatmin olan, emin olan, mutmain |
bi el îmâni | : İman ile |
Ve lakin men şereha | : lakin, kim açarsa, açıklamak, anlatmak, şerhederse |
bi el kufri | : hakikatleri örtmeye, kapatma, küfre, |
sadran | : gönlünü, sadrını, idrakini, |
fe aleyhim gadab min Allah | : artık, onlarda, öfke, hiddet, Allah |
Ve lehum azâbun azîmun | : onlar, büyük azap, sıkıntı |
106- Kim, Allah’ın hakikatlerini görmemezlikten gelip örterken, sonra da o kimse tüm zorluklara karşı iman ederse, onun kalbi iman ile mutmain olur. Fakat kim, gönlünü açıklanan hakikatlere karşı kapatırsa, artık onlar hiddet hallerinde kalıp, Allah’ı anlamaktan uzaklaşırlar ve onlar büyük sıkıntılardadır.
-107-
ذَلِكَ بِأَنَّهُمُ اسْتَحَبُّواْ الْحَيَاةَ الْدُّنْيَا عَلَى الآخِرَةِ وَأَنَّ اللّهَ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ
Zâlike bi ennehumustehebbûl hayâted dunyâ alel âhıreti ve ennallâhe lâ yehdîl kavmel kâfirîn
Zâlike bi enne hum | : işte bu, onların olmaları sebebiyle, |
istehebb | : tercih, sevme, sevgi duymak, |
el hayâte ed dunyâ | : dünya hayatı, yaşamları |
ala el âhıreti | : sonlarını, son anlarına kadar, |
ve enne Allâh la yehdi | : muhakkak, Allah, yok, yol bulma, kılavuz |
el kavme el kâfirîne | : topluluklar, kimseler, hakikatleri örtenler |
107- İşte bu onların, son anlarına kadar yaşamlarını çıkarları için sevmelerinden dolayıdır. Muhakkak ki hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler Allah’a yol bulamazlar.
-108-
أُولَئِكَ الَّذِينَ طَبَعَ اللّهُ عَلَى قُلُوبِهِمْ وَسَمْعِهِمْ وَأَبْصَارِهِمْ وَأُولَئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ
Ulâikellezîne tabeallâhu alâ kulûbihim ve semihim ve ebsârihim ve ulâike humul gâfilûn
Ulâike ellezine | : işte onlar, o kimseler, |
tabe Allah | : mühür, kapanma, Allah |
alâ kulûbi-him | : kalplerinin üzerini, kalplerini, onlar, |
ve semı-him | : onların işitme hassaları, anlamak, |
ve ebsar him | : görme, basiret, onlar |
ve ulâike hum | : işte onlar, |
el gafilun | : gafil, uyanık olmayan, dikkatsiz |
108- İşte onların kalbleri ve onların işitmeleri ve onların basiretleri Allah’ı anlamaya karşı kapalıdır ve işte onlar bir gaflet içinde olanlardır.
-109-
لاَ جَرَمَ أَنَّهُمْ فِي الآخِرَةِ هُمُ الْخَاسِرونَ
Lâ cereme ennehum fîl âhıreti humul hâsirûn
lâ cereme | : şüphesiz, şüphe yok, |
enne hum | : olur, onlar olduğunda |
fî el âhıreti hum | : sonunda, onlar |
el hasirun | : hüsran, kayıpta olan |
109- Şüphesiz onlar sonunda da kayıpta olanlardır.
-110-
ثُمَّ إِنَّ رَبَّكَ لِلَّذِينَ هَاجَرُواْ مِن بَعْدِ مَا فُتِنُواْ ثُمَّ جَاهَدُواْ وَصَبَرُواْ إِنَّ رَبَّكَ مِن بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَّحِيمٌ
Summe inne rabbeke lillezîne hâcerû min badi mâ futinû summe câhedû ve saberû inne rabbeke min ba’dihâ le gafûrun rahîm
Summe inne rabb ke | : sonra, muhakkak, rabbin |
li ellezîne haceru | : o kimseler için, göç, hicret, yolculuk eden, |
min badi ma futine | : den sonra, eziyet, zulüm, sonra |
Summe cahedu | : sonra, mücadele, hakikatleri anlamak için gayret, |
ve sabur | : sabır, beklemek, |
İnne rabbeke min badi ha | : muhakkak, Rabbin, ondan sonra |
Le gafur | : elbette, mağfiret eden, temizleyen |
rahîmun | : varlığı özünden vareden |
110- Sonra muhakkak ki Rabbin, eziyet görseler dahi hakikatler için yolculuk eden kimselere hakikatleri anlamada gayret ve sabır verendir. Muhakkak ki Rabbin mağfiret edendir, varlığı özünden varedendir.
-111-
يَوْمَ تَأْتِي كُلُّ نَفْسٍ تُجَادِلُ عَن نَّفْسِهَا وَتُوَفَّى كُلُّ نَفْسٍ مَّا عَمِلَتْ وَهُمْ لاَ يُظْلَمُونَ
Yevme tetî kullu nefsin tucâdilu an nefsihâ ve tuveffâ kullu nefsin mâ amilet ve hum lâ yuzlemûn
Yevme teti | : gün, zaman, vakit, gelir, |
kullu nefsin | : bütün nefsler, kişiler, herkes |
Tucâdilu | : mücadele eder, gayret gösterir, |
an nefsi ha | : kendi nefsi için, kendisi için |
ve tuveffâ | : kaybolan, teslim olan, tam ödenir, vefa, karşılık |
kull nefsin | : bütün nefsler, herkes, |
mâ amilet | : yaptıkları şeyler |
ve hum lâ yuzlemûne | : onlar, yok, zulmedilmezler, haksızlık |
111- Gün gelir herkes kendisi için bir mücadele içine girer ve herkes yaptıkları şeylerin karşılığını alır ve onlara haksızlık edilmez.
-112-
وَضَرَبَ اللّهُ مَثَلاً قَرْيَةً كَانَتْ آمِنَةً مُّطْمَئِنَّةً يَأْتِيهَا رِزْقُهَا رَغَدًا مِّن كُلِّ مَكَانٍ فَكَفَرَتْ بِأَنْعُمِ اللّهِ فَأَذَاقَهَا اللّهُ لِبَاسَ الْجُوعِ وَالْخَوْفِ بِمَا كَانُواْ يَصْنَعُونَ
Ve daraballâhu meselen karyeten kânet âmineten mutmainneten yetîhâ rızkuhâ ragaden min kulli mekânin fe keferet bi enumillâhi fe ezâkahallâhu libâsel cûi vel havfi bimâ kânû yasnaûn
ve darabe Allâh | : vurgu, örnek, Allah, |
mesele karyet | : misal, şehir, belde, köy |
Kanet âmineten | : oldu, emin olunan yer, |
mutmainnet | : mutmain, güvenli, |
yetî-hâ | : ona gelir, |
rızku ha ragaden | : rızık, fayda, rahat, bol, pek güzel |
min kulli mekânin | : her yerden |
Fe keferet | : sonrada, hakikatleri örten, görmemezlikten gelen, |
bi enumi Allâh | : nimet, Allah |
fe ezâka-hâ Allâh | : tatmak, hissiyat, o halde kalmak, Allah, |
libas | : elbise, suret, |
el cui | : şüpheli, açlık, mutmainsiz, doyumsuz |
ve el havfi | : korku, çekinmek, |
bima kanu yasnaun | : sebebiyle, şeyler, oldu, yapıyorlar, |
112- Allah bir beldede yaşayanların misalini vurgular: Orası güvenli, emin olunan bir yer, her yerden oraya güzelce rızıklar gelir. Sonra da Allah’ın nimetlerini görmemezlikten gelip örterler. Böylece onlar orada Allah’a karşı suretlerde kalırlar, mutmainsizlik içinde olurlar ve yaptıkları şeyler sebebiyle korkularda kalırlar.
-113-
وَلَقَدْ جَاءهُمْ رَسُولٌ مِّنْهُمْ فَكَذَّبُوهُ فَأَخَذَهُمُ الْعَذَابُ وَهُمْ ظَالِمُونَ
Ve lekad câehum resûlun minhum fe kezzebûhu fe ehazehumul azâbu ve hum zâlimûn
ve lekad cae hum | : andolsun, gerçek, onlara geldi, sunuldu, |
Resul Minhum | : resul, hakikatleri gösteren, onlardan, |
fe kezzebû-hu | : fakat, onu yalanladılar |
fe ehaze-hum el azabu | : böylece onları yakaladı, sardı, aldı, azap, sıkıntı |
ve hum zâlimûne | : onlar, zalimler, |
113- Gerçek şu ki, onların içinden onlara hakikatleri gösteren biri geldi. Fakat onu yalanladılar, sonra da onlar cehaletin sıkıntılarına sarıldılar ve onlar zalimlerden oldular.
-114-
فَكُلُواْ مِمَّا رَزَقَكُمُ اللّهُ حَلالاً طَيِّبًا وَاشْكُرُواْ نِعْمَتَ اللّهِ إِن كُنتُمْ إِيَّاهُ تَعْبُدُونَ
Fe kulû mimmâ razakakumullâhu halâlen tayyiben veşkurû nimetallâhi in kuntum iyyâhu tabudûn
fe kulu mimma | : bundan sonra, yeyin, beslenin, şeyler, |
razaka-kum allâhu | : sizi rızıklandırdı, faydalandırdı, nimet, Allah |
Halâlen tayyiben | : uygun, helal olarak, temiz, güzel |
Veşkuru | : şükredin, sahibine teslim etmek, |
nimete Allâh | : nimetler, Allah |
in kuntum iyya hu tabudun | : olduysanız, yalnız ona, kul oluyorsunuz |
114- Bundan sonra Allah’ın sizi rızıklandırdığı şeylerden, güzelce uygun bir şekilde yararlanın ve yalnız O’nun kulu olduğunuzu bilin, nimetlerin Allah’ın olduğunu bilip, teslim edenlerden olun.
-115-
إِنَّمَا حَرَّمَ عَلَيْكُمُ الْمَيْتَةَ وَالْدَّمَ وَلَحْمَ الْخَنزِيرِ وَمَآ أُهِلَّ لِغَيْرِ اللّهِ بِهِ فَمَنِ اضْطُرَّ غَيْرَ بَاغٍ وَلاَ عَادٍ فَإِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
İnnemâ harreme aleykumul meytete veddeme ve lahmel hınzîri ve mâ uhılle li gayrillâhi bih fe menıdturra gayre bâgın ve lâ âdin fe innallâhe gafûrun rahîm
İnnemâ harem aleykum | : fakat, haram kıldı, uygun değil, yasak, size |
el meytete | : ölü gibi olan, idraksizlik içinde olmak, |
ve el dem | : kan, kan dökücülük, |
ve lahme el hınziri | : kötü düşünen, gaddar, zararlı olan, zararlı hallerde olan, |
ve mâ uhıl li gayr | : dahil olmamak, bilmediginiz, halk, kişi, başka, gayri, |
Allah bihi | : Allah, onu, ile, göre |
fe men idturra | : kim, kimse, mecbur, zaruret |
gayrı bagın | : bile, başka, haddi aşmasın |
ve la adin | : yok, taşkınlık, haksızlık, yok, dönme, haktan ayrılmadan |
fe inne Allâh | : Muhakkak, Allah, |
gafur rahim | : mağfiret eden, bağışlayan, özünden vareden |
115- Hakikatlere karşı bir idraksizlik içinde olmanız ve kan dökücü olmanız ve zararlı hallerde olmanız size uygun değildir ve Allah’ın hakikatlerinin dışında olmanız uygun değildir. Bundan sonra kim zarurette kalsa bile haddi aşmasın ve haktan ayrılmasın. Muhakkak ki Allah mağfiret edendir, varlığı özünden varedendir
-116-
وَلاَ تَقُولُواْ لِمَا تَصِفُ أَلْسِنَتُكُمُ الْكَذِبَ هَذَا حَلاَلٌ وَهَذَا حَرَامٌ لِّتَفْتَرُواْ عَلَى اللّهِ الْكَذِبَ إِنَّ الَّذِينَ يَفْتَرُونَ عَلَى اللّهِ الْكَذِبَ لاَ يُفْلِحُونَ
Ve lâ tekûlû limâ tesıfu elsinetukumul kezibe hâzâ halâlun ve hâzâ harâmun li tefterû alâllâhil kezib innellezîne yefterûne alâllâhil kezibe lâ yuflihûn
ve la tekûlû | : söylemeyin, |
li ma tesife | : için, değil, şeyler sebebiyle, nitelik, vasıf, |
elsinetu-kum el kezibe | : sizin diliniz, yalan, |
Haza halâlun | : bu, helal, uygun |
ve hâzâ haramun | : bu, haram, yasak |
li tefterû | : uydurma, iftira etmeniz için, |
ala Allah el kezib | : Allah için, hakikatler hakkında, yalan |
inne ellezîne yefterun | : muhakkak o kimseler, iftira, uydurma |
ala Allâh el kezib | : Allah’a, Allah için, yalan, |
la yuflihun | : yok, kurtuluş, felaha eremezler |
116- Niteliklerini bilmediğiniz şeyler için, bu helaldir, bu haramdır deyip yalanları dilinize dolayıp söylemeyin. Allah için yalanlarda, uydurmalarda olmayın. Muhakkak ki Allah için yalan söyleyen, uydurmalarda olan kimselere kurtuluş yoktur.
-117-
مَتَاعٌ قَلِيلٌ وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ
Metâun kalîlun ve lehum azâbun elîm
Metâun kalilun | : bir metadır, çıkar, az bir |
Ve lehum azâbun elîmun | : onlar, azap, sıkıntı, acı |
117- Az bir şey için de olsa, çıkar için koşanlara acı sıkıntılar vardır.
-118-
وَعَلَى الَّذِينَ هَادُواْ حَرَّمْنَا مَا قَصَصْنَا عَلَيْكَ مِن قَبْلُ وَمَا ظَلَمْنَاهُمْ وَلَكِن كَانُواْ أَنفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ
Ve alellezîne hâdû harremnâ mâ kasasnâ aleyke min kabl ve mâ zalemnâhum ve lâkin kânû enfusehum yazlimûn
ve alâ ellezîne hadu | : yalnız biz yol gösteririz diyen kimseler, |
haramna | : haram, yasak, haram kıldık, |
mâ kasasnâ aleyke | : hikayelerini sunduk, öykü, kıssa, sana, |
min kabl | : önceden, öncekilerin, |
ve mâ zalemnâ-hum | : zulmetmedik, zulmeden olmadık, onlar, |
ve lâkin kanu enfus hum | : fakat, lâkin, oldu, kendileri, nefsleri |
yazlimûne | : zulmediyorlar, zulmettiler, |
118- Yalnız biz yol gösteririz diyen kimselerden olmanızı haram kıldık. Sana daha öncekilerin hikâyelerini sunmuştuk. Biz onlara zulmeden olmadık, fakat onlar kendilerine zulmettiler.
-119-
ثُمَّ إِنَّ رَبَّكَ لِلَّذِينَ عَمِلُواْ السُّوءَ بِجَهَالَةٍ ثُمَّ تَابُواْ مِن بَعْدِ ذَلِكَ وَأَصْلَحُواْ إِنَّ رَبَّكَ مِن بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَّحِيمٌ
Summe inne rabbeke lillezîne amilûs sûe bi cehâletin summe tâbû min badi zâlike ve aslahû inne rabbeke min badihâ le gafûrun rahîm
Summe inne rabb ke | : sonra, muhakkak, rabbin |
li ellezîne amilu el sue | : amel, çalışma, kötü, fena amellerde olanlar |
bi cehâletin | : cehaletle, cahillikle, bilmeyerek |
Summe tabu | : sonra, tövbe, yaptıklarından pişman olma, |
Min badi zalike | : sonrada |
ve aslahû | : ıslah oldular, düzelme, iyileşme |
İnne rabb ke min badi ha | : muhakkak, rabbin, ondan sonra, sonrada, her zaman |
Le gafur rahîmun | : elbette, magfiret eden, rahim olan, özünden vareden |
119- Sonra muhakkak ki Rabbin, cehaletle fena amellerde olan, sonra da yaptıklarından pişman olup bir daha yapmamak üzere söz veren ve ıslah olan kimselere yardım edendir. Muhakkak ki Rabbin, her zaman elbette mağfiret edendir, varlığı özünden varedendir.
-120-
إِنَّ إِبْرَاهِيمَ كَانَ أُمَّةً قَانِتًا لِلّهِ حَنِيفًا وَلَمْ يَكُ مِنَ الْمُشْرِكِينَ
İnne ibrâhîme kâne ummeten kâniten lillâhi hanîfâ ve lem yeku minel muşrikîn
İnne İbrahim | : muhakkak, İbrahim, |
kane ümmet | : taife, hakikatlerde hareket eden, o yolda olan, |
Kâniten li Allah | : itaat, boyun eğen, devamlı o halde olan, Allah için, |
hanif | : tevhid üzere olan, birlik üzere olan, bir olana dönen |
ve lem yeku | : olmadı, |
min el müşrikin | : ortak koşanlardan, kendine varlık isnat eden, |
120- Muhakkak ki İbrahim; hakikatler yolunda olan biriydi. Tevhid üzereydi, daima Allah için hareket ederdi ve asla Allah’ın yüceliğinin yanında kendine varlık isnat eden olmadı.
-121-
شَاكِرًا لِّأَنْعُمِهِ اجْتَبَاهُ وَهَدَاهُ إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ
Şâkiren li enumih ictebâhu ve hudâhu ilâ sırâtın mustekîm
Şakiren | : şükreden, sahibine teslim eden, |
li enumi hi | : nimetler, sıfatlar, o |
ictebâ-hu | : seçici olan, hak ile batılı ayıran |
ve hudâ-hu | : yol gösteren, o, |
ila sırat mustakim | : dosdoğru hak yolunu |
121- O, nimetlerin sahibi bilip teslim edenlerdendi ve hakk ile batılı ayırandı ve o dosdoğru yol olan hakkın yolunu gösterendi.
-122-
وَآتَيْنَاهُ فِي الْدُّنْيَا حَسَنَةً وَإِنَّهُ فِي الآخِرَةِ لَمِنَ الصَّالِحِينَ
Ve âteynâhu fîd dunyâ haseneh ve innehu fîl âhıreti le mines sâlihîn
ve âteynâ-hu | : verdik, sunduk, sıfatları sunduk, |
fi el dünya | : dünyada, yaşamında, |
haseneten | : yararlı güzel işler, iyilikler, |
ve inne-hu fi el ahiret | : muhakkak ki o, doğrusu, oldu, sonunda |
le min el salihin | : elbette, iyi, uygun, yakışır, iyi kimse, |
122- O, sunduğumuz sıfatlarla yaşamında hep iyilikler peşinde oldu ve o sonunda Salihlerden oldu.
-123-
ثُمَّ أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ أَنِ اتَّبِعْ مِلَّةَ إِبْرَاهِيمَ حَنِيفًا وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكِينَ
Summe evhaynâ ileyke enittebi millete ibrâhîme hanîfâ ve mâ kâne minel muşrikîn
Summe evhayna ileyke | : sonra, vahyettik, bildirdik, sana |
en ittebi | : tâbi olmak, uymak, takip etmek, |
milleti | : imla, düzenlenen ilkeler, belge, düzenleyip yazdırılan, |
ibrâhîme | : cumhurun babası, öze uygun yaşayan, rahim üzere |
hanif | : tevhid üzere, teklik üzere |
ve mâ kâne min el müşrikin | : olmadı, ortak koşanlardan, kendine varlık isnat etme |
123- Sonra sana vahyettik: İbrahim’in düzenlediği ilkelere tâbi olmanı, Tevhid üzere olmanı ve ortak koşanlardan olmamanı.
-124-
إِنَّمَا جُعِلَ السَّبْتُ عَلَى الَّذِينَ اخْتَلَفُواْ فِيهِ وَإِنَّ رَبَّكَ لَيَحْكُمُ بَيْنَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فِيمَا كَانُواْ فِيهِ يَخْتَلِفُونَ
İnnemâ cuiles sebtu alellezînahtelefû fîh ve inne rabbeke le yahkumu beynehum yevmel kıyâmeti fîmâ kânû fîhi yahtelifûn
İnnemâ cuile | : ancak, yaptılar, oldu, kılındı, düzenlendi, isnat ettiler |
el sebtu | : cumartesi, hareketsizlik, paylaşma, dinlenme günü, durma, |
Ala ellezîn ehtelefû fihi | : ihtilaf, anlaşmazlık, ikilik, tartışma, onun hakkında, |
ve inne rabbe-ke | : muhakkak, doğrusu, Rabbin, seni vücudlandıran, |
Le yahkumu | : elbette, hükmün sahibi, hakikatin sahibi, hâkim olan, |
beyne-hum | : onlar aralarında, |
yevme el kıyâmeti | : diriliş günü, hakikatlerin ortaya çıktığı gün, ölüm vakti |
fîmâ kanu fihi yahtelifun | : o şey hakkında, ihtilaf, ayrılık, tartışma, ikilik, |
124- Allah’a dinlenme günü isnat ederek, onun hakkında tartışmalara girdiler ve doğrusu onlar Rabbin hakikatlerini anlayamadılar. Onlar aralarında o konu hakkında, ölüm onlara gelinceye kadar tartışmaya devam ettiler.
-125-
ادْعُ إِلِى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُم بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ إِنَّ رَبَّكَ هُوَ أَعْلَمُ بِمَن ضَلَّ عَن سَبِيلِهِ وَهُوَ أَعْلَمُ بِالْمُهْتَدِينَ
Udu ilâ sebîli rabbike bil hikmeti vel mevızatil haseneti ve câdilhum billetî hiye ahsen inne rabbeke huve a’lemu bi men dalle an sebîlihî ve huve a’lemu bil muhtedîn
Udu | : davet et, çağır, |
ila el sebil rabbike | : yol, rabbinin, rabbinin yolu |
bi el hikmeti | : hikmet, anlamak, derin düşünmek, varlığı anlamak |
ve el mevızati | : öğüt, vaaz, nasihat, |
el hasenat | : iyi, güzel, yararlı çalışma, hayırlı olan, |
ve câdil-hum | : mücadele, gayret, onlar |
bi elletî hiye ahsenu | : onunla ki o, en güzel, iyi olan |
İnne rabbe-ke | : muhakkak Rabbin, seni vücudlandıran, |
huve alemu | : o, ilmiyle vareden, ilmin sahibi |
Bi men dalle | : kim, kimse, saptı, ayrıldı, cehalete döndü, |
an sebili-hî | : onun yolundan |
ve huve alemu | : o, ilmin sahibi, bilir, |
bi el muhtedin | : yol bulanlar |
125- Rabbinin yoluna hikmetle davet et. Hayırlı çalışmalar için öğüt ver ve onlara hayırlı olanı anlatmak için gayret göster. Muhakkak ki seni vücudlandıran, O’dur ilmin sahibi olan. Hakk yolundan sapan kimseleri de vücudlandıran O’dur. O’nu O’na yol bulanlar bilir.
-126-
وَإِنْ عَاقَبْتُمْ فَعَاقِبُواْ بِمِثْلِ مَا عُوقِبْتُم بِهِ وَلَئِن صَبَرْتُمْ لَهُوَ خَيْرٌ لِّلصَّابِرينَ
Ve in âkabtum fe âkıbû bi misli mâ ûkıbtum bih ve le in sabertum le huve hayrun lis sâbirîn
ve in akabtum | : eğer, zorluk, ceza, karşılık, zorlanma, sıkıntı, siz |
fe akıbû bi misli | : karşılık verin, misli ile, aynısı |
mâ ûkıb-tum bihi | : değil, şey, ne, ceza, zorluk, karşılık, siz, onunla, |
Ve le in sabertum | : gerçekten sabırlı olursanız, eğer sabrederseniz |
le huve hayr | : elbette o, iyi, hayırlı, |
hayr li el sabirin | : sabredenler için |
126- Eğer siz karşılık verecekseniz, misli ile karşılık verin ya da siz karşılık veren olmayın. Eğer sabredebilirseniz, elbette o sabır sizin için daha hayırlıdır.
-127-
وَاصْبِرْ وَمَا صَبْرُكَ إِلاَّ بِاللّهِ وَلاَ تَحْزَنْ عَلَيْهِمْ وَلاَ تَكُ فِي ضَيْقٍ مِّمَّا يَمْكُرُونَ
Vasbır ve mâ sabruke illâ billâhi ve lâ tahzen aleyhim ve lâ teku fî daykın mimmâ yemkurûn
ve esabr | : sabret, |
ve ma sabr ke | : değil, ne, şey, senin sabrın |
İlla bi Allâh | : ancak, sadece, Allah iledir |
ve lâ tahzen aleyhim | : üzülme, mahzun olma, onların yaptıklarından |
ve la teku fi daykın | : olma, sıkıntı, darlık içinde |
mimma yemkurun | : şeyler, sebebiyle, tuzak, hile, aldatma, şeytanlık |
127- Sabret. Senin sabrın ancak Allah’tan başka bir şey için değildir. Onlar için üzülme ve onların yaptıkları şeytanlıklar yüzünden sıkılma.
-128-
إِنَّ اللّهَ مَعَ الَّذِينَ اتَّقَواْ وَّالَّذِينَ هُم مُّحْسِنُونَ
İnnallâhe meallezînettekav vellezîne hum muhsinûn
inne Allah mea | : muhakkak Allah, beraber, birlikte, ayrı olmayan, |
ellezîne ettekav | : o kimseler, takva, fenalardan sakınan ortak koşmayan |
ve ellezîne hum muhsinun | : o kimseler, onlar, iyiliklerde, yararlı çalışmalarda koşan |
128- Muhakkak ki fenalardan sakınan, Allah’a ortak koşmayan kimseler; kendilerinin Allah’tan ayrı olmadığını, bir birlik içinde olduklarını bilirler ve o kimseler iyiliklerde, yararlı çalışmalarda olanlardır.