NİSÂ SÛRESİ
-1-
يَا أَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُواْ رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُم مِّن نَّفْسٍ وَاحِدَةٍ وَخَلَقَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَبَثَّ مِنْهُمَا رِجَالاً كَثِيرًا وَنِسَاء وَاتَّقُواْ اللّهَ الَّذِي تَسَاءلُونَ بِهِ وَالأَرْحَامَ إِنَّ اللّهَ كَانَ عَلَيْكُمْ رَقِيبًا
Yâ eyyuhân nâsuttekû rabbekumullezî halakakum min nefsin vâhidetin ve halaka minhâ zevcehâ ve besse minhumâ ricâlen kesîran ve nisââ vettekûllâhellezî tesâelûne bihî vel erhâm İnnallâhe kâne aleykum rakîbâ
yâ eyyuhâ en nasu | : ey insanlar, |
itteku | : fenalardan sakınma ortak koşmama, takva |
rabbe kum | : Rabbiniz, sizi vücudlandıran, |
Ellezî halaka kum | : o ki, sizi yarattı, var etti, |
Min nefsin vahidetin | : nefs, öz varlığınız, kişi, beden, tek, bir, |
ve halaka minha | : yarattı, varetti, ondan, |
zevce ha | : eş, benzer, cins, türler, aynı yolda olan, o |
ve besse min huma | : yaydı, türetti, çoğaltan, onlardan, |
Ricâlen kesiran | : er kişi, kâmil kişi, erkekler, çok, çok sayıda |
ve nisaen | : kadın, nefsini anlama yolunda olan, |
ve ittekû Allah | : takva, fenalardan sakının, ortak koşmayın, Allah |
Ellezi tesâelûne bihi | : o ki, istemek, sual etmek, sorgulamak, onunla |
ve el erhâme | : rahimler, akrabalıklar, yakınlar |
İnne Allah | : muhakkak ki Allah |
Kâne aleykum | : oldu, dır, üzerinizde, sizdeki, |
rakiben | : gözeten, koruyan, bekçi, tutup duran, sımsıkı tutan |
1- Ey insanlar! Sizi vücudlandırana karşı fenalardan sakının, ortak koşmayın. Ki O’dur sizi tek bir nefisten halkeden ve ondan eşler vareden ve onlardan birçok erkek ve kadın olarak çoğaltan. Fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın. Ki O’nun hakikatlerini anlamak için sorun arayın ve yakınlığı anlayın. Muhakkak ki Allah, sizdeki tüm tecellileri ile sizi sımsıkı tutandır.
-2-
وَآتُواْ الْيَتَامَى أَمْوَالَهُمْ وَلاَ تَتَبَدَّلُواْ الْخَبِيثَ بِالطَّيِّبِ وَلاَ تَأْكُلُواْ أَمْوَالَهُمْ إِلَى أَمْوَالِكُمْ إِنَّهُ كَانَ حُوبًا كَبِيرًا
Ve âtûl yetâmâ emvâlehum ve lâ tetebeddelûl habîse bit tayyîb ve lâ tekulû emvâlehum ilâ emvâlikum İnnehu kâne hûben kebîrâ
ve âtû | : verin, |
el yetama | : yetim, yalnız kalan, kendi inançlarından kopmuş, |
emvâle-hum | : onların mallarını, değerlerini, hakikatlerin bilgileri, |
ve lâ tetebeddelû | : yok, değiştirmek, |
el habîse | : zararlı, pis, kötü, zarar veren, |
bi el tayyibi | : temiz, zararsız, iyi, güzel, |
ve lâ teakulu | : yemeyin, beslenme, fayda, yarar, |
emval hum | : mal, değer, bilgi, onlar |
ilâ emvâli-kum | : mallarınız, değerleriniz, bilgi, siz, kendiniz, |
inne-hu kane | : muhakkak ki o, oldu, |
Huben kebir | : günah, aldatma, vebal, büyük |
2- Atalarının inancından kopmuş olup, hakikati arayanlara hakikatlerin bilgilerini verin ve tertemiz hakikat bilgilerini cehaletin o zararlı bilgileriyle değiştirmeyin ve onların değerlerini kendi değerleriniz yapıp faydalanmayın. Muhakkak ki bu büyük bir vebaldir.
-3-
وَإِنْ خِفْتُمْ أَلاَّ تُقْسِطُواْ فِي الْيَتَامَى فَانكِحُواْ مَا طَابَ لَكُم مِّنَ النِّسَاء مَثْنَى وَثُلاَثَ وَرُبَاعَ فَإِنْ خِفْتُمْ أَلاَّ تَعْدِلُواْ فَوَاحِدَةً أَوْ مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُكُمْ ذَلِكَ أَدْنَى أَلاَّ تَعُولُواْ
Ve in hıftum ellâ tuksitû fîl yetâmâ fenkihû mâ tâbe lekum minen nisâi mesnâ ve sulâse ve rubâa fe in hıftum ellâ tadilû fe vâhideten ev mâ meleket eymânukum zâlike ednâ ellâ teûlû
ve in hıftum | : eğer, korkmak, çekinmek, tereddüd, tedirğin, |
ella tuksitu | : değil, yok, adil, haklı, doğruluk, |
Fi el yetama | : atalarının inancından kopmuş hakikati arayan, yalnız, |
fe inkihû | : o zaman, nikâh, katmak, birleştirme, bağlanma, uygun |
mâ tâbe lekum | : dönmek, tabi olmamak, uymamak, uygun değil, siz |
Min en nisâi | : nefsini anlama yolunda olan, |
Mesnâ | : tekrarlanmış, devamlı hikmetler öğütler, sağlam, ikişerli |
ve sulase | : üçe mensub, birleşmiş, dahada sağlam, aklı terk etmek |
ve rubaa | : rabbe dönmek, vücudların sahibi, rabbde fani olmak, |
Fe in hıftum | : eğer, korkarsanız, çekinmek, tedirğin, tereddüd, |
ella tadilu | : değil, adil olamama, doğruluk, eş, hakkıyla anlatamama |
Fe vâhideten | : artık, bir olan, tek olan, benzersiz, tüm varlıkta bir olan |
Ev | : ve, veya, ya da, yahut, meğer ki, belki, aksine, hatta |
ma meleket eyman kum | : değil, güç, sahip, el, gücünüz, diri, yemin, siz |
Zâlike edna | : işte bu, daha uygun, aşağı, pek az, yakın, gerekli olan |
ella teulu | : değil, yok, haksızlık etmemek, adalet, doğruluk, yüce |
3- Eğer, atalarının inançlarından kopmuş olup, hakikati arayanlara sunulan değerlere, onların doğruluk içinde sahip çıkamayacağından çekiniyorsanız, nefsini anlama yolundan döneceklerini düşünüyorsanız, o zaman onlara; tekrarlaya tekrarlaya ve birleştirerek ve Rabb şuuruna ulaşarak hakikatlere bağlanmalarını söyleyin. Eğer onların hakikatleri anlama, sizin de hakkıyla anlatamama çekinceniz varsa, artık tüm varlıkta tek olan gücü ve sizlerdeki gücün sahibinin sizler olmadığını anlayıncaya kadar onlara yardım edin. İşte bu doğruluktan ayrılmamanız için uymanız gerekendir.
-4-
وَآتُواْ النَّسَاء صَدُقَاتِهِنَّ نِحْلَةً فَإِن طِبْنَ لَكُمْ عَن شَيْءٍ مِّنْهُ نَفْسًا فَكُلُوهُ هَنِيئًا مَّرِيئًا
Ve âtûn nisâe sadukâtihinne nıhleh fe in tıbne lekum an şey’in minhu nefsen fe kulûhu henîen merîâ
ve âtû | : verin, sunun, bilgilendirin, |
el nisae | : nefsini anlama yolunda olan, kadın, |
sadukâti-hinne | : doğru, dürüst, onlar, vermek, hakka ait bilgi, bağış, yol |
nıhleten | : vermek, hakka ait bilgiyi sunmak, bağış, yol |
fe in tıbne lekum | : fakat, eğer, helal, güzel, temiz, hoşnut, size |
An şey minhu nefsen | : bir şey, ondan, nefs, kendisi, kişi, can |
kulû-hu | : fayda, yarar, beslenme, o, |
henien merian | : uygun, sıhhat, rahat, kolay, |
4- Nefsini anlama yolunda olanlara, Hakk’a ait olan bilgileri doğruluk içinde verin. Bundan sonra eğer bir güzellik içinde kendilerinden doğan o bilgilerden bir şeyi sizlerle paylaşırlarsa, ondan hakikatlere uygun olarak yararlanın.
-5-
وَلاَ تُؤْتُواْ السُّفَهَاء أَمْوَالَكُمُ الَّتِي جَعَلَ اللّهُ لَكُمْ قِيَاماً وَارْزُقُوهُمْ فِيهَا وَاكْسُوهُمْ وَقُولُواْ لَهُمْ قَوْلاً مَّعْرُوفًا
Ve lâ tutûs sufehâe emvâlekumulletî cealallâhu lekum kıyâmen verzukûhum fîhâ veksûhum ve kûlû lehum kavlen marûfâ
ve lâ tutû | : vermeyin, yapmayın, |
el sufehae | : akılsız, aklını işletmeyen, anlayamayacak olan |
emvâle-kum | : mallar, değerler, hakikat bilgileri, siz |
Elleti celae allah | : o ki, yaptı, sundu, var etti, düzen, verdi, Allah |
Lekum kıyamen | : size, sizi, diri olan, ayakta, diriliş, |
ve urzukû-hum fiha | : rızıklandırın, fayda, yarar, onun içinden, |
ve eksû-hum | : giysi, beslemek, rahatlatmak, fayda bulmak, onlar |
ve kûlû lehum | : söyleyin, deyin, konuşun, onlara, |
Kavl maruf | : söz, bilinen, ariflik, uygun |
5- Sizi diri tutan, varlığı var eden Allah’a ait olan ulaştığınız o değerli bilgileri, aklını işletemeyip anlayamayacak olanlara vermeyin. O hakikatlerden onları faydalandırın ve onları rahatlatın ve bir ariflik ölçüsünde onlarla konuşun.
-6-
وَابْتَلُواْ الْيَتَامَى حَتَّىَ إِذَا بَلَغُواْ النِّكَاحَ فَإِنْ آنَسْتُم مِّنْهُمْ رُشْدًا فَادْفَعُواْ إِلَيْهِمْ أَمْوَالَهُمْ وَلاَ تَأْكُلُوهَا إِسْرَافًا وَبِدَارًا أَن يَكْبَرُواْ وَمَن كَانَ غَنِيًّا فَلْيَسْتَعْفِفْ وَمَن كَانَ فَقِيرًا فَلْيَأْكُلْ بِالْمَعْرُوفِ فَإِذَا دَفَعْتُمْ إِلَيْهِمْ أَمْوَالَهُمْ فَأَشْهِدُواْ عَلَيْهِمْ وَكَفَى بِاللّهِ حَسِيبًا
Vebtelûl yetâmâ hattâ izâ belagûn nikâh fe in ânestum minhum ruşden fedfeû ileyhim emvâlehum, ve lâ tekulûhâ isrâfen ve bidâren en yekberû. Ve men kâne ganiyyen felyestafif ve men kâne fakîran felyekul bil marûf Fe izâ defatum ileyhim emvâlehum fe eşhidû aleyhim. Ve kefâ billâhi hasîbâ
ve ibtelû | : deneme, imtihan edin, arayan, dertli, yardıma muhtaç, |
el yetema | : yetim, yalnız kalan, atalarının inançlarından kopmuş |
Hatta izâ belagu | : hatta, oluncaya kadar, olgunluk, erişince, kemalat |
en nikâha | : nikah, katmak, birleştirme, bağlanma |
fe in ânestum | : bundan sonra, eğer, hissederseniz, anlarsanız, görürsen |
min-hum ruşden | : onlarda, yeterli, akılcı, olgunluk, doğruyu anlama |
fe idfeû emval hum | : o zaman, verin, sunun, mal, değer, onlar |
ve lâ tekulû ha | : yok, yemek, fayda, |
israfen | : israf, gereksiz, aşırılık |
ve bidâren en yekberu | : dikkatli, uyanık, acele, büyük olan, büyümek |
ve men kâne ganiyyen | : kim, oldu, zengin, hak ilminin bilgisine sahip olan |
fe li yestafif | : o takdirde, için, erdemli, alçak gönüllü, çekinsin |
ve men kâne fakiran | : kim, oldu, fakir, hiçbir şeyi olmayan, |
fe li yekul | : o takdirde, için, beslenme, fayda, yarar, |
bi el marufi | : ariflik, bilmek |
fe izâ defatum | : sonra, eğer, o zaman, ödeme, verme |
ileyhim emvâle-hum | : onlara, mallar, değerler, hakikatlerin bilgileri, onlar |
Fe eşhidu aleyhim | : böylece, artık, o zaman, şahit, tanık, bilen, onlar |
ve kefâ bi Allah | : kâfi, yeterli, Allah, |
hasiben | : hesap, anlayış, araştırmak, değerlerin ayrıntısıyla sahibi, |
6- Atalarının inançlarından kopmuş olup, hakikati arayanlara yardım edin, hatta birliğin kemalâtına ulaşıncaya kadar onlara yardım edin. Bundan sonra onlarda doğruya ulaşma yolunda samimiyet görürseniz, artık onlara hakikatlerin değerlerini verin ve faydasız şeyler sunmayın, aşırı gitmeyin ve onların kemalât yolunda dikkatli olmalarını söyleyin. Kim hakikatlerin bilgilerine sahip olursa, artık o erdemlilik içinde davransın. Kim hakikatlerin bilgilerinden yoksun kalmışsa, o bilme yolunda yararlanmaya devam etsin. Böylece onlara verilen o hakikatlerin değerlerini anlamak için gayret göstersinler, böylece onlarda bilenlerden olsunlar. Allah değerleri anlamak için kâfidir.
-7-
لِّلرِّجَالِ نَصيِبٌ مِّمَّا تَرَكَ الْوَالِدَانِ وَالأَقْرَبُونَ وَلِلنِّسَاء نَصِيبٌ مِّمَّا تَرَكَ الْوَالِدَانِ وَالأَقْرَبُونَ مِمَّا قَلَّ مِنْهُ أَوْ كَثُرَ نَصِيبًا مَّفْرُوضًا
Lir ricâli nasîbun mimmâ terakel vâlidâni vel akrabûne ve lin nisâi nasîbun mimmâ terakel vâlidâni vel akrabûne mimmâ kalle minhu ev kesur nasîben mefrûdâ
li el ricali | : ehil kimse, kâmil kimse, er kişi, ilimde ileri gelen, |
nasibun | : nasip, sahip olunan, pay, faydalanma, |
mimmâ terake | : şeyler, bıraktığı bilgiler, ayrılmak, terk etmek, |
el validan | : ebeveyn, anne baba, doğurtan, baba, mürşidi kâmil, |
ve el akrabûne | : yakınlık, yakın olan, yakınlık sahibi, |
ve li en nisâi | : kadınlar için, nefsini anlama yolunda olan, |
nasibun | : nasip, sahip olunan, pay, faydalanma, |
mimmâ terake | : şeyler, bıraktığı bilgiler, ayrılmak, terk etmek, |
el validan | : ebeveyn, anne baba, doğurtan, baba, mürşidi kâmil, |
ve el akrabûne | : yakınlık, akrabalar, yakınlaşmak, |
mimmâ kalle min hu | : şeyden, bigilerden, az, ondan |
Ev kesura nasib | : ya da, çok, fazla, pay, ulaşılan şey, faydalanma, |
mefrudan | : gerekli, mutlak |
7- Mürşid-i kâmillerin bıraktığı bilgilerden kâmil insanlar için faydalanma vardır ve yakınlık sahibi olanlar için faydalanma vardır ve mürşid-i kâmillerin bıraktığı bilgilerden nefsini tanıma yolunda olanlar için faydalanma vardır. Yakınlık sahibi olanların sunduğu bilgilerden az ya da çok faydalanmak gereklidir.
-8-
وَإِذَا حَضَرَ الْقِسْمَةَ أُوْلُواْ الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينُ فَارْزُقُوهُم مِّنْهُ وَقُولُواْ لَهُمْ قَوْلاً مَّعْرُوفًا
Ve izâ hadaral kısmete ulûl kurbâ vel yetâmâ vel mesâkînu ferzukûhum minhu ve kûlû lehum kavlen marûfâ
ve izâ hadara | : ikamet, oturmak, hazır, mevcut, sunmak, yeşillik, |
el kısmet | : pay, nasip, hak, bölmek, bölüşmek, bahşetmek, |
Ulu | : sahip, yüce, ehil olan, bilen, |
el kurbâ | : yakınlık, akraba, Hakka yakınlığı bilenler |
ve el yetâmâ | : yetim, bir şeyi olmayan, atalarının inancından kopmuş |
ve el mesâkînu | : miskin, hakikat arayışınca çaresiz, tembel, güçsüz |
ve urzukû-hum minhu | : rızıklandırın, fayda, yarar, onlar, ondan |
ve kûlû lehum | : söyleyin, deyin, onlara, |
kavl | : söz, itikat, tarif, sözleşme, söylenen söz, dalâlet |
maruf | : bilinen, arif olan, ariflik, uygunluk, tanınmış, belli |
8- Hakk’a yakınlığa ehil olanlar; atalarının inançlarından kopmuş olanlara ve hakikatin arayışında bir çaresizlik içinde olanlara haklarını vermek için hazır olsunlar ve onları hakikatlerin bilgilerinden faydalandırsınlar ve onlara hakikatlere arif olacakları sözler söylesinler.
-9-
وَلْيَخْشَ الَّذِينَ لَوْ تَرَكُواْ مِنْ خَلْفِهِمْ ذُرِّيَّةً ضِعَافًا خَافُواْ عَلَيْهِمْ فَلْيَتَّقُوا اللّهَ وَلْيَقُولُواْ قَوْلاً سَدِيدًا
Velyahşellezîne lev terakû min halfihim zurriyeten dıâfen hâfû aleyhim felyettekûllâhe velyekûlû kavlen sedîdâ
ve li yahşa ellezine | : korku, saygı, çekinme, o kimseler |
lev terakû min | : eğer, bırakmak, terk, uzaklaşmak, |
min halfi-him | : arkalarından, ardından gelen, gelecek olan, |
zurriyeten | : nesiller, |
Dıafen hafu aleyhim | : zayıf, bilgisiz, korku, onlar için |
fe li yettekû allah | : artık, fenalardan sakınsınlar Allah’a ortak koşmasınlar |
ve li yekûlû | : söylesinler, |
kavlen sedidan | : söz, anlaşılır, berrak |
9- Eğer onlardan sonra gelecek olan nesiller için, onların bilgisiz olmalarından korkup çekiniyorlarsa, artık onların fenalardan sakınmaları, Allah’a ortak koşmamaları için yardım etsinler ve onların hakikatleri anlayabileceği şekilde sözler söylesinler.
-10-
إِنَّ الَّذِينَ يَأْكُلُونَ أَمْوَالَ الْيَتَامَى ظُلْمًا إِنَّمَا يَأْكُلُونَ فِي بُطُونِهِمْ نَارًا وَسَيَصْلَوْنَ سَعِيرًا
İnnellezîne yekulûne emvâlel yetâmâ zulmen innemâ yekulûne fî butûnihim nârâ Ve se yaslevne seîrâ
İnne ellezine yekulune | : muhakkak, o kimseler, yerler, hakkın yemek |
Emvâle | : mallar, değerler, |
el yetama | : yetim, atalarının inancından kopmuş hakikati arayan, |
zulmen | : haksızlık, zulüm, |
İnnemâ yekulune | : sadece, yerler, beslenme, |
Fi butuni-him | : içlerinde, onların karınları, |
naran | : ateş, yakıcılık |
ve se yaslevne | : gelmesi, varmak, yaslanmak |
seiran | : ötekileştirmenin cehaleti, öbürü, diğeri görmek, |
10- Atalarının inançlarından kopmuş olup, hakikati arayanlara, hakikatlerin değerlerini vermemekle onların hakkını yiyen o kimseler; ancak onlar kendi içlerindeki o ateşten beslenirler ve vardıkları yer ötekileştirmenin cehaletidir.
-11-
يُوصِيكُمُ اللّهُ فِي أَوْلاَدِكُمْ لِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ الأُنثَيَيْنِ فَإِن كُنَّ نِسَاء فَوْقَ اثْنَتَيْنِ فَلَهُنَّ ثُلُثَا مَا تَرَكَ وَإِن كَانَتْ وَاحِدَةً فَلَهَا النِّصْفُ وَلأَبَوَيْهِ لِكُلِّ وَاحِدٍ مِّنْهُمَا السُّدُسُ مِمَّا تَرَكَ إِن كَانَ لَهُ وَلَدٌ فَإِن لَّمْ يَكُن لَّهُ وَلَدٌ وَوَرِثَهُ أَبَوَاهُ فَلأُمِّهِ الثُّلُثُ فَإِن كَانَ لَهُ إِخْوَةٌ فَلأُمِّهِ السُّدُسُ مِن بَعْدِ وَصِيَّةٍ يُوصِي بِهَا أَوْ دَيْنٍ آبَآؤُكُمْ وَأَبناؤُكُمْ لاَ تَدْرُونَ أَيُّهُمْ أَقْرَبُ لَكُمْ نَفْعاً فَرِيضَةً مِّنَ اللّهِ إِنَّ اللّهَ كَانَ عَلِيما حَكِيمًا
Yûsîkumullâhu fî evlâdikum liz zekeri mislu hazzıl unseyeyn fe in kunne nisâen fevkasneteyni fe lehunne sulusâ mâ terak ve in kânet vâhideten fe lehân nısfu Ve li ebeveyhi li kulli vâhidin min humâs sudusu mimmâ terake in kâne lehu veled fe in lem yekun lehu veledun ve varisehû ebevâhu fe li ummihis sulus fe in kâne lehû ıhvetun fe li ummihis sudusu min badi vasiyyetin yûsî bihâ ev deyn abâukum ve ebnâukum, lâ tedrûne eyyuhum akrabu lekum nefâ farîdaten minallâh İnnallâhe kâne alîmen hakîmâ
Yûsi kum Allah | : vasiyet, öğüt, önerir, emir, siz, Allah, |
fi evlat kum | : hakkında, evlatlarınız, çoçuklarınız, |
li el zekeri | : için, zikr, hatırlatan, anlatan, anan, anmak, |
Mislu hazzı | : gibi, kadar, hoşlanma, sevinç, gayret, pay, nasib, |
el unsiyeyni | : ünsiyyet, asliyyet, asliyyetlerini anlama yolunda, kızlar |
fe in kunne nisaen | : fakat, eğer, ise, oldu, kadın, nefsini anlama yolunda olan |
Fevka isneteyni | : üst makam, yukarı, fazla, iki, ikilik, övgüler |
fe lehunne sulusa | : artık, onlarındır, üçte iki, üçüncü, teceliller, birleştirme |
mâ terake | : şey, hakikat, bırakılan, terk, uzak durma, geçmek |
ve in kânet vâhideten | : eğer, oldu ise, varsa, bir, tek |
fe lehâ en nısfu | : o zaman, onun, adalet, ortası, yolun yarısı, doğrusu, |
Ve li ebevey-hi | : için, ebeveyni, anne ve babası, mürşidi kamiller, o |
li kulli vâhidin min huma | : her biri için, bütün hepsi, tek, onlardan |
El sudusu | : altıda bir, altıncı, tüm dersler, |
mimma terake | : şeyler, bilgiler, hakikatler, terk etti, bıraktı, uzak durma |
in kâne lehu veleden | : eğer, oldu ise, varsa, onun, çocuk, irfaniyet, |
Fe in lem yekun lehu | : eğer, olmamış, olmaz, onun, |
veled | : çocuk, doğuş, irfaniyet |
ve varise-hû ebeva hu | : varis, mirascı, kalan, yerine geçen, o, ebeveyn, o |
fe li ummi-hi | : o zaman, için, asliyet, annesi, aslı, geldiği öz, |
el sulus | : üçüncü, üçte biri, fena makamları, |
Fe in kane lehu ıhvetun | : fakat, sonra, eğer, oldu, ona, kardeşler |
fe li ummi-hi | : o zaman, için, aslı, annesi, geldiği öz, asliyeti, |
el sudusu | : altıda bir, altı, tüm makamlar |
min badi vasiyet yusi biha | : sonra, uzak, vasiyet, öğüt, öneri, onunla, tarafından |
Ev deynin | : ya da, borç, din, verilmesi gereken, varlığını teslim etme |
âbâu-kum | : baba, ata, siz |
ve ebnâu-kum | : çocuklarınız, oğullarınız, evlatlarınız, |
la tedrune | : yok, bilemezsiniz, anlama, fikir |
eyyu-hum akraba lekum | : onların hangisi, yakınlık, siz, size |
Nefen | : fayda, yarar, yardım etmek, görev, hizmet, |
feridaten min Allah | : farzları, hakikatleri, gerekli, Allah’tan, |
inne Allâh kane alim | : muhakkak, Allah, ilmin sahibidir |
hakim | : tüm varlığa hâkim olan, hüküm hikmet sahibi, |
11- Allah size, evlatlarınız asliyetlerini anlayıncaya kadar ve onların hakikatlerden nasiplenmesi için, onlara hakikatleri anlatmanızı öğütler. Eğer onlar, nefsini anlama yoluna gelmişlerse, onların ikilikten geçmeleri ve onların kendilerindeki kudreti anlamaları için onlara yardım edin. Sonra da onlara ikilikten geçinceye kadar üç dersin hakikatlerini anlamaları için yardım edin ve eğer birliğin idrakine yol almışsa, artık o yolun yarısına ulaşmıştır ve o bütün varlığın birliğini anlayabilmesi için, hakikatleri terk etmeden tüm makamları anlayıncaya kadar, ebeveynlerinden yardım almaya devam eder. Eğer irfaniyet sahibi olmuşsa, artık irfaniyet sahibi olamayanlara, onu yetiştiren ebeveynleri gibi o da onlara asliyetini anlayıncaya kadar varislere yardım eder. Eğer onlar ona kardeş olmuşlarsa, o da asliyetini anlamak isteyenlere üç dersin hakikatlerini anlatır. Sonra o onlara o hakikatlerle öğüt verir: Siz de atalarınız gibi varlığınızı teslim etme içinde olun, hakikatleri bilmeyen çocuklarınıza Allah’ın hakikatlerinden onları faydalandırın, sizin gibi onlarında yakınlığı anlamalarına yardım edin, der. Muhakkak ki Allah ilmin sahibidir, tüm varlığa tecellileriyle hâkim olandır.
-12-
وَلَكُمْ نِصْفُ مَا تَرَكَ أَزْوَاجُكُمْ إِن لَّمْ يَكُن لَّهُنَّ وَلَدٌ فَإِن كَانَ لَهُنَّ وَلَدٌ فَلَكُمُ الرُّبُعُ مِمَّا تَرَكْنَ مِن بَعْدِ وَصِيَّةٍ يُوصِينَ بِهَا أَوْ دَيْنٍ وَلَهُنَّ الرُّبُعُ مِمَّا تَرَكْتُمْ إِن لَّمْ يَكُن لَّكُمْ وَلَدٌ فَإِن كَانَ لَكُمْ وَلَدٌ فَلَهُنَّ الثُّمُنُ مِمَّا تَرَكْتُم مِّن بَعْدِ وَصِيَّةٍ تُوصُونَ بِهَا أَوْ دَيْنٍ وَإِن كَانَ رَجُلٌ يُورَثُ كَلاَلَةً أَو امْرَأَةٌ وَلَهُ أَخٌ أَوْ أُخْتٌ فَلِكُلِّ وَاحِدٍ مِّنْهُمَا السُّدُسُ فَإِن كَانُوَاْ أَكْثَرَ مِن ذَلِكَ فَهُمْ شُرَكَاء فِي الثُّلُثِ مِن بَعْدِ وَصِيَّةٍ يُوصَى بِهَآ أَوْ دَيْنٍ غَيْرَ مُضَآرٍّ وَصِيَّةً مِّنَ اللّهِ وَاللّهُ عَلِيمٌ حَلِيمٌ
Ve lekum nısfu mâ terake ezvâcukum in lem yekun lehunne veled fe in kâne lehunne veledun fe lekumur rubuu mimmâ terakne min badi vasıyyetin yûsîne bihâ ev deyn Ve lehunner rubuu mimmâ teraktum in lem yekun lekum veled fe in kâne lekum veledun fe lehunnes sumunu mimmâ teraktum min badi vasıyyetin tûsûne bihâ ev deyn Ve in kâne raculun yûrasu kelâleten ev imraetun ve lehû ahun ev uhtun fe li kulli vâhidin min humâs sudus fe in kânû eksera min zâlike fe hum şurakâu fîs sulusi min badi vasiyyetin yûsâ bihâ ev deynin gayra mudârr vasıyyeten minallâh Vallâhu alîmun halîm
ve lekum nısfu | : sizin, yarısı, ortası, adalet, doğrusu, merkez |
ma terake | : terk etmesinler, bırakmasınlar, uzaklaşmasınlar, |
ezvâcu-kum | : aynı yolda olan, eş, tür, cins, siz |
İn lem yekun lehunne | : eğer, ise, olmadı, yok, onların, |
veled | : çocuk, irfan, doğuş |
Fe in kane lehunne veled | : artık, eğer, oldu, onların, çocuk, irfan sahibi, doğuş, |
fe lekum el rubuu | : sizin, rabbe dönen, rabbe ait, dört, sahiplik, yüce, |
mimmâ terakne min badi | : şeyler, bıraktı, terk, uzak, bırakmak, batıl olanı terk |
Vasıyyetin yusine biha | : vasiyet, öğüt, tavsiye, yerine getirilme, onunla |
Ev deynin | : veya, borç, din, verilmesi gereken, varlığını teslim etme |
ve lehunne el rubuu | : onların, dörtte biri, yüce olan, rabbe ait, rububiyet |
mimmâ teraktum | : şeyden, şeylerden, bırakma, terk etme, siz |
İn lem yekun lekum | : eğer, ise, olmadı, sizin, |
veled | : çocuk, evlat, doğuş, irfaniyet |
Fe in kâne lekum | : artık, sonra, eğer, oldu ise, varsa, sizin, çocuk |
veled | : çocuk, evlat, doğuş, irfaniyet, |
fe lehunne el sumunu | : o zaman, onların, fiyat, değerli, karşılık, sekizde bir |
mimmâ teraktum min badi | : şeyden, şeylerden, bıraktı, terk, bıraktı, siz, uzak |
Vasıyyetin tusune biha | : vasiyet, öğüt, vasiyet etme, onunla |
Ev deynin | : yada, borç, din, verilmesi gereken, varlığını teslim etme |
ve in kâne raculun | : eğer, ise, oldu, varsa, erkek, ileri gelen, ehil kimse |
Yûrasu kelaleten | : miras, varlığı anlayan, bitkin, halsiz, kendinden geçen |
Ev imraetun | : yada, işleyiş, onun, kadın |
ve lehu ahun ev uhtun | : onun, erkek kardeş, yada, kız kardeş |
Fe li kulli vâhidin min huma | : artık, bütün hepsi, bir, tek, onlardan |
el sudusu | : altıda bir, altılı, altı, tüm makamlar |
Fe in kanu ekser min zâlike | : artık, eğer, ise, oldu, çok, kesret, bundan, işte bu |
fe hum şurakau | : artık, onlar, ortak, ortak koşma, |
fi el sulus | : için, üçte biri, üç, üçlü, |
min badi vasiyet yusi biha | : sonra, uzak, vasiyet, öğüt, öneri, onunla, tarafından |
Ev deyn | : veya, borç, din, verilmesi gereken, varlığını teslim etme |
gayr mudarrin | : başka, olmaksızın, zarar, darlık, sıkıntıya düşmemek, |
Vasiyeten min allâhi | : öğüt, bildirme, vasiyet, tavsiye, Allah’tan, |
ve Allâh alim | : Allah, ilmin sahibi, |
halim | : güzelliği veren, hoşluk, yumuşak, halimlik |
12- Sizinle aynı yolda olanlar adaleti terk etmesinler. Artık irfan sahibi olanlar, irfan sahibi olamayanlara yardım etsinler. Sizin Rabbe döndüğünüzde, bırakıp terk ettiğiniz o batıl şeyleri, varlığını teslim etme içinde olanların da terk etmesi için tavsiye edin. Onlar da irfan sahibi değilken, artık irfan sahibi olmak için fena halleri terk edip, Rabbe dönsünler. Artık onlar da terk ettiği fenalarından sonra kavuştuğu o değerleri, varlığını teslim etme içinde olanlara tavsiye etsinler. Eğer kendi varlığından geçip, ehil kimseler olmuşlarsa ve o yoldaki kardeşleri de her varlıktaki o işleyişe vakıf olmuşlarsa, artık onların hepsi, birliğin şuurunda, tüm makamların idrakinde olsunlar. İşte böylece kesretin hakikatine varanlar, artık onlar ilk üç makamdaki fenalarla ortak koşma halinde olanlara, hakikatleri anlamalarını ve varlığını teslim etme yolunda başka sıkıntılara düşmemeleri için, Allah’ın hakikatleri üzere olmalarını tavsiye etsinler ve halim olanın, ilmin sahibi olanın Allah olduğunu anlatsınlar.
-13-
تِلْكَ حُدُودُ اللّهِ وَمَن يُطِعِ اللّهَ وَرَسُولَهُ يُدْخِلْهُ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا وَذَلِكَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ
Tilke hudûdullâh Ve men yutııllâhe ve resûlehu yudhılhu cennâtin tecrî min tahtihâl enhâru hâlidîne fîhâ Ve zâlikel fevzul azîm
Tilke hududu allah | : bu, işte bunlar, hudud, sınır, ölçü, hüküm, Allah |
ve men yutıı allah | : kim, itaat eder, uyar, Allah |
ve resûle-hu | : Resulü, o, hakikatleri gösteren, |
yudhıl-hu cennatin | : dahil eder, koyar, girer, cennet, huzur, |
Terci min tahti hâ el enhar | : vardır, makamlarında, akıp giden ilim, nehir |
Halidina fi hâ | : devamlı, orada, o halde, |
ve zâlike el fevzu el azim | : işte bu, kurtuluş, fevz, yüce kurtuluş, |
13- İşte bunlar Allah’ı anlamak isteyenlere hükümlerdir. Kim; Allah’a itaat ederse ve o resulün anlattıklarına uyarsa, o huzur bulur, makamında akıp giden ilim vardır, devamlı o haldedir. İşte yüce kurtuluş budur.
-14-
وَمَن يَعْصِ اللّهَ وَرَسُولَهُ وَيَتَعَدَّ حُدُودَهُ يُدْخِلْهُ نَارًا خَالِدًا فِيهَا وَلَهُ عَذَابٌ مُّهِينٌ
Ve men yasıllâhe ve resûlehu ve yeteadde hudûdehu yudhılhu nâran hâliden fîhâ ve lehu azâbun muhîn
ve men yasi Allah | : kim, isyan, benlik içinde olan, anlamaz, Allah |
ve resul hu | : resul, hakikatleri gösteren, o |
ve yeteadde hudud hu | : adetlerde, cehalette, haddi aşma, hudur, sınır |
yudhıl-hu | : dahil olur, koyar, girer, o halin içinde, |
naran | : ateş, yakıp yakıcılık, |
halid fiha | : devamlı, orada, o halde, |
ve lehu azabun | : onun, sıkıntı, |
muhin | : alçaltıcı, huzursuz, ihanet, hor hakir bırakan |
14- Kim; Allah’ı anlamaz, kendine benlik isnat ederse ve o resulü de anlayamazsa, o adetlerde, cehalette kalır ve o devamlı ateşin içindedir ve ona hakir bırakan sıkıntılar vardır.
-15-
وَاللاَّتِي يَأْتِينَ الْفَاحِشَةَ مِن نِّسَآئِكُمْ فَاسْتَشْهِدُواْ عَلَيْهِنَّ أَرْبَعةً مِّنكُمْ فَإِن شَهِدُواْ فَأَمْسِكُوهُنَّ فِي الْبُيُوتِ حَتَّىَ يَتَوَفَّاهُنَّ الْمَوْتُ أَوْ يَجْعَلَ اللّهُ لَهُنَّ سَبِيلاً
Vellâtî yetînel fâhişete min nisâikum festeşhidû aleyhinne erbaaten minkum fe in şehidû fe emsikûhunne fîl buyûti hattâ yeteveffâhunnel mevtu ev yecalallâhu lehunne sebîlâ
ve ellati yetine | : onlar, yapar, olur, öyle yaparsa, |
el fahişet | : ego, benlik, edepsiz, haddi aşmak, büyük görmek |
min nisai-kum | : nefsini tanıma yolunda olanlar, kadınlarınızdan |
fe isteşhidû | : o zaman, bilenler görenler, tanık, şahit |
Aleyhine | : onların, hakikatlerin, kendilerinde, üzerlerinde, |
erbaaten minkum | : rabbe dönmek, Rabbe arif olmak, dört makam, sizden, |
Fe in şehidû | : artık, eğer şahit, tanık, görmek bilmek |
fe emsikû-hunne | : artık, tutmak, sarılmak, kavramak, onlar |
fî el buyûti | : mesken, hane, ev, o makamların içinde |
Hatta yeteveffâ-hunne | : oluncaya kadar, bağlılık, teslim, sevgi bağlılığı, onlar |
el mevtu | : nutfe, idraksiz, öz, benliği öldürme, varlığından geçme |
Ev yecaal Allah | : ya da, kılar, yapar, sunar, eder, Allah |
lehunne | : onlara, onların, kendilerinin, onlarda, |
sebilen | : yol, gelinen yol, sunulan ilim, hakk imiyle donanma, |
15- Sizden nefsini tanıma yolunda olanlardan, haddi aşıp bir benlik içinde olanlar olursa, sizden Rabbe arif olanlar; onların kendilerindeki hakikatlere şahit oluncaya, onların makamlarında hakikatleri kavrayıncaya, kendi varlıklarından geçip sevgiyle teslim oluncaya kadar ya da onların Allah’ın hakikatlerinden anladıklarını onlar başkalarına sununcaya kadar, onlara yardım etsinler.
-16-
وَاللَّذَانَ يَأْتِيَانِهَا مِنكُمْ فَآذُوهُمَا فَإِن تَابَا وَأَصْلَحَا فَأَعْرِضُواْ عَنْهُمَا إِنَّ اللّهَ كَانَ تَوَّابًا رَّحِيمًا
Vellezâni yetiyânihâ minkum fe âzûhumâ fe in tâbâ ve aslehâ fe arıdû anhumâ innallâhe kâne tevvâben rahîmâ
ve ellezani | : o kimseler, onlar, |
Yetiyani ha minkum | : yapmak, eylemek, sizden |
fe âzû-humâ | : artık, eza, sıkıntı verme, müşkül, sabretme, sıkıntı, onlar, |
Fe in tabâ | : fakat, eğer, dönerlerse, hatalarını anlayıp dönme |
ve aslehâ | : ıslah olmak, temizlenmek, fena fillah olmak, |
fe arıdu an huma | : o zaman bırakma, vazgeçin, reddetme, onlardan |
İnne allâhe | : muhakkak, Allah |
Kâne tevvaben | : oldu, hatasını anlayıp dönenleri bağışlayan, |
rahimen | : rahim olan, varlığı özünden var eden, |
16- Sizlerden o hallerde olanlar; artık onlar sıkıntı veren o cehalet hallerinden vazgeçerler, yaptıkları hataları anlayıp dönerlerse ve ıslah olurlarsa, artık onları bırakın. Muhakkak ki Allah, hatalarını anlayıp dönenleri bağışlayandır, varlığı özünden var edendir.
-17-
إِنَّمَا التَّوْبَةُ عَلَى اللّهِ لِلَّذِينَ يَعْمَلُونَ السُّوَءَ بِجَهَالَةٍ ثُمَّ يَتُوبُونَ مِن قَرِيبٍ فَأُوْلَئِكَ يَتُوبُ اللّهُ عَلَيْهِمْ وَكَانَ اللّهُ عَلِيماً حَكِيماً
İnnemât tevbetu alâllâhi lillezîne ya’melûnes sûe bi cehâletin summe yetûbûne min karîbin fe ulâike yetûbullâhu aleyhim ve kâne allâhu alîmen hakîmâ
İnnemâ | : ancak, sadece, fakat, doğrusu, |
el tevbetu | : tövbe, hatasını anlayıp dönen, |
ala allah | : Allah’a karşı, Allah hakkında |
li ellezîne yamelun | : o kimseler için, yapmak, amel, |
el sûe | : kötülük, fenalar, |
bi cehaletin | : bir cehalet içinde olan, bilmeyen |
Summe yetubune | : sonra, tövbe eden, hatasını anlayıp dönen, |
min karibin | : bir yakınlık içinde olan, hakka olan yakınlık, |
fe ulaike yetubu | : işte onlar, tevbe, yönelmek, dönmek, |
Allah aleyhim | : Allah, onların, kendilerinde, |
ve kâne Allah alime | : oldu, Allah, ilmin sahibi, |
hakim | : hakim olan, tüm varlığa hakim olan, |
17- Bir cehalet içinde fena amellerde olduğunu anlayıp, sonra hatalarından dönenler ve Allah’a karşı yaptıkları hataları anlayıp dönen kimseler; işte ancak onlar hakikatlere yakın olurlar, işte onlar kendilerindeki Allah’ın tecellilerine yönelenlerdir ve tüm varlığa hâkim olanın, ilmin sahibi olanın Allah olduğunu bilenlerdir.
-18-
وَلَيْسَتِ التَّوْبَةُ لِلَّذِينَ يَعْمَلُونَ السَّيِّئَاتِ حَتَّى إِذَا حَضَرَ أَحَدَهُمُ الْمَوْتُ قَالَ إِنِّي تُبْتُ الآنَ وَلاَ الَّذِينَ يَمُوتُونَ وَهُمْ كُفَّارٌ أُوْلَئِكَ أَعْتَدْنَا لَهُمْ عَذَابًا أَلِيمًا
Ve leysetit tevbetu lillezîne yamelûnes seyyiât hattâ izâ hadara ehadehumul mevtu kâle innî tubtulâne ve lâllezîne yemûtûne ve hum kuffâr ulâike atednâ lehum azâben elîmâ
ve leyset el tevbetu | : değil, tövbe, dönmek, hatasından dönmeyen |
li ellezîne yamelun | : kimseler, amel, yapmak, |
el seyiat | : kötü, zararlı, kötülük üzere |
Hattâ iza hadar | : hatta, olduğunda, geldi, hazır, o halde kalan |
ehade- hum | : onların biri, kendilerine, |
el mevt | : ölüm, nutfe, idraksiz, |
Kâle inni tubtu | : dedi, ben, tövbe ettim, döndüm, |
elane | : aleni, şimdi, açık, ortada, |
ve lâ ellezîne yemute | : yok, o kimseler, ölüm |
Ve hum kuffârun | : onlar, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler |
Ulaike atedna lehum | : işte onlar, hazır, biz, bizi anlamayanlara, onlar |
Azaben elim | : sıkıntı, azap, elimi acı |
18- Hatalarından dönmeyen kimseler ise, amelleri kötülük üzere olanlardır. Hatta onlara ölüm gelinceye kadar o halde kalırlar. O kimselerden biri yoktur ki, ölüm onlara geldiğinde, ben şimdi tövbe ettim, demesin. Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, bizi anlayamadıklarından dolayı elim bir sıkıntının içindedirler.
-19-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ يَحِلُّ لَكُمْ أَن تَرِثُواْ النِّسَاء كَرْهًا وَلاَ تَعْضُلُوهُنَّ لِتَذْهَبُواْ بِبَعْضِ مَا آتَيْتُمُوهُنَّ إِلاَّ أَن يَأْتِينَ بِفَاحِشَةٍ مُّبَيِّنَةٍ وَعَاشِرُوهُنَّ بِالْمَعْرُوفِ فَإِن كَرِهْتُمُوهُنَّ فَعَسَى أَن تَكْرَهُواْ شَيْئًا وَيَجْعَلَ اللّهُ فِيهِ خَيْرًا كَثِيرًا
Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ yahıllu lekum en terisûn nisâe kerhâ Ve lâ tadulûhunne li tezhebû bi badı mâ âteytumûhunne illâ en yetîne bi fâhışetin mubeyyineh ve âşirûhunne bil marûf fe in kerihtumûhunne fe asâ en tekrahû şeyen ve yec’alallâhu fîhi hayran kesîrâ
yâ eyyuhâ ellezine amenu | : ey iman edenler |
lâ yahıllu lekum | : yok, uygun, helal olmaz, size |
en terisû | : varis olmanız, vermeniz, bilgi sunmak, |
el nisae | : nefsini anlama yolunda, |
kerhen | : istemediği şey, zorla, isteksiz, küçük görmek, |
ve lâ tadulû-hunne | : yok, değil, doğrultma, düzgün, değiştirme, onlar |
li tezhebû bi badı | : gidermek, gitmek, almak, bazı, bir kısmı, bazısı |
Ma âteytumû-hunne | : şey, ne, değil, verdiğiniz şeyler, onlar |
İlla en yetîne | : ancak, başka, gelmeleri, yapmaları |
bi fâhışetin | : benlik, haddi aşmış, edepsiz, ego, |
mubeyyinet | : açıkça, apaçık, |
ve âşirû hunne | : geçinmek, iyi davranmak, iyi konuşmak, onlarla, |
bi el marûf | : ariflik, iyilik |
Fe in kerihtumû-hunne | : artık, eğer, kerih görme, küçük görme, onlardan |
fe asâ en tekrahû | : artık, umulur ki, kerih, küçük, görme, |
Şeyen yecal Allah | : bir şey, yapar, yaptı, allah |
fî-hi hayran kesiran | : onda, onun hakkında, onun içinde, hayır, iyi, çok |
19- Ey iman edenler! Nefsini anlama yolunda olanlara, zorla bir şey anlatmaya çalışmanız doğru olmaz. Onları değiştirmeye zorlamayın, bazı şeyleri gidermeye kalkmayın, onlara istemediği şeyleri vermeyin. Ancak apaçık bir benlik, kötülük içinde olmaları başka; o zaman onlarla ariflik ölçüsünde konuşun ve onları küçük görmeyin, eğer onları küçük görürseniz Allah’ın var ettiği şeyi küçük görmüş olursunuz. Onların içinde de çok hayırlarda olanlar vardır.
-20-
وَإِنْ أَرَدتُّمُ اسْتِبْدَالَ زَوْجٍ مَّكَانَ زَوْجٍ وَآتَيْتُمْ إِحْدَاهُنَّ قِنطَارًا فَلاَ تَأْخُذُواْ مِنْهُ شَيْئًا أَتَأْخُذُونَهُ بُهْتَاناً وَإِثْماً مُّبِيناً
Ve in eradtumustibdâle zevcin mekâne zevcin ve âteytum ihdâhunne kıntâren fe lâ tehuzû minhu şeyâ e tehuzûnehu buhtânen ve ismen mubînâ
ve in eradtum | : eğer, isterseniz, |
istibdâle | : değiştirmek, güzel şeyler vermek, yenilemek |
Zevcin | : eş, aynı yolda olan, tür, cins, birliktelik, |
mekane zevcin | : mekan, makam, yer, çift, eş, aynı yolda olan |
ve âtey tum | : vermek, verin, sunmak, bildirmek, siz |
ihda-hunne | : birliğin hakikatleri, onlardan biri, |
kıntaran | : ölçü, adil, kantar |
Fe lâ teahuzû | : artık, yok, almak, çekmek, sarılmak, edindirmeyin, |
minhu şeyen | : ondan, bir şey, eski cehalet hallerinden bir şey, |
e tehuzûne-hu | : alacak mısınız, edindirecek siniz? O cehalet halleri |
buhtanen | : İftira, yalanlar |
ve ismen mubin | : günah, kötülük, fena, apaçık |
20- Eğer sizinle aynı yolda olmak, aynı makamlarda olmak isteyenlerin düşüncelerini değiştirmek istiyorsanız, siz onlara birliğin bilgilerini bir ölçü ile verin, artık eski cehalet hallerinden bir şey edindirmeyin. Yalanlar ve apaçık fenalar olan o cehalet hallerini mi edindireceksiniz?
-21-
وَكَيْفَ تَأْخُذُونَهُ وَقَدْ أَفْضَى بَعْضُكُمْ إِلَى بَعْضٍ وَأَخَذْنَ مِنكُم مِّيثَاقًا غَلِيظًا
Ve keyfe tehuzûnehu ve kad efdâ badukum ilâ badın ve ehazne minkum mîsâkan galîzâ
ve keyfe tehuzune hu | : nasıl, almak, edinmek, o |
ve kad efda | : oldu, birlik, fazilet, doğruluk içinde olma, kaynaşmış |
badu-kum ila badın | : birbirinize, bazınız bazınıza, biriniz diğerine |
ve ehazne minkum | : aldılar, edindiler, sizden |
Mîsâkan galizan | : misak, söz verme, kesin, kaba çirkin, edebe aykırı |
21- Biriniz diğerine birlik yolunu sunmuşken, o halleri nasıl edindirirsiniz ve onlar edebe aykırı davranışlar içindeyken sizinle sözleşmişlerdi.
-22-
وَلاَ تَنكِحُواْ مَا نَكَحَ آبَاؤُكُم مِّنَ النِّسَاء إِلاَّ مَا قَدْ سَلَفَ إِنَّهُ كَانَ فَاحِشَةً وَمَقْتًا وَسَاء سَبِيلاً
Ve lâ tenkihû mâ nekaha âbâukum minen nisâi illâ mâ kad selef İnnehu kâne fâhışeten ve maktâ Ve sâe sebîlâ
ve lâ tenkihû | : yok, uygun, nikah, sarılmak, katmak, siz, |
ma nekaha | : uygun değil, nikâh, bağlanmak, katılmak, |
abu-kum | : babalarınız, atalarınız, |
min el nisae | : nefsini bilme yolunda olan, kadın, |
İllâ ma kad selefe | : hariç, ancak, değil, oldu, önce geçen, geçmiş |
inne-hu kane fahışeten | : doğrusu, o, oldu, hayâsızlık, kötü, çirkin, benlik, |
ve maktan | : iğrenç, kin, öfke, gizli düşmanlık, buğz etmek, |
ve sâe sebilen | : kötü, fena, yol |
22- Nefsi anlama yolundayken, atalarınızdan gelen uygun olmayan geçmişteki o hallere sarılmayın, o haller uygun değildir. Doğrusu o haller, bir benlik içinde haddi aşmışlıktır ve kin, öfke, buğz etmektir ve fena bir yoldur.
-23-
حُرِّمَتْ عَلَيْكُمْ أُمَّهَاتُكُمْ وَبَنَاتُكُمْ وَأَخَوَاتُكُمْ وَعَمَّاتُكُمْ وَخَالاَتُكُمْ وَبَنَاتُ الأَخِ وَبَنَاتُ الأُخْتِ وَأُمَّهَاتُكُمُ اللاَّتِي أَرْضَعْنَكُمْ وَأَخَوَاتُكُم مِّنَ الرَّضَاعَةِ وَأُمَّهَاتُ نِسَآئِكُمْ وَرَبَائِبُكُمُ اللاَّتِي فِي حُجُورِكُم مِّن نِّسَآئِكُمُ اللاَّتِي دَخَلْتُم بِهِنَّ فَإِن لَّمْ تَكُونُواْ دَخَلْتُم بِهِنَّ فَلاَ جُنَاحَ عَلَيْكُمْ وَحَلاَئِلُ أَبْنَائِكُمُ الَّذِينَ مِنْ أَصْلاَبِكُمْ وَأَن تَجْمَعُواْ بَيْنَ الأُخْتَيْنِ إَلاَّ مَا قَدْ سَلَفَ إِنَّ اللّهَ كَانَ غَفُورًا رَّحِيمًا
Hurrimet aleykum ummehâtukum ve benâtukum ve ehavâtukum ve ammâtukum ve halâtukum ve benâtul ahi ve benâtul uhti ve ummehâtukumullâtî erdânekum ve ehavâtukum miner radâati ve ummehâtu nisâikum ve rabâibukumullâtî fî hucûrikum min nisâikumullâtî dehaltum bihinn fe in lem tekûnû dehaltum bihinne fe lâ cunâha aleykum, ve halâilu ebnâikumullezîne min aslâbikum, ve en tecmeû beynel uhteyni illâ mâ kad selef İnnallâhe kâne gafûran rahîmâ
Hurrimet aleykum | : haram kılındı, yasak, uygun değil, kutsal, sizlere |
ummehâtu-kum | : anneleriniz |
ve benâtu-kum | : kızlarınız |
ve ehavâtu-kum | : kız kardeşleriniz |
ve ammâtu-kum | : halalarınız |
ve halâtu-kum | : teyzeleriniz |
ve benâtu el ahi | : kızları, kardeş, erkek kardeş |
ve benâtu el uhti | : kızları, kardeş, kız kardeş |
ve ummehâtu-kum | : ve anneleriniz |
Ellati erdane kum | : ki onlar, emzirmek, beslemek, |
ve ehavâtu-kum mi el radaat | : kız kardeşleriniz, sütkardeşleriniz |
ve ummehâtu nisai kum | : anneleri, kadınlarınızın anneleri, kayın valde |
ve rabâibu-kum | : üvey kızlarınız |
ellâti fî hucûri-kum | : ki o, odalarınızda, himayenizde, bakımınızda |
min nisâi-kum | : hanımınız, sizinle aynı yolda olan, |
ellâti dehaltum bi hinne | : ki o, dahil olmak, girmek, onlarla |
Fe in lem tekûnû dehaltum | : artık, eğer, değil, olmak, dahil olmak, girmek |
bi- hinne | : onlarla |
Fe la cunaha aleykum | : artık, yok, günah, yasak, uygun değil, sizin |
ve halâilu ebnai kum | : hanımları, eşleri, evlatları, oğullar |
Ellezine min aslâbi-kum | : o kimseler, soyunuzdan, neslinizden |
ve en tecmeû beyn | : toplamanız, birlik, bir arada, tüm akrabalar, arasında, |
el uhteyni | : kız kardeşler |
İlla ma kad selefe | : ancak, sadece, geçti, önceden, geçmiş haller, |
İnne Allah kane gafur | : muhakkak, Allah, mağfiret eden, |
rahim | : varlığı özünden var eden, rahim olan |
23- Anneleriniz, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeşlerinizin kızları, kız kardeşlerinizin kızları, sizi emziren sütanneleriniz, süt kardeşleriniz, kayınvalideleriniz, sizin ve hanımınızın himayenizde bakıp büyüttüğünüz üvey kızlarınız ve neslinizden gelen evlatlarınızın eşleri ve onların kız kardeşleri, tüm akrabalarınız, eğer onlar sizin tâbi olduğunuz yola dahil olmak istemezlerse, sizin onları dahil etmeniz uygun değildir. Onlar sadece geçmiş hallerdedirler. Muhakkak ki Allah mağfiret edendir, varlığı özünden var edendir.
-24-
وَالْمُحْصَنَاتُ مِنَ النِّسَاء إِلاَّ مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُكُمْ كِتَابَ اللّهِ عَلَيْكُمْ وَأُحِلَّ لَكُم مَّا وَرَاء ذَلِكُمْ أَن تَبْتَغُواْ بِأَمْوَالِكُم مُّحْصِنِينَ غَيْرَ مُسَافِحِينَ فَمَا اسْتَمْتَعْتُم بِهِ مِنْهُنَّ فَآتُوهُنَّ أُجُورَهُنَّ فَرِيضَةً وَلاَ جُنَاحَ عَلَيْكُمْ فِيمَا تَرَاضَيْتُم بِهِ مِن بَعْدِ الْفَرِيضَةِ إِنَّ اللّهَ كَانَ عَلِيمًا حَكِيمًا
Vel muhsanâtu minen nisâi illâ mâ meleket eymânukum kitâballâhi aleykum ve uhille lekum mâ varâe zâlikum en tebtegû bi emvâlikum muhsinîne gayra musâfihîn Fe mâstemtatum bihî minhunne fe âtûhunne ucûrehunne farîdah Ve lâ cunâha aleykum fîmâ terâdaytum bihî min badil farîdah innallâhe kâne alîmen hakîmâ
ve el muhsanat | : iyilik yolunda olan, iyi olmaya meyleden, Muhsin, |
min el nisai | : nefsini bilme yolunda olan, |
İlla mâ meleket | : ancak, başka, değil, şey, ne, sahip, güç, |
eymânu-kum | : el, yemin, diri, sağ, söz, güç, gücünüz, siz |
Kitâbe Allah aleykum | : Allah’ın kitabı, sizlerdeki, üzerinizdeki, kendi vücudunuz |
ve uhille lekum | : helal, uygun, size |
mâ verâe zâlikum | : gerideki şey, arka, geçmiş cehalet halleri, işte bu, |
en tebtegû | : istemeniz, arzu, talep etmek, |
bi emval kum | : mallar, değerler, hakikatlerin değerleri, siz |
muhsinîne | : iyi olanlar, iyilerden olmayı |
gayra musâfihîne | : diğer, başka, dışı, anlaşmak, temizleyen, saflaştıran |
fe mâstemtatum bihi | : artık, memnuniyet, keyif, mutluluk, huzur, onunla |
min-hunne | : onlardan |
fe âtû-hunne | : o taktirde, artık, verin, onlara |
ucûre-hunne | : ecir, karşılık, onların, |
faridat | : görev, benzersiz, eşsiz, farz, gerekli |
ve lâ cunâha aleykum | : yok, günah, vebal, uygun değil, size, üzerinize |
Fi ma terâdaytum bihi | : içinde, hakkında, değil, şey, ne, uzlaşma, anlayış, onunla |
Min badi el farîdati | : sonra, uzak, görev, hizmet, farz, gerekli, |
İnne Allah kane alim | : muhakkak, Allah, ilmiyle var eden, ilmin sahibi, |
hakim | : tüm varlığa hâkim olan, |
24- Nefsini bilme yolunda olup, iyi hallerde olmaya meyledenlere; kendi vücudunuzun Allah’ın bir kitabı olduğunu bilin, siz sahip olduğunuz gücün sahibi değilsiniz, diyerek hakikatleri anlatın. Geride bıraktığınız o cehalet hallerini değil, hakikatlerin değerlerini anlamayı istemeniz, başka şeylerde değil, bir arınma içinde olmayı, iyilerden olmayı istemeniz size helaldir, deyin. Bundan sonra huzur bulacakları o hakikatleri onlardan esirgemeyin. Artık onlara istedikleri bilgileri verin. Bundan sonra onlar, o bilgilerle bir anlayış içinde olmazlarsa, size bir vebal yoktur. Muhakkak ki Allah ilmin sahibidir, tüm varlığa hâkim olandır.
-25-
وَمَن لَّمْ يَسْتَطِعْ مِنكُمْ طَوْلاً أَن يَنكِحَ الْمُحْصَنَاتِ الْمُؤْمِنَاتِ فَمِن مِّا مَلَكَتْ أَيْمَانُكُم مِّن فَتَيَاتِكُمُ الْمُؤْمِنَاتِ وَاللّهُ أَعْلَمُ بِإِيمَانِكُمْ بَعْضُكُم مِّن بَعْضٍ فَانكِحُوهُنَّ بِإِذْنِ أَهْلِهِنَّ وَآتُوهُنَّ أُجُورَهُنَّ بِالْمَعْرُوفِ مُحْصَنَاتٍ غَيْرَ مُسَافِحَاتٍ وَلاَ مُتَّخِذَاتِ أَخْدَانٍ فَإِذَا أُحْصِنَّ فَإِنْ أَتَيْنَ بِفَاحِشَةٍ فَعَلَيْهِنَّ نِصْفُ مَا عَلَى الْمُحْصَنَاتِ مِنَ الْعَذَابِ ذَلِكَ لِمَنْ خَشِيَ الْعَنَتَ مِنْكُمْ وَأَن تَصْبِرُواْ خَيْرٌ لَّكُمْ وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Ve men lem yestetı minkum tavlen en yenkıhal muhsanâtil muminâti fe min mâ meleket eymânukum min feteyâtikumul muminât vallâhu alemu bi îmânikum Badukum min bad fenkihûhunne bi izni ehlihinne ve âtûhunne ucûrehunne bil marûfi muhsanâtin gayra musâfihâtin ve lâ muttehızâti ahdân fe izâ uhsinne fe in eteyne bi fâhışetin fe aleyhinne nısfu mâ alâl muhsanâti minel azâb zâlike li men haşiyel anete minkum ve en tasbirû hayrun lekum vallâhu gafûrun rahîm
ve men lem yestetı minkum | : kim, kimin, değil, gücü, sizden |
Tavlen | : uzun, bolluk, nimet, fazl, lütuflar, güçlülük, |
en yenkıha | : nikâh, birleştirme, toplama, uygunluk, katmak, |
el muhsanâti | : iyilik yolunda olan, |
el muminat | : müminlik yolunda olan |
Fe min mâ meleket | : artık, değil, sahip olma, sahibi değil, |
eymânu-kum | : eller, güç, siz |
min feteyâti-kum | : genç, cömert, sağlam duruş, dinamik, |
el muminâti | : müminlik yolunda olan |
ve allâh alemu | : Allah, ilmin sahibi |
bi îmâni-kum | : sizin imanınızı |
badu-kum min badın | : sizin bazınız, bir kısmınız, birbirinizde |
fe inkihû-hunne | : öyle ise, nikâh, birleşme, birlik, uygun, onlar |
bi izni ehli hinne | : izni ile, yetkisi, ehil olan, bilgili, aile, onların |
ve âtû-hunne ucûre-hunne | : onlara verin, sunun, karşılıklarını |
Bi el maruf muhsanâtin | : ariflik, bilmek, iyilik yolunda olan |
gayra musâfihîne | : diğer, başka, dışı, anlaşmak, temizleyen, saflaştıran |
ve lâ muttehızâti | : yok, edinmek, sarılmak, |
ahdanin | : dost, yoldaş, arkadaş |
Fe izâ uhsinne | : fakat, artık, koruyan, ihsan, muhafaza, |
Fe in eteyne | : eğer gelirlerse, olursa, yaparsa, |
bi fahişetin | : ego, kötü olan, benlik, büyüklük, |
fe aleyhine nısfu | : o takdirde onlara, yarısı, adalet |
Ma ala el muhsanâti | : şey, değil, başka şey, iyilik yolunda olan |
min el azâbi | : bir sıkıntı, azaptan |
Zalike li men haşiye | : işte bu, için, kim, kimse, korkan, saygı, |
el anete minkum | : sıkıntı, müşkül, fesat, günah, sizden |
Ve en tasbir hayrun lekum | : sabretmeniz, hayırlı, iyi, sizin |
ve Allâh gafur | : Allah, mağfiret eden, temizleyen, arındıran |
rahim | : varlığı özünden var eden, |
25- İyilik yolunda olanlardan, müminlik yolunda olanlardan kim; kendindeki gücün sahibinin kendinin olmadığını anlarsa, o birlik yolunda nice lütuflara kavuşur. Müminlik yolunda olanlar, kendilerindeki gücün sahibinin kendilerinin olmadığını bildiklerinde, sağlam bir halde hareket ederler. Allah ilmin sahibi olandır. Siz, hakikatlerin inancı yolunda birbirinize yardım edin. Onlardan o birliği anlamak isteyenler, ehil olanların izniyle o yola tâbi olsunlar ve o iyilik yolunda olanlara bilmek istedikleri şeyleri onlara verin, arınmanın dışında bir şey vermeyin ve onlara hakikatlerden başka şeyleri dost edindirmeyin. Sonra onları hakikatlerle koruyun. Eğer onlar bir benlik, taşkınlık halinde gelirlerse onlara adaleti tavsiye edin. İyilik yolundan ayrılırlarsa, kalacağı sıkıntıları bildirin. İşte bunlar, sizlerden günahlara düşmekten korkan kimseler içindir ve sizler hayırlar yolunda sabırlı olun ve mağfiret edenin, varlığı özünden var edenin Allah olduğunu bilin.
-26-
يُرِيدُ اللّهُ لِيُبَيِّنَ لَكُمْ وَيَهْدِيَكُمْ سُنَنَ الَّذِينَ مِن قَبْلِكُمْ وَيَتُوبَ عَلَيْكُمْ وَاللّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ
Yurîdullâhu li yubeyyine lekum ve yehdîyekum sunenellezîne min kablikum ve yetûbe aleykum vallâhu alîmun hakîm
Yuridu Allah | : İrade, varoluştaki irade sahibi, Allah |
li yubeyyine lekum | : açıklamak, apaçık olan hakikatler, apaçık, beyan size |
ve yehdîye-kum | : yol göstermek, klavuz, hakikate ulaştırmak, siz, |
sunene | : varlığın işleyiş yasaları, sünnet, kanun, yol, |
Ellezine min kabli-kum | : o kimseler, sizden önceki |
ve yetûbe aleykum | : tövbe, cehaletten dönen, pişman olup dönen, sizler, |
ve allâhu alim | : Allah, ilmin sahibi, ilmiyle var eden, |
hakim | : tüm varlığa hâkim olan, hüküm sahibi, |
26- Varlığın varoluşundaki irade Allah’a aittir. Hakikatler size apaçık sunulmuştur. Size tüm varlığın işleyiş yasalarıyla yol gösterilir. Sizden önceki kimselere de varlığın işleyiş yasaları ile yol gösterildi. Artık sizler, cehalet hallerinden hakikatlere dönün ve tüm varlığa hâkim olan, ilmin sahibi olan Allah’ı anlayın.
-27-
وَاللّهُ يُرِيدُ أَن يَتُوبَ عَلَيْكُمْ وَيُرِيدُ الَّذِينَ يَتَّبِعُونَ الشَّهَوَاتِ أَن تَمِيلُواْ مَيْلاً عَظِيمًا
Vallâhu yurîdu en yetûbe aleykum ve yurîdullezîne yettebiûneş şehevâti en temîlû meylen azîmâ
ve allâhu yuridu | : Allah, irade, dileme, isteme |
en yetûbe aleykum | : tövbe, cehaletten dönen, pişman olup dönen, sizlerdeki |
ve yuridu | : diler, ister, |
Ellezine yettebiûne | : tâbi olmak, uymak, o hallere uyanlar, |
el şehevâti | : ego, benlik, çıkar, kendini büyük görmek, haddi aşmak |
en temîlû | : eğilim, yatkın, meyletmeniz, yönelmeniz, |
meylen azimen | : meyletmek, yönelmek, büyük, kararlı, |
27- Varlığın varoluşundaki irade Allah’a aittir. Sizler cehalet hallerinden hakikatlere dönün. Büyüklük, çıkar gibi cehalet hallerine uyanlar, sizinde kararlı bir şekilde o hallere meyletmenizi isterler.
-28-
يُرِيدُ اللّهُ أَن يُخَفِّفَ عَنكُمْ وَخُلِقَ الإِنسَانُ ضَعِيفًا
Yurîdullâhu en yuhaffife ankum ve hulikal insânu daîfâ
Yuridu Allah | : diler, ister, Allah, |
en yuhafif ankum | : hafif, kolay, rahat, huzur bulan, sizden |
ve hulika el insan | : yaratılan, halkiyet, yapısı, insan, |
daifen | : zayıflık, güçsüz, umutsuzluk, |
28- Varlığın varoluşundaki irade Allah’a aittir. Sizler hakikatlerle huzur bulun ve insanın yaratılışını anlayın, zayıflık içinde olmayın.
-29-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تَأْكُلُواْ أَمْوَالَكُمْ بَيْنَكُمْ بِالْبَاطِلِ إِلاَّ أَن تَكُونَ تِجَارَةً عَن تَرَاضٍ مِّنكُمْ وَلاَ تَقْتُلُواْ أَنفُسَكُمْ إِنَّ اللّهَ كَانَ بِكُمْ رَحِيمًا
Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ tekulû emvâlekum beynekum bil bâtılı illâ en tekûne ticâraten an terâdın minkum ve lâ taktulû enfusekum innallâhe kâne bikum rahîmâ
yâ eyyuhâ ellezine amenu | : ey iman edenler |
lâ tekulû | : yok, yemek, fayda, yarar, |
emvâle-kum | : mallar, değerler, maldan faydalanmak, |
beyne-kum | : kendi aranızda, |
bi el batıl | : batıl, boş olan, aslı olmayan, yalan |
İlla en tekûne ticareten | : ancak, sadece, olmanız, alış veriş, |
An teradın min-kum | : razı olmak, uzlaşmak, yardım, sizden, birbirinizden |
ve lâ taktulû | : yok, öldürmek, yazık etmek, |
enfus kum | : can, kendinizi, nefsinizi, öz varlığınız, |
İnne Allah kane bikum | : muhakkak, Allah, oldu, etti, sizi, |
rahim | : rahim, özünden var eden |
29- Ey iman edenler! Kendi aranızda aslı olmayan şeylerden faydalanmaya çalışmayın. Sadece hakikatlerin alışverişinde olun, birbirinize yardım edin ve kendinize yazık etmeyin. Muhakkak ki Allah sizleri kendi özünden var etti.
-30-
وَمَن يَفْعَلْ ذَلِكَ عُدْوَانًا وَظُلْمًا فَسَوْفَ نُصْلِيهِ نَارًا وَكَانَ ذَلِكَ عَلَى اللّهِ يَسِيرًا
Ve men yefal zâlike udvânen ve zulmen fe sevfe nuslîhi nârâ ve kâne zâlike alâllâhi yesîrâ
ve men yefal | : kim, yapar, |
zalike aduvne | : işte, bu, böyle yapan, düşman, kin, buğz, |
ve zulmen | : zulüm, haksızlık, zalimlik, kötülük, |
fe sevfe nusli hi | : o taktirde, yakında, biz, o halde kalır, |
naran | : ateş, yakıp yakıcı olan |
ve kâne zalike | : oldu, olur, işte böylece |
alâ Allâh yesiran | : Allah, kolay, önemsememe |
30- Kim, birine kin beslerse ve kötülük yaparsa, artık o Bizi anlamaktan uzaklaşıp yakıp yakıcı hallerde kalır ve işte böylece Allah’ı önemsemeyenlerden olur.
-31-
إِن تَجْتَنِبُواْ كَبَآئِرَ مَا تُنْهَوْنَ عَنْهُ نُكَفِّرْ عَنكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ وَنُدْخِلْكُم مُّدْخَلاً كَرِيمًا
İn tectenibû kebâira mâ tunhevne anhu nukeffir ankum seyyiâtikum ve nudhılkum mudhalen kerîmâ
in tectenibu | : eğer, çekinmek, kaçınırsanız, |
kebaira | : büyüklük halleri, kendini büyük görmek, kibirlilik, |
ma tunhevne anhu | : zararlı, yasaklandığınız şeyler, ondan |
Nukeffir ankum | : biz, örtmek, örteriz, sizden, |
seyyiati-kum | : fenalıklar, günahlar, hatalar, kötülük, siz, |
ve nudhıl-kum | : biz, hakikatlerimiz, dahil olma, girmek, |
mudhal | : makam, girilen yer, |
kerim | : asil olan, erdemlilik, |
31- Eğer siz, size yasaklanmış olan o kibirlilik hallerinden kaçınırsanız, sizin fenalarınızı örteriz ve sizi asil makamlara dahil ederiz.
-32-
وَلاَ تَتَمَنَّوْاْ مَا فَضَّلَ اللّهُ بِهِ بَعْضَكُمْ عَلَى بَعْضٍ لِّلرِّجَالِ نَصِيبٌ مِّمَّا اكْتَسَبُواْ وَلِلنِّسَاء نَصِيبٌ مِّمَّا اكْتَسَبْنَ وَاسْأَلُواْ اللّهَ مِن فَضْلِهِ إِنَّ اللّهَ كَانَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمًا
Ve lâ tetemennev mâ faddalallâhû bihî ba’dakum alâ bad lir ricâli nasîbun mimmâ ıktesebû ve lin nisâi nasîbun mimmâ ıktesebu nesebne veselûllâhe min fadlihi İnnallâhe kâne bi kulli şeyin alîmâ
ve la tetemennev | : dile, istek, arzu, temenni etmeyin |
mâ faddala Allah bihi | : şey, ne, lutüf, nimet, Allah, onunla, |
bada-kum alâ badın | : bazınızı, bazınız, birbirinizi |
li el ricali | : ileri gelen, ehil kimseler, erkek, |
nasibun | : nasip, pay, fayda |
mim-mâ iktesebû | : edindikleri, kazandıkları şeylerden |
ve li en nisai | : nefsini anlama yolunda olanlar için, |
nasibun | :nasib, edinmek, pay, fayda, hisse, kısmet |
mimmâ iktesebne | : şeyler, edinilen, kazanılan, |
ve iselû | : sormak, sorgulamak, isteyin, araştırın, |
Allah min fadli hi | : Allah, lütuf, hakikatleri, o |
İnne Allah kane | : muhakkak, Allah, oldu, |
bi kulli şeyin alimen | : bütün her şey, ilmiyle var eden, ilmin sahibi |
32- Allah’ın lütuflarından başka bir şey temenni etmeyin. Birbirinizi edindiğiniz hakikatlerin bilgilerinden, ehil kimseler olmanız için faydalandırın ve nefsini anlama yolunda olanları da, edindiğiniz hakikatlerin bilgilerinden faydalandırın. Allah’ın lütuflarını anlamak için sorup araştırın. Muhakkak ki Allah bütün her şeydeki ilmin sahibidir.
-33-
وَلِكُلٍّ جَعَلْنَا مَوَالِيَ مِمَّا تَرَكَ الْوَالِدَانِ وَالأَقْرَبُونَ وَالَّذِينَ عَقَدَتْ أَيْمَانُكُمْ فَآتُوهُمْ نَصِيبَهُمْ إِنَّ اللّهَ كَانَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدًا
ve li kullin cealnâ mevâliye mimmâ terakel vâlidâni vel akrabûn vellezîne akadet eymânukum fe âtûhum nasîbehum innallâhe kâne alâ kulli şeyin şehîdâ
ve li kullin ceal na | : her şey, yapmak, düzenlemek, var ettiğimiz, biz |
mevaliye | : kul, köle, uzman, kamil, bilen kimse, dost, komşu, efendi |
mimmâ terake | : şeyden, bıraktı, terk, ayrılmak, uzak durmak, |
el validani | : ebeveyn, sizi yetiştiren, valid, mürşidi kamil, |
ve el akrabûne | : yakınlık, |
ve ellezine akadet | : o kimseler, akit, sözleşme, tutulan, tutan, kavramak |
eymânu-kum | : yemin, sözler, sağ, güç, diriliğin sahibi, sahip olunan |
fe atû-hum | : artık, verin, sunun, anlatın, onlar, hakikatleri sunun |
nasibe-hum | : nasip, pay, fayda, elde edilen |
İnne Allah kane | : muhakkak, Allah, oldu, |
bi kulli şeyin şehiden | : hepsi, bütün her şey, her an hazır olan |
33- Bütün her şeyi Bizim var ettiğimizi bilen kimselerden olun. Sizi yetiştirenlerin bırakmış olduğu o hakikatlerin bilgilerinden faydalanın ve yakınlığı anlayanlardan olun. Kendinizdeki diriliği kavrayan kimselerden olun. Artık o hakikatlerden nasiplenenler, o yolda olanlara o bilgileri versinler. Muhakkak ki Allah bütün her şeyde, her an her yerde hazır olandır.
-34-
الرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَاء بِمَا فَضَّلَ اللّهُ بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ وَبِمَا أَنفَقُواْ مِنْ أَمْوَالِهِمْ فَالصَّالِحَاتُ قَانِتَاتٌ حَافِظَاتٌ لِّلْغَيْبِ بِمَا حَفِظَ اللّهُ وَاللاَّتِي تَخَافُونَ نُشُوزَهُنَّ فَعِظُوهُنَّ وَاهْجُرُوهُنَّ فِي الْمَضَاجِعِ وَاضْرِبُوهُنَّ فَإِنْ أَطَعْنَكُمْ فَلاَ تَبْغُواْ عَلَيْهِنَّ سَبِيلاً إِنَّ اللّهَ كَانَ عَلِيًّا كَبِيرًا
Er ricâlu kavvâmûne alân nisâi bi mâ faddalallâhu badahum alâ badın ve bi mâ enfekû min emvâlihim. Fes sâlihâtu kânitâtun hâfizâtun lil gaybi bi mâ hafizallâh Vellâtî tehâfûne nuşûzehunne fe ızûhunne vahcurûhunn fîl medâcıı vadrıbûhunne fe in ata’nekum fe lâ tebgû aleyhinne sebîlâ innallâhe kâne aliyyen kebîrâ
el ricâlu | : ileri gelen, ehil kimse, devlet adamı, er kişi, |
kavvamûne | : bakıcı, koruyucu, idareci, yetiştiren, yardımcı |
alâ en nisâi | : karşı, göre, için, nefsini bilme yolunda olanlar, kadınlar |
bi mâ faddala Allah | : sebebiyle, dolayısıyla, lütuf, üstün, fazilet, Allah |
bada-hum ala badın | : onların bir kısmı, bazıları, bazılarına, birbirlerine |
ve bi mâ enfeku | : sebebiyle, dolayısıyla, vermek, infak etmek, teslim etmek |
min emvâli-him | : kendi varlığı, mallarından, değerlerinden |
fe el sâlihâtu | : artık, sonra, iyi, uygun, Salihlerden olma yolunda olan |
kanitatun | : saygılı, itaat eden, boyun eğen |
hâfizâtun | : muhafaza edendir, koruyucudur |
li el gaybi | : için, görünmeyen bilinmeyen, bilemedikleri |
bi mâ hafiza Allah | : sebebiyle, dolayısıyla, korumak, saklamak, Allah |
ve ellati tehafun | : onlar, ki onlar, korkmak, çekinmek, |
nuşûze-hunne | : inat, aksilik, itaatsizlik, nefret, yüceltmek, onları |
fe ızû-hunne | : artık, öğüt, nasihat, onlara |
ve uhcurû-hunne | : dışarı çıkmak, kaçmak, uzak durmak, |
fî el medâciı | : içinde, uyku, yatak, uyumak, makam, bunduğu yer, |
vadrıbû-hunne | : vurgulamak, isabet, darbe, sarsmak, vurmak, onlar |
Fe in atane-kum | : bundan sonra, eğer size itaat ederlerse, uymak |
Fe lâ tebgû aleyhine | : artık, aramayın, göstermeyin, başka, karşıt, |
sebil | : bir yol, hakikatlerin sunulduğu yol, |
inne Allâh kane | : muhakkak ki, doğrusu, Allah, oldu, |
Aliyyen | : ilmiyle yüce olan, yüce, büyük, |
kebiran | : büyük, zatıyla yüce olan, |
34- Ehil kimseler; nefsini bilme yolunda olanları hakikatleri anlamaları için yetiştirirler. Onlar birbirlerine Allah’ın lütuflarını anlamak istediklerinden dolayı yardımcı olurlar ve onlar kendi varlıklarının sahibini bilip infak ederler. Sonra da onlar salihlerden olma yolunda teslim olurlar. Allah’ın bilinmeyen görünmeyen âlemi muhafaza ettiği gibi, onlarda hakikatlerin bilgilerini muhafaza ederler. Ki onlar itaatsizlik etmekten çekinirler ve onlar öğütlere uyarlar. Artık bulundukları makamlardan hakikatlerin dışına çıkanlar olursa, onlara bulundukları yerde hakikatleri vurgulayın. Bundan sonra onlar, sizin söylediğiniz şekilde hakikatlere uyarlarsa, artık onlara başka bir yol göstermeyin. Muhakkak ki Allah tüm varlıkta ilmiyle yüce olandır.
-35-
وَإِنْ خِفْتُمْ شِقَاقَ بَيْنِهِمَا فَابْعَثُواْ حَكَمًا مِّنْ أَهْلِهِ وَحَكَمًا مِّنْ أَهْلِهَا إِن يُرِيدَا إِصْلاَحًا يُوَفِّقِ اللّهُ بَيْنَهُمَا إِنَّ اللّهَ كَانَ عَلِيمًا خَبِيرًا
Ve in hıftum şıkâka beynihimâ febasû hakemen min ehlihî ve hakemen min ehlihâ in yurîdâ ıslâhan yuveffikıllâhu beynehumâ inallâhe kâne alîmen habîrâ
ve in hıftum | : eğer korkarsanız, çekinirseniz, |
şıkaka | : ayrılık, bölünme, ortaya çıkma, ikilik, |
Beyni hima | : aralarında |
fe ibasû | : artık, gönderin, diriliği bilene gönderin, açığa çıkarın |
hakem min ehli hi | : görevli, hakem, ehil olan, bilgili |
ve hakemen | : hakem, konusuna hâkim olan, |
min ehli ha | : yetkili olan, |
in yurîdâ ıslahan | : eğer, isterse, ıslah olma, iyileşme, düzelme, |
Yuveffik | : muvaffak eder, başarılı kılar, |
Allah beyne huma | : Allah, aralarında |
İnne Allah kane alim | : muhakkak, Allah, oldu, ilmin sahibi, |
habir | : bildiren, haber veren |
35- Eğer onların ayrılıkta kalmalarından korkarsanız, artık onları konuya daha hâkim olan ehil kimselere gönderin. Onlar ıslah olmayı istedikleri müddetçe, konulara daha hâkim olan ehil kimseler, onlara yardım ederler. Allah, hakikatleri anlamak isteyenleri muvaffak eder. Muhakkak ki Allah ilmiyle tüm varlıktan hakikatleri bildirir.
-36-
وَاعْبُدُواْ اللّهَ وَلاَ تُشْرِكُواْ بِهِ شَيْئًا وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَانًا وَبِذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَالْجَارِ ذِي الْقُرْبَى وَالْجَارِ الْجُنُبِ وَالصَّاحِبِ بِالجَنبِ وَابْنِ السَّبِيلِ وَمَا مَلَكَتْ أَيْمَانُكُمْ إِنَّ اللّهَ لاَ يُحِبُّ مَن كَانَ مُخْتَالاً فَخُورًا
Ve abudûllâhe ve lâ tuşrikû bihî şeyen ve bil vâlideyni ihsânen ve bizil kurbâ vel yetâmâ vel mesâkîni vel câri zil kurbâ vel câril cunubi ves sâhıbi bil cenbi vebnis sebîli ve mâ meleket eymânukum innallâhe lâ yuhıbbu men kâne muhtâlen fehûrâ
ve abudû allah | : kul olun, Allah |
ve lâ tuşrikû bihi şeyen | : ortak koşmayın, ona, bir şeyi |
ve bi el vâlideyni ihsanen | : ana baba, iyi davranma |
Ve bi zi el kurba | : sahip, yakınlık, akrabaya |
ve el yetâmâ | : yetimler, kendi inançlarından kopmuş |
ve el mesâkîni | : miskin, çaresiz, aciz, |
ve el câri zi el kurba | : komşu, sahip, yakın |
ve el câri el cunubu | : komşu, uzak |
ve es sâhıbi | : arkadaş, eş, dost, yakın, |
bi el cenbi | : etrafınızdaki, yan taraf, çevrenizdeki, |
ve ibni el sebil | : oğul, yol, hak yolu |
ve mâ meleket eyman kum | : değil, sahip, güç, diri, sağ, eller, siz |
İnne Allah la yuhıbbu | : muhakkak, Allah, yok, sevgi, |
Men kane muhtalen | : kimse, kimse, oldu, kendini beğenmiş, kibirli, |
fehur | : gururlu, kendini üstün gören, övünen, |
36- Allah’ın kulu olduğunuzu idrak edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anne babanıza ve yakınlarınıza ve yetimlere ve çaresizlere ve yakın komşularınıza ve uzak komşularınıza ve etrafınızdaki arkadaşlarınıza iyi davranın ve evlatlarınıza hakk yolunu gösterin. Siz sahip olduğunuz gücün sahibi değilsiniz. Muhakkak ki kendini üstün gören, kibirlilik içinde olan kimselerde Allah sevgisi yoktur.
-37-
الَّذِينَ يَبْخَلُونَ وَيَأْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبُخْلِ وَيَكْتُمُونَ مَا آتَاهُمُ اللّهُ مِن فَضْلِهِ وَأَعْتَدْنَا لِلْكَافِرِينَ عَذَابًا مُّهِينًا
Ellezîne yebhalûne ve yemurûnen nâse bil buhli ve yektumûne mâ âtâhumullâhu min fadlıhî ve atednâ lil kâfirîne azâben muhînâ
ellezîne yebhalûne | : o kimseler, eksik, kısmak, cimri |
ve yemurûne el nas | : emrederler, yasaklar, meneder, insan, |
bi el buhli | : cimrilik ile, cimriliği, paylaşmamayı, |
ve yektumûne | : saklarlar, gizlerler, anlayamazlar, farkına varmazlar, |
Mâ ata hum allah | : şey, ne, değil, verilen, sunulan, onlar, Allah |
min fadlı-hî | : lütuf, nimet, fazilet, o |
ve ated nâ | : hazır, vardır, biz, verdik, sunduk, hazırladık, |
li el kafirin | : hakikatleri görmemezlikten gelenler için, |
Azâben | : azap, sıkıntı, müşkül |
muhin | : alçaltıcı, kaybettirici, hakir bırakan, zorluk, çaresizlik |
37- Bir şeyi paylaşmayan kimseler, insanlara da paylaşmamayı tavsiye ederler ve onlar kendilerine sunulan Allah’ın lütuflarının farkına varamazlar. Sunduğumuz hakikatleri görmemezlikten gelenler için hakir bırakan sıkıntılar vardır.
-38-
وَالَّذِينَ يُنفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ رِئَاء النَّاسِ وَلاَ يُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَلاَ بِالْيَوْمِ الآخِرِ وَمَن يَكُنِ الشَّيْطَانُ لَهُ قَرِينًا فَسَاء قِرِينًا
vellezîne yunfıkûne emvâlehum riâen nâsi ve lâ yuminûne billâhi ve lâ bil yevmil âhir ve men yekuniş şeytânu lehu karînen fe sâe karînâ
ve ellezîne yunfıkûne | : onlar, infak eder, verir |
emvâle-hum | : onların malları, değerler, |
riae | : riya, gösteriş, özü sözü bir olmamak, |
el nas | : insanlar, |
ve lâ yuminûne bi allah | : yok, iman, inanmaz, Allah, |
ve la bi el yevmi el âhiri | : yok, son güne, ahir güne, sonlarına |
ve men yekun el şeytânu | : kim, olur, şeytani haller, |
Lehu karinen | : onun, ona, kendisine, yakınlarına |
Fe sae karinen | : artık, kötü, fena, yakınlık, arkadaşlık |
38- Onlar kendilerindeki değerleri insanlara gösteriş içinde verirler ve onların Allah’a iman etmeleri yoktur ve sonlarına da inanmazlar. Kim o hallere yakın olursa, şeytani hallerde olur. Artık o ne kötü bir yakınlıktır.
-39-
وَمَاذَا عَلَيْهِمْ لَوْ آمَنُواْ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَأَنفَقُواْ مِمَّا رَزَقَهُمُ اللّهُ وَكَانَ اللّهُ بِهِم عَلِيمًا
Ve mâzâ aleyhim lev âmenû billâhi vel yevmil âhıri ve enfekû mimmâ razakahumullâh ve kânallâhu bihim alîmâ
ve mâzâ aleyhim | : ne, niçin, neden, onlar, üzerlerinde, kendilerinde |
Lev amenu bi Allah | : keşke, eğer, iman etme, inanma, Allah, |
ve yevmi el ahir | : gün, vakit, son, |
ve enfek | : infak, vermek, sahibine sunmak, |
razaka-hum allah | : infak, rızık, fayda, nimet, onlar, Allah |
ve kâne Allah bihim | : oldu, Allah, onları, |
alimen | : ilmiyle var eden, ilmin sahibi, bilen, |
39- Onlar kendilerindeki Allah’ın tecellilerine ve sonlarının geleceğine neden inanmazlar ve Allah’ın onlara sunduğu nimetlerden neden infak etmezler ve onları da var edenin, ilmin sahibinin Allah olduğunu neden bilmezler?
-40-
إِنَّ اللّهَ لاَ يَظْلِمُ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ وَإِن تَكُ حَسَنَةً يُضَاعِفْهَا وَيُؤْتِ مِن لَّدُنْهُ أَجْرًا عَظِيمًا
İnnallâhe lâ yazlimu miskâle zerreh ve in teku haseneten yudâıfhâ ve yuti min ledunhu ecran azîmâ
İnne Allah | : muhakkak, şüphesiz, Allah, |
la yazlımu | : yok, vermez, kötülük, zulüm, |
Miskâle zerretin | : zerre kadar, ölçü, ağırlık, miktar, kadar |
ve ın teku hasenet | : eğer, olur, iyi ameller, hayr, faydalı, |
yudaıf ha | : kat kat, fazla |
ve yuti min ledun hu | : verir, sunar, katından, ona ait, o katındaki hakikatler |
Ecran azîmen | : karşılık, büyük, yüce karşılık |
40- Şüphesiz Allah zerre kadar kötülük vermez. İyi amellerde olanlara kat kat karşılıklar vardır ve O, kendine ait olan yüce karşılıkları her zaman verir.
-41-
فَكَيْفَ إِذَا جِئْنَا مِن كُلِّ أمَّةٍ بِشَهِيدٍ وَجِئْنَا بِكَ عَلَى هَؤُلاء شَهِيدًا
Fe keyfe izâ cinâ min kulli ummetin bi şehîdin ve cinâ bike alâ hâulâi şehîdâ
fe keyfe iza cina | : nasıl, olduğu zaman, getirme, geldi, ortaya çıktı |
min kulli ummet | : hepsi, bütün hepsi, ümmet, topluluk, |
bi şehid | : şahit, tanık olan, bilen, hazır olan |
ve cina bike | : getirdik, geldin, ortaya çıktın, biz, sen, |
alâ haulai şehiden | : için, karşı, üzerine, onlara, tanık, bilen, |
41- Bütün ümmetlerden hakikatlerimize tanık olanlar ortaya çıktı. Sen de onlara hakikatlerimizi anlatmak için ortaya çıktın.
-42-
يَوْمَئِذٍ يَوَدُّ الَّذِينَ كَفَرُواْ وَعَصَوُاْ الرَّسُولَ لَوْ تُسَوَّى بِهِمُ الأَرْضُ وَلاَ يَكْتُمُونَ اللّهَ حَدِيثًا
Yevme izin yeveddullezîne keferû ve asavur resûle lev tusevvâ bihimul ardu ve lâ yektumûnallâhe hadîsâ
yevme izin yeveddu | : vakit, her an, yetkili olan, istemek, temenni, dilek |
Ellezine keferu | : o kimseler, hakikatleri örtenler |
ve asavû | : karşı çıkma, kabul etmeme, asi, |
el resul | : resul, hakikati gösteren, hakikatleri anlatan, |
Lev tusevvâ bihim | : eğer, keşke, adil, eşit, doğru, onları, |
el ardu | : yeryüzü, toprak, beden, |
ve lâ yektumûne | : yok, gizlemek, saklamak |
Allâh hadisen | : Allah, sözler, olaylar, tecelliler, |
42- Her an her yerde yetkili olanı anlamayı isteselerdi, hakikatleri görmemezlikten gelip örten kimselerden olmazlardı ve Resule karşı çıkmazlardı. Eğer onlar yeryüzünde adaleti, eşitliği anlasalardı, Allah’ın tecellilerini yok saymazlardı
-43-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تَقْرَبُواْ الصَّلاَةَ وَأَنتُمْ سُكَارَى حَتَّىَ تَعْلَمُواْ مَا تَقُولُونَ وَلاَ جُنُبًا إِلاَّ عَابِرِي سَبِيلٍ حَتَّىَ تَغْتَسِلُواْ وَإِن كُنتُم مَّرْضَى أَوْ عَلَى سَفَرٍ أَوْ جَاء أَحَدٌ مِّنكُم مِّن الْغَآئِطِ أَوْ لاَمَسْتُمُ النِّسَاء فَلَمْ تَجِدُواْ مَاء فَتَيَمَّمُواْ صَعِيدًا طَيِّبًا فَامْسَحُواْ بِوُجُوهِكُمْ وَأَيْدِيكُمْ إِنَّ اللّهَ كَانَ عَفُوًّا غَفُورًا
Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ takrabûs salâte ve entum sukârâ hattâ talemû mâ tekûlûne ve lâ cunuben illâ âbirî sebîlin hattâ tagtesilû ve in kuntum mardâ ev alâ seferin ev câe ehadun minkum minel gâiti ev lâmestumun nisâe fe lem tecidû mâen fe teyemmemû saîden tayyiben femsehû bi vucûhikum ve eydîkum innallâhe kâne afuvven gafûrâ
yâ eyyuhâ ellezine amenu | : ey iman edenler |
lâ takrabû | : yok, yakınlık, |
el salate | : bağlılık, hakka bağlılık durumu, salât, |
ve entum sukara | : siz, kendinden geçme, sarhoş, kendini anlama |
Hattâ talemu | : hatta, bilmek, bilinceye kadar |
ma tekulune | : söylemeyin, demeyin, konuşmayın, |
ve lâ cunuben | : yok, yan, taraf, ikilik, ayrılık, uzaklık, |
İllâ abiri sebil | : hariç, ancak, aşan, geçen, yolcu, gelip geçen, yol, |
Hattâ tagtesilu | : hatta, oluncaya kadar, temiz, manevi temizlik, arınmak |
ve in kuntum marda | : eğer siz, iseniz, maraz, hasta, rahatsız |
ev alâ seferin | : veya, bir yolculuk içinde, arama, gitme |
ev câe ehadun minkum | : veya, geldi, sundu, bir, tek, sizden |
min el gâitı | : dışkı, pislik, fenalık |
ev lâmestum el nisae | : algı, hissetme, yaklaştınız, dokundunuz, kadın, şehvani |
fe lem tecidû maen | : artık, değil, aramak, bulmak, bulamazsanız, su, bir ilim |
fe teyemmem | : artık, araştırmak, talep etmek, yönelmek, |
Saîden | : seviye, yükselen, saadete eren, mutluluk, |
tayyiben | : temiz, güzel, |
fe imsehû | : sonra, mesh, temizleme, |
bi vucûhi-kum | : yüz, görme, anlayış, gerçekler, siz |
ve eydî-kum | : elleriniz, gücünüz, siz |
İnne Allah kane afuv | : muhakkak, Allah, bağışlayan, af, |
gafur | : mağfiret eden, temizleyen, |
43- Ey iman edenler! Hakk’a bağlılık şuurunuzu yok etmeyin. Siz cehaletin sarhoşluğundan geçip, kendinizi bilinceye kadar bir şey söylemeyin ve ikiliği yok edin. Sadece hakikatin yolunda yol alarak temizlenin. Hasta olduğunuzda ya da bir arayışa çıktığınızda ya da birlik idrakinden fenalığa düştüğünüzde veya şehvani duyguyla yaklaştığınızda, hakikatlerin ilmi ile arının ya da o arınacak ilmi talep edin. O tertemiz huzur veren mutluluğa ulaşın. Bundan böyle siz yüzünüzü hep temiz halde tutun ve sizdeki gücün sahibinin idrakinde durun. Muhakkak ki Allah bağışlayandır, mağfiret edendir.
-44-
أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ أُوتُواْ نَصِيبًا مِّنَ الْكِتَابِ يَشْتَرُونَ الضَّلاَلَةَ وَيُرِيدُونَ أَن تَضِلُّواْ السَّبِيلَ
E lem tera ilâllezîne ûtû nasîben minel kitâbi yeşterûned dalâlete ve yurîdûne en tedıllus sebîl
E lem tere ila ellezine | : görmedin mi, o kimseleri |
utu nasib min | : verildi, sunulan, nasip, hisse, |
el kitab | : hakikatlerin sözler, kitap, hakka ait bilgiler, |
Yeşterune | : satın almak, değiştiriyorlar, sapıyorlar |
ed dalâlete | : dalalet, cehalete yönelmek, |
ve yurîdûne en tedal | : istiyorlar, dalalet, hakikatlerden sapmak, |
el sebil | : hakkın yolu |
44- Hakikatlerin sözleri sunulan kimselerden kendilerine pay çıkaranları görmedin mi?
Onlar dalalete sapıyorlar ve onlar hakkın yolundan dalalete sapmanızı istiyorlar.
-45-
وَاللّهُ أَعْلَمُ بِأَعْدَائِكُمْ وَكَفَى بِاللّهِ وَلِيًّا وَكَفَى بِاللّهِ نَصِيرًا
Vallâhu alemu bi adâikum ve kefâ billâhi veliyyen ve kefâ billâhi nasîrâ
ve allah alemu | : Allah, ilmin sahibidir, ilmiyle var eden, bilen, |
bi adai kum | : ile, düşman, düşmanlık yapan, siz |
ve kefâ bi Allah veliyyen | : kâfi, yeterli, Allah, dost, |
ve kefâ bi Allah nasiran | : kâfi, yeter, Allah, yardımcı |
45- Allah ilmin sahibidir. Siz bir düşmanlık içinde olmayın. Dost olarak Allah kâfidir ve yardımcı olarak Allah kâfidir.
-46-
مِّنَ الَّذِينَ هَادُواْ يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ عَن مَّوَاضِعِهِ وَيَقُولُونَ سَمِعْنَا وَعَصَيْنَا وَاسْمَعْ غَيْرَ مُسْمَعٍ وَرَاعِنَا لَيًّا بِأَلْسِنَتِهِمْ وَطَعْنًا فِي الدِّينِ وَلَوْ أَنَّهُمْ قَالُواْ سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا وَاسْمَعْ وَانظُرْنَا لَكَانَ خَيْرًا لَّهُمْ وَأَقْوَمَ وَلَكِن لَّعَنَهُمُ اللّهُ بِكُفْرِهِمْ فَلاَ يُؤْمِنُونَ إِلاَّ قَلِيلاً
Minellezîne hâdû yuharrifûnel kelime an mevâdııhî ve yekûlûne semi’nâ ve asaynâ vesma gayra musmeın ve râınâ leyyen bi elsinetihim ve tanan fîd dîn ve lev ennehum kâlû seminâ ve atanâ vesma venzurnâ le kâne hayran lehum ve akvem ve lâkin leanehumullâhu bi kufrihim fe lâ yuminûne illâ kalîlâ
min ellezîne hadu | : o kimseler, yalnız biz yol gösteririz diyenler |
Yuharrifûne el kelime | : tahrif ederler, bozarlar, anlamlarını değiştirir, kelime |
an mevâdıı-hi | : olduğu anlamdan, asıl mana, onun konulduğu yerden |
ve yekûlûne semina | : diyorlar, biz işittik |
ve asaynâ | : karşı gelme, üstün, baş kaldıran, isyan, biz, |
ve isma gayr musmein | : işit, duymak, başka, değil, olmayan, işiten |
ve râınâ | : bizi izle, bize bak, bekletmek, mühlet vermek |
Leyyen bi elsineti-him | : süslü konuşma, eğip bükerek, mülayim, dillerini, onlar |
ve tanan | : ayıplama, kınama, yerme, |
fi el din | : varlığın yaratılış yasaları, yaratılış incelikleri |
Ve lev enne-hum | : eğer, olması, onların, |
Kâlû semina | : dediler, işittik, dinlemek |
ve atanâ | : biz itaat ettik |
ve isma | : duy, işit |
ve unzurnâ | : bize nazar et, uymak, bakmak |
Le kane hayran lehum | : elbette, oldu, daha hayırlı, onlar için, kendileri için |
ve akveme | : kuvvetli, sağlam, daha iyi, daha doğru |
ve lâkin leane-hum allah | : lakin, işte, Allah’ı idrak edemeyip rahmetten uzaklaşma, |
bi kufri-him | : hakikatleri görmemezlikten gelip örtmek, |
Fe lâ yuminun | : artık, iman etmezler, inanmazlar, |
illa kalilen | : hariç, başka, pek azı |
46- Yalnız biz yol gösteririz diyen o kimseler, hakikatlerin sözlerinin anlamlarını farklı anlamlara döndürürler. Derler ki: Biz işitiriz, biz üstünüz ve bizden başkası hakikatleri duyamaz işitemez. Süslü konuşmalarla, yalnız bizi izleyin, derler. Varlığın yaratılış yasalarını anlamak isteyenleri kınarlar. Eğer onlar bizi dinleselerdi ve itaat etselerdi ve bizi duysalardı ve bize uysalardı, elbette onlar için daha hayırlı ve daha doğru olurdu, derler. İşte bu hallerde olup hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, Allah’ı idrak edemeyip rahmetten uzaklaşırlar, artık onlardan pek azı hariç inanmazlar.
-47-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ أُوتُواْ الْكِتَابَ آمِنُواْ بِمَا نَزَّلْنَا مُصَدِّقًا لِّمَا مَعَكُم مِّن قَبْلِ أَن نَّطْمِسَ وُجُوهًا فَنَرُدَّهَا عَلَى أَدْبَارِهَا أَوْ نَلْعَنَهُمْ كَمَا لَعَنَّا أَصْحَابَ السَّبْتِ وَكَانَ أَمْرُ اللّهِ مَفْعُولاً
Yâ eyyuhâllezîne ûtûl kitâbe âminû bi mâ nezzelnâ musaddikan li mâ meakum min kabli en natmise vucûhen fe neruddehâ alâ edbârihâ ev nelanehum kemâ leannâ ashâbes sebt ve kâne emrullâhi mefûlâ
yâ eyyuhâ ellezine | : ey o kimseler |
Utu el kitâbe | : sunulan, hakikatlerin sözleri, kitap, varlık kitabı |
Aminu bima nezzelna | : inanın, şeylere, sunduğumuz hakikatlere, |
musaddikan | : doğrulayıcı, tastik etme, dosdoğru hareket eden |
li mâ mea kum | : şeyi, olanı, sizinle baraber, birlikte, |
min kabli | : önceden |
En natmise vucûhen | : silmek, yok etmek, tıkamak, yüzler, yönler, anlayışlar |
fe nerudde-hâ | : böylece, çevrilme, ret, onu, |
ala edbari ha | : için, arkası, geçmişi, eski cehalet halleri |
Ev nelane hum | : yada, rahmetten uzaklaşma, onlar, |
kema leana | : gibi, rahmetten uzaklaşmak, |
Ashabe el sebti | : sahip, halk, cumartesi, yasağa uymayan |
ve kâne emr Allah | : oldu, iş, hüküm, işleyiş, Allah, |
mefail | : fail olan, yapılan |
47- Tüm varlığın bir kitap olarak sunulduğunu anlayan ey o kimseler! Her varlıkta sunduğumuz o hakikatlere inanın, doğruluğunu anlayıp dosdoğru hareket edin. Önceden inandığınız o geçmişteki cahil anlayışlarınızı yok edin. Yoksa o yasakları dinlemeyip rahmetten uzaklaşanlar gibi, sizde hakikatleri anlamayıp rahmetten uzaklaşırsınız. Tüm varlığın işleyişinde fâil olan Allah’ı anlayın.
-48-
إِنَّ اللّهَ لاَ يَغْفِرُ أَن يُشْرَكَ بِهِ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذَلِكَ لِمَن يَشَاء وَمَن يُشْرِكْ بِاللّهِ فَقَدِ افْتَرَى إِثْمًا عَظِيمًا
İnnallâhe lâ yagfiru en yuşrake bihî ve yagfiru mâ dûne zâlike li men yeşâu ve men yuşrik billâhi fe kadifterâ ismen azîmâ
İnne Allah la yagfiru | : muhakkak, Allah, yok, mağfiret, |
en yuşrake bihi | : ortak koşulması, ortak koşma durumu, ona, |
ve yagfiru | :temizler, mağfiret eder, |
ma dune | : şey, ne değil, başka, aşağıda, dışında |
Zâlike li men yeşau | : bu, işte bu, kim, kimse için, ister, istek |
Ve men yuşrik bi allâhi | : kim, ortak koşar, kendine varlık inat eder, Allah |
fe kad iftera | : artık, öyleyse, oldu, Allah’a iftira atmak, uydurmak, |
ism azimen | : günah, vebal, fenalık, yüce, ulu, büyük günah, |
48- Ortak koşan kimseler Allah’ın mağfiretini anlayamazlar. Kim onu anlamak isterse, hakikatlerden başkasını görmezse o mağfiret bulur. Kim Allah’ın yüceliğinin yanında kendine varlık isnat ederse, Allah hakkında iftiralarda bulunursa, o büyük günahlarda kalır.
-49-
أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ يُزَكُّونَ أَنفُسَهُمْ بَلِ اللّهُ يُزَكِّي مَن يَشَاء وَلاَ يُظْلَمُونَ فَتِيلاً
E lem tera ilâllezîne yuzekkûne enfusehum belillâhu yuzekkî men yeşâu ve lâ yuzlemûne fetîlâ
e lem tera ilâ ellezine | : görmedin mi? o kimseleri |
yuzekkûne | : tezkiye, anlayış, idrak etmek, temizlenmek, zeka, |
enfuse-hum | : kendilerini, nefs |
Bel Allah yuzekki | : hayır, öyle değil, Allah, tezkiye, temizlenme, |
Men yeşâu | : kim, kimse, isterse, isteyen, |
ve lâ yuzlemûne | : yok, zulüm, haksızlık, kötülük, |
fetilen | : zulüm olunmazlar, kıl kadar, zerre kadar |
49- Nefslerini anlayan, fenalardan temizlenen o kimseleri gördün değil mi? Ancak Allah’ı anlamak isteyen kimseler cehaletten temizlenirler ve onlarda zerre kadar zulüm yoktur.
-50-
انظُرْ كَيفَ يَفْتَرُونَ عَلَى اللّهِ الكَذِبَ وَكَفَى بِهِ إِثْمًا مُّبِينًا
Unzur keyfe yefterûne alâllâhil kezib ve kefâ bihî ismen mubînâ
Unzur keyfe | : bak, gör anla, nasıl, |
yefterune | : iftira, uydurma, ilk defa ortaya atılan asılsız şey |
alâ Allâh | : Allah’a hakkında, |
el kezibe | : yalanlar, uydurulanları yaymak, |
ve kefâ bihi | : kâfidir, yeterli, onunla, onun hakkında, |
ismen mubin | : günah, fenalıklar, apaçık, açık olan, |
50- Allah hakkında nasıl uydurmalar yapıyorlar, o yalanları yayıyorlar gör anla ve apaçık fenalarda kalmayı onlar kâfi görürler.
-51-
أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ أُوتُواْ نَصِيبًا مِّنَ الْكِتَابِ يُؤْمِنُونَ بِالْجِبْتِ وَالطَّاغُوتِ وَيَقُولُونَ لِلَّذِينَ كَفَرُواْ هَؤُلاء أَهْدَى مِنَ الَّذِينَ آمَنُواْ سَبِيلاً
E lem tera ilâllezîne ûtû nasîben minel kitâbi yuminûne bil cibti vet tâgûti ve yekûlûne lillezîne keferû hâulâi ehdâ minellezîne âmenû sebîlâ
e lem tera ila ellezine | : görmedin mi? o kimseleri |
Utu nasiben | : verilen, sunulan, nasip, pay, fayda, |
min el kitâbi | : kitap, hakikatlerin sözleri, bilgiler, |
yuminûne | : iman ediyorlar, inanıyorlar, |
bi el cibti | : putlar, batıl olan şeyler, aslı olmayan şeyler, |
ve et tâgûti | : tagut, hakikatleri bırakıp zanlarını ilah edinenler |
ve yekûlûne | : diyorlar, söylüyorlar |
li ellezine kefer | : diyorlar, hakikatleri görmeyip örtenler |
Hâulâi ehda | : bunlar, daha yakın |
min ellezine amenu sebil | : onlardan, iman eden, inanan, yol, hakkın yolu |
51- Bir fayda bulmaları için, hakikatlerin sözleri sunulan o kimseleri gördün değil mi? Onlar aslı olmayan şeylere, kendi çıkarları için iman ediyorlar ve onlar hakikatleri bırakıp, zanlarını ilah ediniyorlar ve hakikatleri göremeyip örtenler için diyorlar ki: Bunlar iman edenlere göre hakkın yoluna daha yakın olanlardır.
-52-
أُوْلَئِكَ الَّذِينَ لَعَنَهُمُ اللّهُ وَمَن يَلْعَنِ اللّهُ فَلَن تَجِدَ لَهُ نَصِيرًا
Ulâikellezîne leanehumullâh ve men yelanillâhu fe len tecide lehu nasîrâ
Ulâike ellezine | : işte onlar, o kimseler, |
Lenae hum Allâh | : rahmetten uzaklaşma, mahrumiyet, onlar, Allah |
ve men yelani Allah | : kim, Allah’ı anlamayıp rahmetten uzaklaşan |
Fe len tecide nasiran | : artık, değil, olmaz, bulmak, bulamazsın, yardımcı |
52- İşte onlar, Allah’ı anlayamayıp rahmetten uzaklaşanlardır ve kim, Allah’ı anlayamayıp rahmetten uzaklaşırsa, artık onlar bir yardımcı da bulamazlar.
-53-
أَمْ لَهُمْ نَصِيبٌ مِّنَ الْمُلْكِ فَإِذًا لاَّ يُؤْتُونَ النَّاسَ نَقِيرًا
Em lehum nasîbun minel mulki fe izen lâ yutûnen nâse nakîrâ
Em lehum nasibun | : yoksa, onların, nasip, pay, verilen şey |
min el mulki | : sahip, mülk, saltanat, hükümdarlık |
fe izen la yutune | : şayet, öyle olsa, yok, vermek, |
el nâse | : insanlar, |
nakir | : çok küçük, zerre kadar |
53- Yoksa mülkün sahibi onlar mı? Şayet öyle olsaydı, onlar zerre kadar da olsa insanlara bir şey vermezlerdi.
-54-
أَمْ يَحْسُدُونَ النَّاسَ عَلَى مَا آتَاهُمُ اللّهُ مِن فَضْلِهِ فَقَدْ آتَيْنَآ آلَ إِبْرَاهِيمَ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَآتَيْنَاهُم مُّلْكًا عَظِيمًا
Em yahsudûnen nâse alâ mâ âtâhumullâhu min fadlıhî fe kad âteynâ âle ibrâhîmel kitâbe vel hikmete ve âteynâhum mulken azîmâ
em yahsudûne | : yoksa, haset, çekememek, kıskanma, |
el nas | : insanlar |
Ala ma ata hum allah | : sunulan şeylere karşı, vermek, onlar, Allah |
min fadlı-hi | : lütfundan, değerler, fazlından |
fe kad ateyna | : sonra, oysa, olmuştu, verdik, sunduk, |
ale ibrahim | : aile, güç, İbrahim, İbrahim milletinden olanlar, |
El kitab | : kitab, hakikatlerin sözleri |
ve el hikmete | : hikmet, ilahi incelikler, ilahi gaye, |
ve âtey nâ hum | : verdik, sunduk, onlar, o hasetlik içinde olanlar |
mulk | : mülk, saltanat, iktidar, tüm varlık, tüm kainat, |
azim | : yüce olan, yüce sahibi, kararlı olan, |
54- Yoksa insanlar, Allah’ın onlara verdiği lütuflara karşı bir hasetlik içinde mi oluyorlar? İbrahim; tüm varlığı bir kitap olarak sunduğumuzu ve onda hikmetler olduğunu anlayanlardandı. O hasetlik içinde olanlara da tüm varlığın yüce hakikatlerini sunduk.
-55-
فَمِنْهُم مَّنْ آمَنَ بِهِ وَمِنْهُم مَّن صَدَّ عَنْهُ وَكَفَى بِجَهَنَّمَ سَعِيرًا
Fe minhum men âmene bihî ve minhum men sadde anhu. Ve kefâ bi cehenneme saîrâ
Fe minhum men amen bihi | : artık, onlardan, kim, inanır, o hakikatlere, ona |
ve minhum men sad anhu | : onlardan, kim, yüz çevirme, defetmek, red, ondan |
ve kefa bi cehennem | : kâfi, yeterli, cehennem, cehaletin cehennemi, |
sair | : ötekileştirme, öbürü görme, |
55- Onlardan kimi İbrahim’e inandı ve onlardan kimi ondan yüz çevirdi. Cehalet bilişlerini yeterli görenler ötekileştirmede kaldılar.
-56-
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ بِآيَاتِنَا سَوْفَ نُصْلِيهِمْ نَارًا كُلَّمَا نَضِجَتْ جُلُودُهُمْ بَدَّلْنَاهُمْ جُلُودًا غَيْرَهَا لِيَذُوقُواْ الْعَذَابَ إِنَّ اللّهَ كَانَ عَزِيزًا حَكِيمًا
İnnellezîne keferû bi âyâtinâ sevfe nuslîhim nâra kullemâ nadicet culûduhum beddelnâhum culûden gayrahâ li yezûkûl azâb innallâhe kâne azîzen hakîmâ
İnne ellezine keferu | : hakikatleri görmemezlikten gelen, örten, |
bi âyâti-nâ | : ayetlerimiz, işaret, delil, |
Sevfe nusli him | : yakında, geniş, o halde bulunma, girmek, onlar, |
naran | : ateş, yakıcı, yakıp yıkıcı haller, |
Kullemâ nadicet | : hepsi, her defasında, kıvam, olgunluk, vade, |
culûdu-hum | : deri, suret, dış yüz, onlar, onların derileri |
beddelnâ-hum | : onları değiştirdik, |
culud | : cild, suret, dış yüz, deri, |
gayre-hâ | : ondan başkası, başka, değil, |
Li yezuku | : his, tat, gadap, hiddet, o halin içinde olma, hoşluk, |
el azâbe | : sıkıntı, azabı |
İnne Allah kane aziz | : muhakkak, Allah, oldu, yüce, tüm değerler, |
hakim | : hâkim olan, herşeye hâkim olan, |
56- İşaretlerimizi görmemezlikten gelip örtenler, biz suretleri değiştirip durduğumuz halde, onlar her seferinde suretlerde kaldılar. Onlar yakıp, yıkıcı hallere sarıldılar, sıkıntılı haller içinde oldular. Muhakkak ki Allah tüm değerlerin yüce sahibidir, tüm varlığa hâkim olandır.
-57-
وَالَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ سَنُدْخِلُهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا لَّهُمْ فِيهَا أَزْوَاجٌ مُّطَهَّرَةٌ وَنُدْخِلُهُمْ ظِلاًّ ظَلِيلاً
Ve ellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti se nudhıluhum cennâtin tecrî min tahtihâl enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ lehum fîhâ ezvâcun mutahharatun ve nudhıluhum zıllen zalîlâ
Ve ellezine amenu | : iman edenler |
amilû el sâlihâti | : dosdoğru çalışanlar, iyi çalışmalarda olan |
se nudhılu-hum | : dahil olmak, girmek, |
Cennet terci min tahtina | : cennetler, huzur, vardır, akar, makamlarında |
el enhâru | : akıp giden ilim, nehir, |
Hâlidîne fiha ebeden | : devamlı, sürekli, orada, o halde, devamlı, |
Lehum fiha ezvac | : onlar, orada, eş, birlik, aynı yolda olan, |
mutahharatun | : temiz olan, |
ve nudhılu hum | : dahil olmak, girmek, onlar, |
zıllen zalil | : gölge, koruma, sahip çıkma, koruyucu |
57- İman edenler ve dosdoğru hak yolunda çalışanlar; onlar makamlarında bir ilim üzeredirler, huzura dahil olurlar, devamlı o haldedirler, onlar fenalardan temizlenip tüm varlığın birliğinin kemalatındadırlar ve onlar koruyucunun korumasına dahil olmuşlardır.
-58-
إِنَّ اللّهَ يَأْمُرُكُمْ أَن تُؤدُّواْ الأَمَانَاتِ إِلَى أَهْلِهَا وَإِذَا حَكَمْتُم بَيْنَ النَّاسِ أَن تَحْكُمُواْ بِالْعَدْلِ إِنَّ اللّهَ نِعِمَّا يَعِظُكُم بِهِ إِنَّ اللّهَ كَانَ سَمِيعًا بَصِيرًا
İnnallâhe yemurukum en tueddûl emânâti ilâ ehlihâ ve izâ hakemtum beynen nâsi en tahkumû bil adl innallâhe niımmâ yeızukum bihî innallâhe kâne semîan basîrâ
İnne Allah yemr kum | : muhakkak, Allah, iş, emir, hüküm, siz |
en tueddû | : iade, teslim etmeniz, vermeniz, |
el emanet | : emanet, hakk bilgileri, değerler, |
İlla ehli-hâ | : ancak, sadece, onun ehli, sahibi |
Ve iza hakemtum | : olduğunda, hakem, hakkı batılı bildiren, siz |
Beyne el nas | : arasında, insanlar |
en tahkumû bi el adli | : hükmetmeniz, karar, adalet ile |
İnne Allâh niımma | : muhakkak, Allah, güzel, |
yeızu-kum bihi | : bildiren, vaaz, öğüt, hakikatlerle, onunla |
İnne Allah kane semia | : muhakkak, Allah, oldu, işittiren, |
basir | : gördüren |
58- Allah’ın size hükmüdür: Emanetleri sadece ehline verin. Siz insanlar arasında hakk olanı ve batıl olanı bildireceğiniz zaman, adalet üzere bildirin. Muhakkak ki Allah hakikatleri en güzel bir şekilde bildirir. Muhakkak ki Allah işittirendir, gördürendir.
-59-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ أَطِيعُواْ اللّهَ وَأَطِيعُواْ الرَّسُولَ وَأُوْلِي الأَمْرِ مِنكُمْ فَإِن تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللّهِ وَالرَّسُولِ إِن كُنتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ ذَلِكَ خَيْرٌ وَأَحْسَنُ تَأْوِيلاً
Yâ eyyuhâllezîne âmenû atîûllâhe ve atîûr resûle ve ulil emri minkum fe in tenâza’tum fî şeyin fe ruddûhu ilâllâhi ver resûli in kuntum tuminûne billâhi vel yevmil âhir zâlike hayrun ve ahsenu tevîlâ
yâ eyyuhâ ellezine amenu | : ey iman edenler |
Atîû Allah | : itaat edin, uyun, Allah, |
atiu el resul | : uyun, itaat edin, resül, hakikati bildiren, |
ve uli el emri min kum | : sahip, bilgili, idareciler, iş, hükümleri bilen, sizden |
Fe in tenâzatum fi şeyin | : artık, anlaşmazlığa, ihtilâfa düştünüz, bir şey hakkında |
Fe ruddû-hu ila Allah | : artık, bakın, orda arayın, Allah |
ve el resûli | : resule, hakikati gösteren, bildiren, |
in kuntum tuminu bi allah | : eğer siz, iseniz, iman eden, Allah |
ve el yevmi el âhiri | : sonunuza, son güne |
Zâlike hayrun | : bu, işte bu, hayırlı, |
ve ahsenu tevil | : güzel, yorum, tevil |
59- Ey iman edenler! Allah’a itaat edin ve resule uyun ve sizden hakikatlerin hükümlerini bilen kimselere de uyun. Bundan böyle bir şey hakkında ihtilafa düşerseniz, artık onun hakikatini Allah’ta arayın ve resul’ü anlayın. Eğer siz Allah’a iman ederseniz ve sonunuza inanırsanız, işte bu sizin için daha hayırlıdır ve hakikatleri yorumlamanız da daha güzel olur.
-60-
أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ يَزْعُمُونَ أَنَّهُمْ آمَنُواْ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنزِلَ مِن قَبْلِكَ يُرِيدُونَ أَن يَتَحَاكَمُواْ إِلَى الطَّاغُوتِ وَقَدْ أُمِرُواْ أَن يَكْفُرُواْ بِهِ وَيُرِيدُ الشَّيْطَانُ أَن يُضِلَّهُمْ ضَلاَلاً بَعِيدًا
E lem tera ilâllezîne yezumûne ennehum âmenû bimâ unzile ileyke ve mâ unzile min kablike yurîdûne en yetehâkemû ilât tâgûti ve kad umirû en yekfurû bihî ve yurîduş şeytânu en yudıllehum dalâlen baîdâ
E lem tera ila ellezine | : görmedin mi? gördün değil mi, onları |
yezumûne | : zannediyorlar, zanda kalma |
enne-hum amenu | : olduğunu, onlar, iman eden, inanan |
bi-mâ unzile ileyke | : şeye, indirilen, sunulan, ulaştığın, sen |
ve mâ unzile | : indirilen, sunulan, ulaşılan şey, |
min kabl ke | : senden önce |
Yuridune en yetehâkemû | : isterler, irade, hükmetmeyi isterler, |
ilâ et tâgûti | : azma, sapma, kendi zanlarını ilah edinen |
ve kad emr | : oldu, iş, işleyiş, hüküm, emr, |
en yekfur bihi | : hakiketleri örtenler, onu, hakikatleri, |
ve yuridu el şeytan | : ister, istiyor, şeytani haller, tüm kötü haller |
en yudılle-hum | : dalalete düşen, saptıran, kendi anlayışına sapan, |
Dalâlen baiden | : dalalet, hakikatlerden sapma, uzaklaşma |
60- Senin ulaştığın hakikatlere ve senden öncekilerin ulaştığı hakikatlere inandığını zannedenleri gördün değil mi? Allah’a kul olduğunu sanıp, kendi zanlarını ilah edinenler, kendi zanlarıyla hükmetmeyi isterler ve onlar işleyişin hakikatlerini görmemezlikten gelip örterler ve onlar hakikatlerden uzaklaşıp kendi anlayışlarına saparlar, tüm şeytani halleri isterler.
-61-
وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ تَعَالَوْاْ إِلَى مَا أَنزَلَ اللّهُ وَإِلَى الرَّسُولِ رَأَيْتَ الْمُنَافِقِينَ يَصُدُّونَ عَنكَ صُدُودًا
Ve izâ kîle lehum teâlev ilâ mâ enzelallâhu ve ilâr resûli raeytel munâfıkîne yesuddûne anke sudûdâ
ve izâ kile lehum tealev | : dediğinde, dediğin zaman, onlara, haydi gelin |
İlâ ma enzele Allah | : sunduğu şeylere, indirdiği, hakikatlere, Allah |
ve ilâ el resul | : resulun anlattığına |
Raeyte | : görürsün, anlarsın, |
el munâfıkîne | : münafıklık, ikiyüzlüler, inanmış gibi görünen |
Yasuddûne anke sudud | : yüz çevirmek, geri çevirmek, senden, itmek, reddetmek |
61- Onlara, Allah’ın hakikatlerine ve resulün anlattıklarına haydi gelin uyun dediğin zaman, inanmış gibi görünenlerin; hakikatlerden ve senden yüz çevirdiklerini görürsün.
-62-
فَكَيْفَ إِذَا أَصَابَتْهُم مُّصِيبَةٌ بِمَا قَدَّمَتْ أَيْدِيهِمْ ثُمَّ جَآؤُوكَ يَحْلِفُونَ بِاللّهِ إِنْ أَرَدْنَا إِلاَّ إِحْسَانًا وَتَوْفِيقًا
Ve keyfe izâ esâbethum musîbetun bimâ kaddemet eydîhim summe câûke yahlıfûne billâhi in eradnâ illâ ihsânen ve tevfîkâ
Fe keyfe iza | : bundan sonra, nasıl, olduğunda |
esâbet-hum | : isabet, değen, başına gelen, onlar, |
musibet | : sıkıntı, zararlı olan, müşkül, afet, bela, felaket |
Bima kaddemet eydihim | : sebeb, şeyler, takdim etti, yaptı, elleriyle, kendileri |
Summe cau-ke | : sonra, sana geldiler |
Yahlıfûne bi Allah | : yemin ederler, Allah |
in eredna | : sadece, istedik |
İllâ ihsan | : sadece, iyilik ihsan, uygun, başarı, |
ve tevfika | : birleştirme, birlik |
62- Kendi yaptıkları şeyler sebebiyle, bir zarar başlarına geldikten sonra sana gelirler, Allah’a yemin ederler, biz sadece iyilik ve birlik olsun istedik, derler.
-63-
أُولَئِكَ الَّذِينَ يَعْلَمُ اللّهُ مَا فِي قُلُوبِهِمْ فَأَعْرِضْ عَنْهُمْ وَعِظْهُمْ وَقُل لَّهُمْ فِي أَنفُسِهِمْ قَوْلاً بَلِيغًا
Ulâikellezîne yalemullâhu mâ fî kulûbihim fe arıd anhum vaızhum ve kul lehum fî enfusihim kavlen belîgâ
Ulâike ellezine | : işte o kimseler, |
Yalemu Allah | : bilmek, ilmin sahibi, Allah |
Ma fi kulûbi-him | : şey, ne, değil, kalplerinde, |
Fe arıd anhum | : artık, uzak dur, ret, onlardan |
Vaız hum | : anlat, vaaz, öğüt, onlar |
ve kul lehum | : ve de, söyle, anlat, onlara |
fî enfusi-him | : nefs, kendilerindeki, enfuslarındaki, onlar, |
kavlen beliga | : söz, hakikatler, apaçık |
63- İşte o kimselerin Allah’ı bilme konusunda kalblerinde bir şey yoktur. Artık öyle kimselerden uzak dur. Onlara öğüt ver ve onlara kendilerindeki apaçık hakikatleri anlat.
-64-
وَمَا أَرْسَلْنَا مِن رَّسُولٍ إِلاَّ لِيُطَاعَ بِإِذْنِ اللّهِ وَلَوْ أَنَّهُمْ إِذ ظَّلَمُواْ أَنفُسَهُمْ جَآؤُوكَ فَاسْتَغْفَرُواْ اللّهَ وَاسْتَغْفَرَ لَهُمُ الرَّسُولُ لَوَجَدُواْ اللّهَ تَوَّابًا رَّحِيمًا
Ve mâ erselnâ min resûlin illâ li yutâa bi iznillâh Ve lev ennehum iz zalemû enfusehum câûke festagferûllâhe vestagfera lehumur resûlu le vecedûllâhe tevvâben rahîmâ
Ve mâ ersel nâ | : açığa çıkmadı, irsal, göndermedik, biz, hakikatimiz, |
min resûlin illa | : bir resul, hakikati gösteren, den başka, sadece, ancak, |
Li yutâa | : için, itaat, uymak, |
bi izni Allahi | : izin, ruhsat, icazet, yetki, Allah |
ve lev enne hum | : velev ve eğer, olsa, onlar |
İz zalemû | : zulmettikleri zaman, haksızlık, kötülük, adaletsizlik |
enfuse-hum | : onların nefsleri, kendileri, kendilerini bilemeyip |
câû-ke | : sana geldiler |
Fe istagferû allah | : böylece bağışlanma, istiğfar, arınmak, Allah |
Vestagfera | : bağışlanma, istiğfar, arınmak, |
Lehum el resulu | : onlar, onlara, resul, hakikati anlatan, |
le vecedû | : bulmak için, bulacaklar için, yol göster, olması için anlattı |
Allah tevvaben | : Allah, tövbeleri kabul eden, dönmek, hiçlik, |
rahim | : rahim olan, varlığı özünden var eden, |
64- Bir Resul; her şeyde yetkili olan Allah’ın hükümlerine itaat etmek, hakikatlerimizi anlatmaktan başka bir şey için açığa çıkmadı. Onlar nefislerini anlamayıp, kötülükler içinde olduklarını anladıklarında sana geldiler. Allah’ın bağışlamasından bağışlanma istediler. Elbette onların hakikatlere yol bulmaları için resul: Allah, hatalarını anlayıp dönenleri kabul edendir, tüm varlığı özünden var edendir, diyerek hakikatleri anlattı.
-65-
فَلاَ وَرَبِّكَ لاَ يُؤْمِنُونَ حَتَّىَ يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ لاَ يَجِدُواْ فِي أَنفُسِهِمْ حَرَجًا مِّمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُواْ تَسْلِيمًا
Fe lâ ve rabbike lâ yuminûne hattâ yuhakkimûke fîmâ şecera beynehum summe lâ yecidû fî enfusihim haracen mimmâ kadayte ve yusellimû teslîmâ
fe lâ | : artık, yok, hayır, |
ve rabbi-ke | : rabbin, seni vücudlandıran, |
la yuminune | : iman etmezler, inanmazlar |
Hatta yuhakkimû-ke | : hatta, hakkı batılı ayıran, hâkim olan, hükümler, sen |
Fi ma şecere | : içinde, şey, ne, değil, soy, aslı, kaynak, |
beynehum | : aralarında, onlar |
Summe la yecidu | : sonra, yok, bulmak, anlatmak, |
fî enfusi-him | : kendi nefslerinde, kendilerinde, |
haracen | : darlık, sıkıntı, müşkül |
mimmâ kadeyta | : şeyden, hangi, olan, uygulama, hüküm, tavsiye, yapmak, |
ve yusellimû | : barış huzur üzere olan, |
teslimen | : teslim olan, hakikatlere teslim olmak, tanımak, bilmek, |
65- Hayır, onlar senin anlattığın Rabbe inanmazlar, hatta senin hâkim olduğun konulara, kendi aralarında, aslı yok derler. Sonra onlar kendilerindeki müşkülleri yok edemezler ve onlar hakikatlere teslim olmadıkça, barış ve huzur üzere olamazlar.
-66-
وَلَوْ أَنَّا كَتَبْنَا عَلَيْهِمْ أَنِ اقْتُلُواْ أَنفُسَكُمْ أَوِ اخْرُجُواْ مِن دِيَارِكُم مَّا فَعَلُوهُ إِلاَّ قَلِيلٌ مِّنْهُمْ وَلَوْ أَنَّهُمْ فَعَلُواْ مَا يُوعَظُونَ بِهِ لَكَانَ خَيْرًا لَّهُمْ وَأَشَدَّ تَثْبِيتًا
ve lev ennâ ketebnâ aleyhim enıktulû enfusekum evihrucû min diyârikum mâ fealûhu illâ kalîlun minhum ve lev ennehum fealû mâ yûazûne bihî le kâne hayran lehum ve eşedde tesbîtâ
ve lev enna ketebna | : eğer, olsaydı, yazdık, hakikatlerimiz, |
aleyhim | : onlara, üzerlerinde, kendilerinde, |
En ektulu | : olmak, yazık etmek, mahv etmek, öldürmek, |
enfus kum | : nefs, kendiniz, siz |
Ev uhrucû | : ya da, çıkın, dışarı, uzak tutmak, uzak durmak, |
min diyar kum | : yurt, ev, bulunduğunuz yer |
mâ fealû-hu | : onu yapmadılar |
İllâ kalilun minhum | : ancak, sadece, pek azı, biraz, onlardan |
Ve lev enne-hum | : eğer, olması, onlar, |
fealu | : fail olan, işleyen, çalışmak, yapan, |
Ma yûazûne bihi | : şey, ne, değil, vaaz, öğüt, hakikatin anlatılması, onunla |
Le kane hayran lehum | : elbette, oldu, hayır, iyi olan, onlar için, kendileri için |
ve eşedde | : daha fazla, şiddetli, daha güçlü, daha iyi, |
tesbiten | : sağlamlık, kati olarak anlamak, saptama, aslını bulmak, |
66- Eğer onlar kendilerindeki hakikatlerimizi anlasalardı ya da bulundukları yerlerde hakikatlerden uzak durmasalardı, kendilerine yazık etmezlerdi. Ancak onlardan az bir kısmı hariç bunu yapmadılar. Eğer onlar bunu yapsalardı, onlara sunulan öğütlerden faydalansalardı, elbette onlar için iyi olurdu ve hakikatleri daha iyi tesbit ederlerdi.
-67-
وَإِذاً لَّآتَيْنَاهُم مِّن لَّدُنَّا أَجْراً عَظِيمًا
Ve izen le âteynâhum min ledunnâ ecran azîmâ
ve izen le âteynâ-hum | : olsaydı, verdik, sunduk, onlara sunduğumuz |
min ledun-nâ | : katımızdan, bize ait, |
Ecran azimen | : ecir, karşılık, hakikat, yüce karşılık, kararlı, |
67- Böylelikle onlara sunduğumuz, Bize ait olan yüce hakikatleri elbette anlarlardı.
-68-
وَلَهَدَيْنَاهُمْ صِرَاطًا مُّسْتَقِيمًا
Ve le hedeynâhum sırâtan mustekîmâ
ve le hedeynâ-hum | : elbette, mutlaka, yol bulmak, hidayet, biz, onlar |
sırâtan mustekîmen | : Sıratı Mustakîm, dosdoğru hakikatlerin yolu, hak yolu |
68- Ve elbette onlar dosdoğru hakikatin yolu olan Bize yol bulurlardı.
-69-
وَمَن يُطِعِ اللّهَ وَالرَّسُولَ فَأُوْلَئِكَ مَعَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللّهُ عَلَيْهِم مِّنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاء وَالصَّالِحِينَ وَحَسُنَ أُولَئِكَ رَفِيقًا
Ve men yutiıllâhe ver resûle fe ulâike meallezîne enamellâhu aleyhim minen nebiyyîne ves sıddîkîne veş şuhedâi ves sâlihîn ve hasune ulâike rafîkâ
ve men yutıa allah | : kim, itaat, uymak, Allah |
ve el resûle | : resul, hakikati gösteren, |
Fe ulaike mea ellezine | : o takdirde, işte onlar, beraber, birlikte, o kimseler |
Ename | : nimet, sıfatlar, tüm varlık, mahlûkat, |
Allah aleyhim | : Allah, kendilerine, onlara, üzerlerinde |
min en nebiyyîne | : nebiler, haber veren, hakikatleri bildiren, |
ve el sıddîkîne | : sadık, dürüst olan, dosdoğru olan, sıddıklar |
ve el şuhedâi | : tanık, bilen, has olan, şehitler |
ve el salihine | : Salihler, iyi insan, faydalı çalışmalarda olan |
ve hasune | : güzel çalışmalarda olan, halis olan, |
Ulâike refikan | : işte onlar, arkadaş, yoldaş, aynı yolda, aynı amaçta |
69- Kim Allah’a itaat eder ve o resulü anlarsa, işte onlar kendilerindeki Allah’ın sıfatlarını anlayanlardır ve o kimseler; hakikatleri bildirenlerle ve dosdoğru hareket edenlerle ve bilenlerle ve iyi çalışmalarda olanlarla ve güzel haller içinde olanlarla, bir birlik içindedirler ve işte onlar, aynı amaçta birleşenlerdir.
-70-
ذَلِكَ الْفَضْلُ مِنَ اللّهِ وَكَفَى بِاللّهِ عَلِيمًا
Zâlikel fadlu min allâh ve kefâ bi allâhi alîmâ
Zâlike el fadlu min allah | : işte bu, fazl, lütüf, ihsan, Allah |
ve kefâ bi Allah | : kâfi, yeterli, yetişen, Allah, |
alimen | : ilmin sahibi, bilmek |
70- İşte bu Allah’ın lütuflarıdır. İlmin sahibi olan Allah, hakikatleri anlamak için kâfidir.
-71-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ خُذُواْ حِذْرَكُمْ فَانفِرُواْ ثُبَاتٍ أَوِ انفِرُواْ جَمِيعًا
Yâ eyyuhâllezîne âmenû huzû hızrakum fenfirû subâtin evinfirû cemîâ
yâ eyyuhâ ellezine amenu | : ey iman edenler |
Huzu hızra-kum | : almak, sarılmak, edinmek, önlem, tetbir, |
Fe infiru subâtin | : artık, nefer, tek, istikrar, kararlılık, denge |
Ev ınfiru cemian | : veya, ya da, birlik, topluca |
71- Ey iman edenler! Siz tedbirinizi alın. Ya tek olarak istikrarlı olun ya da hep birlikte hareket edin.
-72-
وَإِنَّ مِنكُمْ لَمَن لَّيُبَطِّئَنَّ فَإِنْ أَصَابَتْكُم مُّصِيبَةٌ قَالَ قَدْ أَنْعَمَ اللّهُ عَلَيَّ إِذْ لَمْ أَكُن مَّعَهُمْ شَهِيدًا
Ve inne minkum le men le yubattienn fe in esâbetkum musîbetun kâle kad enamallâhu aleyye iz lem ekun meahum şehîdâ
ve inne minkum | : muhakkak ki, sizden, sizler |
Le men le yubattienne | : elbette, kim, kimse, yavaş davranmak |
Fe in esâbet-kum | : sonra, eğer, isabet etti, değdi, siz, |
musibet | : zarar, sıkıntı, eziyet, kötülük, müşkül, |
Kale kad enam | : dedi, oldu, nimet, sıfatlar, mahlûkat, tüm varlık, |
Allah aleyye | : Allah, bana, üzerimde, kendimde, |
İz lem ekun mea hum | : o zaman, fakat, ben olmadım, onlarla beraber, |
şehid | : tanık, bilen, şahit olan, has olan, anlayan, |
72- Sizlerden bazı kimseler elbette yavaş davranır tembellik ederler. Sonra size bir sıkıntı isabet etse; Allah’ın tüm mahlûkattaki hakikatleri banada sunuldu, fakat ben hakikatleri anlayanlarla beraber olmadım, dersiniz.
-73-
وَلَئِنْ أَصَابَكُمْ فَضْلٌ مِّنَ الله لَيَقُولَنَّ كَأَن لَّمْ تَكُن بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُ مَوَدَّةٌ يَا لَيتَنِي كُنتُ مَعَهُمْ فَأَفُوزَ فَوْزًا عَظِيمًا
Ve le in esâbekum fadlun minallâhi le yekûlenne ke en lem tekun beynekum ve beynehu meveddetun yâ leytenî kuntu meahum fe efûze fevzen azîmâ
ve le in esabe kum | : gerçekten, elbette eğer, isabet, anlama, temas, siz |
Fadlun min Allâh | : lütuf, nimet, fazilet, sıfatlar, Allah’tan |
le yekûlenne | : mutlaka, elbette, der, söyler |
Ke en lem tekun | : gibi, sanki, olmadı, olmamış |
beyne-kum | : sizinle arasında, sizin aranızda |
ve beyne-hu meveddet | : onun arasında, dostluk, sevgi, muhabbet, samimiyet |
ya leyteni kuntu mea hum | : keşke ben, oldum, onlarla beraber, birlikte |
Fe efuze fevz azim | : artık, böylece, kazanmak, kurtuluş, başarı, yüce, |
73- Eğer siz Allah’ın lütuflarını anlarsanız, elbette dersiniz ki: Onunla kendi aramdaki sevgi bağını anlayamamışım, keşke ben de daha önce o hakikatleri anlayanlarla birlikte olsaydım, böylece o yüce kurtuluşu kazananlardan olsaydım.
-74-
فَلْيُقَاتِلْ فِي سَبِيلِ اللّهِ الَّذِينَ يَشْرُونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا بِالآخِرَةِ وَمَن يُقَاتِلْ فِي سَبِيلِ اللّهِ فَيُقْتَلْ أَو يَغْلِبْ فَسَوْفَ نُؤْتِيهِ أَجْرًا عَظِيمًا
Felyukâtil fî sebîlillâhillezîne yeşrûnel hayâted dunyâ bil âhirah ve men yukâtil fî sebîlillâhi fe yuktel ev yaglib fe sevfe nutîhi ecran azîmâ
Fe li yukatil | : artık, mücadele, gayret, mahv eden, yazık eden, |
fî sebîli allah | : yolda, yolunda, hakikatler, Allah |
Ellezîne yeşrune | : onlar, şartlar, gerçekler, almak, takas, feda etmek |
el hayâte el dunya | : dünya hayatı, yaşam, |
bi el âhirati | : sonları, ahiret, sonunda, |
ve men yukatil | : kim, gayret, mücadele, yazık etmek, mahv etmek, |
fi sebil allah | : yol, hakikatlerin yolu, Allah, |
Fe yuktel | : artık, ölür, kaybeder, başarılı olamaz, |
ev yaglib | : ya da başarır, galip gelmek, kazanmak, |
Fe sevfe nuti hi | : artık, yakında, olur, vermek, kavuşmak, o, |
ecr azim | : karşılık, yüce |
74- Bundan böyle Allah yolunda hakikatleri anlamak için gayret göstersinler, sonlarını düşünerek dünya hayatının gerçeğini anlamak için mücadele eden kimselerden olsunlar ve kim Allah yolunda hakikatleri anlamak için gayret gösterirse; hakikatleri anlama yolunda başarılı olsa da veya başarılı olamasa da, artık onlar kendi anlayışları nispetince karşılık bulurlar.
-75-
وَمَا لَكُمْ لاَ تُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَالْمُسْتَضْعَفِينَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنِّسَاء وَالْوِلْدَانِ الَّذِينَ يَقُولُونَ رَبَّنَا أَخْرِجْنَا مِنْ هَذِهِ الْقَرْيَةِ الظَّالِمِ أَهْلُهَا وَاجْعَل لَّنَا مِن لَّدُنكَ وَلِيًّا وَاجْعَل لَّنَا مِن لَّدُنكَ نَصِيرًا
Ve mâ lekum lâ tukâtilûne fî sebîlillâhi vel mustadafîne miner ricâli ven nisâi vel vildânillezîne yekûlûne rabbenâ ahricnâ min hâzihil karyetiz zâlimi ehluhâ vecal lenâ min ledunke veliyyâ vecal lenâ min ledunke nasîrâ
ve mâ lekum | : değil, şey, ne, siz, |
lâ tukâtilûne | : yok, mücadele, gayret, |
fî sebîli allâh | : Allah’ın yolunda, |
ve el mustadafîne | : güçsüz, zayıf olanlar |
min el ricali | : erkeklerden, ileri gelen, ehil kimseler |
ve en nisâi | : kadınlar, nefsini anlama yolunda olanlar |
ve el vildâni | : yeni doğmuş, evlatlar, çocuklar, kul, köle |
Ellezine yekulune Rabbena | : o kimseler, diyorlar, rabbimiz |
ahric-nâ min hazihi | : bizi çıkar, dışarı, bundan |
el karyeti | : belde, bulundukları yer, |
el zalim | : zalimlik, kötülük, |
ehl ha | : onun halkı, ahalisi, ehli olan, bilgili olan, |
ve ical lena min ledun ke | : yap, eyle, bize, senin katından, sana ait, |
veliyyen | : bir veli, dost |
ve ical lena ledun ke | : yap, eyle, bize, senin katından, sana ait, |
nasir | : yardımcı |
75- Sizler; Allah yolunda hakikatleri arayan erkek ya da kadın ya da çocuk ya da bir zayıflık içinde olanlara, onların hakikatleri anlamaları için gayret göstermemezlik yapmayın. O kimseler: Rabbimiz! Bizi kötülüklerin bulunduğu yerlerden çıkar ve bize, sana ait olan hakikatleri anlatacak bir dost ver ve sana ait hakikatleri anlamamıza yardımcı olacak birini gönder, diye söylerlerken, onlara yardım etmemezlik yapmayın.
-76-
الَّذِينَ آمَنُواْ يُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَالَّذِينَ كَفَرُواْ يُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ الطَّاغُوتِ فَقَاتِلُواْ أَوْلِيَاء الشَّيْطَانِ إِنَّ كَيْدَ الشَّيْطَانِ كَانَ ضَعِيفًا
Ellezîne âmenû yukâtilûne fî sebîlillâh vellezîne keferû yukâtilûne fî sebîlit tâgûti fe kâtilû evliyâeş şeytân inne keydeş şeytâni kâne daîfâ
Ellezîne amenu | : iman edenler, inananlar, emin olan, |
Yukâtilûne | : gayret, mücadele, yazık, mahv, savaş, öldürmek, |
fi sebil Allah | : yolunda, hakikatler yolunda, Allah, |
ve ellezîne kefer | : hakikatleri örtenler, |
yukatilun | : yazık eden, mahv olmak, öldürmek |
Fi sebil | : içinde, yolunda, |
et tâgûti | : tagut, şeytan, zannını ilah edinen, batıla inanan, |
Fe katılu | : artık, yazık etmek, mahv, öldürme, katletmek, |
evliyâe el şeytan | : dostlar, şeytani haller |
İnne keyde | : muhakkak, hile, tuzak, kötülük, oyun, |
el şeytan | : şeytani haller, tüm kötülük halleri, |
Kane daîfen | : oldu, zayıf, kuvvetsiz |
76- İman edenler, Allah yolunda hakikatleri anlamak, anlatmak için gayret gösterirler. Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler ise, Allah’a kul olduğunu zannedip kendi zanlarını ilah edinme yolunda olurlar, sonra da şeytani halleri dost edinip kendilerine yazık ederler. Elbette şeytani hallerde olanların hileleri zayıftır.
-77-
أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ قِيلَ لَهُمْ كُفُّواْ أَيْدِيَكُمْ وَأَقِيمُواْ الصَّلاَةَ وَآتُواْ الزَّكَاةَ فَلَمَّا كُتِبَ عَلَيْهِمُ الْقِتَالُ إِذَا فَرِيقٌ مِّنْهُمْ يَخْشَوْنَ النَّاسَ كَخَشْيَةِ اللّهِ أَوْ أَشَدَّ خَشْيَةً وَقَالُواْ رَبَّنَا لِمَ كَتَبْتَ عَلَيْنَا الْقِتَالَ لَوْلا أَخَّرْتَنَا إِلَى أَجَلٍ قَرِيبٍ قُلْ مَتَاعُ الدَّنْيَا قَلِيلٌ وَالآخِرَةُ خَيْرٌ لِّمَنِ اتَّقَى وَلاَ تُظْلَمُونَ فَتِيلاً
E lem tera ilâllezîne kîle lehum kuffû eydiyekum ve ekîmus salâte ve âtûz zekât fe lemmâ kutibe aleyhimul kıtâlu izâ ferîkun minhum yahşevnen nâse ke haşyetillâhi ev eşedde haşyeh ve kâlû rabbenâ lime ketebte aleynâl kıtâl lev lâ ahhartenâ ilâ ecelin karîb Kul metâud dunyâ kalîl vel âhıratu hayrun li menittekâ ve lâ tuzlemûne fetîlâ
E lem tera ila ellezine | : gördün değil mi? öyle kimseleri |
Kile lehum kuff | : denildi, onlara, uzak durmak, çekinmek, |
eydiye kum | : el, güç, siz, kendinizdeki güç, |
ve ekimu el salat | : her an salât üzere olun, bağlılık şuurunda olmak |
ve âtû el zekat | : zekat, temizlenip kendindekini paylaşma, aklı yıkamak, |
fe lemmâ kutibe aleyhim | : sonra da, olduğu zaman, yazıldı, kitab, üzerlerinde |
el kıtâlu | : gayret, mücadele, savaş, yazık etmek, zarar vermek, |
İzâ ferikun minhum | : olunca, o zaman, fırka, takım, ekip, grup, onlardan |
Yahşevne el nas | : korkarlar, saygı, çekinmek, insanlar |
Ke haşyeti Allah | : gibi, korku, saygı, çekinmek, Allah |
Ev eşedde haşyeten | : ya da, daha fazla, güçlü, korku, çekinmek, saygı, |
Ve kalu Rabbena lime | : dediler, Rabbimiz, hayır, neden, nasıl, niçin |
Ketebte aleyna | : yazılı olan, kitab, üzerimizde, bizde, kendimiz, |
el kıtal | : gayret, mücadele, yazık etmek, zarar vermek, katletme |
Lev la ahharte-nâ | : yok, olmaz mıydı, tehir, gecikme, erteleme, biz |
İlâ ecelin karibin | : ancak, ölüm, belli bir vakit, ecel, yakınlık |
Kul metâu | : anlat, de, metalanmak, faydalanmak, çıkar, |
el dunya kalıl | : dünya hayatı, az, daha az |
ve el âhıratu | : ahir, son, sonunda, |
Hayrun | : hayırlı, iyi olan, |
li men itteka | : için, kim, kimse, fenalardan sakınan ortak koşmayan |
ve lâ tuzlemûne | : yok, zulmedilme, haksızlık, |
fetilen | : zerre kadar, kıl kadar |
77- O kimseleri gördün değil mi? Onlara: Kendinizdeki gücü kendinize isnat etmekten uzak durun, her an Hakk’a bağlılık şuuruyla hareket edin, temizlenme içinde olup kendinizdekini paylaşın, üzerlerinizde yazılı olan hakikatleri anlamak, anlatmak için hep gayret gösterin, denildi. O zaman onlardan bir gurubu, Allah’tan çekinir gibi insanlardan çekindiler ya da daha fazla uzaklaştılar. Ve dediler ki: Rabbimiz! Üzerlerimizde yazılı olan hakikatleri neden anlamak için gayret gösterelim. Onu bize ölümümüze yakın vakte ertelesen olmaz mıydı? De ki: Dünya hayatından az da olsa faydalanırsınız, fenalardan sakınan Allah ortak koşmayan kimselerin sonları daha hayırlıdır ve onlar kıl kadar zulümlerde olmazlar.
-78-
أَيْنَمَا تَكُونُواْ يُدْرِككُّمُ الْمَوْتُ وَلَوْ كُنتُمْ فِي بُرُوجٍ مُّشَيَّدَةٍ وَإِن تُصِبْهُمْ حَسَنَةٌ يَقُولُواْ هَذِهِ مِنْ عِندِ اللّهِ وَإِن تُصِبْهُمْ سَيِّئَةٌ يَقُولُواْ هَذِهِ مِنْ عِندِكَ قُلْ كُلًّ مِّنْ عِندِ اللّهِ فَمَا لِهَؤُلاء الْقَوْمِ لاَ يَكَادُونَ يَفْقَهُونَ حَدِيثًا
Eyne mâ tekûnû yudrikkumul mevtu ve lev kuntum fî burûcin muşeyyedet ve in tusıbhum hasenetun yekûlû hâzihî min indillâh ve in tusıbhum seyyietun yekûlû hâzihî min indike kul kullun min indillâh fe mâli hâulâil kavmi lâ yekâdûne yefkahûne hadîsâ
eyne mâ tekunu | : nerede, şey, ne, değil, olmak, olursanız |
yudrik-kum | : fark, anlar, gerçekleştirir, erişir, siz, |
el mevt | : ölüm, nutfe |
ve lev kuntum | : eğer, olsa, siz oldunuz, |
fî burûcin muşeyyedetin | : kalelerde, burçlar, yapılar, yüksek, sağlam bina |
ve ın tusıb-hum | : eğer, isabet, temas, değme, onlar, |
hasenet | : iyi olan, güzel olan, hayırlı, iyi hâl |
Yekûlû hazihi | : derler, bu, |
min indi allah | : Allah’ın katından, Allah’tan |
ve in tusıb hum | : eğer, isabet, temas, değme, onlar, |
seyyiet | : fenalar, kötü hâl, |
Yekulu hazihi | : derler, bu, |
min indi-ke | : senin yüzünden, senden |
Kul kullun | : de ki, anlat, hepsi, söyle, her şey, tümü, hepsi, |
min indi Allah | : ait, katından, Allah’a ait, |
Fe ma li haulai el kavmi | : artık, değil, şey, ne, bunlar, kavim, kimseler |
lâ yekâdûn | : yok, hiç, olmuyor, |
yefkahun | : fıkıh, değerlendirmek, idrak etmek, anlamak, |
hadis | : söz, olay, hakikatlerin sözleri, |
78- Nerede olursanız olun, hatta yapısı sağlam binalarda olsanız da ölüm sizde gerçekleşecektir. Eğer ölüm; iyi bir hâlde iken onlara isabet etse, bu Allah’tan derler ve eğer ölüm; kötü bir hâlde iken onlara isabet etse, bu senin yüzünden oldu derler. De ki: Gerçekleşen ölümlerin tümü Allah’a aittir. Artık onlar niçin söylenen hakikatlerin sözlerini anlamak için gayret göstermiyorlar.
-79-
مَّا أَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّهِ وَمَا أَصَابَكَ مِن سَيِّئَةٍ فَمِن نَّفْسِكَ وَأَرْسَلْنَاكَ لِلنَّاسِ رَسُولاً وَكَفَى بِاللّهِ شَهِيدًا
Mâ esâbeke min hasenetin fe minallâh ve mâ esâbeke min seyyietin fe min nefsike ve erselnâke lin nâsi resûlâ ve kefâ billâhi şehîdâ
Mâ esabeke | : şey, ne, değil, isabet, değme, temas, |
min hasenet | : iyi olan, güzel, hayr, |
Fe min Allâh | : artık, işte o, Allah’tan |
ve mâ esabe ke | : şey, ne, değil, isabet, değme, temas |
min seyyiet | : kötülük, fena haller, zarar, şerr |
Fe min nefsi-ke | : artık, işte o, senin nefsinden, kendinden |
ve erselnâke | : gönderdik, açığa çıkmak, biz, hakikatlerimiz, sen, |
li el nas | : insanlara |
resul | : hakikatleri gösteren, |
ve kefâ bi Allah | : kâfi, yeterli, Allah, |
şehiden | : heran heryerde hazır olan |
79- Size isabet eden hayr Allah’tandır ve size isabet eden kötülükler ise kendinizdendir. Sen insanlara hakikatlerimizi göstermek, anlatmak için açığa çıktın ve sana, her an her yerde hazır olan Allah yeter.
79- Meâl 2: “Tüm hayırlar, güzellikler Allah’tandır ve yaptığınız kötülükler ise sizin kendinize mahsustur, seni hakikatleri anlayasın, anlatasın diye açığa çıkardık ve sana her an her yerde hazır olan Allah yeter.”
-80-
مَّنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ أَطَاعَ اللّهَ وَمَن تَوَلَّى فَمَا أَرْسَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَفِيظًا
Men yutiır resûle fe kad atâallâh ve men tevellâ fe mâ erselnâke aleyhim hafîzâ
Men yutiu | : kim, itaat etmek, uymak, |
el resul | : resul, hakikati gösteren, |
fe kad ataa Allah | : böylece, artık, olur, itaat, uymak, Allah |
ve men tevella | : kim, yüz çevirir, döner, hakikatlerden yüz çevirmek |
Fe ma erselnâ-ke | : değil, ne, açığa çıkmak, bildirmek, biz, hakikatlerimiz, sen |
Aleyhim hafizan | : onlara, onların üzerine, koruyan, muhafaza, gözeten |
80- Kim resulün sunduğu hakikatleri anlar, itaat ederse, böylece o Allah’a itaat etmiş olur. Kim o hakikatlerden yüz çevirirse, o da kendi cehaletine dönmüş olur. Öyle ki sen, onları koruyan hakikatlerimizi anlatmaktan başka bir şey için açığa çıkmadın.
-81-
وَيَقُولُونَ طَاعَةٌ فَإِذَا بَرَزُواْ مِنْ عِندِكَ بَيَّتَ طَآئِفَةٌ مِّنْهُمْ غَيْرَ الَّذِي تَقُولُ وَاللّهُ يَكْتُبُ مَا يُبَيِّتُونَ فَأَعْرِضْ عَنْهُمْ وَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ وَكَفَى بِاللّهِ وَكِيلاً
Ve yekûlûne tâatun fe izâ berazû min indike beyyete tâifetun minhum gayrallezî tekûl Vallâhu yektubu mâ yubeyyitûn fe arıd anhum ve tevekkel alâllâh Ve kefâ billâhi vekîlâ
ve yekûlûne taatun | : diyorlar, itaat, boyun eğme, kabul etme |
Fe izâ berazû | : sonra, artık, ayrıldıkları zaman, |
min indi ke | : senin yanından |
Beyyete | : ev, kurmak, kendi evi, kendi bildiği, |
taifet min hum | : bir grup, taife, topluluk, onlardan |
Gayra | : dışında, başka, gayri, olan, |
ellezi tekûlu | : ki o, söylemek, söylediğin |
ve allâhu yektubu | : Allah, yazmak, yazılı, kitab |
Ma yubeyyitûne | : şey, ne, değil, ev, vücud, kurmak, açıklamak |
Fe arıd anhum | : artık, uzak dur, onlardan, öyle hallerde olanlardan |
ve tevekkel alâ allâhi | : varlığın sahibini bilip teslim olmak, Allah’a |
ve kefâ bi Allah | : kâfi, yeterli, Allah, |
vekil | : vekil, yetkili olan, koruyan, sorumlu, |
81- Senin yanında, inandık kabul ettik derler, senin yanından ayrıldıktan sonra onlardan bir kısmı, senin söylediğin o hakikatlerden başkası olan kendi bildiklerine dönerler ve onlar vücudlarında yazılı olan Allah’ın hakikatlerini anlayamazlar. Artık o hallerde olanlardan uzak dur ve varlığın sahibinin Allah olduğunu bilip teslim ol ve koruyucu olarak Allah’ın kâfi olduğunu bil.
-82-
أَفَلاَ يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْآنَ وَلَوْ كَانَ مِنْ عِندِ غَيْرِ اللّهِ لَوَجَدُواْ فِيهِ اخْتِلاَفًا كَثِيرًا
E fe lâ yetedebberûnel kuran ve lev kâne min indi gayrillâhi le vecedû fîhi ihtilâfen kesîrâ
e fe lâ yetedebberûne | : hala, yok, anlamak için gayret göstermek, incelemek |
el kurane | : Kuran, kâinat kitabı, okunan şey, |
ve lev kane min indi | : eğer, olsa, katında, yanında, |
Gayri Allah | : gayrı, başka, Allah |
le vecedû | : elbette, bulmak, |
fihi ihtilaf kesir | : onda, ihtilaf, ayrılık, tutarsızlık, çok, |
82- Hâlâ kâinat kitabını anlamak için gayret göstermezler mi? Eğer onda Allah’ın hakikatlerinden başka şeyler olsa, elbette onda çok tutarsızlıklar olurdu.
-83-
وَإِذَا جَاءهُمْ أَمْرٌ مِّنَ الأَمْنِ أَوِ الْخَوْفِ أَذَاعُواْ بِهِ وَلَوْ رَدُّوهُ إِلَى الرَّسُولِ وَإِلَى أُوْلِي الأَمْرِ مِنْهُمْ لَعَلِمَهُ الَّذِينَ يَسْتَنبِطُونَهُ مِنْهُمْ وَلَوْلاَ فَضْلُ اللّهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ لاَتَّبَعْتُمُ الشَّيْطَانَ إِلاَّ قَلِيلاً
Ve izâ câehum emrun minel emni evil havfi ezâû bihî ve lev reddûhu ilâr resûli ve ilâ ulil emri minhum le alimehullezîne yestenbitûnehu minhum ve lev lâ fadlullâhi aleykum ve rahmetuhu lettebatumuş şeytâne illâ kalîlâ
ve izâ câe-hum | : onlara geldiğinde, sunulduğunda, |
emr | : iş, hüküm, |
Min el emni | : eminlik, güvenlik, huzur, doğruluk |
Ev el havfi | : veya, korku, çekinme, |
ezau bihi | : sıkıntı, fena, yayıldığında, eziyet, onda |
Ve lev reddû-hu | : eğer, ise, olsa, red, uzak, |
ila el resul | : resul, hakikati gösteren, |
Ve ila uli el emri minhum | : yüce, iş, hüküm, kâmil insanlar, onlardan |
Le alime hu ellezine | : elbette, bilmek, o, onlar, o kimseler, |
yestenbitûne-hu minhum | : iç yüzünü, gerçeğini araştırırlar, onun, onlardan |
ve lev lâ fadlu | : eğer olmasaydı, lütuf, fazilet, |
Allah aleykum | : Allah, üzerinizde, kendinizde, |
ve rahmetu-hu | : onun rahmeti, faydası, |
Le ittebatum | : elbette, tabi oldunuz, uydunuz, |
el şeytan | : şeytani haller, kötülük halleri, |
İlla kalilen | : sadace, hariç, biraz, pek az |
83- Onlara; huzur bulmaları ya da fenalardan sakınmaları için hükümler sunulduğunda, eğer onlar resulün anlattığı hakikatleri reddetmeselerdi ve onlar kâmil insanlara sorsalardı, elbette o bilen kimseler gibi onlarda hakikatleri araştırıp bilenlerden olurlardı. Eğer sizler üzerinizdeki Allah’ın lütuflarını ve rahmetini anlamasaydınız, elbette pek azınız hariç şeytani hallere tâbi olurdunuz.
-84-
فَقَاتِلْ فِي سَبِيلِ اللّهِ لاَ تُكَلَّفُ إِلاَّ نَفْسَكَ وَحَرِّضِ الْمُؤْمِنِينَ عَسَى اللّهُ أَن يَكُفَّ بَأْسَ الَّذِينَ كَفَرُواْ وَاللّهُ أَشَدُّ بَأْسًا وَأَشَدُّ تَنكِيلاً
Fe kâtil fî sebîlillâh lâ tukellefu illâ nefseke ve harrıdıl muminîn asallâhu en yekuffe besellezîne keferû vallâhu eşeddu besen ve eşeddu tenkîlâ
Fe katil | : artık, öyleyse, savaş, gayret, mücadele, |
fi sebil allah | : yol, Allah, Allah yolunda hakikatleri anlatmak, |
lâ tukellefu | : yok, mükellef, sorumluluk |
illa nefs ke | : ancak, nefsinden, kendinden |
ve harrıdı el muminin | : teşvik et, gayretli, müminler, emin olanlar |
Asâ Allah | : umulur ki, Allah, |
en yekuff | : olmak, yapmak, durmak, anlayış, yüceliğe çekilmek |
Bese | : güç, sıkıntı, azap veren haller, |
ellezine keferû | : hakikatleri görmemezlikten gelen, örten |
ve Allâh eşeddu | : Allah, şiddetli, daha fazla, güç, kuvvet, |
besen | : sıkıntı, azap, |
ve eşeddu tenkilen | : daha şiddetli, daha fazla, ağır ceza, uzaklaştırma |
84- Artık Allah yolunda hakikatleri anlamak, anlatmak için mücadele edin. Sen kendini anlamaktaki sorumluluğunu yok etme. Müminler hakikatleri anlatmakta gayret içinde olsunlar. Umulur ki hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler; o azap veren hallerinden, Allah’ı anlayıp vazgeçerler ve Allah yolunda daha fazla sıkıntılarda kalmazlar ve azap veren o hallerinden uzaklaşırlar.
-85-
مَّن يَشْفَعْ شَفَاعَةً حَسَنَةً يَكُن لَّهُ نَصِيبٌ مِّنْهَا وَمَن يَشْفَعْ شَفَاعَةً سَيِّئَةً يَكُن لَّهُ كِفْلٌ مِّنْهَا وَكَانَ اللّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ مُّقِيتًا
Men yeşfa şefâaten haseneten yekun lehû nasîbun minhâ ve men yeşfa şefâaten seyyieten yekun lehu kiflun minhâ ve kânallâhu alâ kulli şeyin mukîtâ
Men yeşfa şefaat | : kim, şefaat, ulaştıran, birliğe götüren, iyilik |
hasenet | : iyilik, iyi güzel haller, |
yekun lehu nasib minha | : olur, onun, pay, hisse, verilen, ondan |
ve men yeşfa şefaat | : kim, kimse, şefaat, götürme, ulaştırma, |
seyyiet | : kötülük, fena |
Yekun lehu kiflun minha | : olur, onun, sağlamak, yapmak, sıkıntı bulmak, ondan |
ve kâne Allah | : oldu, Allah |
Ala kulli şeyin | : bütün her şey, |
mukiten | : mukayyet, sarıp kuşatan, muhafaza, |
85- Şefaat edenin şefaatini anlamak isteyenlere, kim iyi hallerle yardım ederse, o da o yolda fayda bulur ve kim kötü hallerle, şefaat edenin şefaatini anlamak isteyenlere engel olursa, o da o yolda yaptıklarından dolayı sıkıntılar bulur. Allah bütün her şeyi sarıp kuşatandır.
-86-
وَإِذَا حُيِّيْتُم بِتَحِيَّةٍ فَحَيُّواْ بِأَحْسَنَ مِنْهَا أَوْ رُدُّوهَا إِنَّ اللّهَ كَانَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ حَسِيبًا
Ve izâ huyyîtum bi tahıyyetin fe hayyû bi ahsene minhâ ev ruddûhâ innallâhe kâne alâ kulli şeyin hasîbâ
ve iza huyyitum bi tahıyyet | : olduğu zaman, selam, karşılama, halka bakış |
Fe hayyû bi Ahsen minha | : artık, selam verin, güzel, iyilikle, ondan |
Ev ruddû-hâ | : ya da, ret, cevap, döndürme, iade, aynı ile |
İnne Allah | : muhakkak, Allah, |
Kane ala kulli şey | : oldu, bütün her şey, |
hasib | : alıp veren, hesap, değer, en ince ayrıntıların sahibi |
86- Bir selam ile karşılandığınızda, siz de ona daha güzel karşılık verin ya da onun aynı ile cevap verin. Muhakkak ki Allah, tüm değerlerdeki en ince ayrıntıların sahibidir.
-87-
اللّهُ لا إِلَهَ إِلاَّ هُوَ لَيَجْمَعَنَّكُمْ إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ لاَ رَيْبَ فِيهِ وَمَنْ أَصْدَقُ مِنَ اللّهِ حَدِيثًا
Allâhu lâ ilâhe illâ huve le yecmeannekum ilâ yevmil kıyâmeti lâ raybe fîhi ve men asdeku min allâhi hadîsâ
Allah la ilahe illa huve | : Allah, yok, ilah, ancak, sadece, o |
le yecmeanne-kum | : elbette, birlik, toplanma, bütünlük, siz |
İla yevmi el kıyameti | : diriliş günü, ölüm vakti, hakikatlerin ortaya çıktığı gün |
La raybe fihi | : yok, şüphe, şek, onda, onun içinde |
ve men asdeku | : kim, samimi, sadık olan, sadakatla bağlı olan, |
min Allâh hadisen | : Allah’tan, söz, olay, ortaya çıkış |
87- Allah odur ki; O’ndan başka bir güç yoktur. Sizleri birlik içinde tutan elbette O’dur. Ölüm vaktiniz elbette gelecektir, ondan şüphe yoktur. Kim hakikatlere içten sadakatle bağlı olursa, ortaya çıkışın Allah’tan olduğunu anlar.
-88-
فَمَا لَكُمْ فِي الْمُنَافِقِينَ فِئَتَيْنِ وَاللّهُ أَرْكَسَهُم بِمَا كَسَبُواْ أَتُرِيدُونَ أَن تَهْدُواْ مَنْ أَضَلَّ اللّهُ وَمَن يُضْلِلِ اللّهُ فَلَن تَجِدَ لَهُ سَبِيلاً
Fe mâ lekum fil munâfikîne fieteyni vallâhu erkesehum bi mâ kesebû e turîdûne en tehdû men edalla allâh ve men yudlilillâhu fe len tecide lehu sebîlâ
Fe ma lekum | : öyleyse, artık, değil, ne, şey, size |
Fi el munafikine | : içinde, hakkında, münafıklık, ikiyüzlü, |
fieteyni | : topluluk, fırkalar, bölünmek |
Ve Allah erkese-hum | : Allah, tersine çevirmek, anlamadılar, uzaklaşma, onlar |
bi ma kesebu | : sebebiyle, yaptıkları, edindikleri |
E turidune en tehtu | : yol bulmayı istermisiniz, yol gösteren, |
Men edalle Allâh | : kim, dalalet, hakikatlerden sapan, Allah |
ve men yudlil Allah | : kim, dalalet, kendi cehaletine sapan, Allah |
Fe len tecide lehu | : artık, sonra, asla bulamazsın, ona, |
sebil | : yol, hakk yolu, hakikatlerin yolu |
88- Sizler fırkalara ayrıldığınız müddetçe, münafıklık içine düşmekten kurtulamazsınız ve o halde olanlar edindikleri şeyler sebebiyle, Allah’ı anlamaktan uzaklaşırlar. Allah’ın hakikatlerini bırakıp, kendi cehaletine sapan kimse O’na yol bulmayı ister mi? Kim Allah’ın hakikatlerini bırakır kendi cehalet anlayışına saparsa, artık o hakikatlere yol bulamaz.
-89-
وَدُّواْ لَوْ تَكْفُرُونَ كَمَا كَفَرُواْ فَتَكُونُونَ سَوَاء فَلاَ تَتَّخِذُواْ مِنْهُمْ أَوْلِيَاء حَتَّىَ يُهَاجِرُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ فَإِن تَوَلَّوْاْ فَخُذُوهُمْ وَاقْتُلُوهُمْ حَيْثُ وَجَدتَّمُوهُمْ وَلاَ تَتَّخِذُواْ مِنْهُمْ وَلِيًّا وَلاَ نَصِيرًا
Veddû lev tekfurûne kemâ keferû fe tekûnûne sevâen fe lâ tettehızû minhum evliyâe hattâ yuhâcirû fî sebîlillâh fe in tevellev fe huzûhum vaktulûhum haysu vecedtumûhum ve lâ tettehızû minhum veliyyen ve lâ nasîrâ
Veddû lev tekfurune | : istediler, vaad, eğer, ise, olsa, hakikatleri örten |
Kemâ kefer | : gibi, hakikatleri örten |
Fe tekûnûne sevaen | : böylece, artık, siz olursunuz, eşit, bir olan, aynı olan |
Ve la tettehızû minhum | : yok, edinmeyin, sarılmayın, onlardan |
evliyâe | : veliler, dostlar |
Hatta yuhacir | : hicret, yolculuk, yola gelmek, yoluna gelinceye kadar |
fi sebil allah | : yol, Allah, Allah’ın yoluna |
Fe in tevellev | : artık, dönerler, yüz çevirirler, kendi cehaletine dönmek |
Fe huzû-hum | : artık, almak, dikkat çekmek, tutun, ihtar, uyarmak, onlar |
ve uktulû-hum | : yazık etme, mahv etme, öldürmek, kayıp, onlar |
Haysu vecedtumû-hum | : nerede, hangi, itibaren, bulmak, onları |
Ve la tettehızû minhum | : yok, edinmeyin, sarılmayın, onlardan |
veliyyen | : veli, dost |
ve lâ nasiran | : yok, olmaz, yardımcı |
89- Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler; sizin de hakikatleri görmeyip örtmenizi, kendileri gibi aynı hallerde olmanızı isterler. O hallerde olanları, onlar Allah’ın yoluna gelinceye kadar dost edinmeyin. Artık onlar yine kendi cehaletlerine dönerlerse, artık onları uyarın ve o hallerde olduğu müddetçe onların kendilerine yazık ettiğini ve onların bir dostu olamayacağını ve yardımcıları da olamayacağını anlatın.
-90-
إِلاَّ الَّذِينَ يَصِلُونَ إِلَىَ قَوْمٍ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُم مِّيثَاقٌ أَوْ جَآؤُوكُمْ حَصِرَتْ صُدُورُهُمْ أَن يُقَاتِلُوكُمْ أَوْ يُقَاتِلُواْ قَوْمَهُمْ وَلَوْ شَاء اللّهُ لَسَلَّطَهُمْ عَلَيْكُمْ فَلَقَاتَلُوكُمْ فَإِنِ اعْتَزَلُوكُمْ فَلَمْ يُقَاتِلُوكُمْ وَأَلْقَوْاْ إِلَيْكُمُ السَّلَمَ فَمَا جَعَلَ اللّهُ لَكُمْ عَلَيْهِمْ سَبِيلاً
İllâllezîne yasılûne ilâ kavmin beynekum ve beynehum mîsâkun ev câûkum hasırat sudûruhum en yukâtilûkum ev yukâtilû kavmehum ve lev şâallâhu le selletahum aleykum fe le kâtelûkum, fe inı’tezelûkum fe lem yukâtilûkum ve elkav ileykumus seleme fe mâ cealallâhu lekum aleyhim sebîlâ
İllâ ellezine yasılune | : ancak, sadece, o kimseler, yönelme, sığınma, gelme |
İla kavmin | : kavim, topluluk, kimseler |
Beynekum ve beyne hum | : sizin aranızda ve onlar arasında |
misâkun | : misak, söz verme, antlaşma, |
Ev câû-kum | : ya da, size geldiler |
Hasırat | : çevrilmiş, kuşatılmış, daralmış olarak, |
sudur hum | : gönülleri, onlar |
En yukâtilû-kum | : olmak, yazık etme, öldürme, savaş, mücadele, siz |
Ev yukatilu | : veya, yazık etme, savaş, mücadele, |
kavme-hum | : kavim, kimse, topluluk, onlar |
ve lev şae Allah | : eğer, şayet, ise, istek, Allah |
le selleta-hum aleykum | : musallat, sıkıntı veren, fena haller, onlar, kendilerinde |
Fe le katelû-kum | : artık, o zaman, elbette, öldürme, kavga, yazık etme, siz |
Fe in ıtezelû-kum | : o halde, artık, sizden uzak durdular |
Fe lem yukâtilû-kum | : artık, değil, yazık, mahv etme, mücadele, siz |
ve elkav ileykum | : ilka ettiler, koymak, bırakmak, size, |
el selam | : barış, huzur |
Fe mâ ceale | : artık, değil, yapmadı, kılmadı, anlayamadı, |
Allah lekum | : Allah, size |
Aleyhim sebil | : kendilerinde, yol, hakikatlerin yolu, tecelliler, |
90- Ancak sözlerine riayet edenler, sizlerin aranızda ve onların aralarında hakikatlere yönelenler ya da gönüllerinde bir arayış haliyle size gelenler başka. Siz hakikatlerin yolunda mücadele edin ve onların anlaması için de mücadele edin ve eğer Allah’ı anlamak isterlerse, kendilerindeki o fena halleri bıraksınlar. Bundan sonra sizinle bir kavga haline gelirlerse, eğer sizin sunduğunuz hakikatlerden uzak dururlarsa, bundan böyle siz onların hakikatleri anlaması için mücadele etmeyin. Sizin, barış ve huzur üzere olan o mücadelenizi bırakırlarsa, artık sizin Allah yolundaki mücadelenizi ve kendilerindeki tecellileri anlayamazlar.
-91-
سَتَجِدُونَ آخَرِينَ يُرِيدُونَ أَن يَأْمَنُوكُمْ وَيَأْمَنُواْ قَوْمَهُمْ كُلَّ مَا رُدُّوَاْ إِلَى الْفِتْنِةِ أُرْكِسُواْ فِيِهَا فَإِن لَّمْ يَعْتَزِلُوكُمْ وَيُلْقُواْ إِلَيْكُمُ السَّلَمَ وَيَكُفُّوَاْ أَيْدِيَهُمْ فَخُذُوهُمْ وَاقْتُلُوهُمْ حَيْثُ ثِقِفْتُمُوهُمْ وَأُوْلَئِكُمْ جَعَلْنَا لَكُمْ عَلَيْهِمْ سُلْطَانًا مُّبِينًا
Se tecidûne âharîne yurîdûne en yemenûkum ve yemenû kavmehum kullemâ ruddû ilâl fitneti urkisû fîhâ fe in lem yatezilûkum ve yulkû ileykumus seleme ve yekuffû eydiyehum fe huzûhum vaktulûhum haysu sekıftumûhum ve ulâikum cealnâ lekum aleyhim sultânen mubînâ
se tecidûn | : siz bulacaksınız, raslayacaksınız, olacaktır, |
aharin yuridun | : başka, diğer, istiyorlar, isteyen, arzu eden, |
En yemenû-kum | : sizden emin olmayı, güvenmek, |
ve yemenû kavme hum | : emin olmak, güven, kavim, kimseler, onlar, |
Kullemâ ruddu | : her zaman, ret etmek, dönmek, uzak durmak, |
ila fitnet | : ikilik, kargaşa, fitne |
Urkisû fiha | : geri dönme, anlamama, uzaklaşma, ona, fenalardan |
Fe in lem yatezılu kum | : artık, eğer, değil, olmaz, uzak durmak, siz |
ve yulku ileykum | : ilka ettiler, koymak, bırakmak, |
el selam | : size, barış, huzur |
Ve yekuffu eydiye-hum | : çekerler, güçleri, onların elleri, |
Fe huzû-hum | : artık, onları almak, çekmek, tutun, uyarın |
ve uktulû-hum | : yazık etme, mahv etme, öldürmek, kayıp, onlar |
haysu sekıftumû-hum | : yerde, nerede, bulmak, çekmek, almak, onlar |
ve ulaikum | : işte siz, |
cealna lekum | : sunduk, yaptık, kıldık, verdik, düzenimiz, size |
aleyhim sultan mubin | : üzerlerinde, delil, güç, üstünlük, yetkili olan, apaçık |
91- Sizden emin olmayı isteyen başka kimseler de olacaktır. Hakikatlerden emin olmak isteyenler; her zaman fitneliklerden uzak dursunlar, o fena hallerden uzaklaşsınlar. Artık onlar sizin sunduğunuz hakikatlerden uzak durup, o fena hallerden uzak durmazlarsa ve sizin barış ve huzur üzere olan halinizi bırakırlarsa, artık onlar kendilerindeki gücü anlamaktan uzaklaşırlar. Artık onları uyarın ve onlar o hallerde olduğu müddetçe, onların kendilerine yazık ettiğini anlatın. İşte siz; düzenimizi, onların üzerlerindeki apaçık delillerle onlara anlatın.
-92-
وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ أَن يَقْتُلَ مُؤْمِنًا إِلاَّ خَطَئًا وَمَن قَتَلَ مُؤْمِنًا خَطَئًا فَتَحْرِيرُ رَقَبَةٍ مُّؤْمِنَةٍ وَدِيَةٌ مُّسَلَّمَةٌ إِلَى أَهْلِهِ إِلاَّ أَن يَصَّدَّقُواْ فَإِن كَانَ مِن قَوْمٍ عَدُوٍّ لَّكُمْ وَهُوَ مْؤْمِنٌ فَتَحْرِيرُ رَقَبَةٍ مُّؤْمِنَةٍ وَإِن كَانَ مِن قَوْمٍ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُمْ مِّيثَاقٌ فَدِيَةٌ مُّسَلَّمَةٌ إِلَى أَهْلِهِ وَتَحْرِيرُ رَقَبَةٍ مُّؤْمِنَةً فَمَن لَّمْ يَجِدْ فَصِيَامُ شَهْرَيْنِ مُتَتَابِعَيْنِ تَوْبَةً مِّنَ اللّهِ وَكَانَ اللّهُ عَلِيمًا حَكِيمًا
Ve mâ kâne li muminin en yaktule muminen illâ hataâ ve men katele muminen hataen fe tahrîru rakabetin muminetin ve diyetun musellemetun ilâ ehlihî illâ en yessaddakû fe in kâne min kavmin aduvvin lekum ve huve muminin fe tahrîru rakabetin mumineh Ve in kâne min kavmin beynekum ve beynehum mîsâkun fe diyetun musellemetun ilâ ehlihî ve tahrîru rakabetin mumineh fe men lem yecid fe sıyâmu şehreyni mutetâbiayni tevbeten minallâh ve kânallâhu alîmen hakîmâ
en yaktule müminen | : öldürmesi, savaş, kavga, mücadele, yok etme, mümin |
İlla hataen | : ancak, hata ile, yanılgı, yanlışlık, kasıtsız |
ve men katel muminen | : kim, öldürdü, mücadele etti, savaştı, mümin, emin olan |
hataen | : hata, yanlışlık, yanılgı, kasıtsız, doğru değil, |
Fe tahriru rekabet | : hür, yazma, serbestlik, arındırma, bağlılık, boyun, yön |
muminetin | : mümin, müminlik yolunda olan, emin olma yolunda |
ve diyetun muselleme | : diyet, değer, bedel, karşılık, teslim edilen, |
İla ehli hi illa | : onun ailesi, halkı, ona bilgili, hariç, ancak, |
en yassaddakû | : bağlılık, doğruluk, sadaka olarak bağışlama |
Fe in kâne min kavmin | : eğer, oldu ise, bir kavim, kimse |
Aduvvin lekum | : düşman, size |
ve huve müminun | : o, mümin olan, emin olan |
Fe tahriru rakabetin | : artık, hür, serbest, arınmak, bağlılık, boyun, yön |
muminetin | : mümin, emin olma yolunda olan, |
Fe in kâne min kavmin | : eğer, oldu ise, bir kavim, kimse |
Beynekum ve beynehum | : sizin aranızda ve onların arasında |
mîsâkun | : misak, kesin söz, andlaşma |
fe diyetun musellemet | : artık, diyet, bedel, değer, karşılık, teslim edilen, |
İla ehli-hi | : halkı, onun ailesi, ehli, bilgili, ona |
ve tahrîru rekabet | : hür, serbest, bağlılık, boyun yön |
muminetin | : müminlik yolunda olan, |
fe men lem yecid | : fakat kim, değil, bulmak, anlamak, |
Fe sıyamu | : artık, korunma, sakınma, |
şehreyni | : aylar, medeniyet, iç alem, şehir, kainat şehri, |
mutetâbiayni | : birbirini takip eden, ardarda, devamlı |
Tevbeten min Allâh | : tövbe, yanlıştan dönme, Allah’tan |
ve kâne Allah alim | : oldu, Allah, ilmin sahibi, |
hakim | : hâkim olan, tüm varlığa hâkim olan, hükümlerin sahibi |
92- Bir müminin bir müminle mücadele etmesi doğru olmaz, ancak bir yanılgıyı düzeltmek için başka. Kim bir müminle yanılgıyı düzeltmek için mücadele ederse, artık o emin olma yolunda, yönünü hiç bir şeye bağlanmadan Hakk’a çevirsin ve tüm değerlerin sahibine teslim olsun. Sadece samimi bir halde inananlar hakikatlere ehil olurlar. Bundan sonra size ve o müminlere, bazı kimseler eğer düşmanlık içindeyse, artık onları emin olma yolunda serbest bırakın. Bundan sonra sizinle onların arasındaki anlaşmaya uyarlarsa; artık tüm değerlerin sahibine teslim olsunlar, sadece hakikatlere ehil olsunlar ve müminlik yolunda yönlerini hiç bir şeye bağlanmadan Hakk’a çevirsinler. Artık hakikatleri anlamada zorlanırlarsa; fenalardan sakınsınlar, devamlı bir şekilde kâinat şehrine baksınlar, Allah’a karşı düştükleri hataları anlayıp dönsünler. Muhakkak ki Allah ilmiyle tüm varlığa hâkim olandır.
-93-
وَمَن يَقْتُلْ مُؤْمِنًا مُّتَعَمِّدًا فَجَزَآؤُهُ جَهَنَّمُ خَالِدًا فِيهَا وَغَضِبَ اللّهُ عَلَيْهِ وَلَعَنَهُ وَأَعَدَّ لَهُ عَذَابًا عَظِيمًا
Ve men yaktul muminen muteammiden fe cezâuhu cehennemu hâliden fîhâ ve gadıballâhu aleyhi ve leanehu ve eadde lehu azâben azîmâ
ve men yaktul | : kim, mücadele, savaş, kavga, öldürme, |
muminen | : mümin, emin olan |
muteammiden | : kasıtlı, taammüden, kasten, planlı |
fe cezâu-hu | : artık, ceza, karşılık, o |
Cehennemu | : cehennem, cehaletin cehennemi, yakıcı haller |
halidan fiha | : devamlı, orada, o hallerde |
ve gadıba Allah aleyhi | : gadap, öfke, hiddet, Allah, ona, kendinde |
ve leane-hu | : Allah’ı idrak edemeyip rahmetten uzaklaşma, o |
ve eadde lehu | : vardır, hazırdır, kalır, ona, |
azab azim | : sıkıntı, azap, büyük |
93- Kim kasıtlı olarak bir müminle kavga halinde olursa, artık onun bulacağı karşılık; devamlı kalacağı cehaletin cehennemidir. O, hiddet hallerinden dolayı, kendindeki Allah’ın hakikatlerini anlayamaz ve o, Allah’ı anlayamadığından dolayı, rahmetten uzaklaşır ve ona büyük sıkıntılar vardır.
-94-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إِذَا ضَرَبْتُمْ فِي سَبِيلِ اللّهِ فَتَبَيَّنُواْ وَلاَ تَقُولُواْ لِمَنْ أَلْقَى إِلَيْكُمُ السَّلاَمَ لَسْتَ مُؤْمِنًا تَبْتَغُونَ عَرَضَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا فَعِندَ اللّهِ مَغَانِمُ كَثِيرَةٌ كَذَلِكَ كُنتُم مِّن قَبْلُ فَمَنَّ اللّهُ عَلَيْكُمْ فَتَبَيَّنُواْ إِنَّ اللّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا
Yâ eyyuhâllezîne âmenû izâ darabtum fî sebîlillâhi fe tebeyyenû ve lâ tekûlû li men elkâ ileykumus selâme leste muminâ tebtegûne aradal hayâtid dunyâ fe indallâhi megânimu kesîrah kezâlike kuntum min kablu fe mennallâhu aleykum fe tebeyyenû innallâhe kâne bimâ tamelûne habîrâ
ya eyyuha ellezine amenu | : ey iman edenler, |
İza darabtum | : arayış, yolculuk, sefer, yolunda, arayış, |
fi sebil Allah | : o yolda, hakikatler için, Allah yolunda, |
Fe tebeyyenû | : artık, anlatma, bildirme, dikkatlice araştırın, belirtmek |
Ve lâ tekûlû li men | : yok, söylemeyin, demeyin, için, kimse |
Elkâ ileykum el selam | : ulaştırdı, atmak, size, selam, huzur barış, |
Leste mumin | : sen değilsin, mümin, inançlı, |
tebtegu arad | : gaye, çıkar, arayış, göstermek, bir arayışta olmak |
el hayâti el dunya | : dünya hayatı, yaşamınızda, |
Fe inde Allah | : artık, oysa, katında, ona ait, Allah, |
Megânimu kesiratun | : ganimetler, değerler, çok, |
Kezalike kuntum min kabl | : öyle, böyle, siz oldunuz, daha önce |
Fe mene Allah aleykum | : artık, nimet, Allah, üzerinizde |
Fe tebeyyenû | : artık, anlatma, bildirme, dikkatlice araştırın, belirtmek |
İnne Allah kane | : muhakkak, Allah, oldu |
Bima tamelune | : şeyler, yapıyorsunuz, |
habir | : bildiren, haber veren |
94- Ey iman edenler! Allah yolunda hakikatleri arayışa çıktığınızda, artık ulaştığınız hakikatleri bildirin. Dünya hayatında bir arayış içinde olan, size selam veren kimseler için, sen müminlerden değilsin demeyin. Allah’a ait değerler sonsuzdur. İşte siz de daha önceden bilmiyorken, üzerinizde olan Allah’ın nimetlerini bilenlerden oldunuz. Bundan böyle ulaştığınız hakikatleri bildirin. Muhakkak ki Allah yaptığınız şeylerden hakikatleri bildirendir.
-95-
لاَّ يَسْتَوِي الْقَاعِدُونَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ غَيْرُ أُوْلِي الضَّرَرِ وَالْمُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ فَضَّلَ اللّهُ الْمُجَاهِدِينَ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ عَلَى الْقَاعِدِينَ دَرَجَةً وَكُلاًّ وَعَدَ اللّهُ الْحُسْنَى وَفَضَّلَ اللّهُ الْمُجَاهِدِينَ عَلَى الْقَاعِدِينَ أَجْرًا عَظِيمًا
Lâ yestevîl kâıdûne minel muminîne gayru ulîd darari vel mucâhidûne fî sebîlillâhi bi emvâlihim ve enfusihim. Faddalallâhul mucâhidîne bi emvâlihim ve enfusihim alâl kâidîne derecet ve kullen vaadallâhul husnâ ve faddalallâhul mucâhidîne alâl kâıdîne ecran azîmâ
la yestevi el kaıdune | : yok, eşit, bir olmak, aynı, oturan, bir şey yapmayan |
min el muminîne | : müminlerden, inanan |
Gayru uli el darari | : başka, dışında, sahip, sıkıntı, zarar, hasta |
ve el mucahidune | : mücadele eden, gayret eden, |
Fî sebil Allah | : yolunda, Allah |
bi emvali-him | : kendi malları ile |
ve enfusi-him | : nefsleri, canları, kendileri, öz varlığı, |
Faddale Allah | : lutüf, üstün, faziletli, Allah |
el mucâhidîne | : mücadele eden, gayret eden, |
bi emvâli-him | : kendi malları ile |
ve enfusi-him | : ve nefsleri, canları |
Alâ el kaidin dereceten | : için, ancak, oturan, bir şey yapmayan, derece, kademe |
ve kullen vaad Allah | : hepsi, vaad, söz, söz verme, Allah |
el husnâ | : güzel olan, güzel iş, iyi olan |
ve faddale allah | : lütuf, üstün, faziletli, Allah |
el mucâhidîne | : mücadele eden, gayret eden, |
Ala el kaıdine ecran azim | : karşı, oturanlar, bir şey yapmayan, ecir, karşılık, büyük |
95- Bir hastalığa, bir sıkıntıya sahip olanların dışında, inananlardan hiçbir şey yapmayan bir kimseyle, Allah yolunda malları ve canları ile hakikatleri anlamak, anlatmak için gayret gösteren bir olur mu? Malları ve canları ile hakikatleri anlamak, anlatmak için gayret gösterenler; hiçbir şey yapmayanlara karşı, Allah’ın lütuflarını anlamada dereceleri yüksektir.
Allah’ın güzellikleri hepsinde ortaya çıkar. Allah’ın lütuflarını anlamak, anlatmak için gayret gösterenler; hiçbir şey yapmayanlara karşı yüce karşılıklara ulaşırlar.
-96-
دَرَجَاتٍ مِّنْهُ وَمَغْفِرَةً وَرَحْمَةً وَكَانَ اللّهُ غَفُورًا رَّحِيمًا
Deracâtin minhu ve magfiraten ve rahmet ve kânallâhu gafûran rahîmâ
Deracâtin minhu | : dereceler, makam, mertebe, kademe, artmak, ondan |
ve mağfireten ve rahmet | : mağfiret ve rahmet |
ve kâne Allah gafur | : oldu, Allah, mağfiret, |
rahim | : varlığı özünden var eden |
96- Onlara, hakikatlerin mertebelerini ve mağfireti ve rahmeti anlama vardır. Muhakkak ki Allah mağfiret edendir, varlığı özünden var edendir.
-97-
إِنَّ الَّذِينَ تَوَفَّاهُمُ الْمَلآئِكَةُ ظَالِمِي أَنْفُسِهِمْ قَالُواْ فِيمَ كُنتُمْ قَالُواْ كُنَّا مُسْتَضْعَفِينَ فِي الأَرْضِ قَالْوَاْ أَلَمْ تَكُنْ أَرْضُ اللّهِ وَاسِعَةً فَتُهَاجِرُواْ فِيهَا فَأُوْلَئِكَ مَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ وَسَاءتْ مَصِيرًا
İnnellezîne teveffâhumul melâiketu zâlimî enfusihim kâlû fîme kuntum. Kâlû kunnâ mustadafîne fîl ard kâlû e lem tekun ardullâhi vâsiaten fe tuhâcirû fîhâ fe ulâike mevâhum cehennem ve sâet masîrâ
inne ellezine | : muhakkak ki o kimseler, |
tevaffa hum | : bağlılık, teslim, anlama, vefa, onlar |
el melâiketu | : güç, kuvve, her varlıktaki güç, |
Zalimi enfus him | : zulmedenler, zalim olan, nefsler, kendilerine, |
Kâlû fime kuntum | : dediler, nerede, siz oldunuz, idiniz, |
Kalu kunna mustadafine | : dediler, biz olduk, aciz, çaresiz, zayıf olanlar, muhtaç |
fi el ardı | : arzda, yeryüzünde |
Kâlû e lem tekun | : dediler, olmadı, değil mi? |
Ardu Allah | : arz, yeryüzü, her yerde, Allah, |
vasiaten | : geniş, sonsuz, şuurlu |
Fe tuhâcirû fiha | : artık, hicret, yer değiştiren, geçiş, taşınma, oraya |
Fe ulâike meva hum | : işte onlar, bulundukları yer, varacakları, onlar |
cehennemu | : cehaletin cehennemi, derin kuyu, yakıp yıkıcı haller, |
ve sâet masiran | : ne kötü, fena, varılan yer, gidilen, kalınan yer, hedef, yer |
97- Allah’ın mağfiretini anlayanlar, her yeri saran O’nun gücüne teslim oldular ve vefâlı oldular. Nefslerine zulmedenlere ise: Siz neden bu halde oldunuz, denir. Biz yeryüzünde hakikatleri anlamada bir zayıflık, bir çaresizlik içinde olduk, derler. Onlara: Siz de her yerde Allah’ın hakikatlerini anlamada şuurlu hareket etseydiniz, sonra da o hakikatler için bir arayışta olsaydınız, denir. İşte o hallerde olanların bulundukları yer cehaletin cehennemidir ve ne kötü bir yerdir
-98-
إِلاَّ الْمُسْتَضْعَفِينَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنِّسَاء وَالْوِلْدَانِ لاَ يَسْتَطِيعُونَ حِيلَةً وَلاَ يَهْتَدُونَ سَبِيلاً
İllâl mustadafîne miner ricâli ven nisâi vel vildâni lâ yestatîûne hîleten ve lâ yehtedûne sebîlâ
illâ el mustadafîne | : ancak, hariç, aciz, çaresiz, zayıf, güçsüz, |
min el ricali | : erkekler, ileri gelen, ehil olan |
ve el nisa | : kadın, nefsini tanıma yolunda olan, |
ve el vildâni | : çocuklar, yeni doğmuş, |
lâ yestatiune hileten | : yok, güçsüz olan, hile, çaresiz, desise, oyun |
ve lâ yehtedûne sebil | : yok, yol bulamayan, rehber, ulaşamazlar, |
98- Ancak, erkeklerden ve kadınlardan ve çocuklardan bir çaresizlik içinde olanlar ve bir güçsüzlük içinde olanlar ve yol bulamayanlar başka.
-99-
فَأُوْلَئِكَ عَسَى اللّهُ أَن يَعْفُوَ عَنْهُمْ وَكَانَ اللّهُ عَفُوًّا غَفُورًا
Fe ulâike asâllâhu en yafuve anhum ve kânallâhu afuvven gafûrâ
Fe ulaike asa Allah | : işte, onlar, umulur ki, Allah |
en yafuve an hum | : bağışlanmak, affetmesi, onlarda, kendilerinde, |
ve kâne Allah afuv | : oldu, Allah, af eden, bağışlayan, |
gafur | : bolluk, merhamet, mağfiret eden, temizleyen, |
99- İşte umulur ki onlar, Allah’ın kendilerindeki bağışlayıcılığını anlarlar ve mağfiretiyle bağışlayıcı olanın Allah olduğunu bilirler.
-100-
وَمَن يُهَاجِرْ فِي سَبِيلِ اللّهِ يَجِدْ فِي الأَرْضِ مُرَاغَمًا كَثِيرًا وَسَعَةً وَمَن يَخْرُجْ مِن بَيْتِهِ مُهَاجِرًا إِلَى اللّهِ وَرَسُولِهِ ثُمَّ يُدْرِكْهُ الْمَوْتُ فَقَدْ وَقَعَ أَجْرُهُ عَلى اللّهِ وَكَانَ اللّهُ غَفُورًا رَّحِيمًا
Ve men yuhâcir fî sebîlillâhi yecid fîl ardı murâgamen kesîran veseah ve men yahruc min beytihî muhâciran ilâllâhi ve resûlihî summe yudrikhul mevtu fe kad vakaa ecruhu alâ allâh ve kânallâhu gafûran rahîmâ
ve men yuhacir | : kim, hicret, göç, arayış, yola çıkmak |
Fi sebîli allâh | : yol, hakikatler, Allah yolu, Allah’ın hakikatleri için |
Yecid fi el ard | : bulur, ulaşır, yeryüzünde |
Murâgame | : o yer, ulaşmak, gidilecek yer, dileme, arzu, |
kesir ve seate | : ölçü, çok ve kapasite, hacim, genişlik, |
ve men yahruc | : kim, çıkar |
min beyti-hi | : evinden, kendi evinden, kendi vücud evinden |
muhacir | : arayışta olan, hicret eden, göç eden, |
İla allâhi | : ancak, Allah |
ve resûli-hî | : Resul, hakikati gösteren, o |
Summe yudrik hu | : ona, erişir, idrak eder, |
el mevt | : ölüm, nutfe, öz, |
Fe kad vakaa | : olmuştur, olay, olanlar, ortaya çıkanlar, |
ecru-hu ala Allah | : onun ecri, karşılığı, için, Allah |
ve kâne Allah gafur | : oldu, Allah, mağfiret, temiz olanı giyinmek |
rahim | : rahim olan, varlığı özünden var eden, |
100- Kim, Allah’ın hakikatleri için bir arayış içinde olursa, o yeryüzünde kapasitesi ölçüsünde hakikatlere ulaşır. Kim, Allah’ı ve resulünü anlamak için, önce kendi vücut evinden arayışa başlarsa, o varlığın özünün geldiği o yeri idrak eder, böylece ortaya çıkan varlığı anlayan olur, aradığı hakikatlerin karşılığını Allah’ta bulur ve mağfiret edenin, varlığı özünden var edenin Allah olduğunu anlar.
-101-
وَإِذَا ضَرَبْتُمْ فِي الأَرْضِ فَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أَن تَقْصُرُواْ مِنَ الصَّلاَةِ إِنْ خِفْتُمْ أَن يَفْتِنَكُمُ الَّذِينَ كَفَرُواْ إِنَّ الْكَافِرِينَ كَانُواْ لَكُمْ عَدُوًّا مُّبِينًا
Ve izâ darabtum fîl ardı fe leyse aleykum cunâhun en taksurû mines salâti in hıftum en yeftinekumullezîne keferû innel kâfirîne kânû lekum aduvven mubînâ
İza darabtum | : arayış, yolculuk, sefer, vurgu, hakikatleri arayış, |
fi el ard | : yeryüzünde, toprak, beden, |
Fe leyse aleykum cunah | : yoktur, değildir, üzerinizde, sıkıntı, vebal, |
en taksurû | : kısaltmak, eksik yapmak, ulaşamamak, kusur, hata |
min el salat | : salât, bağlılık, her an hakka bağlı olmak, |
İn hiftum | : eğer, korkmak, çekinmek, gizli, |
en yeftine-kum | : fitne, imtihan, kargaşa, siz |
Ellezine keferu | : hakikatleri görmemezlikten gelenler, örtenler |
İnne el kafirine | : muhakkak, hakikatleri örtenler, görmemezlikten gelen |
Kanû lekum aduvv mubin | : oldu, o fitne halleri, size, düşman, apaçık |
101- Yeryüzünde açığa çıkan varlığın hakikatlerini anlama yolunda, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerin sizi bir fitneye sürükleyeceğinden eğer korkarsanız, o an Allah’a bağlılık duygusunun dalgalanması olduğunda size bir vebal yoktur. Muhakkak ki hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerin o fitne halleri sizin apaçık düşmanınızdır.
-102-
وَإِذَا كُنتَ فِيهِمْ فَأَقَمْتَ لَهُمُ الصَّلاَةَ فَلْتَقُمْ طَآئِفَةٌ مِّنْهُم مَّعَكَ وَلْيَأْخُذُواْ أَسْلِحَتَهُمْ فَإِذَا سَجَدُواْ فَلْيَكُونُواْ مِن وَرَآئِكُمْ وَلْتَأْتِ طَآئِفَةٌ أُخْرَى لَمْ يُصَلُّواْ فَلْيُصَلُّواْ مَعَكَ وَلْيَأْخُذُواْ حِذْرَهُمْ وَأَسْلِحَتَهُمْ وَدَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ لَوْ تَغْفُلُونَ عَنْ أَسْلِحَتِكُمْ وَأَمْتِعَتِكُمْ فَيَمِيلُونَ عَلَيْكُم مَّيْلَةً وَاحِدَةً وَلاَ جُنَاحَ عَلَيْكُمْ إِن كَانَ بِكُمْ أَذًى مِّن مَّطَرٍ أَوْ كُنتُم مَّرْضَى أَن تَضَعُواْ أَسْلِحَتَكُمْ وَخُذُواْ حِذْرَكُمْ إِنَّ اللّهَ أَعَدَّ لِلْكَافِرِينَ عَذَابًا مُّهِينًا
Ve izâ kunte fîhim fe ekamte lehumus salâte fel tekum tâifetun minhum meake vel yehuzû eslihatehum fe izâ secedû fel yekûnû min varâikum vel teti tâifetun uhrâ lem yusallû fel yusallû meake vel yehuzû hızrahum ve eslihatehum veddellezîne keferû lev tagfulûne an eslihatikum ve emtiatikum fe yemîlûne aleykum meyleten vâhıdet ve lâ cunâha aleykum in kâne bikum ezen min matarin ev kuntum mardâ en tedaû eslihatekum ve huzû hızrakum innallâhe eadde lil kâfirîne azâben muhînâ
ve iza kunte fihim | : olduğu zaman, sen oldun, onların içinde, arasında |
Fe ekamte lehum | : artık, yerine koyma, dirilik, ikame, onlara, |
el salat | : salât, bağlılık şuuru, her an hakka bağlı olma durumu, |
fe li tekum taifetun | : artık, için, yapmak, olmak, taife, grup, kısım, |
Minhum mea-ke | : onlardan, seninle beraber, birlikte |
ve li yehuzû | : için, almak, edinmek, sarılmak, |
eslihate hum | : Salih, iyi olmak, silah, onlar |
Fe izâ secedû | : artık, sonra, olduğunda, teslim olma |
fe li yekunu | : böylece olsunlar, |
min varai kum | : arkası, geçmişi, takip eden, siz |
ve li teti taifet | : gelmek, anlamak, taife, grup, |
Uhra lem yusallû | : başka, diğer, değil, yönelme, dua, |
fe li yusallû mea ke | : böylece, için, dua, yönelme, beraber, birlikte |
ve li yehuzû hızra hum | : yapmak, edinmek, sarılmak, alsınlar, tetbir, onlar |
ve eslihate-hum | : en Salih, iyi olan, silah, onlar, kendi |
Vedde ellezine keferu | : gibi, temenni, istedi, hakikatleri görmemezlikten gelen |
Lev tagfulûne | : eğer, gafil, gaflet, bilememezlik, dikkatsiz |
an eslihati-kum | : en Salih, iyi olan, silah, siz |
ve emtiati-kum | : emtianız, mallar, değerler, siz |
fe yemîlûne | : böylece, hamle, yönelme, meyil, eğilim, yatkın |
Aleykum meylet | : sizin üzerinize, size, meyil, yönelme, |
vahidet | : tek olan, bir |
ve lâ cunaha aleykum | : yoktur, vebal, sıkıntı, üzerinize, size |
İn kane bikum ezen | : eğer, ise, oldu, size, eza, eziyet, sıkıntı |
min matarin | : rahmet, yağmurdan, |
Ev kuntum | : veya, oldunuz, |
marda en tedau | : hasta, müşkül, koymak, bırakmak, |
eslihate-kum | : en Salih, iyi olan, iyi çalışmalar, silah, siz |
Ve huzu hızra-kum | : alın, edinin, sarılmak, korunma, tedbirleriniz |
İnne Allah eadde | : muhakkak, Allah, vardır, hazırdır, |
Li el kafirin | : hakikatleri görmemezlikten gelenler için |
Azaben muhin | : acı sıkıntılar, hakir bırakan sıkıntılar, |
102- Sen onlarla birlikte olduğunda, her an Hakk’a bağlılık hakikatini onlara anlat. Onlardan seninle birlikte olmak isteyenler, Salih kimselerden olmaları için artık Hakk’a teslim olsunlar. Sonra sizi takip edenler de böyle olsunlar. Böylece hakikatleri anlamak için başka şeylere yönelmesinler. Seninle birlikte Hakk’a yönelsinler ve onlar dikkatli davransınlar ve onlar hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler gibi değil, Salih kimselerden olsunlar. Eğer onlar gaflete düşerlerse, sizden Salih kimselerden ve sizin sunduğunuz değerlerden yararlansınlar. Böylece birliğe yönelip sizinle birlikte hakikatlere eğilsinler. Eğer bu rahmet yolunda sıkıntılarda kalırsanız ve siz hastalığınızdan dolayı iyi çalışmalarda olamazsanız, size bir vebal yoktur. Sizler her zaman dikkatli olun, hakikatlere sarılın. Muhakkak ki hakikatleri görmemezlikten gelip, Allah’ı anlayamayanlar için hakir bırakan sıkıntılar vardır.
-103-
فَإِذَا قَضَيْتُمُ الصَّلاَةَ فَاذْكُرُواْ اللّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِكُمْ فَإِذَا اطْمَأْنَنتُمْ فَأَقِيمُواْ الصَّلاَةَ إِنَّ الصَّلاَةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ كِتَابًا مَّوْقُوتًا
Fe izâ kadaytumus salâte fezkurûllâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbikum fe iza itmanentum fe ekîmus salât innes salâte kânet alâl muminîne kitâben mevkûtâ
Fe iza kadaytum | : böylece, olduğunda, tamamlama, yerine getirme, kada |
el salâte | : salât, bağlılık şuuru, heran hakka bağlı olmak, |
fe uzkurû Allah | : artık, zikredin, anın, hatırlayın, Allah, |
kıyamen | : ayakta, diri olan, varlığı diri tutan |
ve kuûden | : otururken, |
ve alâ cunûbi-kum | : üzerinde, için, yan, taraf, her taraf, siz |
Fe iza itmanentum | : artık, olduğunda, tatmin, emin olmak, gönül rahatlığı |
fe ekîmu el salat | : her an salât üzere olun, her an hakka bağlı olmak, |
İnne el salâte | : muhakkak, bağlılık, her an hakka bağlılık üzere olmak |
kanet | : olur, olan, oldu, |
alâ el muminîne | : üzere, müminler, |
Kitâben | : kitab, hakikatlerin sözleri, ilahi sözler, varlık kitabı |
mevkuten | : devamlı, kesintisiz, muayyen, belirli, hakikatleri belli, |
103- Böylece her an Hakk’a bağlı olmanın şuurunu ulaştığınızda, artık ayakta olsanız da ve otursanız da ve siz her nerede olursanız olun Allah’ı anın. Böylece siz gönül rahatlığı içinde olun, her an Hakk’a bağlılık şuuruyla hareket edin. Muhakkak ki müminler, her an Hakk’a bağlılık şuuruyla hareket ederler, devamlı hakikatlerin sözleri üzere hareket ederler.
-104-
وَلاَ تَهِنُواْ فِي ابْتِغَاء الْقَوْمِ إِن تَكُونُواْ تَأْلَمُونَ فَإِنَّهُمْ يَأْلَمُونَ كَمَا تَأْلَمونَ وَتَرْجُونَ مِنَ اللّهِ مَا لاَ يَرْجُونَ وَكَانَ اللّهُ عَلِيمًا حَكِيمًا
Ve lâ tehinû fîbtigâil kavm in tekûnû telemûne fe innehum yelemûne kemâ telemûn ve tercûne minallâhi mâ lâ yercûn ve kânallâhu alîmen hakîmâ
Ve la tehinu | : yok, gevşeklik, tembellik, ilgisiz, duyarsız |
fî ibtigâi el kavmi | : arama konusunda, aramakta, kavim, kimseler |
İn tekûnû telemun | : eğer, siz oluyorsunuz, acı, elem, sıkıntı, keder |
Fe inne-hum yelemun | : sonra, artık, muhakkak ki onlar, elem, acı, |
Kema telemûne | : gibi, elem, acı, sıkıntı |
ve tercûne min allah | : ummak, ümit, ümit ediyorsunuz, Allahtan |
Ma lâ yercûne | : değil, şey, ne, yok, ümit etmiyorlar |
ve kâne Allah alim | : oldu, Allah, ilmin sahibi, |
hakim | : hâkim olan, |
104- Hakikatleri aramada ilgisiz kimselerden olmayın. Sıkıntılara düşseniz de hakikatleri arayın. Sıkıntılarından dolayı ilgisiz olanlar gibi olmayın. Ümit etmeyenler gibi olmayın. Allah’tan ümidinizi kesmeyin. Muhakkak ki Allah ilmiyle tüm varlığa hâkim olandır
-105-
إِنَّا أَنزَلْنَا إِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِتَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ بِمَا أَرَاكَ اللّهُ وَلاَ تَكُن لِّلْخَآئِنِينَ خَصِيمًا
İnnâ enzelnâ ileykel kitâbe bil hakkı li tahkume beynen nâsi bimâ erâkallâh ve lâ tekun lil hâinîne hasîmâ
İnnâ enzelna ileyke | : muhakkak, sunduk, verdik, bildirdil, sana, |
kitabe | : hakikatlerin sözlerini, kitap, varlık kitabı, |
bi el hakkı | : hakk ile, dosdoğru olarak, hakikatleri ile, |
li tahkume | : hükmet, hâkim, hakikate vakıf olan, adalet üzere ol, |
beyne el nas | : insanlar arasında |
bi-mâ eraka Allah | : o şekilde, gösterdiği, anlattı, Allah |
Ve lâ tekun li el hainin | : sen olma, içinde taşıma, hain, ihanet eden |
hasimen | : taraftar, düşmanlık eden, hasım olan, |
105- Muhakkak ki Biz sana, tüm hakikatleriyle her varlığı bir kitap olarak sunduk. Allah’ın gösterdiği şekilde, insanlar arasında adalet üzere hakikatleri sun ve sen sakın içinde bir hainlik, düşmanlık taşıma.
-106-
وَاسْتَغْفِرِ اللّهِ إِنَّ اللّهَ كَانَ غَفُورًا رَّحِيمًا
Vestagfirillâh innallâhe kâne gafûran rahîmâ
ve istagfiri Allah | : istiğfar et, mağfiret dile, Allah |
İnne Allâh kane gafur | : muhakkak, Allah, oldu, mağfiret, |
rahim | : rahim olan, varlığın özünden var eden, |
106- Allah’ın mağfiretini anla. Muhakkak ki Allah mağfiret edendir, varlığı özünden var edendir.
-107-
وَلاَ تُجَادِلْ عَنِ الَّذِينَ يَخْتَانُونَ أَنفُسَهُمْ إِنَّ اللّهَ لاَ يُحِبُّ مَن كَانَ خَوَّانًا أَثِيمًا
Ve lâ tucâdil anillezîne yahtânûne enfusehum innallâhe lâ yuhıbbu men kâne havvânen esîmâ
ve lâ tucâdil an ellezine | : yok, mücadele, tartışmak, kavga, o kimseler |
Yahtanun | : ihanette, hatalarda, |
enfuse-hum | : nefslerine, kendilerine |
İnne Allah la yuhıbbu | : muhakkak, Allah, yok, sevgi, |
Men kane hevane | : kim, oldu, hevasında, zannı, |
esimem | : ihanet, fena, günah, kötü |
107- Nefslerini anlamayıp hatalar içinde olan kimselerle tartışmaya girme. Muhakkak ki kötülüklerde, kendi hevasında olan kimselerde Allah sevgisi yoktur.
-108-
يَسْتَخْفُونَ مِنَ النَّاسِ وَلاَ يَسْتَخْفُونَ مِنَ اللّهِ وَهُوَ مَعَهُمْ إِذْ يُبَيِّتُونَ مَا لاَ يَرْضَى مِنَ الْقَوْلِ وَكَانَ اللّهُ بِمَا يَعْمَلُونَ مُحِيطًا
Yestahfûne minen nâsi ve lâ yestahfûne minallâhi ve huve meahum iz yubeyyitûne mâ lâ yardâ minel kavl ve kânallâhu bi mâ ya’melûne muhîtâ
Yestahfûne min el nas | : gizli olan, insanlara |
Ve lâ yestahfûne min allah | : yok, gizli olan, Allahtan |
Ve huve mea-hum | : o, onlarla beraber, birlikte, |
İz yubeyyitûne | : olduğunda, evleri, düzen, |
Ma lâ yardâ | : şey, ne, değil, yok, razı olmaz, |
min el kavl | : sözler, hakikatlerin sözleri, tecelliler, |
ve kâne Allah | : oldu, Allah |
Bima yamelûn | : şeyler, yapılan, amel, iş, işleyiş, |
muhitan | : ortaya çıkan, kuşatan, saran, ihata eden, |
108- İnsanlara gizli olan şeyler vardır. Allah’a gizli olan hiçbir şey yoktur ve O onların vücud evlerinde onlarla beraberdir. Hakikatlerin sözlerinden başka sözlerden razı olmaz ve Allah bütün işleyişi tecellileriyle ihata edendir.
-109-
هَاأَنتُمْ هَؤُلاء جَادَلْتُمْ عَنْهُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا فَمَن يُجَادِلُ اللّهَ عَنْهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ أَم مَّن يَكُونُ عَلَيْهِمْ وَكِيلاً
Hâ entum hâulâi câdeltum anhum fîl hayâtid dunyâ fe men yucâdilullâhe anhum yevmel kıyâmeti em men yekûnu aleyhim vekîlâ
Hâ entum haulai | : işte, artık siz, bunlar, böyle, |
câdeltum anhum | : tartışmak, kavga, savaş, mücadele, siz, onlar |
fî el hayâti el dünya | : dünya hayatında, yaşamlarında, |
Fe men yucâdilu Allah | : artık, kim, kimse, mücadele, kavga, tartışma, Allah |
yevme el kıyameti | : heran diri olan, hakikatlerin ortaya çıktığı gün, ölüm vakti |
Em men yekun | : yoksa, veya, ya da, kim, olur, olacak, |
Aleyhim | : onlara, kendilerinde, |
vekil | : vekil, yetkili olan, koruyan, Rab, tanık, |
109- Artık sizler dünya hayatını savaş haline getirenlerden olmayın. Artık ölünceye kadar Allah’ın hakikatleri için mücadele eden kimselerden olun, ya da o hakikatleri koruyan kimselerden olun.
-110-
وَمَن يَعْمَلْ سُوءًا أَوْ يَظْلِمْ نَفْسَهُ ثُمَّ يَسْتَغْفِرِ اللّهَ يَجِدِ اللّهَ غَفُورًا رَّحِيمًا
Ve men yamel sûen ev yazlim nefsehu summe yestagfirillâhe yecidillâhe gafûran rahîmâ
ve men yamel suen | : kim, kimse, yapar, kötülük, kötü ameller |
Ev yazlim nefs hu | : ya da, zulmettiğini anlar, hata, nefsine, kendine |
Summe yestagfiri Allah | : sonra, istiğfar, mağfiret, Allah |
Yecidi Allah gafur | : bulur, anlar, Allah, mağfiret eden, |
rahim | : rahim olan, özünden var eden, |
110- Kim kötü amellerde olup, kendine zulmettiğini anlar, sonra da Allah’tan mağfiret isterse, istediğini rahim olan, mağfiret eden Allah’ta bulur.
-111-
وَمَن يَكْسِبْ إِثْمًا فَإِنَّمَا يَكْسِبُهُ عَلَى نَفْسِهِ وَكَانَ اللّهُ عَلِيمًا حَكِيمًا
Ve men yeksib ismen fe innemâ yeksibuhu alâ nefsihî ve kâne allâhu alîmen hakîmâ
ve men yeksib isme | : kim, kazanır, edinir, olursa, fenalar, günah, |
fe innemâ | : artık, sadece, yalnızca, |
yeksibu-hu | : kazanır, edinir, yapmış olur, o, |
ala nefsi hi | : kendi nefsi için, kendine |
ve kâne Allah alimen | : oldu, Allah, ilmin sahibi, ilmiyle var eden, |
hakim | : hâkim olan, tüm varlığa hâkim olan |
111- Kim fenalarda olursa, artık o yalnızca kendine fenalık yapmış olur. Muhakkak ki Allah ilmin sahibidir, tüm varlığa hâkim olandır.
-112-
وَمَن يَكْسِبْ خَطِيئَةً أَوْ إِثْمًا ثُمَّ يَرْمِ بِهِ بَرِيئًا فَقَدِ احْتَمَلَ بُهْتَانًا وَإِثْمًا مُّبِينًا
Ve men yeksib hatîeten ev ismen summe yermi bihî berîen fe kadihtemele buhtânen ve ismen mubînâ
ve men yeksip | : kim, kazanır, edinir, çalışmak, yaparsa, olursa, |
hatieten | : hata, kusur, yanlış, |
Ev ismen | : veya, ya da, fena, günah, kötü olan, |
Summe yermi bihi | : sonra, atar, bırakır, onu, |
berien | : uzak olan, masum, suçsuz, |
fe kad ihtemel | : artık, oldu, yüklenme, direnmek |
buhtan | : iftira, yalan, gaflet, |
ve ismen mubin | : günah, suç, fena, kötülük, apaçık |
112- Kim yanlışlar içinde ya da kötülüklerde olursa, sonra da onu bir masumluk olarak gösterirse, artık o yalanları yüklenmiş olur ve apaçık kötülüklerde kalır.
-113-
وَلَوْلاَ فَضْلُ اللّهِ عَلَيْكَ وَرَحْمَتُهُ لَهَمَّت طَّآئِفَةٌ مُّنْهُمْ أَن يُضِلُّوكَ وَمَا يُضِلُّونَ إِلاُّ أَنفُسَهُمْ وَمَا يَضُرُّونَكَ مِن شَيْءٍ وَأَنزَلَ اللّهُ عَلَيْكَ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَكَ مَا لَمْ تَكُنْ تَعْلَمُ وَكَانَ فَضْلُ اللّهِ عَلَيْكَ عَظِيمًا
Ve lev lâ fadlullâhi aleyke ve rahmetuhu le hemmet tâifetun minhum en yudıllûke ve mâ yudıllûne illâ enfusehum ve mâ yadurrûneke min şey ve enzelallâhu aleykel kitâbe vel hikmete ve allemeke mâ lem tekun talem ve kâne fadlullâhi aleyke azîmâ
ve lev lâ fadlu | : eğer, olmasaydı, lütuf, nitelik, değer, fazilet, |
Allah aleyke | : Allah, senin üzerinde |
ve rahmetu-hu | : rahmet, o |
Le hemmet | : elbette, yeltenme, yüklenme, hamle, |
taifet minhum | : grup, taife, onlardan |
En yudıllû-ke | : seni saptırır, hakikatlerden uzaklaştırır |
Ve mâ yudıllûne | : saptıramazlar |
İllâ enfus hum | : ancak, başka, kendileri, nefsleri |
Ve mâ yadarru ke min şey | : değil, ne, şey, zarar, sıkıntı, sen, bir şey |
ve enzele Allah aleyke | : indirdi, sundu, Allah, sana, size, üzerine |
el kitab | : sana, kitab, hakikatler, varlık kitabı, |
ve el hikmet | : hikmet, şuur, tefekkür, incelikler, |
ve alleme-ke | : sana öğretti |
Mâ lem tekum talem | : şey, ne, değil, bilmiyor iken |
ve kane fadlu allah | : oldu, lütuf, nitelik, sıfatlar, Allah |
Aleyke azimen | : senin üzerine, yüce, karar, azamet, |
113- Eğer sen; kendi üzerindeki Allah’ın tecellilerini ve rahmetini anlamamış olsaydın, elbette o hakikatleri anlayamayanlar seni dalalete sürüklerlerdi. Onlar ancak kendilerini dalalete ve sıkıntılardan başka bir şeye sürüklemezler. Allah sana her varlığı bir kitap olarak sundu ve onun içinde hikmetler sundu ve sen bir şey bilmiyorken sana öğretti. Senin üzerindeki o yüce lütuflar Allah’ındır.
-114-
لاَّ خَيْرَ فِي كَثِيرٍ مِّن نَّجْوَاهُمْ إِلاَّ مَنْ أَمَرَ بِصَدَقَةٍ أَوْ مَعْرُوفٍ أَوْ إِصْلاَحٍ بَيْنَ النَّاسِ وَمَن يَفْعَلْ ذَلِكَ ابْتَغَاء مَرْضَاتِ اللّهِ فَسَوْفَ نُؤْتِيهِ أَجْرًا عَظِيمًا
Lâ hayra fî kesîrin min necvâhum illâ men emera bi sadakatin ev marûfin ev ıslâhın beynen nâs ve men yef’al zâlikebtigâe mardâtillâhi fe sevfe nutîhi ecran azîmâ
lâ hayra | : yok, iyilik, iyi olan, hayır, iyi haller, |
fi kesirin | : çoğunda, çokluk, ikilik içinde, suretler, kesret, |
min necvâ-hum | : fısıltı, gizli konuşma, dedikodu, onlar |
İllâ men | : ancak, başka, sadece, kim, kimse, |
emr | : iş, işleyiş, hüküm, |
bi sadakat | : sadakat, bağlılık, içtenlik, doğruluk, |
Ev marûfin | : ya da, irfan, bilmek, arif olmak, |
Ev ıslah | : ya da, ıslah, düzelme, iyileşme, iyi şeyler yapmak |
beyne en nâsi | : insanlar arasında |
ve men yefal | : kim, yapar, çalışır, işler, |
Zâlike ibtigae | : işte bu, istemek, arzu, maksat, gaye, |
mardat allah | : rıza, arzu, Allah |
Fe sevfe nuti hi | : artık, olacak, olur, vermek, sunduk, ona, o |
ecr azim | : karşılık, yüce, karar, |
114- Dedikodu halinde olanlarda, ikilik içinde kalanlarda iyi haller yoktur. Ancak kim, içtenlikle hükümlere bağlı ve hakikatleri bilme arzusunda ve insanların arasında iyi şeyler yapma halindeyse ve kim bunları yaparsa, işte o Allah’ın rızasını gaye edinmiştir. Artık o, sunduğumuz yüce karşılıklar üzere olur.
-115-
وَمَن يُشَاقِقِ الرَّسُولَ مِن بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُ الْهُدَى وَيَتَّبِعْ غَيْرَ سَبِيلِ الْمُؤْمِنِينَ نُوَلِّهِ مَا تَوَلَّى وَنُصْلِهِ جَهَنَّمَ وَسَاءتْ مَصِيرًا
Ve men yuşâkıkır resûle min badi mâ tebeyyene lehul hudâ ve yettebi gayra sebîlil muminîne nuvellıhî mâ tevellâ ve nuslihî cehennem ve sâet masîrâ
ve men yuşâkıkı | : kim, ayrılık, karşı gelme, |
el resul | : hakikati gösteren, resül, |
min badi | : sonradan, sonra |
Ma tebeyyene lehu | : beyan etme, açıklama, ona, |
el huda | : yol gösterme, klavuz, |
ve yettebi gayr sebil | : tabi olur, uyar, yönelir, başka, yollar |
el muminin | : müminler, |
nuvellı hi | : biz, hakikatlerimiz, çevrilme, dönme, yönelmek, o |
Ma tevellâ | : şey, ne, değil, döndü, yöneldi, |
ve nusli hi | : biz, hakikatlerimiz, bulunur, yaslanır, o, |
cehennem | : cehaletin cehennemi, derin kuyu, yakıp yıkıcı olan |
ve sâet masiran | : ne kötü, yer, varılan yer, bulunulan yer, kötü hal |
115- Kendine hakikatler açıklanıp Hakk’a yol gösterildikten sonra, kim Resulün sunduğu hakikatlere karşı çıkar ve başka yollara tâbi olursa, müminlerin yöneldiği hakikatlerimizden başka şeylere yönelirse, işte o hakikatlerimizi bırakıp kendi cehaletinin cehennemine yaslanır ve o ne kötü bir hâldir.
-116-
إِنَّ اللّهَ لاَ يَغْفِرُ أَن يُشْرَكَ بِهِ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذَلِكَ لِمَن يَشَاء وَمَن يُشْرِكْ بِاللّهِ فَقَدْ ضَلَّ ضَلاَلاً بَعِيدًا
İnnallâhe lâ yagfiru en yuşrake bihî ve yagfiru mâ dûne zâlike li men yeşâu ve men yuşrik billâhi fe kad dalle dalâlen baîdâ
İnne Allah | : muhakkak, Allah, |
la yagfiru | : yok, mağfiret, |
en yuşrake bihi | : ortak, şirk koşmak, ona |
ve yagfiru ma dune | : mağfiret eder, şey, değil, ne, başka, |
Zâlike li men yeşau | : işte bu, için, kim, kimse, istek, isterse |
ve men yuşrik bi Allah | : kim, ortak koşar, kendine varlık isnat eder, Allah |
Fe kad dalle dallen | : artık, oldu, sapan, dalalet, sapmışlık, |
baid | : uzaklaşma, uzak olan,
|
116- Muhakkak ki Allah’a ortak koşanlar, O’nun mağfiretini anlayamazlar. O halleri kim bırakır, O’nu anlamak isterse o mağfiret bulur ve kim Allah’a ortak koşarsa, artık o hakikatlerden uzaklaşıp kendi cehaletine sapmış olur.
-117-
إِن يَدْعُونَ مِن دُونِهِ إِلاَّ إِنَاثًا وَإِن يَدْعُونَ إِلاَّ شَيْطَانًا مَّرِيدًا
İn yedûne min dûnihî illâ inâsâ ve in yedûne illâ şeytânen merîdâ
in yedune min duni hi | : ancak, yönelme, davet, istek, ondan başka, onu bırakıp |
İlla inâsen | : ancak, başka, sadece, dişi, putlar |
ve in yedune | : sadece, yönelme, dua, |
illâ şeytan | : sadece, şeytani haller, kötülük halleri, |
merid | : baş kaldırma, isyan, ikilik, benlik |
117- Onlar ancak Allah’ı bırakıp, kendi zanlarıyla var ettikleri putlara yönelirler ve onlar sadece bir benlik içinde, kendi şeytani hallerine yönelirler.
-118-
لَّعَنَهُ اللّهُ وَقَالَ لَأَتَّخِذَنَّ مِنْ عِبَادِكَ نَصِيبًا مَّفْرُوضًا
Leanehu allâh ve kâle le ettehizenne min ibâdike nasîben mefrûdâ
leane-hu allah | : rahmetten uzaklaşma, mahrumiyet, kesilmek, Allah |
Ve kale le ettehizenne | : dedi, elbette, edinme, sığınma, |
min ibâdi ke | : kulluk, sen, kullardan, |
Nasiben | : nasip, pay, yararlanma, fayda, |
mefrudan | : vaat, dayatma, uygulama, empoze, belirlenmiş, |
118- O halde olanlar; Allah’ı idrak edemeyip, rahmetten uzaklaşırlar ve derler ki: Elbette kullarının sığınma duygusundan yararlanıp, çeşitli dayatmalarla onlardan faydalanacağız.
-119-
وَلأُضِلَّنَّهُمْ وَلأُمَنِّيَنَّهُمْ وَلآمُرَنَّهُمْ فَلَيُبَتِّكُنَّ آذَانَ الأَنْعَامِ وَلآمُرَنَّهُمْ فَلَيُغَيِّرُنَّ خَلْقَ اللّهِ وَمَن يَتَّخِذِ الشَّيْطَانَ وَلِيًّا مِّن دُونِ اللّهِ فَقَدْ خَسِرَ خُسْرَانًا مُّبِينًا
Ve le udillennehum ve le umenniyennehum ve le âmurannehum fe le yubettikunne âzânel enâmi ve le âmurannehum fe le yugayyirunne halkallâh ve men yettehıziş şeytâne veliyyen min dûnillâhi fe kad hasira husrânen mubînâ
ve le udillenne-hum | : elbette, dalalette, hakikatlerden sapma, onlar |
ve le umenniyenne-hum | : istekler, umutlar, kuruntu, yanlış asılsız düşünce |
ve le âmuranne-hum | : emr, işleyiş, hükümler, onlar |
Fe le yubettikunne | : artık, ikiliğe düşecek, kesecekler, yaracaklar, |
Âzâne el anemi | : ayrımcılık, benliklerinde olma, kulak, varlık, hayvan |
ve le âmuranne-hum | : emr, işleyiş, hükümler, onlar |
Fe le yugayyirunne | : artık, böylece, elbette, değişim, değiştirmek |
Halka Allah | : yarattı, halketti, var etti, Allah, |
Ve men yettehızi | : kim, edinir, sığınır, sarılır, |
el şeytan | : şeytani halleri, tüm kötülük halleri, |
Veliyyen min duni Allah | : veli, dost, Allah’tan başka |
fe kad hasira | : artık, oldu, hüsran, kaybeden, |
hursan mubin | : hüsranla, kayıp, apaçık |
119- Onlar hakikatlerden sapmış olacaklar ve onlar yanlış, asılsız düşünceler içinde olacaklar ve onlar işleyişin hakikatlerini anlayamayacaklar ve onlar ayrımcılık içinde ikilikte kalacaklar. Sonra da onlar, Allah’ın yaratmadaki hakikatlerini başka anlamlara değiştirecekler. Kim Allah’ı anlamayı bırakır şeytani halleri dost edinirse, artık o apaçık bir kayıpla kaybedenlerden olur.
-120-
يَعِدُهُمْ وَيُمَنِّيهِمْ وَمَا يَعِدُهُمُ الشَّيْطَانُ إِلاَّ غُرُورًا
Yeıduhum ve yumennîhim ve mâ yeıduhumuş şeytânu illâ gurûrâ
yeıdu-hum | : adet, vaat, söz, onlar |
ve yumennî-him | : kuruntu, kibir, aldanma |
Ve mâ yeıdu hum | : değil, şey, ne, vaat, yönelme, |
el şeytan | : tüm kötülük halleri, şeytani haller, |
İllâ gurur | : ancak, gurur, kibir, aldanma |
120- Şeytani hallerde olanlar ancak bir kibirlilik içinde olurlar ve onlar kibirliliği adet edinirler
-121-
أُوْلَئِكَ مَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ وَلاَ يَجِدُونَ عَنْهَا مَحِيصًا
Ulâike mevâhum cehennemu ve lâ yecidûne anhâ mahîsâ
Ulâike meva hum | : işte onlar, bulundukları yer, hal, |
cehennem | : cehaletin cehennemi, derin kuyu, yakıp yıkıcı olan |
Ve lâ yecidûne | : yok, bulmak, bulamazlar, |
anha mahis | : ondan, o halden, kaçmak, uzaklaşmak, |
121- İşte onların bulundukları yer cehaletin cehennemidir ve o hallerden uzaklaşamazlar da.
-122-
وَالَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ سَنُدْخِلُهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا وَعْدَ اللّهِ حَقًّا وَمَنْ أَصْدَقُ مِنَ اللّهِ قِيلاً
Vellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti se nudhiluhum cennâtin tecrî min tahtihâl enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ Vadallâhi hakkâ ve men asdaku minallâhi kîlâ
ve ellezîne amenu | : iman edenler, |
ve amilû es sâlihâti | : dosdoğru hak yolunda çalışanlar, iyi yararlı çalışmalar |
se nudhilu-hum cennatin | : dahil olma, orada bulunma, girme, cennetler, huzur |
terci mi tahti ha el enhar | : vardır, makamlarında, akıp giden ilim |
halidin fiha ebed | : devamlı, orada, ebedi, sonsuz |
Vade Allah | : vaad, ortaya çıkarma, söz, tecelli, açığa çıkan, Allah, |
hakkan | : hak, gerçek olan, hakikat, |
ve men asdaku | : kim, sadık, içten, samimi, doğru, |
min Allâh | : Allah, |
kilen | : sözler, tecelliler, hakikatler, |
122- İman edenler ve iyi çalışmalarda olanlar ise; onlar huzur içinde olurlar, makamlarında bir ilim üzeredirler, devamlı o haldedirler. Allah tecellileriyle gerçek olandır ve Allah’a içtenlikle bağlı olan kimse tecellileri anlar.
-123-
لَّيْسَ بِأَمَانِيِّكُمْ وَلا أَمَانِيِّ أَهْلِ الْكِتَابِ مَن يَعْمَلْ سُوءًا يُجْزَ بِهِ وَلاَ يَجِدْ لَهُ مِن دُونِ اللّهِ وَلِيًّا وَلاَ نَصِيرًا
Leyse bi emâniyyikum ve lâ emâniyyi ehlil kitâb men yamel sûen yucze bihî ve lâ yecid lehu min dûnillâhi veliyyen ve lâ nasîrâ
leyse bi emâniyyi-kum | : değil, olmaz, arzu, kuruntu, yanlış asılsız düşünce |
ve lâ emâniyyi | : yok, arzu, gaye, kuruntu, yanlış asılsız düşünce |
ehli el kitâbi | : kitap ehli, aktarılan söylentilerde kalanlar |
Men yamel suen | : kim, yapar, kötü, fena, |
yucze bihi | : karşılık, ceza, onunla |
ve la yecid lehu | : bulamaz, o |
Min duni Allah veliyy | : ondan başka, Allah, dost |
ve lâ nasiran | : yok, yardımcı |
123- Siz yanlış, asılsız düşünceler içinde olmayın. Aktarılan söylentilerde kalanlar gibi, yanlış, asılsız düşüncelerde kalmayın. Kim kötülük yaparsa onun karşılığını bulur ve yinede ona Allah’tan başka dost olmaz ve yardımcı da yoktur.
-124-
وَمَن يَعْمَلْ مِنَ الصَّالِحَاتَ مِن ذَكَرٍ أَوْ أُنثَى وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَأُوْلَئِكَ يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ وَلاَ يُظْلَمُونَ نَقِيرًا
Ve men yamel mines sâlihâti min zekerin ev unsâ ve huve mu’minun fe ulâike yedhulûnel cennete ve lâ yuzlemûne nakîrâ
ve men yamel | : kim, yapar, amel, olur, çalışır, |
min el salihat | : Salih, iyi çalışmalar |
min zekerin ev unsa | : erkek veya kadın |
ve huve muminun | : o, mumin, emin olan, inanarak |
fe ulâike yedhulune el cennet | : işte onlar, dahil, olur, girer, cennet, huzur |
ve lâ yuzlemûne | : yok, zulüm, haksızlık yapmaz, kötülük, |
nakiran | : kıl kadar, zerre kadar |
124- Kadın olsun veya erkek olsun, kim iyi çalışmalarda olur ve o müminlerden olursa,
işte onlar huzur içindedirler ve onlarda zerre kadar zulüm yoktur.
-125-
وَمَنْ أَحْسَنُ دِينًا مِّمَّنْ أَسْلَمَ وَجْهَهُ لله وَهُوَ مُحْسِنٌ واتَّبَعَ مِلَّةَ إِبْرَاهِيمَ حَنِيفًا وَاتَّخَذَ اللّهُ إِبْرَاهِيمَ خَلِيلاً
Ve men ahsenu dînen mimmen esleme vechehu lillâhi ve huve muhsinun vettebea millete ibrâhîme hanîfâ ve ıttehazallâhu ibrâhîme halîlâ
ve men ahsenu | : kim, güzel, iyi olan, |
dinen | : din, varlığın yaratılış hükümleri, yasalar, |
Minmen esleme | : o kimse, teslim, doğru, sağlam, olan, barış huzur üzere |
Veche hu li allâh | : yüz, yön, gerçekler, Allah’a |
ve huve muhsinin | : o, iyiliklerde olan, ihsan sahibi, |
ve ittebea | : tâbi oldu, uydu, |
milleti | : imla, düzenlenen ilkeler, belge, düzenleyip yazdırılan, |
ibrâhîme | : İbrahim, öze uygun yaşayan, rahim üzere olan |
hanifen | : hanif, tevhid üzere, tek Allah’a inanan |
ve ittehaza allahu | : edindi, sarıldı, aldı, götürdü, Allah |
İbrahime Halil | : İbrahim, samimi içten dost olan |
125- Varlığın yaratılış yasalarını anlamaya çalışan, yüzünü Allah’a döndüren ve iyiliklerde olup, barış ve huzur üzere olan ve İbrahim’in düzenlediği ilkelere tâbi olan, onun hakikati aradığı gibi arayan, Tevhid üzere olan ve İbrahim gibi içten samimi olarak tüm her şeyiyle Allah’a sarılan o kimseden, daha güzel olan kimdir.
-126-
وَللّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ وَكَانَ اللّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ مُّحِيطًا
Ve lillâhi mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ard ve kânallâhu bi kulli şeyin muhîtâ
ve li Allah ma fi el semavat | : Allah’ındır, göklerde ne varsa |
ve mâ fi el ard | : yerde ne varsa |
ve kâne Allah | : oldu, Allah |
Bi kulli şeyin muhîtan | : bütün her şeyi, kuşatan, saran, ihata eden |
126- Göklerde olanlar ve yerde olanlar Allah’ındır ve Allah bütün her şeyi ihâta edendir.
-127-
وَيَسْتَفْتُونَكَ فِي النِّسَاء قُلِ اللّهُ يُفْتِيكُمْ فِيهِنَّ وَمَا يُتْلَى عَلَيْكُمْ فِي الْكِتَابِ فِي يَتَامَى النِّسَاء الَّلاتِي لاَ تُؤْتُونَهُنَّ مَا كُتِبَ لَهُنَّ وَتَرْغَبُونَ أَن تَنكِحُوهُنَّ وَالْمُسْتَضْعَفِينَ مِنَ الْوِلْدَانِ وَأَن تَقُومُواْ لِلْيَتَامَى بِالْقِسْطِ وَمَا تَفْعَلُواْ مِنْ خَيْرٍ فَإِنَّ اللّهَ كَانَ بِهِ عَلِيمًا
Ve yesteftûneke fîn nisâi kulillâhu yuftîkum fîhinne ve mâ yutlâ aleykum fîl kitâbi fî yetâmen nisâillâtî lâ tutûnehunne mâ kutibe lehunne ve tergabûne en tenkihûhunne vel mustadafîne minel vildâni ve en tekûmû lil yetâmâ bil kıst ve mâ tefalû min hayrin fe innallâhe kâne bihî alîmâ
ve yesteftûne ke | : bilgi, danışma, araştırma, sorgulama, fetva, sen |
fî en nisâi | : kadınlar hakkında, nefsini tanıma yolunda olan |
Kul allâh | : anlat, Allah, |
yufti kum | : bilgi, fetva, sorgulama, aslını anlama, bilgilenmek, siz, |
fi hinne | : onlarında, |
ve mâ yutla aleykum | : şey, ne, değil, okunan, tilavet, size, üzerinize |
fî el kitabi | : kitaptan, hakikatlerin sözleri, varlık kitabı, |
fî yetâme | : yetim, bilgiyi arayan, atalarının inancından kopmuş |
el nisai elleti | : kadın, nefsini bilme yolunda olan, ki o |
lâ tutûne-hunne | : sunmamazlık, vermemezlik, onlara, |
Ma kutibe lehunne | : şey, ne, yazıldı, hakikatlerin sözler, bilgileri, onlara |
ve tergabûne | : istemek, dilemek, |
en tenkihû-hunne | : nikah, birleştirme, uygunluk, bir şeyin bir şey uyması |
ve el mustadafîne | : savunması, zayıf olanlar, aciz olanlar |
min el vildâni | : çocuklardan, yeni doğuş, köle olan, kul olan, |
Ve en tekûmû | : yapmak, ortaya çıkarmak, olmak |
li el yetâmâ | : yetimler için, kendi inancından kopan, hakikati arayan |
bi el kıst | : adalet, doğruluk, |
Ve ma tefalu min hayrin | : şey, ne, değil, yapar, hayır ile, iyilik |
Fe inne Allah | : muhakkak, Allah, |
kane bihi alim | : onu, her şeyi, ilmiyle var eden, |
127- Kadınlar hakkında senden bilgi istiyorlar. Anlat: Sizin bilgilenmeniz gibi onların da Allah hakkında bilgilenmeleri ve size kitaptan ne okunuyorsa onlara da okunması haktır. Kadınlardan bilgilerinin arayışı içinde olanlara, hakikatlerin bilgilerinden onlara vermemezlik yapmayın ve onların da birliği anlamasını isteyin. Bir zayıflık içinde olanlara yardım edin ve kendi inançlarından kopmuş olup hakikati arayanlar için adaletli olun ve iyi şeyler yapın. Muhakkak ki Allah bütün her şeydeki ilmin sahibidir.
-128-
وَإِنِ امْرَأَةٌ خَافَتْ مِن بَعْلِهَا نُشُوزًا أَوْ إِعْرَاضًا فَلاَ جُنَاْحَ عَلَيْهِمَا أَن يُصْلِحَا بَيْنَهُمَا صُلْحًا وَالصُّلْحُ خَيْرٌ وَأُحْضِرَتِ الأَنفُسُ الشُّحَّ وَإِن تُحْسِنُواْ وَتَتَّقُواْ فَإِنَّ اللّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا
Ve in imraetun hâfet min balihâ nuşûzen ev ırâdan fe lâ cunâha aleyhimâ en yuslıhâ beynehumâ sulhâ ves sulhu hayr ve uhdıratil enfusuş şuhh ve in tuhsinû ve tettekû fe innallâhe kâne bi mâ tamelûne habîrâ
ve in imraetun hafet | : eğer, şayet, kadın, onun işi, davranışı, korku |
min bali-hâ | : kocasından, eski, |
nuşuzen | : aksi olan, dinlemezlik, geçimsiz |
Ev ıradan | : ya da, isteksiz, gönülsüz, iyi davranmama, yüz çevirme |
Fe la cunâha aleyhima | : artık, yok, vebal, günah, sıkıntı, onlara |
En yuslıhâ | : olmak, ıslah edilmesi, düzeltilmesi, uzlaşma |
beyne-humâ sulhan | : aralarında, barış, anlaşma |
ve es sulhu hayrun | : sulh, barış, anlaşma, hayırlı, iyi olan |
ve uhdırat el nefs | : hazır, vardır, nefs, kendinde, |
el şuha | : hırs, cimri, aşırı istek |
Ve ın tuhsinû | : eğer, şayet, ise, ihsan, iyi davranış |
ve tettekû | : takva, fenalardan sakınma, Allah’a ortak koşmama |
Fe inne Allah kane | : muhakkak, Allah, oldu |
Bima tamelûne | : şeyler, yaptığınız, |
habir | : hakikatleri bildiren, haber veren, bilgi veren |
128- Eğer bir kadın, kocasının geçimsizliğinden ya da kötü davranmasından korkarsa, artık onlar aralarında anlaşıp uzlaşır, sıkıntılarını yok ederlerse onlara bir vebal yoktur. Barış her zaman hayırlı olandır. İnsanlarda hırs vardır ve eğer iyi davranışlarda olurlarsa ve fenalardan sakınır Allah’a ortak koşmazlarsa onlar için daha hayırlıdır. Muhakkak ki Allah yaptığınız şeylerden her an hakikatleri bildirir.
-129-
وَلَن تَسْتَطِيعُواْ أَن تَعْدِلُواْ بَيْنَ النِّسَاء وَلَوْ حَرَصْتُمْ فَلاَ تَمِيلُواْ كُلَّ الْمَيْلِ فَتَذَرُوهَا كَالْمُعَلَّقَةِ وَإِن تُصْلِحُواْ وَتَتَّقُواْ فَإِنَّ اللّهَ كَانَ غَفُورًا رَّحِيمًا
Ve len testatîû en tadilû beynen nisâi ve lev harastum fe lâ temîlû kullel meyli fe tezerûhâ kel muallakat ve in tuslihû ve tettekû fe innallâhe kâne gafûran rahîmâ
ve len testatiu | : değil, güç yetirme, kolay değil, |
en tadilu | : adil olmak, adaletli |
Beyne en nisâi | : arasında, kadınlar, nefsini bilme yolunda olanlar |
ve lev harasurum | : eğer, olsa bile, hırslı, hevesli, aşırı istek, öfke, |
Fe lâ temîlû kulle | : artık, yok, eğilim, meyil, ilgi, hepsi, bütün, |
el meyli | : meyil, sevgi, ilgi, eğilim, yönelmek, |
Fe tezerû-hâ | : artık, bırakırsınız, eski haline döndürmek, yıkıcı, tahrip |
Ke el muallakati | : gibi, muallâkta, bir boşlukta kalmak, bilememezlik |
ve in tuslihû | : eğer, ise, ıslah, barış, anlaşma, uzlaşma, uyumlu |
ve tettekû | : takva, fenalardan sakınma, Allah’a ortak koşmama |
Fe inne Allah kane | : böylece, muhakkak, Allah, oldu, |
Gafûran | : mağfiret eden, |
rahim | : rahim olan, özünden var eden, |
129- Nefsini bilme yolunda olanlar arasında, hakikatleri anlatmak açısından adil olmak kolay değildir. Eğer onlar aşırı isteklilerse, artık onların ilgilerini, hakikatlere olan meyillerini yok etmeyin. Eğer onları eski hallerine bırakırsanız, bir boşlukta kalır gibi olurlar. Eğer onlara ıslah olmayı ve fenalardan sakınmayı, Allah’a ortak koşmamayı anlatırsanız, böylece onlar muhakkak ki mağfiret edenin, varlığı özünden varedenin Allah olduğunu anlayacaklardır.
-130-
وَإِن يَتَفَرَّقَا يُغْنِ اللّهُ كُلاًّ مِّن سَعَتِهِ وَكَانَ اللّهُ وَاسِعًا حَكِيمًا
Ve in yeteferrekâ yugnillâhu kullen min seatihî ve kânallâhu vâsian hakîmâ
ve in yeteferrekâ | : eğer, ayrılık, cehaletten uzaklaşma |
Yugni Allah kullen | : gani, zengin, değerler, Allah, hepsini, |
min seati-hî | : kapasite, gücü kadar, |
ve kâne Allah vasian | : oldu, Allah, geniş, sonsuz, |
hakim | : her şeye hâkim olan olan, hüküm hikmet sahibi |
130- Eğer onlar cehaletlerinden uzaklaşırlarsa, onlar kapasiteleri kadar Allah’ın değerlerine ulaşırlar ve tüm varlığa hâkim olanın, rahmetiyle her şeyi kaplayanın Allah olduğunu anlarlar.
-131-
وَللّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ وَلَقَدْ وَصَّيْنَا الَّذِينَ أُوتُواْ الْكِتَابَ مِن قَبْلِكُمْ وَإِيَّاكُمْ أَنِ اتَّقُواْ اللّهَ وَإِن تَكْفُرُواْ فَإِنَّ لِلّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ وَكَانَ اللّهُ غَنِيًّا حَمِيدًا
Ve lillâhi mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ard ve lekad vassaynâllezîne ûtûl kitâbe min kablikum ve iyyâkum enittekullâh ve in tekfurû fe inne lillâhi mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ard ve kânallâhu ganiyyen hamîdâ
ve li Allah ma fi el semavat | : Allah’ındır, göklerde ne varsa |
ve mâ fi el ard | : yerde ne varsa |
ve lekad vassayna | : and olsun, gerçek olan, vasiyet, tavsiye, öğüt, biz, |
Ellezîne utu el kitab | : o kimseler, verilen, sunulan, varlık kitabı, hakikatler |
min kabli-kum | : sizden önce |
ve iyyâ-kum | : sizlere, hepinize, |
en itteku allah | : fenalardan sakınmayı Allah’a ortak koşmamayı |
ve in tekfurû | : eğer hakikatleri görmemezlikten gelip örtme |
Fe inne li Allah | : artık, muhakkak, Allah |
Ma fi el semâvât | : değil, ne,, göklerde ne varsa, |
ve mâ fi el ard | : yerde ne varsa |
ve kâne Allah ganiy | : oldu, Allah, ganiy, varlığın sahibi, değerler, |
hamid | : tüm niteliklerin sahibi |
131- Göklerde olanlar ve yerde olanlar Allah’ındır. Gerçek olan şu ki, sizden öncekilere her varlığı bir kitap olarak sunduğumuz gibi size de sunduk. Fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın, diye tavsiye ettik. Eğer hakikatleri görmemezlikten gelip örterseniz; göklerde olanların ve yerde olanların Allah’ın olduğunu ve tüm değerlerin sahibinin, varlıktaki tüm niteliklerin sahibinin Allah olduğunu anlayamazsınız.
-132-
وَلِلّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الأَرْضِ وَكَفَى بِاللّهِ وَكِيلاً
Ve lillâhi mâ fîs semâvâti ve mâ fil ard ve kefâ billâhi vekîlâ
ve li Allah ma fi el semavat | : Allah’ındır, göklerde ne varsa |
ve mâ fi el ard | : yerde ne varsa |
ve kefâ bi Allah | : kâfi, yeterli, Allah, |
vekil | : yetkili olan |
132- Göklerde olanlar ve yerde olanlar Allah’ındır ve bütün her şeyde yetkili olan Allah’tır.
-133-
إِن يَشَأْ يُذْهِبْكُمْ أَيُّهَا النَّاسُ وَيَأْتِ بِآخَرِينَ وَكَانَ اللّهُ عَلَى ذَلِكَ قَدِيرًا
İn yeşa yuzhibkum eyyuhân nâsu ve yeti bi âharîn ve kânallâhu alâ zâlike kadîrâ
İn yeşe | : eğer, olsa da, ise, istek, arzu, |
yuzhib kum | : helak, tahrip, yok etmek, zarar, siz, |
Eyyuha el nasu | : ey insanlar, |
ve yeti | : getirir, sunar, olur, ortaya koyar, verir, |
bi aharin | : başkaları, yararlı çalışmalarda olan, diğer, |
ve kâne Allah | : oldu, Allah |
Ala zalike | : için, kadar, bu, o, her şeydeki, |
kadir | : kudret, |
133- Ey insanlar! Sizden zararlı hallerde olmak isteyen kimse olsa da, sizden yararlı çalışmalarda olan başkaları da elbette olur. Allah bütün her şeydeki kudrettir.
-134-
مَّن كَانَ يُرِيدُ ثَوَابَ الدُّنْيَا فَعِندَ اللّهِ ثَوَابُ الدُّنْيَا وَالآخِرَةِ وَكَانَ اللّهُ سَمِيعًا بَصِيرًا
Men kâne yurîdu sevâbed dunyâ fe indallâhi sevâbud dunyâ vel âhırah ve kânallâhu semîan basîrâ
Men kane yuridu | : kim, oldu, isterse, arzu ederse, |
Sevabe ed dunyâ | : hayırlı çalışma, iyilik yapmak, dünya, yaşam |
Fe inde Allâh | : artık, katında, ona ait, Allah, |
sevab | : yararlı olan, iyi olan, hayırlı çalışma |
El dunya ve el âhırati | : dünya, yaşam ve ahiret, sonunda |
ve kâne Allah semain basir | : oldu, Allah, işitme, görme |
134- Kim dünyada hayırlı çalışmalarda istekli olursa, artık o yaşamında ve son anına kadar Allah’a ait olan hakikatlerin yolunda hayırlı çalışmalarda olur. Allah işittirendir, gördürendir.
-135-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ كُونُواْ قَوَّامِينَ بِالْقِسْطِ شُهَدَاء لِلّهِ وَلَوْ عَلَى أَنفُسِكُمْ أَوِ الْوَالِدَيْنِ وَالأَقْرَبِينَ إِن يَكُنْ غَنِيًّا أَوْ فَقَيرًا فَاللّهُ أَوْلَى بِهِمَا فَلاَ تَتَّبِعُواْ الْهَوَى أَن تَعْدِلُواْ وَإِن تَلْوُواْ أَوْ تُعْرِضُواْ فَإِنَّ اللّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا
Yâ eyyuhâllezîne âmenû kûnû kavvamîne bil kıstı şuhedâe lillâhi ve lev alâ enfusıkum evil vâlideyni vel akrabîn in yekun ganiyyen ev fakîran fallâhu evlâ bihimâ fe lâ tettebiûl hevâ en tadilû ve in telvû ev turıdû fe innallâhe kâne bi mâ tamelûne habîrâ
yâ eyyuhâ ellezine amenu | : ey iman edenler |
Kûnû kavvamin | : olun, dürüst, himaye, işleri idare eden, adaletli hareket |
bi el kıstı | : adalet, doğruluk, |
şuheda li allah | : şahit, bilmek, Allah |
Ve lev ala enfusı-kum | : eğer, olsada, kendi nefslerinize, kendinize |
Ev el valideyn | : veya, ebeveynler, anne baba |
ve el akrabine in yekun | : yakınlar, akrabalar, eğer, ise, olsa, olur, |
Ganiyyen | : zengin, bilgi sahibi, değerleri taşıyan, |
ev fakiran | : ya da fakir, bilgiden yoksun |
Fe Allah evla bihima | : artık, Allah, daha uygun, iyi, adaletle, dosdoğru, onlara |
Fe lâ tettebiu | : tabi olmayın, uymayın, |
el heva | : heva, kendi çıkarında olmak, |
En tadilû | : olmak, adil, adaletle davrama |
Ve in telvu ev turıdû | : eğer, konuşmak, sözü değiştirme, döndürmek |
Fe inne Allah kane | : muhakkak, Allah, oldu |
Bima tamelûne habir | : şeyler, yaptığınız, bildiren, haber veren |
135- Ey iman edenler! Dürüstçe adaletli bir halde hareket edin. Allah için bildiğiniz hakikatleri dosdoğru anlatın. Eğer kendinize karşı ya da ebeveynlerinize ya da size yakın olanlardan bilgili ya da bilgiden yoksun olanlara karşı haksızlık yapılsada, artık onlara Allah için dosdoğru adalet içinde davranın. Artık hevalarınıza uymayın, hep adil olun ve konuştuğunuzda sözlerin anlamlarını değiştirmeyin. Muhakkak ki Allah yaptığınız şeylerden her an hakikatleri bildirir.
-136-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ آمِنُواْ بِاللّهِ وَرَسُولِهِ وَالْكِتَابِ الَّذِي نَزَّلَ عَلَى رَسُولِهِ وَالْكِتَابِ الَّذِيَ أَنزَلَ مِن قَبْلُ وَمَن يَكْفُرْ بِاللّهِ وَمَلاَئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ فَقَدْ ضَلَّ ضَلاَلاً بَعِيدًا
Yâ eyyuhâllezîne âmenû âminû billâhi ve resûlihî vel kitâbillezî nezzele alâ resûlihî vel kitâbillezî enzele min kabl ve men yekfur billâhi ve melâiketihî ve kutubihî ve rusulihî vel yevmil âhıri fe kad dalle dalâlen baîdâ
yâ eyyuhâ ellezine amenu | : ey iman edenler, ey inananlar, |
Aminu bi Allah | : inanın, iman edin, Allah’a |
ve resul hi | : resul, hakikati gösteren, o, |
ve el kitab | : kitap, hakikatlerin sözleri, varlık kitabı, |
ellezi nezzele | : ki o, sundu, indirdi, bildirdi, |
alâ resûli-hî | : üzerinde, için, hakkında, resul, hakikati gösteren, |
ve el kitab | : kitap, hakikatlerin sözleri, |
ellezi nezzele | : ki o, sundu, indirdi, bildirdi, |
min kablu | : önceden, daha önce |
ve men yekfur bi allah | : kim, hakikatleri görmemezlikten gelip örter, Allah |
ve melaiketi-hi | : güç, kuvvet, her varlıktaki onun gücü, |
ve kutubi-hi | : sözleri, yazılı levhalarını, onun kitapları |
ve rusuli-hî | : resul, hakikati gösteren, o |
ve el yevmi el âhıri | : son gün, sonunuzu |
Fe kad dalle dallen | : artık, oldu, sapan, dalalet, sapmışlık, |
baid | : uzaklaşmak |
136- Ey iman edenler! Allah’ın sizin ile birlikte olduğuna ve o resule ve o resulün sunduğu hakikatlerin sözlerine ve daha öncede sunulan hakikatlerin sözlerine inanın. Kim Allah’ı ve O’nun tüm varlıktaki gücünü ve O’nun tüm varlıktaki yazılı levhalarını ve sonunun geleceğini, görmemezlikten gelirse ve o resulleri anlamazsa, artık o hakikatlerden uzaklaşıp kendi cehaletine sapmış olur.
-137-
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ ثُمَّ كَفَرُواْ ثُمَّ آمَنُواْ ثُمَّ كَفَرُواْ ثُمَّ ازْدَادُواْ كُفْرًا لَّمْ يَكُنِ اللّهُ لِيَغْفِرَ لَهُمْ وَلاَ لِيَهْدِيَهُمْ سَبِيلاً
İnnellezîne âmenû, summe keferû, summe âmenû summe keferû summezdâdû kufran lem yekunillâhu li yagfira lehum ve lâ li yehdiyehum sebîlâ
İnne ellezine amenu | : muhakkak, o kimseler, iman eden, inanan, |
Summe keferu | : sonra, hakikatleri görmeyip örten, |
Summe amenu | : sonra, inanan, iman eden |
Summe keferu | : sonra, hakikatleri görmeyip örten, |
Summe izdadu kufran | : sonra, artırmak, hakikatleri görmezlikten gelip örtmek |
lem yekun Allah | : olmadı, değil, Allah |
li yagfira lehum | : için, mağfiret, arınmak, onlar |
ve la li yehdiye hum | : yok, değil, için, yol gösterme, onlar, |
sebil | : yol, hakkın yolu, hakikatlerin yolu |
137- İnandık deyip, sonra hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, sonra yine inandık deyip, sonra yine hakikatleri görmemezlikten gelip örten o kimseler; böyle devam ettikleri müddetçe, onların hakikatleri görmemezlikten gelip örtme halleri artacaktır. Onlar Allah’ı idrak edecek değillerdir, onlar mağfireti anlayacak değillerdir ve onlar hakkın yoluna yol bulacak değillerdir.
-138-
بَشِّرِ الْمُنَافِقِينَ بِأَنَّ لَهُمْ عَذَابًا أَلِيمًا
Beşşiril munâfikîne bi enne lehum azâben elîmâ
beşşir | : müjdele, bildir, |
el munâfikîne | : ikiyüzlü, nifak sokan, kalbinde ikilik olan, |
bi enne lehum azab elim | : olduğunu, onlar için, azap, sıkıntı, elim, acıklı, |
138- İkiyüzlü olanlara acı sıkıntılar olduğunu bildir.
-139-
الَّذِينَ يَتَّخِذُونَ الْكَافِرِينَ أَوْلِيَاء مِن دُونِ الْمُؤْمِنِينَ أَيَبْتَغُونَ عِندَهُمُ الْعِزَّةَ فَإِنَّ العِزَّةَ لِلّهِ جَمِيعًا
Ellezîne yettehızûnel kâfirîne evliyâe min dûnil muminîn E yebtegûne indehumul izzete fe innel izzete lillâhi cemîâ
ellezîne yettehızûne | : onlar, olanlar, edinirler, sarılır, |
el kâfirine | : hakikatleri görmeyip örten, |
evliyae | : dostluk |
min duni el muminin | : den, başka, ondan başka, müminler |
E yebtegûne | : arıyorlar mı? |
inde-hum el izzet | : onların yanında, değer, itibar, yücelik, izzet, şeref |
Fe inne el izzete | : muhakkak, değer, itibar, yücelik, izzet, şeref |
li allâhi cemian | : Allah’ın, Allah’a ait, hepsi, |
139- O kimseler müminleri bırakırlar, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenleri dost edinirler. Onlarda bir değer, bir yücelik mi arıyorlar? Muhakkak ki tüm değerlerin hepsi Allah’a aittir.
-140-
وَقَدْ نَزَّلَ عَلَيْكُمْ فِي الْكِتَابِ أَنْ إِذَا سَمِعْتُمْ آيَاتِ اللّهِ يُكَفَرُ بِهَا وَيُسْتَهْزَأُ بِهَا فَلاَ تَقْعُدُواْ مَعَهُمْ حَتَّى يَخُوضُواْ فِي حَدِيثٍ غَيْرِهِ إِنَّكُمْ إِذًا مِّثْلُهُمْ إِنَّ اللّهَ جَامِعُ الْمُنَافِقِينَ وَالْكَافِرِينَ فِي جَهَنَّمَ جَمِيعًا
Ve kad nezzele aleykum fîl kitâbi en izâ semitum âyâtillâhi yukferu bihâ ve yustehzeu bihâ fe lâ tak’udû meahum hattâ yehûdû fî hadîsin gayrihî innekum izen misluhum. İnnallâhe câmiul munâfikîne vel kâfirîne fî cehenneme cemîâ
ve kad nezzele | : oldu, sunuldu, indirildi, |
Aleykum fi el kitab | : size, üzerinizde, hakikatlerin sözleri, kitap |
En iza semitum | : olmak, olduğunda, işittiniz, |
ayet allah | : ayet, işaret, delil, Allah |
Yukferu bi-hâ | : görmeyip örter, onu |
ve yustehzeu biha | : alay eder, önemsemez, o hakikatleri |
Fe lâ takudû | : artık, bulunmayın, oturmayın, |
mea hum | : onlarla beraber, birlikte, |
Hattâ yahudu | : hatta, oluncaya kadar, kavga, savaş, |
Fi hadis gayri-hi | : içinde, söz, başka, gayri, o |
inne-kum izen | : şüphesiz, siz, öyle olunca, |
mislu hum | : benzer, gibi, onlar |
İnne Allah câmiu | : muhakkak, Allah, toplayan, birleştiren, birlik |
el munafikine | : münafıklar, ikiyüzlü, |
ve el kafirine | : hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler |
Fî cehennem | : içinde, cehaletin cehennemi, yakıp yıkıcı olan |
cemian | : hepsi, tümü |
140- Size sunulan hakikatlerin sözlerini anladıktan, Allah’ın ayetlerini siz işittikten sonra, hakikatleri görmemezlikten gelip örten ve onu alaya alıp önemsemeyen o kimselerle beraber oturmayın. Hatta hakikatlerden başka sözleri konuşmayı bırakmadıkları müddetçe, onlarla bir arada bulunmayın. Onlarla birlikte oturursanız, şüphesiz sizler de onlara benzersiniz. Muhakkak ki Allah’ta birliği anlayamayan ikiyüzlüler ve hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerin hepsi, cehaletin cehennemindedir.
-141-
الَّذِينَ يَتَرَبَّصُونَ بِكُمْ فَإِن كَانَ لَكُمْ فَتْحٌ مِّنَ اللّهِ قَالُواْ أَلَمْ نَكُن مَّعَكُمْ وَإِن كَانَ لِلْكَافِرِينَ نَصِيبٌ قَالُواْ أَلَمْ نَسْتَحْوِذْ عَلَيْكُمْ وَنَمْنَعْكُم مِّنَ الْمُؤْمِنِينَ فَاللّهُ يَحْكُمُ بَيْنَكُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَلَن يَجْعَلَ اللّهُ لِلْكَافِرِينَ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ سَبِيلاً
Ellezîne yeterabbesûne bikum fe in kâne lekum fethun minallâhi kâlû e lem nekun meakum ve in kâne lil kâfirîne nasîbun kâlû e lem nestahviz aleykum ve nemnakum minel muminîn fallâhu yahkumu beynekum yevmel kıyâmet ve len yecalallâhu lil kâfirîne alâl muminîne sebîlâ
ellezîne yeterabbesûne | : o kimseler, gizlenmek, pusu, sinsilik, gözlemek |
bi-kum | : sizi |
Fe in kane lekum fethun | : öyle ki, eğer, oldu, size, açmak, ortaya koymak |
min allâh | : Allah’tan |
Kâlû e lem nekun | : dediler, derler, biz olmadık mı? |
Mea kum | : sizinle beraber, birlikte, |
ve in kane li el kâfirin | : eğer, ise, hakikatleri örtenler, |
nasib | : nasip, değer, pay |
Kalu e lem nestahviz aleykum | : derler, olmadık mı, sarmadık mı, size, üzerinize |
ve nemna kum | : durdurmak, mani olmak, engel olmak, |
min el muminîne | : müminlerden |
Fe Allah yahkumu | : artık, Allah, hâkim olan, hüküm sahibi, |
Beyne kum | : aranızda, |
yevme el kıyâmeti | : diriliş günü, hakikatin ortaya çıktığı gün, ölüm vakti |
Ve len yecal Allah | : asla olmaz, yapmaz, anlamaz, Allah |
li el kafirine | : hakikatleri örtenler |
alâ el muminine sebil | : müminlik, müminlere karşı, bir yol |
141- O kimseler size karşı bir sinsilik içindedirler. Öyle ki siz, Allah’ın hakikatlerini anlayıp ortaya koyduğunuzda, biz de sizinle beraber değil miydik, derler. Eğer hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlere bazı değerler sunulsa, müminlik yolunda size engel olmak isteyenlere karşı sizlere yardım etmedik mi, derler. Allah bütün varlığa hâkim olandır. Sizlerin arasında hakikatler ortaya çıkacaktır. Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, Allah’ı anlayamazlar, müminlik yolunda olamazlar.
-142-
إِنَّ الْمُنَافِقِينَ يُخَادِعُونَ اللّهَ وَهُوَ خَادِعُهُمْ وَإِذَا قَامُواْ إِلَى الصَّلاَةِ قَامُواْ كُسَالَى يُرَآؤُونَ النَّاسَ وَلاَ يَذْكُرُونَ اللّهَ إِلاَّ قَلِيلاً
İnnel munâfikîne yuhâdiûnallahe ve huve hâdiuhum ve izâ kâmû ilâs salâti kâmû kusâlâ yurâunen nâse ve lâ yezkurûnallâhe illâ kalîlâ
inne el munâfikîne | : muhakkak, ikiyüzlüler, içi başka dışı başka, münafık, |
Yuhâdiûne Allah | : aldatırlar, kandırmak, Allah |
ve huve hadiu hum | : o, aldatan, hile yapan, kandıran, onlar |
ve izâ kamu | : eğer, olduğunda, olun, onlara |
ila el salat | : salât, bağlılık, her an hakka bağlılık şuuru, |
Kâmû kusala | : onlar, hep, bütün, tembel, çalışmayan, önemsemeyen |
yuraun el nas | : riya, gösteriş, insanlar |
Ve lâ yezkurûne Allah | : yok, anmak, anlayamaz, zikretmezler, Allah |
İlla kalîlen | : ancak, sadece, hariç, az, pek az |
142- Münafıklar sizi Allah ile aldatmaya kalkarlar. Onlar kendilerini aldatırlar. Eğer onlara her an Hakk’a bağlılık şuuruyla hareket edin desen, onlar bunu önemsemezler, insanlar arasında gösteriş yaparlar ve onlar az da olsa Allah’ı anlayamazlar.
-143-
مُّذَبْذَبِينَ بَيْنَ ذَلِكَ لاَ إِلَى هَؤُلاء وَلاَ إِلَى هَؤُلاء وَمَن يُضْلِلِ اللّهُ فَلَن تَجِدَ لَهُ سَبِيلاً
Muzebzebîne beyne zâlike lâ ilâ hâulâi ve lâ ilâ hâulâi. Ve men yudlilillâhu fe len tecide lehu sebîlâ
muzebzebîne | : tereddüt edenler, bocalayanlar, |
Beyne zalike la ila haulai | : arasında, bu, bunlar, yol, başka, var, ancak, olmaz |
ve lâ ilâ hâulâi | : yok, başka, onlarla olmazlar |
ve men yudil Allah | : kim, dalalet, sapmak, çıkmak, Allah |
Fe len tecide lehu sebil | : artık, asla bulamazsın, ona, bir yol |
143- Onlar bir bocalama içinde, yok onlarla olmaz yok bunlarla olmaz, deyip arada kalırlar. Kim Allah’ın hakikatlerinden kendi cehaletine saparsa, artık o asla hakikatlere yol bulamaz.
-144-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تَتَّخِذُواْ الْكَافِرِينَ أَوْلِيَاء مِن دُونِ الْمُؤْمِنِينَ أَتُرِيدُونَ أَن تَجْعَلُواْ لِلّهِ عَلَيْكُمْ سُلْطَانًا مُّبِينًا
Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ tettehızûl kâfirîne evliyâe min dûnil muminîn e turîdûne en tecalû lillâhi aleykum sultânen mubînâ
yâ eyyuhâ ellezine amenu | : ey iman edenler, |
lâ tettehızû | : yok, sarılmayın, edinmeyin, |
el kafir | : örtmek, hakikatleri görmemezlikten gelmek, |
Evliyâ | : dostlar, |
min duni el müminin | : ondan başka, mümin, emin olmak |
E turîdûne en tecalu | : istiyormusunuz, yapmak, edinmek, arıyorsunuz, |
li Allâh sultan | : Allah, delil, hüccet |
aleykum mubin | : üzerinizde, size, apaçık |
144- Ey iman edenler! Hakikatleri görmemezlikten gelip örtme hallerine sarılmayın. Müminlikten başka dostluk edinmeyin. Allah hakkında delil mi arıyorsunuz? O apaçık sizin üzerinizdedir.
-145-
إِنَّ الْمُنَافِقِينَ فِي الدَّرْكِ الأَسْفَلِ مِنَ النَّارِ وَلَن تَجِدَ لَهُمْ نَصِيرًا
İnnel munâfikîne fîd derkil esfeli minen nâr ve len tecide lehum nasîrâ
inne el munâfikîne | : muhakkak, doğrusu, ikiyüzlüler, içi başka dışı başka |
fî ed derki | : anlama, kavrama, tabaka, makam, kapı, |
el esfel | : anlama, kavrama, en aşağısı, aşağı, sefil, dünya çıkarı, |
min en nâri | : ateş, yakıp yakıcı hal, |
ve len tecide lehum nasır | : bulamazsınız, onlara, yardımcı |
145- Doğrusu münafıklar, hakikatleri anlamada en aşağı tabakadadırlar, yakıp yakıcı haller içindedirler ve onlar bir yardımcı da bulamazlar.
-146-
إِلاَّ الَّذِينَ تَابُواْ وَأَصْلَحُواْ وَاعْتَصَمُواْ بِاللّهِ وَأَخْلَصُواْ دِينَهُمْ لِلّهِ فَأُوْلَئِكَ مَعَ الْمُؤْمِنِينَ وَسَوْفَ يُؤْتِ اللّهُ الْمُؤْمِنِينَ أَجْرًا عَظِيمًا
İllâllezîne tâbû ve aslehû vatesamû billâhi ve ahlesû dînehum lillâhi fe ulâike meal muminîn Ve sevfe yutillâhul muminîne ecran azîmâ
İllâ ellezine | : ancak, sadece, başka, o kimseler, |
tabu | : tövbe, dönüş, yaptığı hatayı anlayıp dönen, |
ve aslehû | : arınma, temizlenme, ıslah olmak, |
ve ıtesamû bi Allah | : sarılma, anlama, Allah |
ve ahlesû | : halis, sadık, mahsus, |
din hum li Allah | : din, yaratılış incelikleri, yasaları, onlar, Allah |
Fe ulaike | : artık, işte onlar, |
mea el muminin | : beraber, birlikte, müminler |
ve sevfe | : yakında, kavuşmak, gelecek, geniş, |
yuti allah | : sunar, vermek, verir, Allah |
el muminine | : müminler, emin olanlar, |
ecr azim | : ecr, karşılık, yüce karşılıklar, |
146- Ancak yaptıkları hataları anlayıp dönen kimseler ve ıslah olanlar ve Allah’ın hakikatlerine sımsıkı sarılanlar başka. Onlar varlığın yaratılış yasalarının Allah’a ait olduğunu bilirler. İşte onlar müminlerle beraberdirler ve onlar Allah’ın sunduğu yüce karşılıklara müminlerin kavuşacaklarını bilirler.
-147-
مَّا يَفْعَلُ اللّهُ بِعَذَابِكُمْ إِن شَكَرْتُمْ وَآمَنتُمْ وَكَانَ اللّهُ شَاكِرًا عَلِيمًا
Mâ yefalullâhu bi azâbikum in şekertum ve âmentum ve kânallâhu şâkiran alîmâ
mâ yefalu Allah | : etmez, yapmaz, vermez, Allah |
bi azâbi-kum | : azap, sıkıntı, kötülük, siz, |
İn şekertum | : eğer, şükretme, varlığın sahibini bilip teslim olma |
ve âmentum | : inanmak, iman etmek |
ve kâne Allah şakir | : oldu, Allah, şakir, karşılığını veren, |
alim | : ilmin sahibi |
147- Allah size azap etmez. Eğer siz varlığınızın sahibini bilip teslim ederseniz ve iman ederseniz, Allah’ın varlığının sahibini bilip teslim edene karşılığını veren olduğunu, ilmin sahibi olduğunu anlarsınız.
-148-
لاَّ يُحِبُّ اللّهُ الْجَهْرَ بِالسُّوَءِ مِنَ الْقَوْلِ إِلاَّ مَن ظُلِمَ وَكَانَ اللّهُ سَمِيعًا عَلِيمًا
Lâ yuhibbullâhul cehra bis sûi minel kavli illâ men zulim Ve kanallâhu semîan alîmâ
lâ yuhibbu Allah | : yok, sevgi, Allah |
el cehra | : yüksek ses, açığa çıkan, görünen, zahir olan |
bi el sui | : kötülüklerde, fenalarda, kötü olan, kötü davranışlar, |
min el kavli | : sözden, sözün, sözleri, |
illa men zalim | : ancak, başka, kim, zalim olan, haksızlık eden, |
ve kâne Allah semain | : oldu, Allah, işittiren, |
alim | : ilmin sahibi, ilmiyle var eden, |
148- Sözlerinden ve davranışlarından, kötülük açığa çıkaranlarda Allah sevgisi yoktur. Ancak zalim kimseler böyle yaparlar ve onlar işittirenin, ilmin sahibi olanın Allah olduğunu bilemezler.
-149-
إِن تُبْدُواْ خَيْرًا أَوْ تُخْفُوهُ أَوْ تَعْفُواْ عَن سُوَءٍ فَإِنَّ اللّهَ كَانَ عَفُوًّا قَدِيرًا
İn tubdû hayran ev tuhfûhu ev tafû an sûin fe innallâhe kâne afuvven kadîrâ
İn tubdu hayr | : eğer, şayet, açıklama, açıkça, görünüş, iyi olan |
Ev tuhfû-hu | : ya da, ister, gizli, o yaptığınız şey, |
Ev tafu | : ya da, af etme, özür dileyin, |
an suin | : fenalık, kötülük, hatalardan dolayı, |
Fe inne allah | : muhakkak ki Allah |
Kâne afuv | : oldu, affedici, bağışlayıcı, |
kadir | : kudret sahibi, |
149- Siz iyi olan bir şeyi ister açıkça yapın, isterse gizli yapın. Siz yaptığınız hatalardan dolayı özür dileyin. Muhakkak ki Allah, hatalarını anlayanı bağışlayandır, kudrettir.
–150-
إِنَّ الَّذِينَ يَكْفُرُونَ بِاللّهِ وَرُسُلِهِ وَيُرِيدُونَ أَن يُفَرِّقُواْ بَيْنَ اللّهِ وَرُسُلِهِ وَيقُولُونَ نُؤْمِنُ بِبَعْضٍ وَنَكْفُرُ بِبَعْضٍ وَيُرِيدُونَ أَن يَتَّخِذُواْ بَيْنَ ذَلِكَ سَبِيلاً
İnnellezîne yekfurûne billâhi ve rusulihî ve yurîdûne en yuferrikû beynallâhi ve rusulihî ve yekûlûne numinu bi ba’din ve nekfuru bi badın ve yurîdûne en yettehızû beyne zâlike sebîlâ
İnne ellezine yekfurun | : o kimseler, hakikatleri görmememezlikten gelen, |
bi Allah | : Allah ile, Allah hakkında, |
ve resul hi | : resul, hakikati gösteren, o |
ve yuridune | : isterler, zanlarına göre davranmak, |
En yuferriku | : olmak, ayrım, fark, ayrılık, ikilik, ayırım, |
Beyne Allah | : arasına, aralarına, Allah |
ve resul hi | : resul, hakikati gösteren, |
ve yekûlûn numinu bi badın | : derler, inanırız, kabul etme, bir kısmı, bazısı |
ve nekfuru bi badın | : hakikatleri örtmek, kabul etmeme, bir kısmı, bazısı |
ve yurîdûne | : isterler, |
en yettehız | : edinmek, sarılmak, yapmak, zannına göre davranmak, |
Beyne zalike sebil | : arası, arasında, bu, işte, bu, bir yol |
150- Hakikatleri görmemezlikten gelen kimseler; Allah ile olduklarını anlayamazlar ve O’nun hakikatlerini gösterenleri anlayamazlar ve onlar zanlarına göre davranırlar, Allah ile aralarına ikilik koyarlar ve onlar O’nun hakikatlerini gösterenler hakkında derler ki: Bazısını kabul ederiz ve bazısını kabul etmeyiz. Onların istekleri kendi zanlarına göre yol tutmaktır.
-151-
أُوْلَئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ حَقًّا وَأَعْتَدْنَا لِلْكَافِرِينَ عَذَابًا مُّهِينًا
Ulâike humul kâfirûne hakkâ ve atednâ lil kâfirîne azâben muhînâ
Ulâike hum el kafirin | : işte onlar, hakikatleri görmeyip örten, önemsemeyen |
hakkan | : hakikat, hak olan, gerçek olan |
ve ated nâ | : hazır, vardır, biz, hakikatimiz |
li el kafirin | : görmeyip örtenler için, kâfirler için, |
Azâben muhin | : azap, sıkıntı, alçaltıcı, küçük düşürücü, hakir bırakan |
151- İşte onlar gerçekleri önemsemeyip görmemezlikten gelip örtenlerdir ve hakikatlerimizi görmezlikten gelip örtenler için hakir bırakıcı sıkıntılar vardır.
-152-
وَالَّذِينَ آمَنُواْ بِاللّهِ وَرُسُلِهِ وَلَمْ يُفَرِّقُواْ بَيْنَ أَحَدٍ مِّنْهُمْ أُوْلَئِكَ سَوْفَ يُؤْتِيهِمْ أُجُورَهُمْ وَكَانَ اللّهُ غَفُورًا رَّحِيمًا
Vellezîne âmenû billâhi ve rusulihî ve lem yuferrikû beyne ehadin minhum ulâike sevfe yutîhim ucûrahum ve kânallâhu gafûran rahîmâ
ve ellezîne amenu bi allah | : o kimseler, iman eden, inanan, Allah |
ve resulihi | : resul, hakikati gösteren, hakikati bildiren, |
Ve lem yuferriku | : değil, yok, ayırmazlar, ikilik, ayrılık, |
Beyne ehadin minhum | : arası, arasında, bir, tek, onlardan |
Ulâike sevfe yutihim | : işte onlar, elbet, yakında, olacak, verilme, onlar |
ucûra-hum | : karşılık, ecir, onlar |
ve kâne Allah gafur | : oldu, Allah, mağfiret eden, arındıran, |
rahim | : varlığı özünden var eden, |
152- Allah’a iman eden o kimseler ve o resul’ü anlayanlar, onların arasında birlik konusunda ikiliğe düşmek yoktur. İşte onlar aradıkları karşılığa ulaşmışlardır ve mağfiret edenin, varlığı özünden var edenin Allah olduğunu anlamışlardır.
-153-
يَسْأَلُكَ أَهْلُ الْكِتَابِ أَن تُنَزِّلَ عَلَيْهِمْ كِتَابًا مِّنَ السَّمَاء فَقَدْ سَأَلُواْ مُوسَى أَكْبَرَ مِن ذَلِكَ فَقَالُواْ أَرِنَا اللّهِ جَهْرَةً فَأَخَذَتْهُمُ الصَّاعِقَةُ بِظُلْمِهِمْ ثُمَّ اتَّخَذُواْ الْعِجْلَ مِن بَعْدِ مَا جَاءتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ فَعَفَوْنَا عَن ذَلِكَ وَآتَيْنَا مُوسَى سُلْطَانًا مُّبِينًا
Yeseluke ehlul kitâbi en tunezzile aleyhim kitâben mines semâi fe kad seelû mûsâ ekbera min zâlike fe kâlû erinâllâhe cehraten fe ehazethumus sâikatu bi zulmihim summettehazûl ıcle min badi mâ câethumul beyyinâtu fe afevnâ an zâlike ve âteynâ mûsâ sultânen mubînâ
yeselu-ke | : sorar, ister, sual, araştırır, sen, |
ehlu el kitabi | : kitab ehli, kendi cehalet bilişlerinde kalan |
en tunezzile aleyhim | : indirmeni, getirmeni, sunmanı, onlara, |
kitaben min el semai | : kitap, hakikatleri, ulvi alem, gök |
fe kad seelu | : halbuki, oysa, oldu, sual, isteme, |
Musa ekber | : Musa, yüce, büyük |
Min zalike | : bunun gibi, işte bu, |
Fe kalu eri na | : sonra, dediler, bize göster, |
Allah cehrat | : Allah, açıkça, apaçık, |
Fe ehazet-hum | : böylece, yakaladı, sarıldı, edindi, onlar, |
el saikat | : sevk, sürüklenme, kudretli ses, yıldırım, |
bi zulmi-him | : zulüm, kötülük, onlar, |
Summe ittehazu | : sonra, edindiler, sarıldılar, döndüler, |
el ıcle | : ayrılma, sürgün, eski tapınma halleri, buzagı |
min badi ma caet hum | : sonra, şey, ne, değil, geldi, onlar |
el beyyinâtu | : apaçık açıklamalar, açık deliller, |
Fe afevna | : işte, aff, bağışlama, biz |
an zalike | : işte bundan dolayı, bundan, işte bu, |
ve âteyna musa | : verdik, sunduk, biz, sunduğumuz, musa |
Sultan mubin | : delil, yetkili, güç, apaçık |
153- Aktarılan söylentilerde kalanlar, senden Ulvi Âlem’den bir kitap getirmeni isterler. Oysa Musa’dan bundan daha büyük bir şey istemişler, Allah’ı bize açıkça göster demişlerdi. Ki onlar kendi kötülüklerinde sürüklendiler, onlar eski cehalet hallerinden gelen tapınmalarına sarıldılar. İşte bu yaptıklarından dolayı affediciliğimizi anlayamadılar ve Musa’nın, sunduğumuz apaçık deliller üzere olduğunu anlayamadılar.
-154-
وَرَفَعْنَا فَوْقَهُمُ الطُّورَ بِمِيثَاقِهِمْ وَقُلْنَا لَهُمُ ادْخُلُواْ الْبَابَ سُجَّدًا وَقُلْنَا لَهُمْ لاَ تَعْدُواْ فِي السَّبْتِ وَأَخَذْنَا مِنْهُم مِّيثَاقًا غَلِيظًا
Ve rafanâ fevkahumut tûra bi mîsâkıhim ve kulnâ lehumudhulûl bâbe succeden ve kulnâ lehum lâ tadû fîs sebti ve ehaznâ minhum mîsâkan galîzâ
ve rafa nâ | : yükseltmek, kaldırmak, yücelik, hükümsüz bırakmak, biz, |
fevka hum | : üst makam, üzerinizde, yüce, ilmen yükselmek, onlar, |
el tûra | : tur, gönül, sıfatlar, sıfatlarla donatılmış vücud |
bi mîsâkı-him | : misak, sözleşme, verilen söz, ahd, anlaşma, onlar, |
ve kulnâ lehum udhulu | : dedik, bildirdik, onlara, dahil olun, girin |
el bâbe | : kapı, hakikatlere adım atma, kısım, |
seceden | : varlığından geçmek, varlığının sahibine teslim olmak |
ve kulnâ lehum | : dedik, bildirdik, onlara |
La tadu | : yok, hudut, taşkınlık, |
fi el sebti | : cumartesi, kesmek, bırakmak, yasaklar uymak |
ve ehaznâ minhum | : aldık, sardık, kuşattık, onlardan, kendileri, |
Mîsâkan galiz | : misak, kesin söz, bariz, açıkça, kesin, verilen söz |
154- Onlardan, Bize verdikleri sözlere uyanlar, sıfatlarla donatılmış vücudlarını anlamakla ilmen yükselirler, yüceliğimizi anlarlar. Onlara; hakikatlere adım atın, tüm varlığınızın sahibini bilip teslim olun, diye bildirdik ve onlara; yasaklara uyun, taşkınlık içinde olmayın, diye bildirdik ve onları kendi verdikleri sözlerle kuşattık.
-155-
فَبِمَا نَقْضِهِم مِّيثَاقَهُمْ وَكُفْرِهِم بَآيَاتِ اللّهِ وَقَتْلِهِمُ الأَنْبِيَاء بِغَيْرِ حَقًّ وَقَوْلِهِمْ قُلُوبُنَا غُلْفٌ بَلْ طَبَعَ اللّهُ عَلَيْهَا بِكُفْرِهِمْ فَلاَ يُؤْمِنُونَ إِلاَّ قَلِيلاً
Fe bimâ nakdıhim mîsâkahum ve kufrihim bi âyâtillâhi ve katlihimul enbiyâe bi gayrı hakkın ve kavlihim kulûbunâ gulf bel tabaallâhu aleyhâ bi kufrihim fe lâ yuminûne illâ kalîlâ
fe bi ma nakdı him | : fakat, bozmaları, veto, onlar |
mîsâka-hum | : sözleri, anlaşma, ahd, onlar |
ve kufri-him | : kabul etmemeleri, örtmeleri, |
bi ayati Allah | : ayet, delil, Allah |
ve katli-him | : öldürmek, katletmek, yazık etmek, onlar |
el enbiya | : nebiler, haberciler, hakikatleri bildirenler |
Bi gayrın hakkın | : haksızca, hakikatlerden başka şeylere yöneldiler, |
ve kavli-him | : sözleri, söylemleri, ahd, anlaşma, davlanış, onlar |
kulub na | : kalbimiz, gönülümüz, idrakimiz, |
gulf | : kılıf, kabuk, kapalı, kendi bildikleri, kabul etmemek |
Bel Allah aleyha | : bilakis, kapalı, mühür, Allah, |
bi kufri-him | : hakikatleri, örtme, kabul etmeme, onlar |
Fe la yuminun | : artık, yok, inanmak, iman etmek |
illa kalilan | : ancak, az, bir az, az da olsa, |
155- Fakat onlardan verdikleri sözlerde durmayanlar, Allah’ın ayetlerini görmemezlikten geldiler ve onlar hakikatleri bildirenleri öldürdüler, hakikatlerden başka şeylere yöneldiler ve onlar, bizim gönlümüz kendi bildiklerimizin dışındaki şeyleri kabul etmez, diye söylediler. Bilakis onlar, hakikatleri görmemezlikten gelip önemsemediklerinden dolayı Allah’ı anlayamadılar. Böylece onlar az da olsa inanmadılar.
-156-
وَبِكُفْرِهِمْ وَقَوْلِهِمْ عَلَى مَرْيَمَ بُهْتَانًا عَظِيمًا
Ve bi kufrihim ve kavlihim alâ meryeme buhtânen azîmâ
ve bi kufri-him | : hakikatleri görmeyip, örten, kabul etmeyen, onlar |
ve kavli-him ala meryem | : onların sözleri, Meryem için |
Buhtânen azim | : yalan söz, iftira, büyük |
156- Onlardan hakikatleri kabul etmeyenler, Meryem içinde büyük yalanlar söylediler.
-157-
وَقَوْلِهِمْ إِنَّا قَتَلْنَا الْمَسِيحَ عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ رَسُولَ اللّهِ وَمَا قَتَلُوهُ وَمَا صَلَبُوهُ وَلَكِن شُبِّهَ لَهُمْ وَإِنَّ الَّذِينَ اخْتَلَفُواْ فِيهِ لَفِي شَكٍّ مِّنْهُ مَا لَهُم بِهِ مِنْ عِلْمٍ إِلاَّ اتِّبَاعَ الظَّنِّ وَمَا قَتَلُوهُ يَقِينًا
Ve kavlihim innâ katelnâl mesîha îsâbne meryeme resûlallâh ve mâ katelûhu ve mâ salebûhu ve lâkin şubbihe lehum ve innellezinahtelefû fîhi le fî şekkin minhu mâ lehum bihî min ilmin illâttibâaz zann ve mâ katelûhu yakînâ
ve kavli-him | : sözler, söylemek, sözleri, onların sözleri |
İnna katelna | : muhakkak ki biz, öldürdük, yazık ettik, |
el mesih | : el yürütmek, temizleyen, mesh eden, iyileştiren, |
İsa ibne meryeme | : İsa, Ruh, Meryemoğlu İsa |
Resul Allah | : resul, hakikati gösteren, Allah, |
Ve mâ katelû-hu | : değil, öldürmek, yok etmek, o |
Ve ma salebu hu | : değil, çarmıha germek, asarak öldürmek, o |
ve lakin | : lakin, fakat, |
Şubbihe lehum | : sağlamlaştırmak, benzer, aynı, onlar |
ve inne ellezine | : muhakkak, o kimseler, |
Ihtelef Fi hi | : ihtilaf, ayrılık, onda, onun hakkında, onun hakikati, |
le fi şekkin minhu | : mutlaka, şüphe içinde, ondan, onun hakkında |
Mâ lehum bihi | : değil, şey, ne, onlar, ondan, onun hakkında, |
Min alim | : bir bilgi, bilen |
İlla ittibâa el zann | : ancak, sadece, tabî oldular, uydular, zan, |
Ve ma katel hu | : değil, şey, ne, öldürmek, yok etmek, katletmek, onu, |
yakinen | : kesinlikle, şüphesiz |
157- Onlar, Allah Resulü Meryem oğlu İsa Mesih’i biz öldürdük, diye söylediler. Onun hakikatini yok edemediler ve onun hakikatini çarmıha geremediler. Lâkin onun hakikatlerini daha da sağlamlaştırdılar. Onlar onun hakikati hakkında ihtilafa düştüler, onun hakkında şüpheler içinde kaldılar, onlar o hakikatler hakkında bir bilgiye ulaşamadılar, onlar sadece zanlarına tâbi oldular ve onlar o hakikati kesinlikle yok edemediler.
-158-
بَل رَّفَعَهُ اللّهُ إِلَيْهِ وَكَانَ اللّهُ عَزِيزًا حَكِيمًا
Bel rafaahullâhu ileyh ve kânallâhu azîzen hakîmâ
Bel rafa hu Allah ileyhi | : hayır, bilakis, yücelik, yüksetme, huzur, Allah, onu, |
ve kâne Allah aziz | : oldu, Allah, tüm değerlerin yüce sahibi, |
hakim | : tüm varlığa hâkim olan, |
158- Bilakis o Allah’ın yüce makamlarına yükseldi ve tüm değerlerin yüce sahibinin, bütün varlığa hâkim olanın Allah olduğu sırrına vasıl oldu.
-159-
وَإِن مِّنْ أَهْلِ الْكِتَابِ إِلاَّ لَيُؤْمِنَنَّ بِهِ قَبْلَ مَوْتِهِ وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ يَكُونُ عَلَيْهِمْ شَهِيدًا
Ve in min ehlil kitâbi illâ le yuminenne bihî kable mevtihî ve yevmel kıyâmeti yekûnu aleyhim şehîdâ
ve in min ehli kitab | : ancak, ise, eğer, kitab ehli, aktarılan söylentide kalan |
İlla le yuminenne bihi | : ancak, elbette, iman edenler, ona, o hakikatlere |
Kabl | : önce, evvel, ilerde, o halden geçmek, |
mevti-hî | : ölüm, idraksizlik, nutfe, verimsizlik, o |
ve yevme el kıyâmeti | : hakikatlerin ortaya çıktığı gün, dirilik, ölüm vakti, |
Yekûnu aleyhim | : olur, olacak, onlara, üzerlerine, kendilerini, |
şehid | : tanık, bilen, heran her yerde hazır olan |
159- Aktarılan söylentilerde kalanlar; o idraksizlik hallerinden vazgeçtikten sonra, o hakikatleri anladıklarında, elbette iman edenlerden olacaklardır ve onlar ölünceye kadar hakikatleri bilenlerden olacaklardır.
–160-
فَبِظُلْمٍ مِّنَ الَّذِينَ هَادُواْ حَرَّمْنَا عَلَيْهِمْ طَيِّبَاتٍ أُحِلَّتْ لَهُمْ وَبِصَدِّهِمْ عَن سَبِيلِ اللّهِ كَثِيرًا
Fe bi zulmin minellezîne hâdû harramnâ aleyhim tayyibâtin uhıllet lehum ve bi saddihim an sebîlillâhi kesîrâ
fe bi zulmin | : artık, zulümlerde olan, zalimlik, kötülük, |
min ellezîne | : o kimseler, |
Hâdû | : yalnız bize yol gösterildi diyen, biz yol gösteririz diyen |
Harrem nâ aleyhim | : kutsal, sığınak, engel, yasak, biz, hakikatlerimiz, onlara, |
Tayyibâtin | : temiz, iyi yararlı şeyler, güzel amellerde olan, |
uhillet lehum | : uygun, iletim, helal olan, onlar |
ve bi saddi-him | : men etmeleri, engelleyen, geri çeviren, onlar |
an sebîli Allah | : yoldan, Allah, Allah yolunda, hakikatlerin yolunda, |
kesira | : çok, çoğu kimse, |
160- Yalnız biz yol gösteririz diyen o kimseler zulümlerde oldular. Onlar, güzel amellerde olan, hakikatlerimizi anlamaya çalışanlara engel oldular ve onlar Allah yolunda olan çoğu kimseyi geri çevirdiler.
–161-
وَأَخْذِهِمُ الرِّبَا وَقَدْ نُهُواْ عَنْهُ وَأَكْلِهِمْ أَمْوَالَ النَّاسِ بِالْبَاطِلِ وَأَعْتَدْنَا لِلْكَافِرِينَ مِنْهُمْ عَذَابًا أَلِيمًا
Ve ahzihimur ribâ ve kad nuhû anhu ve eklihim emvâlen nâsi bil bâtıl ve atednâ lil kâfirîne minhum azâben elîmâ
ve ahzi-him | : almak, edinmek, sarılmak, o halde olmak, onlar, |
el riba | : artış, fazla, şahsi menfaat, çıkar içinde olmak, |
ve kad nuhu anhu | : olmuş, oldu, men eden, nehy, ondan |
ve ekli-him emval | : gasp, onların yemeleri, mal, değer, |
En nas bi el batılı | : insanlar, batıl, asılsız boş şey, haksız |
ve ated nâ | : hazır, vardır, biz, hakikatimiz, |
li el kafirin | : hakikatleri görmeyip örten |
Azâben muhin | : azap, sıkıntı, alçaltıcı, küçük düşürücü, hor hakir |
161- Onlar şahsi menfaat peşinde oldular ve onlar insanları hakikatlerden men ettiler ve onlar insanların mallarını gasp ettiler, insanları asılsız boş şeylere sürüklediler. Hakikatlerimizi görmezlikten gelip örtenler için, hakir bırakıcı sıkıntılar vardır.
-162-
لَّكِنِ الرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ مِنْهُمْ وَالْمُؤْمِنُونَ يُؤْمِنُونَ بِمَا أُنزِلَ إِلَيكَ وَمَا أُنزِلَ مِن قَبْلِكَ وَالْمُقِيمِينَ الصَّلاَةَ وَالْمُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَالْمُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ أُوْلَئِكَ سَنُؤْتِيهِمْ أَجْرًا عَظِيمًا
Lâkinir râsihûne fîl ilmi minhum vel muminûne yuminûne bi mâ unzile ileyke ve mâ unzile min kablike vel mukîmînes salâte vel mutûnez zekâte vel muminûne billâhi vel yevmil âhir ulâike se nutîhim ecran azîmâ
lâkin el râsihûne | : lakin, ilimde kamil olan, sağlam olan, gerçeğe ulaşmış |
fî el ilmi minhum | : ilimde, onlardan |
ve el muminûne | : müminler, iman edenler |
Yuminne bima unzile ileyke | : inanır, şey, hakikatler, sunulan, ulaştığın, sana |
ve ma unzile | : şey, ne, değil, verilen, sunulan hakikatler, indirildi, |
min kabli-ke | : senden önce |
ve el mukimin el salat | : her an salât üzere olmak, bağlılık şuurunda olmak |
ve el mutune | : veren, sunan, bilgilendiren, paylaşan, |
el zekat | : aklını temizleme hakikatlere ulaşmak |
ve el muminûn bi allah | : müminler, emin olan, inanan, Allah |
ve el yevmi el âhiri | : son gün, sonunda |
Ulâike se nuti him | : işte onlar, yakında, vermek, sunmak, onlar |
ecr azim | : ecr, karşılık, yüce |
162- Fakat hakikat ilminde gerçeğe ulaşmış, senin sunduğun ve senden öncekilerin de sunduğu hakikatlere inanıp emin olanlar ve her an Hakk’a bağlılık şuuruyla hareket eden ve aklını temizleyip ulaştığı hakikatlerin bilgilerini paylaşanlar, Allah’a ve sonlarına inananlar, işte onlara yüce karşılıklar vardır.
-163-
إِنَّا أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ كَمَا أَوْحَيْنَا إِلَى نُوحٍ وَالنَّبِيِّينَ مِن بَعْدِهِ وَأَوْحَيْنَا إِلَى إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإْسْحَقَ وَيَعْقُوبَ وَالأَسْبَاطِ وَعِيسَى وَأَيُّوبَ وَيُونُسَ وَهَارُونَ وَسُلَيْمَانَ وَآتَيْنَا دَاوُودَ زَبُورًا
İnnâ evhaynâ ileyke kemâ evhaynâ ilâ nûhin ven nebiyyîne min badihî ve evhaynâ ilâ ibrâhîme ve ismâîle ve ishâka ve yakûbe vel esbâti ve îsâ ve eyyûbe ve yûnuse ve hârûne ve suleymân ve âteynâ dâvûde zebûrâ
innâ evhaynâ ileyke | : biz, vahy, hay olan, sunduğumuz, anlamak, biz, sana |
Kemâ evhayna ila Nuh | : gibi, vahy, bildirmek, biz, Nuha |
ve en nebiyyin min badi hi | : nebiler, haberciler, hakikatleri bildirenler, ondan önce |
ve evhaynâ ila ibrahim | : vahy, bildirmek, sunduğumuz, biz, İbrahim |
ve ismâîle ve ishak | : İsmail ve ishak |
ve yakûbe ve el esbat | : Yakub ve evlatları, torunları |
ve isa ve eyyüb ve yunus | : İsa ve eyüp ve yunus |
ve hârûne ve suleyman | : Harun ve Süleyman |
ve âteynâ davud | : verdik, sunduk, davud, |
zebur | : mektup, hakikatlerin sözü, kitap, ilahi bilgiler, |
163- Muhakkak ki sen, sunduğumuz hakikatler üzere olduğun gibi, Nuh da sunduğumuz hakikatler üzereydi ve ondan sonraki Nebiler de, İbrahim de, İsmail de, İshak da, Yakub da ve onun evlatları da, İsa da, Eyyüb de, Harun da, Süleyman da sunduğumuz hakikatler üzereydi ve Davud da sunduğumuz ilahi bilgiler üzereydi.
-164-
وَرُسُلاً قَدْ قَصَصْنَاهُمْ عَلَيْكَ مِن قَبْلُ وَرُسُلاً لَّمْ نَقْصُصْهُمْ عَلَيْكَ وَكَلَّمَ اللّهُ مُوسَى تَكْلِيمًا
Ve rusulen kad kasasnâhum aleyke min kablu ve rusulen lem naksushum aleyk ve kellemallâhu mûsâ teklîmâ
ve resulen | : resuller, hakikati gösterenler, |
kad kasas na hum | : oldu, kıssa, hikâye, öykü, biz, hakikatlerimiz, onlar |
Aleyke min kablu | : sana, senden, önceden, daha önce |
ve resulen | : resuller, hakikati gösterenler, |
lem | : değil, bilmediğin, |
naksus-hum aleyke | : kıssa, hikâye, hakikatlerimiz, onlardan, sana |
ve kelam Allah | : söz, kelam, ifade, konuşmak, söylemek, Allah |
musa teklimen | : musa, konuşmak, anlatmak, hakikati ifade etmek, |
164- Senden önce de hakikatlerimizi anlatan Resuller oldu. Hakikatlerimizi anlatanlardan bilmediğin Resuller de oldu. Musa Allah’ın kelamını anladı ve bu hakikati anlattı.
-165-
رُّسُلاً مُّبَشِّرِينَ وَمُنذِرِينَ لِئَلاَّ يَكُونَ لِلنَّاسِ عَلَى اللّهِ حُجَّةٌ بَعْدَ الرُّسُلِ وَكَانَ اللّهُ عَزِيزًا حَكِيمًا
Resulen mubeşşirîne ve munzirîne li ellâ yekûne lin nâsi alâllâhi huccetun ba’der resul ve kânallâhu azîzen hakîmâ
resulen | : resuller, hakikati gösterenler, |
mubeşşirîne | : müjde, sevindirmek, ümit verme |
ve munzirîne | : hakikatleri açıklayan ve uyaran |
Li ella yekune li el nas | : için, olmaması, insanlar için, insanların |
alâ allâh | : Allah’a karşı |
Huccetun bade | : hüccet, delil, sonra, |
resul | : hakikati gösteren, resül, |
ve kâne Allah aziz | : oldu, Allah, tüm değerlerin yüce sahibi, |
hakim | : tüm varlığa hâkim, olan |
165- Resuller; ümit vermek ve hakikatleri açıklayıp uyarmak, insanların Allah’ın hakikatlerine karşı olmamaları, sonra da Resullerin sunduğu deliller üzere olmaları için ve tüm değerlerin yüce sahibinin, tüm varlığa hâkim olanın Allah olduğunu anlatmak için ortaya çıktı.
-166-
لَّكِنِ اللّهُ يَشْهَدُ بِمَا أَنزَلَ إِلَيْكَ أَنزَلَهُ بِعِلْمِهِ وَالْمَلآئِكَةُ يَشْهَدُونَ وَكَفَى بِاللّهِ شَهِيدًا
Lâkin allâhu yeşhedu bi mâ enzele ileyke enzelehu bi ılmihî vel melâiketu yeşhedûn ve kefâ billâhi şehîdâ
Lâkin Allah yeşhedu | : lakin, fakat, öyle ki, Allah, şahit, bilen |
bi mâ enzele ileyke | : şey, hakikatlere, indirildi, sunuldu, sana, senin |
Enzele hu bi ılmi hi | : onu sundu, indirdi, ilmi, o, onun |
ve el melâiketu | : güç, her varlıktaki güç, melekler, |
yeşhedu | : bilen, tanık, |
ve kefâ bi Allah | : kâfi, yeterli, Allah, |
şehiden | : heran heryerde hazır olan |
166- Öyle ki, senin sunduğun hakikatlerle Allah’ı bilenler, tecelli eden o ilmi anlayanlar ve her şeydeki O’nun gücünü bilenler için, her an her yerde olan Allah kâfidir.
-167-
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ وَصَدُّواْ عَن سَبِيلِ اللّهِ قَدْ ضَلُّواْ ضَلاَلاً بَعِيدًا
İnnellezîne keferû ve saddû an sebîlillâhi kad dallû dalâlen baîdâ
İnne ellezine keferu | : muhakkak, hakikatleri görmemezlikten gelenler |
ve saddû | : alıkoydular, engellediler, men etme, |
an sebil Allah | : Allah yolundan, hakikatlerinden, |
Kad dallu dalelen | : oldu, dalalet, sapmak, cehaletine sapmak, |
baiden | : hakikatlerden uzaklaşmak, uzak olan, |
167- Muhakkak ki hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler ve Allah yolunda olanlara engel olanlar, onlar hakikatlerden uzaklaşıp kendi cehaletlerine sapmışlardır.
-168-
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ وَظَلَمُواْ لَمْ يَكُنِ اللّهُ لِيَغْفِرَ لَهُمْ وَلاَ لِيَهْدِيَهُمْ طَرِيقاً
İnnellezîne keferû ve zalemû lem yekunillâhu li yagfira lehum ve lâ li yehdiyehum tarîkâ
İnne ellezine keferu | : muhakkak, hakikatleri görmemezlikten gelenler |
ve zalemû | : kötülük, zulmettiler, haksızlık ettiler |
lem yekun Allah | : olmaz, değil, anlayamaz, Allah |
li yagfira lehum | : mağfiretini, onlar |
ve la li yehdiye hum | : yok, için, yol gösteren, onlar, |
tarikan | : usûl, yol, tarz |
168- Muhakkak ki hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler ve zalimlik yapanlar, Allah’ı anlayamazlar, onlar mağfiret içinde olamazlar ve onların gittikleri yolda, onlara hakikatin yolunu gösteren de olmaz.
-169-
إِلاَّ طَرِيقَ جَهَنَّمَ خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا وَكَانَ ذَلِكَ عَلَى اللّهِ يَسِيرًا
İllâ tarîka cehenneme hâlidîne fîhâ ebedâ ve kâne zâlike alâllâhi yesîrâ
İllâ tarika | : ancak, sadece, yol, gittikleri yol, |
cehennem | : cehennem, derin kuyu, cehaletin yakıcılığı |
Hâlidîne fiha ebeden | : sürekli, devamlı, orada, kalacak olanlar |
ve kâne zalike | : oldu, işte bu |
alâ Allâh yesiran | : Allah’a, kolay, önemsememe |
169- İşte böylece Allah’ı önemsemeyenlerden olduklarından dolayı, onların gittikleri yol cehaletin cehennemidir ve devamlı o hâlin içindedirler.
-170-
يَا أَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءكُمُ الرَّسُولُ بِالْحَقِّ مِن رَّبِّكُمْ فَآمِنُواْ خَيْرًا لَّكُمْ وَإِن تَكْفُرُواْ فَإِنَّ لِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَكَانَ اللّهُ عَلِيمًا حَكِيمًا
Yâ eyyuhân nâsu kad câekumur resûlu bil hakkı min rabbikum fe âminû hayran lekum ve in tekfurû fe inne lillâhi mâ fîs semâvâti vel ard ve kânallâhu alîmen hakîmâ
Ya eyyuhâ el nas | : ey insanlar |
Kad cea kum el resul | : oldu, geldi, resul, hakikat gösteren, |
bi el hakkı | : hakk ile, gerçekler, hakikatler, |
min rabb kum | : rabbinizin |
Fe âminû hayr lekum | : inanmak, iman etmek, hayırlı, iyi olan, sizin için |
Ve in tekfurû | : eğer, şayet, örtmek, kabul etmemek |
Fe inne li Allah | : Allah’ındır, |
ma fi el semavat | : göklerde olanlar, |
ve ma el ardı | : arz, yeryüzü, yerde olanlar, |
ve kâne Allah alimen | : oldu, Allah, ilmin sahibi, ilmiyle var eden |
hakim | : tüm varlığa hâkim olan, hükümlerin sahibi, |
170- Ey insanlar! Rabbinizin hakikatlerini bildiren Resuller size geldi. Artık sizin için iman etmek daha hayırlıdır. Eğer hakikatleri görmemezlikten gelip örterseniz, göklerde olanların ve yerde olanların Allah’ın olduğunu ve ilmin sahibinin, tüm varlığa hâkim olanın Allah olduğunu anlayamazsınız.
-171-
يَا أَهْلَ الْكِتَابِ لاَ تَغْلُواْ فِي دِينِكُمْ وَلاَ تَقُولُواْ عَلَى اللّهِ إِلاَّ الْحَقِّ إِنَّمَا الْمَسِيحُ عِيسَى ابْنُ مَرْيَمَ رَسُولُ اللّهِ وَكَلِمَتُهُ أَلْقَاهَا إِلَى مَرْيَمَ وَرُوحٌ مِّنْهُ فَآمِنُواْ بِاللّهِ وَرُسُلِهِ وَلاَ تَقُولُواْ ثَلاَثَةٌ انتَهُواْ خَيْرًا لَّكُمْ إِنَّمَا اللّهُ إِلَهٌ وَاحِدٌ سُبْحَانَهُ أَن يَكُونَ لَهُ وَلَدٌ لَّهُ مَا فِي السَّمَاوَات وَمَا فِي الأَرْضِ وَكَفَى بِاللّهِ وَكِيلاً
Yâ ehlel kitâbi lâ taglû fî dînikum ve lâ tekûlû alâllâhi illâl hakk innemâl mesîhu îsâbnu meryeme resûlullâhi ve kelimetuhu elkâhâ ilâ meryeme ve rûhun minhu fe âminû billâhi ve resulihî ve lâ tekûlû selâset intehû hayran lekum innemâllâhu ilâhun vâhid subhânehû en yekûne lehu veled lehu mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ard ve kefâ billâhi vekîlâ
Yâ ehle el kitab | : ey aktarılan söylentide kalan, okuduğu kitapda kalan, |
lâ taglû | : haddi aşmayın, yalan yanlış şeylerde kalmayın, |
fi dini kum | : din hakkında, yaratılış yasaları, siz |
Ve lâ tekûlû ala Allah | : demeyin, söylemeyin, Allaha karşı |
İllâ el hakka | : başka, sadece, gerçek, doğru, hakikat |
İnnema | : ancak, sadece, |
el mesîhu | : Mesih, temizleyen, bilgi sunan, iyileştiren, |
isa ibnu Meryem | : Meryem oğlu İsa, |
resul allah | : resul, hakikatleri gösteren, Allah |
ve kelimetu-hu | : kelimesi, sözü, hakikati, tecelli, o |
elkâ-hâ illa meryem | : ilka, bırakma, koyma, ona, Meryem |
Ve ruhun minhu | : Ruh, ondan, hakktan, Allah’tan |
Fe aminu bi Allah | : artık, Allah’a iman edin, inanın, |
ve resulhi | : resul, hakikati gösteren, o |
ve la tekulû selaset | : söylemeyin, üç, akıcı konuşma, anlaşılır, ahenkli |
İntehu hayran lekum | : bitmiş, sona ermiş, tamamlanmış, iyi olan, size |
İnnemâ Allah ilah vahid | : ancak, sadece, Allah, ilah, var eden, tek |
subhâne-hû | : noksan sıfattan münezzehtir, o |
en yekûne lehu veled lehu | : olmak, olması, onun, çocuk, onun |
ma fi el semavat | : yerde ne varsa |
ve ma el ardı | : arz, yeryüzü, yer |
ve kefâ bi Allah vekil | : kâfi, yeter, Allah, bütün her şeyde yetkili olan |
171- Ey aktarılan söylentilerde kalanlar! Siz din hakkında yalan yanlış şeylerde olmayın ve Allah’ın hakikatlerinin dışında bir şey söylemeyin. Meryem oğlu İsa ancak Allah’ın hakikatlerini gösteren, hakikatlerinin bilgilerini sunan biriydi. Meryem’den ona bırakılan o bir kelimeydi. O Allah’tan bir Ruh’tu. Artık Allah’a inanın ve o resulü anlayın. İfadelerinizi anlaşılır bir konuşmanın dışında söylemeyin. Sizin için hayırlı olanların dışındakileri bırakın. Allah ancak tek bir güçtür, O noksan sıfatlardan münezzehtir, O çocuk edinmez, göklerde ne varsa ve yerde ne varsa her şey O’nundur ve Allah bütün her şeyde yetkili olandır.
-172-
لَّن يَسْتَنكِفَ الْمَسِيحُ أَن يَكُونَ عَبْداً لِّلّهِ وَلاَ الْمَلآئِكَةُ الْمُقَرَّبُونَ وَمَن يَسْتَنكِفْ عَنْ عِبَادَتِهِ وَيَسْتَكْبِرْ فَسَيَحْشُرُهُمْ إِلَيهِ جَمِيعًا
Len yestenkifel mesîhu en yekûne abden lillâhi ve lâl melâiketul mukarrabûn ve men yestenkif an ibâdetihî ve yestekbir fe se yahşuruhum ileyhi cemîâ
len yestenkife | : asla çekinmez, kaçınmazdı, |
el Mesih | : Mesih, el yürütmek, temizlemek, bilgisini sunmak, |
en yekûne abden li Allah | : olmak, kul, Allah |
Ve la el melâiketu | : yok, güç, kuvvet, melekler |
el mukarrabûne | : yakınlık, kurban, kurbiyet |
ve men yestenkif | : kim çekinir, kaçınır, anlayamaz, bağı kuramaz, irtibatı kuramaz |
an abdi ti hi | : kul, kulluk, onun, Allah’ın |
ve yestekbir | : kibirlenir, büyüklenir, kendini yüce görür |
Fe se yahşuru-hum | : artık, topluluk, birlik, bütünlük, onlar, |
İleyhi cemian | : ona, kendisine, kendi huzurunda, hepsi, tüm, cem |
172- Mesih; Allah’ın kulu olduğunu ve yakınlığını, kendindeki gücün O olduğunu söylemekten asla çekinmezdi. Kim Allah’ın kulu olduğunu anlayamazsa, o bir kibirlenme içine düşer ve böylece o, bütün varlığın kendinde cem olduğunu anlayamaz.
-173-
فَأَمَّا الَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ فَيُوَفِّيهِمْ أُجُورَهُمْ وَيَزيدُهُم مِّن فَضْلِهِ وَأَمَّا الَّذِينَ اسْتَنكَفُواْ وَاسْتَكْبَرُواْ فَيُعَذِّبُهُمْ عَذَابًا أَلُيمًا وَلاَ يَجِدُونَ لَهُم مِّن دُونِ اللّهِ وَلِيًّا وَلاَ نَصِيرًا
Fe emmâllezîne âmenû ve amilûs sâlihâti fe yuveffîhim ucûrahum ve yezîduhum min fadlihî ve emmâllezînestenkefû vestekberû fe yuazzibuhum azâben elîmen ve lâ yecidûne lehum min dûnillâhi veliyyen ve lâ nasîrâ
Fe emma ellezine amenu | : böylece, artı, ama, ise, fakat, iman edenler |
ve amilû es sâlihâti | : dosdoğru çalışmalarda olan, Salih amel, iyi çalışma |
Fe yuveffî-him | : artık, onlara ödenir, vefa, teslimiyet, |
ecr hum | : karşılık, ecir, ücret, onlar, |
ve yezîdu-hum | : arttırır, fazla, onlar |
min fadli-hî | : lütuf, fazilet, erdemlilik, fazilet, o |
Ve emme ellezine istenkef | : ama, fakat, o kimseler, çekinme, yapmama, isteksiz |
ve istekberû | : kibirlenirler, büyüklenirler |
Fe yuazzibu-hum | : artık, azap edilen, sıkıntı, onlar |
Azâben elim | : azap, sıkıntı, elim, acı |
ve la yecid lehu | : bulamaz, o |
Min duni Allah veliy | : ondan başka, Allah, dost |
ve lâ nasiran | : yok, yardımcı |
173- İman edenler ve dosdoğru hakk yolunda çalışanlara gelince; artık onlar vefalı olduklarından dolayı karşılıklarını bulurlar ve onların o faziletleri artar. Fakat hakikatlerden kaçınanlar ve kibirlilik içinde olanlar; artık onların sıkıntıları acı sıkıntılardır ve yine de onlara Allah’tan başka dost da olmaz ve yardımcı da yoktur.
-174-
يَا أَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءكُم بُرْهَانٌ مِّن رَّبِّكُمْ وَأَنزَلْنَا إِلَيْكُمْ نُورًا مُّبِينًا
Yâ eyyuhân nâsû kad câekum burhânun min rabbikum ve enzelnâ ileykum nûran mubîn
yâ eyyuhâ el nas | : ey insanlar |
Kad cea kum burhânun | : oldu, geldi, sunuldu, siz, kesin delil, isbat |
min rabbi-kum | : Rabbiniz’den, sizi vücudlandıran, |
ve enzelnâ ileykum | : indirdik, sunduk, size, üzerinizde, |
Nuran mubînen | : nur, tecelli, açık, apaçık |
174- Ey insanlar! Sizi vücudlandıranın kesin delilleri, sizin üzerinizde size sunuldu ve nurumuzu sizin üzerinizde apaçık sunduk.
-175-
فَأَمَّا الَّذِينَ آمَنُواْ بِاللّهِ وَاعْتَصَمُواْ بِهِ فَسَيُدْخِلُهُمْ فِي رَحْمَةٍ مِّنْهُ وَفَضْلٍ وَيَهْدِيهِمْ إِلَيْهِ صِرَاطًا مُّسْتَقِيمًا
Fe emmâllezîne âmenû billâhi vatesamû bihî fe se yudhıluhum fî rahmetin minhu ve fadlın ve yehdîhim ileyhi sırâtan mustekîmâ
Fe emma ellezine amenu | : böylece, artı, ama, ise, fakat, iman edenler |
bi allâhi | : Allah’a |
ve itesamû bihi | : sarıldılar, ona |
Fe se yudhılu-hum | : artık, onları dahil edecek, koyacak |
fî rahmetin minhu | : rahmetin içine, kendinden, |
ve fadlın | : fazıl, lütuf, nitelik, erdemlilik, fazilet, |
ve yehdî-him ileyhi | : yol gösterecek, rehber olan ona, kendisine, |
sırâtan mustekîmen | : dosdoğru yol, |
175- Bundan sonra Allah’a iman edenler ve O’nun hakikatlerine sımsıkı sarılanlara gelince; artık onlar O’nun rahmetini kendi içlerinde bulurlar ve fazilet sahibi olurlar ve onların rehberi kendilerindeki dosdoğru o yolun hakikatleridir.
-176-
يَسْتَفْتُونَكَ قُلِ اللّهُ يُفْتِيكُمْ فِي الْكَلاَلَةِ إِنِ امْرُؤٌ هَلَكَ لَيْسَ لَهُ وَلَدٌ وَلَهُ أُخْتٌ فَلَهَا نِصْفُ مَا تَرَكَ وَهُوَ يَرِثُهَآ إِن لَّمْ يَكُن لَّهَا وَلَدٌ فَإِن كَانَتَا اثْنَتَيْنِ فَلَهُمَا الثُّلُثَانِ مِمَّا تَرَكَ وَإِن كَانُواْ إِخْوَةً رِّجَالاً وَنِسَاء فَلِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ الأُنثَيَيْنِ يُبَيِّنُ اللّهُ لَكُمْ أَن تَضِلُّواْ وَاللّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
Yesteftûneke kul allâhu yuftîkum fîl kelâleh inimruun heleke leyse lehû veled ve lehû uhtun fe lehâ nısfu mâ terak ve huve yerisuhâ in lem yekun lehâ veled fe in kânetesneteyni fe lehumâs sulusâni mimmâ terak ve in kânû ıhveten ricâlen ve nisâen fe liz zekeri mislu hazzıl unseyeyn yubeyyinullâhu lekum en tadıllû ve allâhu bi kulli şeyin alîm
yesteftûne-ke | : bilgi, danışma, sorma, sen, |
Kul allahu yufti kum | : anlat, Allah, bilgi, fetva, bildirme, siz |
fî el kelâleti | : yorgun, bitkin, bezgin, zorlanma, uzak akraba |
in emr heleke | : eğer, iş, hüküm, erkek, helak, yok olma, yazık, kayıp |
Leyse lehu veledun | : değil, olmadı, yok, onun, çocuk, evlat, doğuş, irfan |
ve lehû uhtun | : onun, kardeş, ihvan, kız kardeş |
fe lehâ nısfu | : artık, onun, ortası, yarısı, adalet, insaf, hak |
Ma terake | : şey, ne, değil, terketti, bıraktı, uzak durmak |
ve huve yerisu ha | : o, varis, kalan, bırakılan, ona |
İn lem yekun leha | : eğer, şayet, ise, olmamış, yok, onun, eğer yok ise, |
veled | : çocuk, evlat, doğuş, irfaniyet, |
Fe in kânete isneteyni | : artık, eğer, ise, oldu, ikilik, |
fe lehumâ el sulasani | : artık, onların, üç ders, tecelliler, aslisi, asliyeti |
Mim ma terake | : şeyler, bıraktı, terk etmek, terk ettiği şeyler, fenalar |
ve in kanu ihveten | : eğer, ise, oldu, ihvan, kardeş, |
rical | : ileri gelen, ehil kimse, bilgili, kâmil kişi, |
ve nisâen | : kadın, nefsini bilme yolunda olan |
Fe li ez zekeri | : artık, için, kâmil olan, er olan, hatırlayan, anlayan |
Mislu hazz | : misli, gibi, kadar, hoşluk, huzur, haz, hissiyat, |
el unseyeyni | : asliyet, ünsiyet, özleri, tüm varlığın geldiği öz |
Yubeyyinu Allah lekum | : açıklıyor, apaçık açıklıyor, Allah, size |
tadıllû | : sapmak, cehalete sapmamanız, |
Ve Allâh bi kulli şey | : Allah, bütün her şey, |
alim | : ilmin sahibi, ilmiyle var eden |
176- Senden bilgi istiyorlar. Anlat: Allah size hükümlerini her an bildiriyor. Eğer o hükümleri anlamada bir zorluk içindeyseler, o konuda bir irfaniyetleri yoksa, ona o yolda olan bir kardeşi yardım etsin. Böylece ona, hakikatleri terk etmeden adalet içinde olmasını tavsiye etsin. O da ona aktarılan bilgilerle hareket etsin. Eğer ona sunulan bilgiyi anlamada zorlanıyor, ikilik halinde kalıyorsa, terk ettiği fenalara dönmeden, asliyetini anlayıncaya kadar gayret göstersin. Eğer ehil kimselerden olursa, o da nefsini bilme yolunda olanlara özlerini anlayıncaya kadar yardım etsin. Allah, sizlerin cehalete sapmamanız için tüm varlıktan hakikatleri her an apaçık bildiriyor ve Allah bütün her şeydeki ilmin sahibidir.