NUR SÛRESİ
-1-
سُورَةٌ أَنزَلْنَاهَا وَفَرَضْنَاهَا وَأَنزَلْنَا فِيهَا آيَاتٍ بَيِّنَاتٍ لَّعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ
Sûratun enzelnâhâ ve faradnâhâ ve enzelnâ fîhâ âyâtin beyyinâtin leallekum tezekkerûn
Suratun | : suredir, suret, biçim, görünüş, derece, kuşatan sur, |
enzelna ha | : her bir varlık, indirdik, sunduk, açığa çıkardık, |
ve faradnâ-hâ | : farz, icabet, konması, yükleme, hükümler, nitelikler, sıfat, |
ve enzelna fiha | : indirdik, sunduk, onun içine, varlığın iç yüzünde, |
ayet beyyinat | : ayet, delil, işaret, apaçık, açıklanmış, |
lealle-kum | : umulur ki, siz, |
tezekkerun | : var oluşu araştırmak, hakikatlere ulaşıp o hâl ile bakmak |
1- Sûretleriyle her varlığı kendimizden açığa çıkardık ve o sûretleri sıfatlarımızla tuttuk ve varlığın iç âleminde apaçık delilleri size sunduk. Umulur ki varlığın varoluş hakikatlerine ulaşır o hâl ile bu âleme bakarsınız.
-2-
الزَّانِيَةُ وَالزَّانِي فَاجْلِدُوا كُلَّ وَاحِدٍ مِّنْهُمَا مِئَةَ جَلْدَةٍ وَلَا تَأْخُذْكُم بِهِمَا رَأْفَةٌ فِي دِينِ اللَّهِ إِن كُنتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَلْيَشْهَدْ عَذَابَهُمَا طَائِفَةٌ مِّنَ الْمُؤْمِنِينَ
Ez zâniyetu vez zânî feclidû kulle vâhıdin min humâ miete celdetin ve lâ tehuzkum bi himâ rafetun fî dînillâhi in kuntum tuminûne billâhi vel yevmil âhır vel yeşhed azâbehumâ tâifetun minel muminîn
El zaniyetu | : zaniliğe meyleden, zan, keyfe göre, meşru olmayan, |
ve el zani | : zani olan, keyfine çıkarına göre hareket eden, |
fe eclidu | : o zaman, deri, ten, suret, cilde vurmak, |
kulle vahid | : bütün, hepsi, her biri, tek, |
min-humâ | : ikisinden, onlardan, |
miete celdete | : yüz, cilde vurmak, deri, ten, suretlere meyleder, |
ve la tehuz kum | : sizi almasın, çekmesin, tutmasın, mani olmasın, siz, |
bi hima rafetun | : onların, ikisi, acıma, şevkat, merhamet, esirgeme |
fi dini Allah | : Allah’ın dini için, dini üzere, var oluş yasaları, |
in kuntum | : eğer, siz, oldunuz, olun, |
tuminun bi Allah | : iman ediyorsunuz, inanırsanız, Allah’a |
ve el yevmi el ahırı | : gün, vakit, son, sonları, son vaktinize kadar |
ve li yeşhed | : şahit olsun, bildiren, tanık, |
azabe huma | : azap, sıkıntı, müşkil, sınıktı çekenler, |
Taifet min el muminine | : taife, takım, gurup, müminlerden, inananlardan |
2- Kendi çıkarına göre hareket edenler ve kendi çıkarına göre hareket etmeye meyledenler, onlardan her biri sûretlere meylederler, sûretlerde kalırlar. O hâlde olanların şefkatli hâli sizi çekmesin. Sizler Allah’a inanarak, Allah’ın dinini anlamak için gayret gösterin ve son anınıza kadar o hâlde olun. Müminler taifesi sıkıntı çekseler de hakikatleri bildirmek için hareket ederler.
-3-
الزَّانِي لَا يَنكِحُ إلَّا زَانِيَةً أَوْ مُشْرِكَةً وَالزَّانِيَةُ لَا يَنكِحُهَا إِلَّا زَانٍ أَوْ مُشْرِكٌ وَحُرِّمَ ذَلِكَ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ
Ez zânî lâ yenkihu illâ zâniyeten ev muşriketen vez zâniyetu lâ yenkihuhâ illâ zânin ev muşrik ve hurrime zâlike alel muminîn
el zani | : uydurma, zan, keyfe göre, çıkara göre, meşru olmayan, |
la yenkihu | : yok, uygun, uygun değil, |
illa zaniyeten | : zan, keyfe göre, çıkarına meyledenden başkası |
Ev muşriketen | : veya, ya da, müşrik, ortak koşmaya meyleden |
ve el zaniyetu | : zaniliğe meyleden, sûrete meyleden, çıkarına meyleden |
la yenkihu ha | : yok, uygun değil, o hal |
İlla zanin | : ancak, zani olan, çıkarda olan, keyfe göre, zanna göre, |
ev muşrikun | : ortak koşan, müşrik olan |
ve harime zalike | : yasak, haram kılındı, hatalıdır, zararlıdır, bu, |
ala el müminin | : müminlerin üzerine |
3- Kendi çıkarında olana; kendi çıkarında olmaya meyledenden başkasının ya da ortak koşmaya meyledenden başkasının hâli uygun değildir. Kendi çıkarında olmaya meyledene de; kendi çıkarında olandan başkası ya da ortak koşandan başkasının hâli uygun değildir. Müminler için ise bütün bu hâller haramdır.
-4-
وَالَّذِينَ يَرْمُونَ الْمُحْصَنَاتِ ثُمَّ لَمْ يَأْتُوا بِأَرْبَعَةِ شُهَدَاء فَاجْلِدُوهُمْ ثَمَانِينَ جَلْدَةً وَلَا تَقْبَلُوا لَهُمْ شَهَادَةً أَبَدًا وَأُوْلَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ
Vellezîne yermûnel muhsanâti summe lem yetû bi erbeati şuhedâe feclidûhum semânîne celdeten ve lâ takbelû lehum şehâdeten ebedâ ve ulâike humul fâsikûn
ve ellezîne yermune | : o kimseler, taş atma, suçlama, iftira, ok, laf atma, |
el muhsanati | : iyilik yolunda olan, içtenlikle hak yolunda olan |
Summe lem yetubi | : sonra, meyil etmezler, getirmezler, gelmezler |
Erbeati | : dört makam, Rabbine dönmek, Allah’a dönmek |
şuhedâe | : şahitler, bilenler, hazır, tanık olmak |
fe eclidu hum | : işte, öyle ki, cild, ten, sûrette kalanlar, onlar, |
Semanin celdeten | : seksen, duymaya dair, cilde vurmak, ten, sûret, |
ve la takbelû lehum | : yok, kabul, kabul etmeyin, onlar kabul etmezler |
Şehadeten ebeden | : tanık, şahit, bilen, ebediyen, asla, hiçbir zaman, |
ve ulaike hum | : işte onlar, |
el fasikun | : fasık, hakikatlerden sapan, cehalete sapan, bölen, |
4- Tüm içtenliğiyle hakk yolunda olanlara laf atan o kimseler, Rabbine dönüp şahitlerden olmak için de gelmezler. Öyle ki onlar sûretlerde kalırlar, duydukları sûretlere dairdir. O hâlde olanları kabul etmeyin, onlar asla bilenlerden olamazlar ve işte onlar hakikatleri bırakıp kendi cehaletlerine sapanlardır.
-5-
إِلَّا الَّذِينَ تَابُوا مِن بَعْدِ ذَلِكَ وَأَصْلَحُوا فَإِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
İllellezîne tâbû min badi zâlike ve aslehû fe innallâhe gafûrun rahîm
illa ellezine tebe | : ancak, yaptıkları hataları anlayıp dönen, |
min badi zalike | : bundan sonra, ondan sonra |
ve aslehû | : ıslah, temizlenmek, düzelme, iyileşme, onarılma, |
Fe inne Allah gafur | : muhakkak ki Allah, bağışlayan, magfiret, arınmak |
rahim | : rahim olan, varlığı özünden vareden, |
5- Ancak yaptıkları hataları anlayıp, bir daha yapmamak üzere hareket eden ve fena hallerden temizlenenler başka. Muhakkak ki Allah bağışlayandır, tüm varlığı özünden varedendir.
-6-
وَالَّذِينَ يَرْمُونَ أَزْوَاجَهُمْ وَلَمْ يَكُن لَّهُمْ شُهَدَاء إِلَّا أَنفُسُهُمْ فَشَهَادَةُ أَحَدِهِمْ أَرْبَعُ شَهَادَاتٍ بِاللَّهِ إِنَّهُ لَمِنَ الصَّادِقِينَ
Vellezîne yermûne ezvâcehum ve lem yekun lehum şuhedâu illâ enfusuhum fe şehâdetu ehadihim erbeû şehâdâtin billâhi innehû le mines sâdıkîn
ve ellezine yermun | : o kimseler, laf atma, taş atma, ok, uzaklaştırma |
ezvâce-hum | : cins, tür, eş, aynı yolda olan, eşlik eden, birliktelik, onlar, |
ve lem yekun lehum | : olmadı, yoktur, onlar |
Şuhedâu | : şahitler, bilen, tanık olan, |
illa enfus hum | : kendileri için, nefs, kendi çıkarı için, onlar |
Fe şehadetu | : bundan sonra, şahitlik, bilmek, her yerde hazır olan, şuurlu |
ehad him | : bir, tek, onlar |
Erbeu | : dört, Allah’a dönmek, belge, makam, Rabbine dönmek |
şehadatin bi Allah | : şahit olan, bilen, şuurlu, Allah’a, Allah ile |
İnne hu | : muhakkak ki o, o halde olan, |
le min el sadıkın | : elbette, sadık, dosdoğru olan, dürüst olan, sadakat, |
6- Bir birlik içinde hareket eden kimselere laf atanların, hakikatleri bilme durumları olmaz. Onlar ancak kendi çıkarları için hareket ederler. Bundan sonra Rabbine dönüp, birliğin şuurunda olanlar, Allah ile birlikte olduğunun şehadetindedirler. Muhakkak ki o hâlde olan kimseler, elbette dosdoğru hareket edenlerdir.
-7-
وَالْخَامِسَةُ أَنَّ لَعْنَتَ اللَّهِ عَلَيْهِ إِن كَانَ مِنَ الْكَاذِبِينَ وَيَدْرَأُ
Vel hâmisetu enne lanetallâhi aleyhi in kâne minel kâzibîn
ve el hamisetu | : koruyucu olan, beşinci olan, cesaret, bahadırlık, hamaset |
Enne lanete | : lanet, kendindeki sıfatları anlamayıp rahmetten düşen |
Allah aleyhi | : Allah, ona, kendinde olan, |
İn kane min el kazibine | : eğer, şayet, oldu, yalanlarda kalan |
7- Eğer yalanlarda kalan olursa; kendindeki tecellileri idrak edemeyip, Allah’ın rahmetinden, koruyuculuğundan uzaklaşır.
-8-
وَيَدْرَأُ عَنْهَا الْعَذَابَ أَنْ تَشْهَدَ أَرْبَعَ شَهَادَاتٍ بِاللَّهِ ۙ إِنَّهُ لَمِنَ الْكَاذِبِينَ
Ve yedraû anhel azâbe en teşhede erbea şehâdâtin billâhi innehu le minel kâzibîn
ve yedrau anha | : savmak, kurtulur, önlemek, kaldırır, ondan, |
el azab | : azap, sıkıntı, müşkil, |
en teşhede | : şahitlik etmesi, bilmesi, o şuurla hareket etmesi, |
erbea | : dört, makam, Allah’a dönmek, Rabbine dönmek |
Şehadatin bi Allah | : belge, makam, şahitlikler, bilenlerden, Allah |
İnne hu le min el kazibin | : doğrusu, o, yalanda kaldığını anlayan |
8- Doğrusu o; yalanlarda kaldığını anlar, Rabbine döner, hakikatlere şahit olur, Allah ile birlikte olduğunun şuuruyla hareket ederse, ondan sıkıntılar kaldırılır.
-9-
وَالْخَامِسَةَ أَنَّ غَضَبَ اللَّهِ عَلَيْهَا إِن كَانَ مِنَ الصَّادِقِينَ
Vel hâmisete enne gadaballâhi aleyhâ in kâne mines sâdikîn
ve el hamisetu | : koruyucu olan, beşinci, himaye, hakk şuuru, |
Enne gadabe | : gadab, öfke, hiddet, kızgınlık, |
Allah aleyhi | : Allah, kendinde, onda, üzerinde, |
İn kane min el kazibine | : eğer, şayet, oldu, yalanlarda kalan |
9- Eğer yalanlarda kalan olursa; öfke, kavga gibi hallerinden dolayı kendindeki tecellileri idrak edemeyip, Allah’ın rahmetinden, koruyuculuğundan uzaklaşır.
-10-
وَلَوْلَا فَضْلُ اللَّهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ وَأَنَّ اللَّهَ تَوَّابٌ حَكِيمٌ
Ve lev lâ fadlullâhi aleykum ve rahmetuhu ve ennellâhe tevvâbun hakîm
ve lev la fadl | : değil mi, fazilet, erdem, nitelik, sıfat, |
Allah aleykum | : Allah, üzerinizdeki |
ve rahmetu-hu | : rahmeti, fayda, yarar, koruyucu, merhamet, şevkat |
ve enne Allah tevvab | : Allah, hatasını anlayanın tövbesini kabul eden, |
hakim | : hâkim olan, hüküm sahibi, |
10- Sizin üzerinizde olan Allah’ın sıfatları değil midir? O rahmet eden değil midir? Muhakkak ki Allah, hatalarını anlayıp tövbe edenlerin tövbelerini kabul edendir, tüm varlığa hâkim olandır.
-11-
إِنَّ الَّذِينَ جَاؤُوا بِالْإِفْكِ عُصْبَةٌ مِّنكُمْ لَا تَحْسَبُوهُ شَرًّا لَّكُم بَلْ هُوَ خَيْرٌ لَّكُمْ لِكُلِّ امْرِئٍ مِّنْهُم مَّا اكْتَسَبَ مِنَ الْإِثْمِ وَالَّذِي تَوَلَّى كِبْرَهُ مِنْهُمْ لَهُ عَذَابٌ عَظِيمٌ
İnnellezîne câû bil ifki usbetun minkum lâ tahsebûhu şerren lekum bel huve hayrun lekum li kullimriin minhum mektesebe minel ism vellezî tevellâ kibrehu minhum lehu azâbun azîm
inne ellezine cau | : doğrusu, olduğu, o kimseler, geldi, |
bi el ifki | : batıl olan, aslından uzak olan, uydurma, iftira, |
asbetun minkum | : takım, komite, grup, sizden, içinizden |
la tahsebu-hu | : yok, hesap, karşılık, onu zannetmeyin, |
şerren | : şer, kötülük |
Bel huve hayrun lekum | : hayır, o, hayırlı, iyi olan, sizin için |
li kulli emriy minkum | : hepsi için, iş, adam, onlardan, bütün işleyiş için |
ma iktesebe | : kazanamaz, edinemez, iyi bir sonuç, |
min el ismi | : günah, fenalarda kalan, |
ve ellezi tevella | : geri dönen, çeviren, hakikatlerden yüz çeviren kimse, |
kibre hu | : kibir, büyüklük hali, yüce, o |
Min hum lehu azab azim | : onlardan, ona, büyük azap, büyük sıkıntılar |
11- Doğrusu sizler, uydurulmuş şeylere inanan guruplardan gelen kimselersiniz. Yaptığınız kötülüklerin hesabını yok saymayın. Bilakis sizler için hayırlı olan o hakikatleri anlayın. Bütün varlıktaki işleyişi anlamada fenalarda kalanlar, hakikatlerden bir şey elde edemezler ve kibirlenip hakikatlerden yüz çeviren kimseler büyük sıkıntılardadır.
-12-
لَوْلَا إِذْ سَمِعْتُمُوهُ ظَنَّ الْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بِأَنفُسِهِمْ خَيْرًا وَقَالُوا هَذَا إِفْكٌ مُّبِينٌ
Lev lâ iz semi’tumûhu zannel muminûne vel muminâtu bi enfusihim hayran ve kâlû hâzâ ifkun mubîn
lev la iz semitumu hu | : değil miydi, olmaz mıydı, olsaydı, işitme, o, |
zann | : zan, ihtimal, kesin bilgi, şüphe, töhmet, |
El müminun | : mümin olanlar, emin olanlar, |
ve el muminat | : müminlik yolunda olanlar |
bi enfusi-him | : nefslerinde, kendilerinde, kendi içlerinde, |
hayran | : hayırlı, iyi olan |
ve kalu haza | : dediler, derler, bu, |
ifkun mubin | : batıl olan, aslından uzak, uydurulmuş, apaçık |
12- Müminler ve müminlik yolunda olanlar; zanlara ait olan şeyleri duyduklarında, kendileri için daha hayırlı olanı bilirler ve derler ki: Bunlar apaçık batıl olan şeylerdir.
-13-
لَوْلَا جَاؤُوا عَلَيْهِ بِأَرْبَعَةِ شُهَدَاء فَإِذْ لَمْ يَأْتُوا بِالشُّهَدَاء فَأُوْلَئِكَ عِندَ اللَّهِ هُمُ الْكَاذِبُونَ
Lev lâ câû aleyhi bi erbeati şuhedâ fe iz lem yetû biş şuhedâi fe ulâike indellâhi humul kâzibûn
lev lâ cau aleyhi | : olmasaydı, olmaz mıydı, geldi, geldiklerinde, ona, üzere |
bi erbeati | : dört makam, Allah’a dönme, kendini bilme, Rabbe dönmek |
şuhedae | : şahit, bilen, şuurda olan, şahit olan, bilincinde olan |
Fe iz lem yetu | : böylece, işte onlar, olduğunda, getirmediler |
bi eş şuhedâi | : tanık, şahitleri, her an her yerde hazır, |
fe ulâike | : işte onlar, |
inde Allah | : Allah’a ait, katında, |
hum el kâzibûne | : onlar, yalancılar, yalanladılar, yalanlarda kaldılar, |
13- Batıl olan şeylerde kalanlar, Allah’a dönüp hakikatlere şahit olsalardı olmaz mıydı? İşte onlar, her an her yerde hazır olanı idrak edemediler. İşte onlar, Allah’a ait olan hakikatlere karşı yalanlarda kaldılar.
-14-
وَلَوْلَا فَضْلُ اللَّهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ لَمَسَّكُمْ فِي مَا أَفَضْتُمْ فِيهِ عَذَابٌ عَظِيمٌ
Ve lev lâ fadlullâhi aleykum ve rahmetuhu fîd dunyâ vel âhırati le messekum fî mâ efadtum fîhi azâbun azîm
ve lev la fadlu | : olmasaydı, değil midir, fazilet, nitelik, lütuf, sıfatlar |
Allah aleykum | : Allah, sizin üzerinizde |
ve rahmetu-hu | : rahmeti, fayda, yarar, her şey ondan, |
fî ed dunya | : dünyada, yaşamda, yaşantı, |
ve el ahiret | : dünyada, sonunda, sonunuzda |
Le messe-kum | : elbette, dokundu, tutan, saran, his, temas, siz, |
Fî ma efadtum | : içinde, değil, hakkında, daldığınız, kalmak |
Fihi azabun azim | : büyük sıkıntılar içinde, onda, azap, sıkıntı, büyük |
14- Sizin üzerinizde olan Allah’ın sıfatları değil midir? O rahmet eden değil midir? Yaşamınızda ve son anınıza kadar elbette sizi tecellileriyle saran O değil midir? Siz hakikatleri anlayamazsanız, büyük sıkıntılar içinde kalırsınız.
-15-
إِذْ تَلَقَّوْنَهُ بِأَلْسِنَتِكُمْ وَتَقُولُونَ بِأَفْوَاهِكُم مَّا لَيْسَ لَكُم بِهِ عِلْمٌ وَتَحْسَبُونَهُ هَيِّنًا وَهُوَ عِندَ اللَّهِ عَظِيمٌ
İz telâkkavnehu bi elsinetikum ve tekûlûne bi efvâhikum mâ leyse lekum bihî ilmun ve tahsebûnehu heyyinen ve huve indallâhi azîm
İz telakkavne-hu | : telakki, karşılama, görüş, öğrenme, araştırma, o |
bi elsineti-kum | : dillerinizle, konuşma, konuşuyorsunuz, |
ve tekulûne bi efvahi kum | : söylüyorsunuz, ağzınız, diliniz, dökülme, |
Ma leyse lekum bihi ilmun | : değil, yok, onun, ilim, bilgi, bir ilme ulaşmadan |
ve tahsebûne-hu | : sanıyorsunuz, zannediyorsunuz, o |
heyyinen | : önemsiz görmek, önemsememek, basit, |
ve huve inde Allah | : o, Allah’tan, katından, ona ait, |
azim | : yüce, büyük, kararlı, azamet, varoluştaki karar sahibi |
15- Hakikatleri ince ince araştırmadan, hakikatler hakkında bir ilme ulaşmadan konuşuyorsunuz ve ağzınızdan kelimeleri döküveriyorsunuz. Varoluştaki karar sahibi olan Allah’a ait olan hakikatleri önemsemiyorsunuz ve zanlarda kalıyorsunuz.
-16-
وَلَوْلَا إِذْ سَمِعْتُمُوهُ قُلْتُم مَّا يَكُونُ لَنَا أَن نَّتَكَلَّمَ بِهَذَا سُبْحَانَكَ هَذَا بُهْتَانٌ عَظِيمٌ
Ve lev lâ iz semi’tumûhu kultum mâ yekûnu lenâ en netekelleme bi hâzâ subhâneke hâzâ buhtânun azîm
ve lev lâ iz semitumu hu | : olmaz mıydı, olduğunda, işitmek, onu |
Kultum ma yekunu lena | : deyin, dediniz, değil, olmaz, bize |
en netekelleme bi haza | : bizim söylememiz, bunu, bu, o hakiketleri |
subhâne-ke | : bunu, bu, sen sübhansın, noksan sıfatlardan münezzeh |
Hâzâ buhtanun azim | : bu, bühtan, iftira, yalan, dalgınlık, büyük |
16- O hakikatleri işitseydiniz olmaz mıydı? Hakikatleri anlamadan bizim söylememiz olmaz, deyin. Büyük yalanlardan, noksan sıfatlardan münezzeh olan sana sığınırım, deyin.
-17-
يَعِظُكُمُ اللَّهُ أَن تَعُودُوا لِمِثْلِهِ أَبَدًا إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ
Yeızukumullâhu en teûdû li mislihî ebeden in kuntum muminîn
Yeızu kum Allah | : öğüt, ders, vaaz, siz, Allah, |
en teudu | : yönelmek, dönmek, çağrı, |
li misli-hi ebeden | : onun gibisine, benzeri, devamlı, hep, |
in kuntum müminin | : eğer siz, mümin |
17- Eğer müminlerden iseniz; hep bunun benzeri sözlerle hareket edersiniz, Allah’ın size sunduğu hakikatlerden ders alırsınız.
-18-
وَيُبَيِّنُ اللَّهُ لَكُمُ الْآيَاتِ وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ
Ve yubeyyinullâhu lekumul âyât vallâhu alîmun hakîm
ve yubeyyin Allah | : beyan ediyor, açıklıyor, gösteriyor, Allah |
lekum el âyâti | : size ayetleri, işaretleri, delilleri, |
ve Allah alim | : Allah, ilmiyle vareden, |
hakim | : hâkim olan, her şeye hâkim olan, hükmün sahibi, |
18- Allah işaretlerini tüm varlıktan size gösterir ve Allah ilmiyle her şeye hâkim olandır.
-19-
إِنَّ الَّذِينَ يُحِبُّونَ أَن تَشِيعَ الْفَاحِشَةُ فِي الَّذِينَ آمَنُوا لَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ وَاللَّهُ يَعْلَمُ وَأَنتُمْ لَا تَعْلَمُونَ
İnnellezîne yuhıbbûne en teşîal fâhışetu fîllezîne âmenû lehum azâbun elîmun fîd dunyâ vel âhırah vallâhu yalemu ve entum lâ talemûn
inne ellezîne yuhıbbune | : muhakkak o kimseler, onlar, sevenler |
En teşia | : yayılma, dedikodu, |
el fahışetu | : ben benim demek, büyük görme, aşırılık |
fî ellezîne amenu | : o kimseler içinde, iman, inanan, |
Lehum azabun elîmun | : onlara, azap, elim, acı |
Fi el dunya | : dünyada, yaşamında, |
ve el ahırati | : ahiret, sonunda |
ve Allah yalemu | : Allah, bilir, ilmiyle var eder, ilmin sahibi, |
ve entum la talemun | : siz, bilemesiniz, ilmin sahibi değilsiniz, |
19- Elbette iman edenlerin içinde de, kendini büyük gösterme, aşırı olma gibi hallerin yayılmasını sevenler vardır. Onlara yaşarken ve sonunda büyük sıkıntılar vardır. Siz ilmin sahibi değilsiniz, Allah’tır ilmin sahibi.
-20-
وَلَوْلَا فَضْلُ اللَّهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ وَأَنَّ اللَّه رَؤُوفٌ رَحِيمٌ
Ve lev lâ fadlullâhi aleykum ve rahmetuhu ve ennallâhe raûfun rahîm
ve lev la fadlu | : olmasaydı, değil midir, fazilet, nitelik, lütuf, sıfatlar |
Allah aleykum | : Allah, sizin üzerinizde |
ve rahmetu-hu | : rahmet, yarar, fayda, koruyan, o |
Ve ene Allah rauf | : muhakkak, Allah, rauf, tüm incelikleri sunan, |
rahim | : varlığı özünden vareden, |
20- Sizin üzerinizde olanlar Allah’ın sıfatları değil midir? O rahmet eden değil midir? Muhakkak ki Allah, tüm incelikleri sunandır, tüm varlığı özünden varedendir.
-21-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ وَمَن يَتَّبِعْ خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ فَإِنَّهُ يَأْمُرُ بِالْفَحْشَاء وَالْمُنكَرِ وَلَوْلَا فَضْلُ اللَّهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ مَا زَكَا مِنكُم مِّنْ أَحَدٍ أَبَدًا وَلَكِنَّ اللَّهَ يُزَكِّي مَن يَشَاء وَاللَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ tettebiû hutuvâtiş şeytân ve men yettebi hutuvâtiş şeytâni fe innehu yemuru bil fahşâi vel munker ve lev lâ fadlullâhi aleykum ve rahmetuhu mâ zekâ minkum min ehadin ebeden ve lâkinnallâhe yuzekkî men yeşâu vallâhu semîun alîm
yâ eyyuhâ ellezîne âmenû | : ey iman edenler |
lâ tettebiû | : tabî olmayın, uymayın, |
Hutuvat el şeytan | : adımlara, izlere, şeytani hallere, kötülük hallerine |
ve men yettebi | : kim tabî olursa, uyarsa, izlerse, |
hutuvâti el şeytâni | : adımları, halleri, izleri, şeytan, kötülük halleri, |
Fe inne hu | : böylece, muhakkak ki o |
ye emr | : işleyiş, emir, hüküm, sevk, |
Bi el fahşa | : büyüklük, gurur, benlik, aşırılık, |
ve el munkeri | : inkar edilmiş olan, kötü haller, zararlı olan, |
ve lev la fadlu | : olmasaydı, değil midir, fazilet, nitelik, lütuf, sıfatlar |
Allah aleykum | : Allah, sizin üzerinizde |
ve rahmetu-hu | : rahmeti, fayda, yarar, |
ma zeka min kum | : değil, paklık, arındırma, tezkiye, sizden |
min ehad ebeden | : bir, hiç biri, biriniz, ebediyen, devamlı |
ve lakin Allah yuzekki | : artık, Allah, temizleyen, arınma, doğruluğa ulaşma |
men yeşâu | : kim isterse, isteyen kimse, |
ve Allah semiun | : Allah, işittiren, |
alim | : ilmiyle varedendir, ilmin sahibi, |
21- Ey iman edenler! Şeytani hallere tâbi olmayın. Kim şeytani hallere tabi olursa; artık o haller sizi, muhakkak ki kendini büyük görmeye ve kötü hallerle, inkâra sürükler. Sizin üzerinizde olanlar Allah’ın sıfatları değil midir? O’nun rahmetiyle siz arınırsınız, devamlı birliğin idrakinde olursunuz. Artık isteyen kimse Allah’ın hakikatleriyle temizlenir ve ilmiyle işittirenin Allah olduğunu anlar.
-22-
وَلَا يَأْتَلِ أُوْلُوا الْفَضْلِ مِنكُمْ وَالسَّعَةِ أَن يُؤْتُوا أُوْلِي الْقُرْبَى وَالْمَسَاكِينَ وَالْمُهَاجِرِينَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ وَلْيَعْفُوا وَلْيَصْفَحُوا أَلَا تُحِبُّونَ أَن يَغْفِرَ اللَّهُ لَكُمْ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Ve lâ yeteli ulul fadlı minkum ves seati en yutû ulil kurbâ vel mesâkîne vel muhâcirîne fî sebîlillâh vel yafû vel yasfehû e lâ tuhıbbûne en yagfirallâhu lekum vallâhu gafûrun rahîm
ve la yeteli | : yok, kusur etmesin, okuma, ezbere, hakkına girmesin |
Ulu el faldı minkum | : erdemli kimseler, fazilet, nitelik, lütuf, sıfat, sizden |
ve el seati en yutu | : kapasite, varlıklı, verme, versinler, |
uli el kurbi | : yakın olanlar, yakınlık sahipleri, akraba, |
ve el mesakin | : miskinler, yoksullar, çaresiz, |
ve el muhacir | : muhacir, göç den, hicret, arayışta olan, |
fî sebîl Allah | : Allah’ın yolunda |
ve li yafu | : affetsinler, |
ve li yasfehu | : vazgeçsinler, hoş görsünler, |
e la tuhıbbun | : yok, sevme, sevme yokmu |
en yagfir Allah lekum | : mağfiret eden, bağışlama, Allah, size |
ve Allah gafur | : Allah, mağfiret eden, |
rahim | : varlığı özünden vareden, |
22- Sizlerden Allah’ın lütuflarını anlamış fazilet sahibi olanlar; yakın olanlara ve miskinlere ve Allah’ı anlamak için bir arayışta olanlara, hakikatlerin bilgilerini kapasitelerine göre vermekte kusur etmesinler ve affedici olsunlar ve hoşgörülü olsunlar. Allah’ın size bağışladığı sevgiyi yok etmesinler. Allah mağfiret edendir, tüm varlığı özünden varedendir.
-23-
إِنَّ الَّذِينَ يَرْمُونَ الْمُحْصَنَاتِ الْغَافِلَاتِ الْمُؤْمِنَاتِ لُعِنُوا فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ
İnnellezîne yermûnel muhsanâtil gâfilâtil muminâti luınû fid dunyâ vel âhırati ve lehum azâbun azîm
inne ellezîne yermune | : o kimseler, laf atan, iftira atan, atan, küçük gören |
el muhsanati | : muhsin, iyilik, ihsan, tüm içtenliğiyle hak yolunda olan |
El gafilat | : gaflet, kendini ve çevresini tanıyamayan, anlayamayan, |
el muminati | : müminlik yolunda olan, |
luınu | : lanet, Allah’ı idrak edemeyip rahmetten uzaklaşma |
fî ed dunya ve el ahiret | : dünyada, yaşamında, yaşarken ve sonunda, ahiret |
ve lehum azabun azim | : onlar için, azap, sıkıntı, büyük |
23- İyilik yolunda olanlara laf atan o kimseler ve müminlik yolunda olanları anlayamayıp tanıyamayanlar; Allah’ı idrak edemeyip rahmetinden uzaklaşırlar ve onlar yaşamlarında ve sonunda büyük sıkıntılarda kalırlar.
-24-
يَوْمَ تَشْهَدُ عَلَيْهِمْ أَلْسِنَتُهُمْ وَأَيْدِيهِمْ وَأَرْجُلُهُم بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
Yevme teşhedu aleyhim elsinetuhum ve eydîhim ve erculuhum bimâ kânû yamelûn
Yevme | : gün, vakit, zaman, süreç, |
teşhedu aleyhim | : şahitlik, tanık, bildikleri, onlara, kendileri |
elsinetu-hum | : dilleri, söyledikleri, onlar, |
ve eydi him | : elleri, güç, yöneldikleri, yönleri, hareketleri, onlar |
ve erculu-hum | : ayakları, gittikleri, yöneldikleri, o yolda, onlar |
Bimâ kanu yamelun | : şeyleri, oldu, yaptıkları, yaptıkları şeyler sebebiyle |
24- Onların söyledikleri şey her zaman kendi bildikleridir ve o bildikleriyle hareket ederler ve yaptıkları şeylerle kendi yollarına yönelirler.
-25-
يَوْمَئِذٍ يُوَفِّيهِمُ اللَّهُ دِينَهُمُ الْحَقَّ وَيَعْلَمُونَ أَنَّ اللَّهَ هُوَ الْحَقُّ الْمُبِينُ
Yevme izin yuveffîhimullâhu dînehumul hakka ve yalemûne ennallâhe huvel hakkul mubîn
yevme izin | : gün, zaman, her an, yetkili olan, her zaman |
yuvefihim Allah | : dönüp bağlanma, ödeme, verme, vefalı, onlar, Allah |
Dine hum | : din, yaratılış yasaları, hükümleri, onlar |
el hakka | : hak, hakikat, gerçek, doğru olan, |
ve yalemûne | : bilecekler, bilirler, |
enne Allah huve | : muhakkak, olduğunu, Allah, odur |
el hakku | : hakikat, gerçek, doğru olan, |
el mubinu | : apaçık, açıkça görünen, apaçık olan, aşikâr |
25- Onlar, her an her yerde yetkili olan Allah’a döner bağlanırlarsa, onlar dinin hakikatini ve hakikatleriyle apaçık görünenin Allah olduğunu bilirler.
-26-
الْخَبِيثَاتُ لِلْخَبِيثِينَ وَالْخَبِيثُونَ لِلْخَبِيثَاتِ وَالطَّيِّبَاتُ لِلطَّيِّبِينَ وَالطَّيِّبُونَ لِلطَّيِّبَاتِ أُوْلَئِكَ مُبَرَّؤُونَ مِمَّا يَقُولُونَ لَهُم مَّغْفِرَةٌ وَرِزْقٌ كَرِيمٌ
El habîsâtu lil habîsîne vel habîsûne lil habîsât vet tayyibâtu lit tayyibîne vet tayyibûne lit tayyibât ulâike muberraûne mimmâ yekûlûn lehum magfiretun ve rızkun kerîm
el habisat | : kötülüğe meyleden zarar verme yolunda olan |
li el habisin | : fesatcı, zararlı, kötülük içinde olan, zararlı olan |
ve el habîsûn | : habis, kötülük içinde olan, zararlı olan |
li el habisat | : kötülüğe meyleden, zarar verme yolunda olan |
ve el tayyibatu | : temizlenme yolunda olan, iyi olma yolunda olan |
li el tayyibin | : temizlenmiş olan, iyi güzel davranışlarda olan |
ve et tayyibune | : temizlenmiş olan, iyi güzel davranışlarda olan |
li el tayyibat | : temizlenme yolunda olan, iyi olma yolunda olan |
Ulaike muberraune | : işte onlar, beri olanlar, uzak olanlar, |
Mimma yekulune | : şeyler, söylüyorlar, söyledikleri şeyler, |
Lehum magfiret | : onlar, bağışlanma, mağfiret, temizlenme, |
ve rızk | : nitelikler, sıfatlar, lütuflar, nimetler, fayda, yarar, |
kerim | : asil, soylu, faydalı, cömert, asalet, fazilet, güzel |
26- Kötülüğe meyleden kötülük içinde olanı bulur, kötülük içinde olan da kötülüğe meyledeni bulur. İyiliğe meyleden de iyilik yapanı bulur, iyilik yapanda iyiliğe meyledeni bulur. İşte tertemiz haller içinde olanlar, diğerlerinin söyledikleri şeylerden uzaktırlar, onlar mağfiret içindedirler ve onlar, varlığın yaşam sebebi olan sıfatların idrakinin fazileti içindedirler.
-27-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَدْخُلُوا بُيُوتًا غَيْرَ بُيُوتِكُمْ حَتَّى تَسْتَأْنِسُوا وَتُسَلِّمُوا عَلَى أَهْلِهَا ذَلِكُمْ خَيْرٌ لَّكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ
Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ tedhulû buyûten gayra buyûtikum hattâ testenisû ve tusellimû alâ ehlihâ zâlikum hayrun lekum leallekum tezekkerûn
ya eyyuha ellezîne amenû | : ey iman edenler |
la tedhulu | : girmeyin, dâhil olmayın, karışmayın, |
buyuten gayr | : ev, oda, hane, beden, başka, diğer |
buyuti-kum | : sizin evleriniz, kendi eviniz |
Hatta testenisû | : hatta, izin isteyin |
ve tusellimû | : selam verin, teslim olun, barış içinde olun, |
ala ehli ha | : ehli, halkına karşı, sahibine, oranın, |
Zalikum hayrun lekum | : işte bu, hayırlı, iyi olan, sizin için |
lealle-kum | : umulur ki siz, |
tezekkerun | : tezekkür, ulaştığı hakikatlerle yaşama, var oluşu anlama |
27- Ey iman edenler! Kendi evinizden başka evlere dâhil olmayın. Hatta izin isteyerek hareket edin ve oranın halkına karşı barış içinde olun. İşte bu sizin için daha hayırlıdır. Umulur ki varlığın varoluşunu anlar, o hakikatlerle bu âleme bakarsınız.
-28-
فَإِن لَّمْ تَجِدُوا فِيهَا أَحَدًا فَلَا تَدْخُلُوهَا حَتَّى يُؤْذَنَ لَكُمْ وَإِن قِيلَ لَكُمُ ارْجِعُوا فَارْجِعُوا هُوَ أَزْكَى لَكُمْ وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ عَلِيمٌ
Fe in lem tecidû fîhâ ehaden fe lâ tedhulûhâ hattâ yuzene lekum ve in kîle lekumurciû ferciû huve ezkâ lekum vallâhu bimâ ta’melûne alîm
fe in lem tecidu fiha | : artık, o zaman, eğer, bulamazsınız, orada, |
ehad | : bir, birisi |
Fe la tedhulû-hâ | : o zaman, oraya girmeyin |
Hattâ yuzene lekum | : hatta, oluncaya kadar, izin verilir, size |
ve in kile lekum irciû | : eğer, şayet, denir, size, dönün |
fe irciû huve | : o zaman dönün, o, |
ezka lekum | : temiz, uygun, sizin için |
ve Allah bima tamelun | : Allah, yaptığınız şeyler |
alim | : ilmin sahibi, bilmek, |
28- Eğer gittiğiniz yerde birini bulamazsanız, oraya dâhil olmayın. Hatta size izin verilinceye kadar oraya dâhil olmayın. Eğer size dönün denirse, o zaman dönün. Sizin için uygun olan budur. Allah yaptığınız şeylerdeki ilmin sahibidir.
-29-
لَّيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أَن تَدْخُلُوا بُيُوتًا غَيْرَ مَسْكُونَةٍ فِيهَا مَتَاعٌ لَّكُمْ وَاللَّهُ يَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا تَكْتُمُونَ
Leyse aleykum cunâhun en tedhulû buyûten gayre meskûnetin fîhâ metâun lekum vallâhu yalemu mâ tubdûne ve mâ tektumûn
Leyse aleykum cunahun | : değildir, yoktur, size, vebal, günah |
en tedhulu buyuten | : dahil olmak, girmeniz, evler, hane, oda, o yer |
Gayre meskûnetin | : başka, iskan, yerleşim, herkese açık, oturulmayan |
Fi ha metaun lekum | : içinde, orada, o yerde, fayda, yarar, meta, sizin için |
ve Allah yalemu | : Allah, ilmin sahibi, |
ma tubdun | : açıkladığınız şeylerdeki |
ve ma tektumun | : açıklanmayan, saklanmak, gizli olan, görünmeyen |
29- Sizin için fayda olan yerlere ve herkese açık meskenlere dâhil olmanızda size bir vebal yoktur. Allah açıkladığınız şeylerdeki ve açıklayamadığınız şeylerdeki ilmin sahibidir.
-30-
قُل لِّلْمُؤْمِنِينَ يَغُضُّوا مِنْ أَبْصَارِهِمْ وَيَحْفَظُوا فُرُوجَهُمْ ذَلِكَ أَزْكَى لَهُمْ إِنَّ اللَّهَ خَبِيرٌ بِمَا يَصْنَعُونَ
Kul lil muminîne yaguddû min ebsârihim ve yahfezû furûcehum zâlike ezkâ lehum innellâhe habîrun bimâ yasneûn
Kul li el müminin | : de, anlat, müminlere |
Yaguddu | : çevirsin, sakınsın, dikkat etsin, |
min ebsâri-him | : idraki bakış, dikkat sahipleri, basiret, hakk bakışı |
ve yahfezû | : muhafaza, korusunlar, |
furuce hum | : ikilik, yarık, ikiye bölünme, namus, onlar, |
Zâlike ezka lehum | : bu, işte bu, saf, öze mahsus, temiz, pak, onlar için |
inne Allah habir | : muhakkak Allah, hakikati bildiren, haber veren |
Bima yasneune | : şeyler, yapıyorlar |
30- Müminler için anlat: Onlar hakikatlerden ayrılmamaya dikkat etsinler ve onlar ikiliğe düşmekten korunsunlar. İşte bu onlar için öz duruştur. Muhakkak ki Allah yaptığınız şeylerden hakikatleri her an bildirir.
-31-
وَقُل لِّلْمُؤْمِنَاتِ يَغْضُضْنَ مِنْ أَبْصَارِهِنَّ وَيَحْفَظْنَ فُرُوجَهُنَّ وَلَا يُبْدِينَ زِينَتَهُنَّ إِلَّا مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَلْيَضْرِبْنَ بِخُمُرِهِنَّ عَلَى جُيُوبِهِنَّ وَلَا يُبْدِينَ زِينَتَهُنَّ إِلَّا لِبُعُولَتِهِنَّ أَوْ آبَائِهِنَّ أَوْ آبَاء بُعُولَتِهِنَّ أَوْ أَبْنَائِهِنَّ أَوْ أَبْنَاء بُعُولَتِهِنَّ أَوْ إِخْوَانِهِنَّ أَوْ بَنِي إِخْوَانِهِنَّ أَوْ بَنِي أَخَوَاتِهِنَّ أَوْ نِسَائِهِنَّ أَوْ مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُنَّ أَوِ التَّابِعِينَ غَيْرِ أُوْلِي الْإِرْبَةِ مِنَ الرِّجَالِ أَوِ الطِّفْلِ الَّذِينَ لَمْ يَظْهَرُوا عَلَى عَوْرَاتِ النِّسَاء وَلَا يَضْرِبْنَ بِأَرْجُلِهِنَّ لِيُعْلَمَ مَا يُخْفِينَ مِن زِينَتِهِنَّ وَتُوبُوا إِلَى اللَّهِ جَمِيعًا أَيُّهَا الْمُؤْمِنُونَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
Ve kul lil muminâti yagdudne min ebsârihinne ve yahfazne furûcehunne ve lâ yubdîne zînetehunneillâ mâ zahera minhâ vel yadribne bi humurihinne alâ cuyûbihinne ve lâ yubdîne zînetehunne illâ li buûletihinne ev âbâihinne ev âbâi buûletihinne ev ebnâihinne ev ebnâi buûletihinne ev ıhvânihinne ev benî ıhvânihinne ev benî ehavâtihinne ev nisâihinne ev mâ meleket eymânuhunne evit tâbiîne gayri ulîl irbeti miner ricâli evit tıflillezîne lem yazharû alâ avrâtin nisâi ve lâ yadribne bi erculihinne li yuleme mâ yuhfîne min zînetihinn ve tûbû ilâllâhi cemîan eyyuhel muminûne leallekum tuflihûn
ve kul li el muminat | : de, anlat, müminlik yolunda olanlara |
Yagdudne | : çevirsin, sakınsın, dikkat etsin, açmak, |
min ebsari hinne | : gözler, dikkat sahipleri, bakışlarını, idrak, hak bakışı |
ve yahfazne | : muhafaza, korusunlar, |
furuce hunne | : yarık, ikilik, ırz, olan, onlar |
ve la yubdine | : açığa vurmasınlar, açmasınlar, |
zinete hunne | : zinet, süs, değerler, hakikat bilgileri, onlar |
İlla | : ancak, başka, sadece, |
ma zahera min ha | : zahir, belirgin, bilinen şey, görünen, ondan, o hakikatler |
ve li yadribne | : darbe, vurmak, sarsılma, vasfetmek, vurgu, tarif |
bi humuri-hinne | : aklı örten, sarhoşluk veren, şarap, örtmek, |
Ala cuyûbi-hinne | : üzerine, yakaları, cepleri, içleri, taşıdıkları |
ve lâ yubdîne zinet hunne | : açığa vurmasınlar, açmasınlar, zinet, süs, değer, onlar |
İlla li buûleti-hinne | : ancak, zevc, birlikte hareket eden, eşlik, koca, |
Ev ebai-hinne | : ya da, babaları, ataları |
Ev ebâi buûleti-hinne | : baba, ataları, aynı yolda olan, eş olan, eşilik eden |
Ev ebnâi-hinne | : oğulları, evlatları, çocuklar |
Ev ebnâi buûleti-hinne | : oğul, evlat, aynı yolda olan, eş olan, eşlik eden |
Ev ıhvâni-hinne | : kardeş, samimi arkadaş, sırdaş, |
Ev benî ıhvâni-hinne | : evlat, çoçuk, samimi arkadaş, sırdaş, öğrenci, |
Ev benî ehavâti-hinne | : evlat, çocuk, kadın arkadaş, kız kardeş, sırdaş bayan, |
Ev nisâi-hinne | : ya da kadınlar, nefsini tanıma yolunda olanlar, onlar |
Ev mameleket eymân hunne | : ya da, değil, sahip oldukları, inanç, iman, |
Ev et tâbiine | : veya tâbi olanlar, uyanlar, hareket eden, başka, değil, |
gayrı uli el erbet | : değil, başka, edebe uygunluk, fuhşiyat |
min el rical | : kişi, erkek, yüksek makam sahipleri, ileri gelen, kâmil |
Ev el tıfl | : tıfıl, farkında olmayan, henüz aklı çalışmayan, küçük, |
ellezin lem yazharu | : açıklayamayan, zahir değil, açık değil, belli değil, belirsiz |
alâ avrâtin | : günah, avret, gizli, mahrem, sır, saklı olan, eksik |
nisâ | : kadın, nefsini tanıma yolunda olan, |
ve lâ yadribne | : yok, vurmak, vurgu, açığa vurmasınlar, |
bierculi hinne | : ayakları, gittikleri yerlere, bulundukları yer, yönelmek |
li yuleme ma yuhfine | : bilinsin, bilsinler, gizledikleri şeyler, korudukları, |
min zîneti-hinne | : ziynetlerinden, değerler, süs, |
ve tûbû | : tövbe, dönün, yönelin, hatalarından dönsünler, |
ila Allah cemian | : ancak, sadece, Allah, hepiniz, topluluk, birlik şuuru |
Eyyuhel müminun | : ey müminler, inananlar, |
Lealle kum tuflihun | : umulur ki siz, başarılı olmak, felaha ermek, kurtulmak |
31- Müminlik yolunda olanlara da anlat: Onlar da ikiliğe düşmekten korunsunlar, onlar da hakikatlerden ayrılmamaya dikkat etsinler. Taşıdıkları değerleri açığa vurmasınlar, ancak hakikatlerden bilinen şeyler başka. Bir darbeye maruz kalmamaları için içlerinde taşıdıkları değerleri örtsünler ve değerleri açığa vurmasınlar. Ancak onlara aynı yolda eşlik edenler başka. Babaları ve onlara eşlik edenlerin babaları, evlatları ve onlara eşlik edenlerin evlatları, sırdaş arkadaşları ve sırdaş arkadaşlarının evlatları, samimi bay, bayan arkadaşları ve onların evlatları, nefsini tanıma yolunda olanlara ve henüz bir inanca sahip olamayanlara, edebe uygun hareket etmek tarzıyla kâmil kimselere, nefsini tanıma yolunda olup sırları açığa vurmayanlara ve henüz bir şeyin farkında olmayanlara, değerleri açabilirler. Artık onlar gittikleri yerlerde gizledikleri değerleri bilsinler ve açığa vurmasınlar ve yaptıkları hatalardan dönsünler ve ancak Allah’ın birliği üzere hareket etsinler. Ey müminler! Umulur ki siz başarılı olursunuz.
-32-
وَأَنكِحُوا الْأَيَامَى مِنكُمْ وَالصَّالِحِينَ مِنْ عِبَادِكُمْ وَإِمَائِكُمْ إِن يَكُونُوا فُقَرَاء يُغْنِهِمُ اللَّهُ مِن فَضْلِهِ وَاللَّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
Ve enkihûl eyâmâ minkum ves sâlihîne min ibâdikum ve imâikum in yekûnû fukarâe yugnihimullâhu min fadlih vallâhu vâsiun alîm
ve enkihu | : uygun, nikâh, birleşmek, katılmak, |
el eyama minkum | : bağlı olmayan, bekâr, bir yere bağlanmış değil, sizden |
ve el salihin | : dosdoğru olan, iyi kimse, Salih kimse, |
min abid kum | : kulluk, siz, |
ve emankum | : köle, arzu, temenni, iman, itikat, |
En yekunu fukara | : eğer, ise, olurlar, fakir, yoksun, bilgisiz, |
yugnihim | : zengin, varlıklı, değer, hakikatler, bilgilendirme, onlar, |
Allah min fadli hi | : Allah, nitelik, sıfat, fazilet, erdem, lütuf, onun |
ve Allah vasiun | : Allah, geniş, engin, sonsuz, her yeri kuşatan, |
alim | : ilmiyle vareden, ilmin sahibi, |
32- Sizden bir yere bağlanmamış olanlara hakikatler ölçüsünce uygun davranın. Kulluğunuzda dosdoğru olun. Hakikatlerden yoksun olanların inanmaları için yardımcı olun, onları bilgilendirin. Allah lütuflandırandır ve Allah ilmiyle sonsuz olandır.
-33-
وَلْيَسْتَعْفِفِ الَّذِينَ لَا يَجِدُونَ نِكَاحًا حَتَّى يُغْنِيَهُمْ اللَّهُ مِن فَضْلِهِ وَالَّذِينَ يَبْتَغُونَ الْكِتَابَ مِمَّا مَلَكَتْ أَيْمَانُكُمْ فَكَاتِبُوهُمْ إِنْ عَلِمْتُمْ فِيهِمْ خَيْرًا وَآتُوهُم مِّن مَّالِ اللَّهِ الَّذِي آتَاكُمْ وَلَا تُكْرِهُوا فَتَيَاتِكُمْ عَلَى الْبِغَاء إِنْ أَرَدْنَ تَحَصُّنًا لِّتَبْتَغُوا عَرَضَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَمَن يُكْرِههُّنَّ فَإِنَّ اللَّهَ مِن بَعْدِ إِكْرَاهِهِنَّ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Velyestafifillezîne lâ yecidûne nikâhan hattâ yugniyehumullâhu min fadlih vellezîne yebtegûnel kitâbe mimmâ meleket eymânukum fe kâtibûhum in alimtum fîhim hayren ve âtûhum min mâlillâhillezî âtâkum ve lâ tukrihû feteyâtikum alel bigâi in eradne tehassunen li tebtegû aradal hayâtid dunyâ ve men yukrıhhunne fe innellâhe min badi ikrâhihinne gafûrun rahîm
Ve li yestafif ellezine | : temiz, pak, güç, hayâ, iffetli, o kimseler |
la yecidûne | : bulamayanlar, ulaşamayanlar, |
nikah | : uygun, birleştirme, toplamak, birlik, eklemek, korumak |
Hatta yugniye | : hatta, olsun, gani, zenginlik, değer, tüm varlığın sahibi |
hum Allah | : onlar, Allah |
min fadli-hi | : Allah, fazlından, lutüf, nitelik, erdem, fazilet, o |
ve ellezin yebtegun | : o kimseler, tâbi olmak, talep, istek, |
el kitab | : kitap, ilahi kelam, hakikatlerin sözleri, varlık kitabı |
mimma meleket | : şeyler, nesne, meleke, sahibi, gücü, kuvveti, |
Eymanu kum | : elleri, gücü, kendindeki güç, |
Fe kâtibû-hum en alimtum | : böylece, yazmak, yazar, eğer bilirseniz, |
Fi him hayren | : onlardan, bir hayır, iyilik |
ve âtû-hum min mali | : onlara verin, maldan, değer, sizde olanlardan |
Allah ellezi ata kum | : Allah ki o, size verdi, sunud, |
ve la tukrihû | : yok, değil, kerih, nefret, fena, zorlama, |
fe teyati kum | : efendisine bağlı olan, talebe, yeni biat eden, |
alâ el bigâi | : önleme, giderme, elem, fuhşa, ego, benlik, fena |
in eradne tehassunen | : eğer istedilerse, korumak, kaplamak |
Li tebtegu arada | : için, talep, istek, görüntü, sûret, beşer, dünya malı |
el hayâti ed dunyâ | : dünya hayatı, yaşam, |
ve men yukrıhhunne | : kim, kimse, onları zorlarsa, nefret, fena, sevgisizlik |
Fe inne Allah min badi | : böylece, muhakkak ki Allah, bundan sonra, uzak olan |
İkrâhihinne | : iğrenç, kötü görme, nefret, korkunç, |
gafur rahim | : mağfiret, rahim, varlığı özünden vareden, |
33- Birliğin hakikatine ulaşamayanlar; tüm varlığın Allah’ın olduğunun erdemliliğine ulaşıncaya kadar bir temizlenme içinde olsunlar. Kendilerindeki gücün sahibini anlamış, ilahi kelâma tâbi olmuş kimseleri bulsunlar. Bundan sonra onlar hakikatleri bilmek isterlerse, onlara hakikatlerin sözlerini sunun, hayırlar içinde olmasını tavsiye edin ve anladığınız ölçüde Allah’ın değerlerini onlara verin ve sevgisizlik etmeyin. Artık onlar hakikatlere bağlandıkça, yaşamı ve sûretlerin hakikatlerini anlamak istedikleri müddetçe, onları benliğe düşmekten koruyun. Kim bir sevgisizlik içinde olursa, artık muhakkak ki o; nefret, küçük görme gibi hallerinden dolayı gafur olan, rahim olan Allah’ı anlamaktan uzaklaşır.
-34-
وَلَقَدْ أَنزَلْنَا إِلَيْكُمْ آيَاتٍ مُّبَيِّنَاتٍ وَمَثَلًا مِّنَ الَّذِينَ خَلَوْا مِن قَبْلِكُمْ وَمَوْعِظَةً لِّلْمُتَّقِينَ
Ve lekad enzelnâ ileykum âyâtin mubeyyinâtin ve meselen minellezîne halev min kablikum ve mevizaten lil muttekîn
ve lekad enzelna ileykum | : doğrusu, sunduk, indirdik, açığa çıkardık, size |
Ayetin | : ayetler, işaretler, delil, |
mubeyyinâtin | : açıklanmış, gösterilmiş, apaçık görünen tüm varlık |
Ve mesel | : misal, örnek, |
min ellezîne halev | : daha önce gelip geçmiş kimseler |
min kabli-kum | : sizden önce |
ve mevizat | : öğüt, vaaz, tavsiye, |
li el muttekin | : takva, fenalardan sakınan, ortak koşmayan |
34- Doğrusu size apaçık görünen tüm varlığı, ayetler olarak sunduk. Sizden önceki kimselerin misallerini, fenalardan sakınıp ortak koşmamanız, öğüt almanız için aktardık.
-35-
اللَّهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ الْمِصْبَاحُ فِي زُجَاجَةٍ الزُّجَاجَةُ كَأَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ يُوقَدُ مِن شَجَرَةٍ مُّبَارَكَةٍ زَيْتُونِةٍ لَّا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُّورٌ عَلَى نُورٍ يَهْدِي اللَّهُ لِنُورِهِ مَن يَشَاء وَيَضْرِبُ اللَّهُ الْأَمْثَالَ لِلنَّاسِ وَاللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
Allâhu nûrus semâvâti vel ard meselu nûrihî ke mişkâtin fîhâ mısbâh el mısbâhu fî zucâceh ez zucâcetu ke ennehâ kevkebun durrîyyun, yûkadu min şeceratin mubâraketin zeytûnetin lâ şarkîyetin ve lâ garbiyyetin, yekâdu zeytuhâ yudîu ve lev lem temseshu nâr nûrun alâ nûr yehdîllâhu li nûrihî men yeşâu ve yadribullâhul emsâle lin nâs vallâhu bi kulli şeyin alîm
Allah nur | : Allah, nur, aydınlık, hakikat, |
el semavat ve el ard | : gökler, sema, ulvi alem ve yeryüzü |
Meselu nur hi | : misal, örnek, onun nuruna, aydınlık, ışık, |
ke mişkat | : gibi, kandil konulan yer, hücre, |
Fiha mısbahun el misbahu | : onda, o lamba, aydınlık veren lamba, ışığın yansıması |
Fi zucâcetin el zucacet | : içinde, sırca cam, şişe, şişe içinde şişe, enfustan afaka |
ke ennehâ kevkebun | : gibi, onun gibi, yıldız, ışığını yansıtan, |
durriyyun | : inci, parlak, inci gibi parlak, parlayan, |
Yukadu | : haber verme, yakılır, ışık verir, kendini gösterir, |
min şeceratin | : ağaçtan, soy, nesil, asliyet, köken, geldiği yer, |
Mubâraketin zey tunetin | : mübarek, kutsal, bereket, zeytin, özden gelen |
lâ şarkîyetin | : yok, doğu |
ve lâ garbiyyetin | : yok, batı, |
yekadu | : kendinden, her yerden, |
zeytu-hâ yudiu | : özden gelen, o, orada, zeytin, ışık verir |
Ve lev lem temses-hu | : eğer, ona değmez, |
narun | : ateş, ışık, nur, aydınlık, |
nûrun alâ nûrin | : nur üzerine nur |
yehdî Allah | : yol gösterir, hidayet eder, kılavuz, Allah |
li nûri-hi | : onun nuruna, kendi nuruna, |
men yeşau | : kim isterse, isteyen kimse, |
ve yadrib Allah | : vurgu, örnekler, Allah, |
el emsale | : misaller verir, denk, benzer, örnek, |
li en nâsi | : insanlar için |
ve Allah bi kulli şeyin | : Allah, bütün her şey, |
alim | : ilmin sahibi, ilmiyle vareden |
35- Allah göklerin ve yerin nurudur. O’nun nurunun misali; bir hücredeki kandil gibi, oradan ışık ışığını her an yansıtır, iç âlemden dış âleme parlayan bir yıldız gibi. Kutsal bir özden gelen, bir asliyetten haber verir gibi. Doğu da hiçbir şey olmasın ki ve batı da hiçbir şey olmasın ki o özdendir ışığın yansıması ve hiçbir şey yoktur ki o nur ona temas etmesin. Nur üzerine nurdur. O nuru anlamak isteyen kimse için Allah bütün her şeyden yol gösterendir ve Allah insanlar için misaller sunar ve Allah bütün her şeydeki ilmin sahibidir.
-36-
فِي بُيُوتٍ أَذِنَ اللَّهُ أَن تُرْفَعَ وَيُذْكَرَ فِيهَا اسْمُهُ يُسَبِّحُ لَهُ فِيهَا بِالْغُدُوِّ وَالْآصَالِ
Fî buyûtin ezinallâhu en turfea ve yuzkere fîhesmuhu yusebbihu lehu fîhâ bil guduvvi vel âsâl
Fî buyutin | : ev, sûret vücudları, beden, hane, |
ezine Allah | : izin, ruhsat, icazet, yetkili, tutan, Allah |
En turfea | : yüce, yüksek, tüm yücelikler, makamlar, |
ve yuzkere | : zikredilir, zikreder, zikreden, anan, hatırlatan, |
fîhâ ismu hu | : orada, tüm varlık, ismi, işaretleri, belirti, o |
yusebbihu lehu | : tesbih edilir, tecelliler, onunla, onun, ona ait, |
Fîhâ | : orada, tüm varlık, onda, onunla, onun içinde, |
Bi el guduv ve el asali | : sabah ve akşam, durmadan, hiç durmadan |
36- Allah tüm sûret vücutlarını tutandır. Tüm varlık O’nun zikrini ve O’nun yüceliklerini gösterir. O, tüm varlıkta işaretleriyle kendini gösterendir. O’na ait olan tecelliler, sabah ve akşam hiç durmadan tüm varlıkta devam edip gider.
-37-
رِجَالٌ لَّا تُلْهِيهِمْ تِجَارَةٌ وَلَا بَيْعٌ عَن ذِكْرِ اللَّهِ وَإِقَامِ الصَّلَاةِ وَإِيتَاء الزَّكَاةِ يَخَافُونَ يَوْمًا تَتَقَلَّبُ فِيهِ الْقُلُوبُ وَالْأَبْصَارُ
Ricâlun lâ tulhîhim ticâratun ve lâ beyun an zikrillâhi ve ikâmis salâti ve îtâiz zekâti yehâfûne yevmen tetekallebu fîhil kulûbu vel ebsâr
Ricalun | : kişi, ileri gelen, kemalat sahibi, kâmil kişi, er kişi, |
la tulhi him | : dikkati dağılmaz, meşgul etmez, oyalamaz, onlar |
ticâratun | : alış veriş, almak vermek, bilgi alışverişi, ticaret |
ve la beya | : yok, olmaz, ayrılmazlar, değiştirmek, satış, |
an zikr Allah | : Allah’ın zikrinden, Allah’ı anmaktan, |
ve ekâmi el salâti | : her an salât üzere olmak, her an hakka bağlılık durumu |
ve etâi el zekâti | : temizlenme içinde olmak, kendindekini paylaşmak, |
Yehâfûne yevmen | : korkarlar, çekinirler, gün, her vakit, zaman |
Tetekallebu fihi el kulup | : döner, dönecek, kalbler, idrakler |
ve el ebsâru | : basiret sahipleri, gözler, bakışlar, görüşler, enfusi bakış |
37- Hakikatlerin bilgilerini alıp vermede Kamil kişilerin dikkatleri dağılmaz ve onlar Allah’ın zikrinden ayrılmazlar ve her an Hakk’a bağlılık şuuruyla hareket ederler ve temizlenme içinde olup kendindekini paylaşırlar. Kalblerinin dönmesinden her vakit çekinirler ve onlar basiret sahipleridir.
-38-
لِيَجْزِيَهُمُ اللَّهُ أَحْسَنَ مَا عَمِلُوا وَيَزِيدَهُم مِّن فَضْلِهِ وَاللَّهُ يَرْزُقُ مَن يَشَاء بِغَيْرِ حِسَابٍ
Li yecziyehumullâhu ahsene mâ amilû ve yezîdehum min fadlih vallâhu yerzuku men yeşâu bi gayri hisâb
li yecziye-hum Allah | : için, karşılık, onlar, Allah |
Ahsene ma amilu | : en güzel, iyilik, yaptıkları şeyler |
ve yezid hum | : arttırır, çoğaltır, onlar, |
min fadli hi | : fazilet, nitelik, değerler, o |
ve Allah yerzuku | : Allah, rızıklandırır, nimetlendirir, sıfatlandırır |
Men yeşau | : kim, kimse, ister, isteyen, |
bi gayri hisab | : başka, olmaksızın, bir şey beklemeyen, hesap, anlamak, |
38- Yaptıkları amellerle güzel şeyler içinde olanlara Allah karşılığını verir ve onların faziletleri artar ve hiçbir beklenti olmadan Allah’ı anlamak isteyen kimse rızıklandırılır.
-39-
وَالَّذِينَ كَفَرُوا أَعْمَالُهُمْ كَسَرَابٍ بِقِيعَةٍ يَحْسَبُهُ الظَّمْآنُ مَاء حَتَّى إِذَا جَاءهُ لَمْ يَجِدْهُ شَيْئًا وَوَجَدَ اللَّهَ عِندَهُ فَوَفَّاهُ حِسَابَهُ وَاللَّهُ سَرِيعُ الْحِسَابِ
Vellezîne keferû amâluhum ke serâbin bi kîatin yahsebuhuz zamânu mâe hattâ izâ câehu lem yecidhu şeyen ve vecedallâhe indehu fe veffâhu hisâbeh vallâhu serîul hısâb
Ve ellezîne kefer | : hakikatleri örtenler, görmemezlikren gelenler |
amel hum | : onların amelleri, yaptıkları, çalışmaları, |
Ke serap bi kiatin | : serap gibidir, çöl, |
yahsebu | : hesap eder, zanneder |
ez zamânu maen | : susuz kalan, susamış, su, |
Hatta izâ câe-hu | : hatta, geldiğinde, ulaştığını zanneder, |
lem yecid-hu şeyen | : onu bulamadı, bulmaz, bir şey |
Ve vecede Allah | : Allah’ı buldu, anladı, |
inde hu | : yanında, katında, ona ait, o, |
fe veffâ-hu | : böylece, ödeme, teslim olma, vefalı, yetişme, söz, |
hisabe hu | : hesap, zan, o |
ve Allah seri | : Allah, seri, hızlı, derhal, |
el hisab | : değerleri sunan, sahibi bilmek, teslim, hesab, |
39- Hakikatleri görmemezlikten gelenlerin amelleri çöldeki serap gibidir. Susuzluktan zanneder su buldu. Hatta ona ulaştığını zanneder, ama bir şey bulamaz. İşte onların Allah’ı bulmaları da böyledir. Böylece o zanneder teslim oldu, hesabını ödedi. Allah tüm değerleri seri bir şekilde sunandır.
-40-
أَوْ كَظُلُمَاتٍ فِي بَحْرٍ لُّجِّيٍّ يَغْشَاهُ مَوْجٌ مِّن فَوْقِهِ مَوْجٌ مِّن فَوْقِهِ سَحَابٌ ظُلُمَاتٌ بَعْضُهَا فَوْقَ بَعْضٍ إِذَا أَخْرَجَ يَدَهُ لَمْ يَكَدْ يَرَاهَا وَمَن لَّمْ يَجْعَلِ اللَّهُ لَهُ نُورًا فَمَا لَهُ مِن نُّورٍ
Ev ke zulumâtin fî bahrin lucciyyin yagşâhu mevcun min fevkıhî mevcun min fevkıhî sehâb zulumâtun baduhâ fevka bad izâ ahrace yedehu lem yeked yerâhâ ve men lem yecalillâhu lehu nûren fe mâ lehu min nûr
Ev ke zulumat | : ya da, gibi, karanlık, cehaletin karanlığı, |
fi bahrin | : içinde, deniz, sonsuzluk |
lucciyyin | : derin, sonsuz, bilinmeyen, |
yagşâ-hu mevcun | : onu örter, görünen, kaplar, dalga |
min fevkı-hi mevcun | : onun üstünden, dalga |
min fevkı-hi sehab | : onun üstünden, bulutlar |
Zulumâtun badu hu | : karanlıklar, cehaletin karanlığı, bazısı, bir kısmı, o |
Fevka badın | : üzerinde, üstünde, bir kısmı, bazısı |
izâ ahrace yede hu | : çıkardığı zaman, eli, o, gücü, yönü, |
lem yeked yerâ-hâ | : değil, görmek, öyle ki, neredeyse onu göremez |
ve men lem yecali Allah | : kim, kimse, yapmaz, kılmaz, tanıyamaz, Allah |
Lehu nuren | : onu, ona, nur, aydınlık, |
Fe ma lehu min nuri | : böylece, artık, olmaz, onu, ona, nur, aydınlık |
40- Ya da denizin içindeki sonsuz karanlık gibi, dalgaların üstünü dalgalar kaplamış, yukarıda bulutlar, birbiri üstüne karanlıklar, öyle ki elini uzatsa onu göremez. Kim Allah’ın nurunu tanıyamazsa, artık o aydınlık üzere olamaz.
-41-
أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللَّهَ يُسَبِّحُ لَهُ مَن فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَالطَّيْرُ صَافَّاتٍ كُلٌّ قَدْ عَلِمَ صَلَاتَهُ وَتَسْبِيحَهُ وَاللَّهُ عَلِيمٌ بِمَا يَفْعَلُونَ
E lem tera ennallâhe yusebbihu lehu men fîs semâvâti vel ardı vet tayru sâffât kullun kad alime salâtehu ve tesbîhah vallâhu alîmun bimâ yefalûn
e lem tera | : bakıp ta görmez misin? Anlamaz mısınız? |
enne Allah | : muhakkak, olduğu, Allah |
Yusebbihu | : tesbih ederler, onunla, tecellilerini gösterirler, |
lehu men | : onu, kimseler, olanlar |
fî es semâvâti ve el ardı | : semalarda, göklerde ve yerde |
ve el tayru | : kuşlar, yücelik içinde olan, uğursuzluk |
saffat kullun | : saflar halinde, sıra sıra, hepsi |
Kad alime | : oldu, ilmiyle vareden, ilim, ilmin sahibi, |
salate hu | : salât, hakka bağlılık, her an hakka bağlı olma durumu, |
ve tesbîha-hu | : tesbihlerini, beraber, onunla, yüzmek, tecellileri, |
ve Allah alim | : Allah, ilmiyle varedendir, ilmin sahibi, |
bima yefalun | : şeyler, bütün varlık, işleyiş, faildir, fail olan, |
41- Göklerde ve yerde olanların Allah’ın tecellilerini gösterdiklerini, sıra sıra kuşların da hepsinin Hakk’a bağlılık içinde olduğunu, o kuşların hareket edişlerinde bir ilim olduğunu ve O’nun tecellilerini gösterdiğini bakıp ta görmez misin? Allah, bütün varlığın işleyişinde fâil olandır, ilmin sahibidir.
-42-
وَلِلَّهِ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَإِلَى اللَّهِ الْمَصِيرُ
Ve lillâhi mulkus semâvâti vel ard ve ilallâhil masîr
ve li Allah mulku | : Allah’a aittir, mülk, hükümranlık, yönetici, |
el semâvât ve el ard | : semalar, gökler ve yer, yeryüzü, |
ve ilâ Allah el masir | : Allah’a, dönüş, sürüp gider, döner durur |
42- Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah’ındır ve bütün her şey Allah’ta sürüp gider.
-43-
أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللَّهَ يُزْجِي سَحَابًا ثُمَّ يُؤَلِّفُ بَيْنَهُ ثُمَّ يَجْعَلُهُ رُكَامًا فَتَرَى الْوَدْقَ يَخْرُجُ مِنْ خِلَالِهِ وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَاء مِن جِبَالٍ فِيهَا مِن بَرَدٍ فَيُصِيبُ بِهِ مَن يَشَاء وَيَصْرِفُهُ عَن مَّن يَشَاء يَكَادُ سَنَا بَرْقِهِ يَذْهَبُ بِالْأَبْصَارِ
E lem tera ennallâhe yuzcî sehâben summe yuellifu beynehu summe yecaluhu rukâmen fe teral vedka yahrucu min hılâlih ve yunezzilu mines semâi min cibâlin fîhâ min beredin fe yusîbu bihî men yeşâu ve yasrifuhu an men yeşâu yekâdu senâ berkıhî yezhebu bil ebsâr
e lem tera enne Allah | : bakıp ta görmez misin? Allah |
Yuzci sehâben | : sevk, hareket, bulutlar |
Summe yuellifu beynehu | : sonra, birleştirir, bir araya gelir, |
Summe yecalu hu | : sonra, onu kılar, düzenler, |
rukamen | : kümeler, küme küme |
fe tera el vedka yahrucu | : böylece görürsün, yağmur, çıkar |
min hılâli-hi | : onun arasından |
ve yunezzilu min el semai | : indirir, verir, sunar, semadan, gökten |
min cibâlin | : dağlar, yücelik, büyüklük durumu |
fiha min bered | : onun içinde, soğuk, |
fe yusîbu | : artık, isabet, değmek, temas, bulmak, ulaşmak, |
bihi men yeşau | : onu, o hakikatleri, kim, kimse, ister, isteyen, |
ve yasrifu-hu | : çevirir, uzaklaştırır, uzaklaşır, sarf, yöneltme, o, |
an men yeşau | : kim isterse, isteyen kimse, |
Yekadu senâ | : az kalsın, neredeyse, ışık, parıltı, ulviyet, yükseklik, |
berkı-hi yezhebu | : onun şimşeği, yıldırım, sağlam, giderir |
bi el ebsar | : görmek, basiret |
43- Allah’ın bulutları nasıl hareket ettirişini, sonra da onu bir araya getirişini, sonra da kümeler halinde düzenlediğini bakıp ta görmez misin? Böylece görürsün onların arasından yağmurun çıktığını ve gökten indiğini, dağların içinden soğuk olarak geldiğini. Artık isteyen kimse o hakikatlere ulaşır ve isteyen kimse de o hakikatlerden uzaklaşır. Şimşeğin parıltısının nasıl etkilediğini görürsün.
-44-
يُقَلِّبُ اللَّهُ اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَعِبْرَةً لِّأُوْلِي الْأَبْصَارِ
Yukallibullâhul leyle ven nehâr inne fî zâlike le ibreten li ulil ebsâr
yukallibu Allâh | : çevirir, döndürür, Allah |
el leyle | : gece, karanlık, cehalet, |
ve en nehâre | : gündüz, aydınlık, irfaniyet, |
İnne fi zalike | : muhakkak, işte bunların içinde |
Le ibreten | : ibret, dersler, incelikler |
li ulil ebsâri | : basiret sahipleri için, enfusi bakış, görüp anlayan |
44- Allah, gece ve gündüzü birbiri ardınca çevirir. Muhakkak işte bunların içinde basiret sahipleri için dersler vardır.
-45-
وَاللَّهُ خَلَقَ كُلَّ دَابَّةٍ مِن مَّاء فَمِنْهُم مَّن يَمْشِي عَلَى بَطْنِهِ وَمِنْهُم مَّن يَمْشِي عَلَى رِجْلَيْنِ وَمِنْهُم مَّن يَمْشِي عَلَى أَرْبَعٍ يَخْلُقُ اللَّهُ مَا يَشَاء إِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Vallâhu halaka kulle dâbbetin min mâin fe minhum men yemşî alâ batnih ve minhum men yemşî alâ ricleyn ve minhum men yemşî alâ erba yahlukullâhu mâ yeşâu innellâhe alâ kulli şeyin kadîr
ve Allah halaka kulle | : Allah, halketti, yarattı, hepsini |
Dâbbetin min main | : hareketli, yürüyen mahlûk, hayvan, sudan |
Fe minhum men yemşi | : onlardan, kimi yürür |
alâ batni-hi | : karnı üzerinde |
ve minhum men yemşi | : onlardan, kimi yürür |
alâ ricleyni | : iki ayak üzerinde |
ve minhum men yemşi | : onlardan, kimi, yürür |
Ala erbain | : dört ayak üzerinde, rabbine bağlı olarak, |
yahluku Allah | : yaratır, var eder, halkeder, Allah |
ma yeşau | : şey, ne, değil, isteyen, ister, irade eder, |
inne Allah | : muhakkak ki Allah, |
ala kulli şey kadir | : bütün her şeydeki kudrettir |
45- Allah, bütün hareketli olanları sudan halketti. Böylece onlardan kimi karnı üzerinde yürür ve onlardan kimi iki ayak üzerinde yürür ve kimi onlardan dört ayak üzerinde yürür. Allah istediği şeyi halkedendir. Muhakkak ki Allah bütün her şeydeki kudrettir.
-46-
لَقَدْ أَنزَلْنَا آيَاتٍ مُّبَيِّنَاتٍ وَاللَّهُ يَهْدِي مَن يَشَاء إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ
Le kad enzelnâ âyâtin mubeyyinât vallâhu yehdî men yeşâu ilâ sırâtın mustakîm
Lekad enzelna | : doğrusu, sunduk, verdik, indirdik, inzal ettik, |
ayatin | : işaret, deliller, ayetler, |
mubeyyinâtin | : açıklanmış, her varlık hakikati apaçık gösterir |
ve Allah yehdi | : Allah, yol gösteren, rehber, kılavuz, |
men yeşau | : kim, kimse, isteyen, ister, |
ilâ sırâtın mustakîmin | : Sıratı Mustakîm’e, dosdoğru yol, hakikatin yolu |
46- Doğrusu her varlığı, hakikatleri apaçık gösterir bir şekilde delilleriyle sunduk. Artık isteyen kimse Allah’a yol bulur ve dosdoğru hakikatin yolu üzere olur.
-47-
وَيَقُولُونَ آمَنَّا بِاللَّهِ وَبِالرَّسُولِ وَأَطَعْنَا ثُمَّ يَتَوَلَّى فَرِيقٌ مِّنْهُم مِّن بَعْدِ ذَلِكَ وَمَا أُوْلَئِكَ بِالْمُؤْمِنِينَ
Ve yekûlûne âmennâ billâhi ve bir resûli ve atanâ summe yetevellâ ferîkun minhum min badi zâlik ve mâ ulâike bil muminîn
ve yekûlûne amenna | : derler, iman ettik, inandık, |
bi Allah | : Allah’a, Allah ile |
ve bi el resul | : resul, hakikati gösteren, resulüne, |
ve atana | : itaat ettik, uyduk, |
Summe yetevella | : sonra, dönerler, kendi bilişlerine, |
Ferîkun minhum | : bir grup, bir kısım, onlardan |
Min badi zâlike | : bundan sonra, işte bu |
ve mâ ulâike bi el müminin | : onlar değiller, müminlerden, emin olanlardan |
47- Allah’a ve resulüne inandık ve itaat ettik, derler. İşte bunu dedikten sonra onlardan bazıları kendi bildiklerine dönerler ve işte onlar mümin olamazlar
-48-
وَإِذَا دُعُوا إِلَى اللَّهِ وَرَسُولِهِ لِيَحْكُمَ بَيْنَهُمْ إِذَا فَرِيقٌ مِّنْهُم مُّعْرِضُونَ
Ve izâ duû ilallâhi ve resûlihî li yahkume beynehum izâ ferîkun minhum muridûn
ve izâ duû ila Allah | : davet edildikleri zaman, çağrı, yönelme, Allah |
ve resûli-hî | : resul, o, onun hakikatlerini gösteren, |
li yahkume beyne hum | : hüküm için, hâkim olan, onların arasında, |
İzâ ferikun | : bazıları, grup, |
minhum muridin | : onlardan, yüz çevirip dönen, reddeden, |
48- Onlara ve her şeye hâkim olanı anlamaları için, Allah’a ve resulüne davet edildikleri zaman, onlardan bazıları yüz çevirip kendi bildiklerine dönerler.
-49-
وَإِن يَكُن لَّهُمُ الْحَقُّ يَأْتُوا إِلَيْهِ مُذْعِنِينَ
Ve in yekun lehumul hakku yetû ileyhi muzınîn
ve in yekun lehum | : eğer, olur, onlar, |
el hakk | : kendi hakları için, doğruları, gerçek |
Yetu ileyhi muzınîne | : gelir, ona, yönelme, çabucak gelme, itaat |
49- Eğer o davet kendi doğruları için olursa, hemen ona gelirler.
-50-
أَفِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ أَمِ ارْتَابُوا أَمْ يَخَافُونَ أَن يَحِيفَ اللَّهُ عَلَيْهِمْ وَرَسُولُهُ بَلْ أُوْلَئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ
E fî kulûbihim maradun emirtâbû em yehâfûne en yehîfallâhu aleyhim ve resûluh bel ulâike humuz zâlimûn
E fi kulubihim marad | : kalplerinde, hastalık, maraz, dert, |
em irtâbu | : ya da, yoksa şüphe ettiler, |
em yehafun | : ya da, korkmak, çekinmek |
en yehîf Allâh aleyhim | : yanlış, hata, haksızlık, Allah, onlara |
ve resûlu-hu | : resûlü, hakikati gösteren, o |
Bel ulaike hum | : hayır, ne yazık, işte onlar, |
el zalimun | : zalimlerden |
50- Kalblerinde bir hastalık mı var? Yoksa şüphe mi ediyorlar? Ya da korkuyorlar mı? Onlar Allah’ın ve resulünün haksızlık edeceğini mi düşünüyorlar? Ne yazık ki işte onlar zalimlerdir.
-51-
إِنَّمَا كَانَ قَوْلَ الْمُؤْمِنِينَ إِذَا دُعُوا إِلَى اللَّهِ وَرَسُولِهِ لِيَحْكُمَ بَيْنَهُمْ أَن يَقُولُوا سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا وَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
İnnemâ kâne kavlel muminîne izâ duû ilallâhi ve resûlihî li yahkume beynehum en yekûlû seminâ ve atanâ ve ulâike humul muflihûn
İnnemâ kane kavl müminin | : ancak, sadece, doğrusu, oldu, söz, müminler |
izâ duû | : çağrı, davet edildikleri zaman, |
ila Allah ve resul hi | : Allah ve resul, hakikati gösteren, |
li yahkume beyne hum | : için, hâkim olan, onlarda, kendilerinde, her şeyde |
en yekûlû | : derler, söylerler, |
Semina ve ata na | : işittik ve itaat ettik, uyduk |
Ve ulaike hum | : işte onlar, |
el muflihûne | : felâha ulaşanlar, kurtuluş, başaran, özü anlayan |
51- Onlara ve her şeye hâkim olanı anlamaları için, Allah’a ve resulüne davet edildikleri zaman, hakikatleri anlayıp mümin olanların sözleri; işittik ve itaat ettik, demeleridir. İşte onlar kurtuluşa ulaşanlardır.
-52-
وَمَن يُطِعِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَيَخْشَ اللَّهَ وَيَتَّقْهِ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْفَائِزُونَ
Ve men yutıillâhe ve resûlehu ve yahşallâhe ve yettakhi fe ulâike humul fâizûn
ve men yutıi | : kim, itaat eder, uyar, |
Allah ve resulhu | : Allah ve resul, hakikatleri gösteren, |
ve yahşe allâhe | : huşû, saygı, çekinme, duyarlı, Allah |
ve yettak-hi | : takva sahibi, fenalardan sakınma ortak koşmama |
Fe ulaike hum el faizun | : işte onlar, kazananlar, galip, mutlu, başaran, |
52- Kim Allah’a itaat ederse ve o resulü anlarsa ve Allah’a karşı saygı içinde olur ve O’na karşı fenalardan sakınıp ortak koşan olmazsa, işte onlar kazananlardır.
-53-
وَأَقْسَمُوا بِاللَّهِ جَهْدَ أَيْمَانِهِمْ لَئِنْ أَمَرْتَهُمْ لَيَخْرُجُنَّ قُل لَّا تُقْسِمُوا طَاعَةٌ مَّعْرُوفَةٌ إِنَّ اللَّهَ خَبِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ
Ve aksemû billâhi cehde eymânihim le in emertehum le yahrucunn kul lâ tuksimû tâatun marûfeh innellâhe habîrun bimâ tamelûn
ve aksemû bi Allah | : yemin ettiler, kasem, söz vermek, Allah |
Cehde eymâni-him | : çaba, gayret, güçlü, inançları, yeminleri, |
Le in emerte-hum | : eğer, emir, hüküm, yasa, işleyişi anlattın |
le yahrucunne | : elbette çıkacaklar, dışarı çıkma, |
Kul la tuksimu | : de, yok, yemin, söz vermek, |
taat marufetun | : bağlılık, itaat, bilinen, takdir, ölçü, |
inne Allâh habir | : muhakkak Allah, bildiren, haber veren, |
bima temalun | : yaptığınız şeyler, |
53- İnançlarında gayret göstereceklerine dair Allah’a yemin ederler. Eğer sen onlara işleyişi anlatmasaydın, elbette onlar hakikatlerin dışına çıkacaklardı. De ki: Yemin etmeyin, itaat edip etmediğiniz bellidir. Muhakkak ki Allah yaptığınız şeylerden hakikatleri her an bildirir.
-54-
قُلْ أَطِيعُوا اللَّهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ فَإِن تَوَلَّوا فَإِنَّمَا عَلَيْهِ مَا حُمِّلَ وَعَلَيْكُم مَّا حُمِّلْتُمْ وَإِن تُطِيعُوهُ تَهْتَدُوا وَمَا عَلَى الرَّسُولِ إِلَّا الْبَلَاغُ الْمُبِينُ
Kul atîullâhe ve atîur resûl fe in tevellev fe innemâ aleyhi mâ hummile ve aleykum mâ hummiltum ve in tutîûhu tehtedû ve mâ aler resûli illel belâgul mubîn
Kul atiu Allah | : anlat, itaat edin, uyun, anlayın, Allah, |
ve atîu el resul | : itaat edin, uyun, anlayın, resul, hakikati gösteren, |
Fe in tevellev | : eğer, yüz çevirirsiniz, eski biliş |
fe innemâ aleyhi ma hamel | : o zaman, onun üzerine yüklenen, taşıma |
ve aleykum ma humiltum | : sizin üzerinize, yüklenen bir şey, taşıma |
ve in tutiu hu | : eğer itaat ederseniz, anlarsanız, ona, |
tehtedu | : yol bulursunuz, hidayet |
ve ma alâ er resûli | : değil, üzerinde, için, hakikatleri gösteren, resul, |
İllâ el belagu el mubin | : hariç, den başka, tebliğ açıkça |
54- De ki: Allah’a itaat edin ve resule itaat edin. Eğer kendi bildiklerinize dönerseniz, hakikatlerden bir şey yüklenmiş olmazsınız ve kendinizde olan hakikatlere ulaşamazsınız. Eğer O’nu anlarsanız, O’na yol bulursunuz. Hakikatleri gösterenin görevi açıkça tebliğden başka bir şey değildir.
-55-
وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا مِنكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُم فِي الْأَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ دِينَهُمُ الَّذِي ارْتَضَى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُم مِّن بَعْدِ خَوْفِهِمْ أَمْنًا يَعْبُدُونَنِي لَا يُشْرِكُونَ بِي شَيْئًا وَمَن كَفَرَ بَعْدَ ذَلِكَ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ
Vaadallâhullezîne âmenû minkum ve amilûs sâlihâti leyestahlifennehum fil ardı kemestahlefellezîne min kablihim ve leyumekkinenne lehum dînehumullezîrtedâ lehum ve le yubeddilennehum min badi havfihim emnâ yabudûnenî lâ yuşrikûne bî şeyâ ve men kefere bade zâlike fe ulâike humul fâsikûn
Ve ade Allâh | : vaat, söz, açığa çıkarma, varetme, Allah, |
Ellezi amenu min-kum | : o kimseler, inanan, iman eden, sizden |
ve amilû es sâlihâti | : dosdoğru hak yolunda çalışanlar, Salih amel |
le yestahlifen-hum | : halef, yerine gelen, takip eden, onlar, |
fi el ard | : yeryüzü, toprak, sûret, |
kemâ istahlefe ellezîne | : gibi, halife tayin ettiğimiz kimseler gibi |
min kabli-him | : onlardan önce |
ve le yumekkinenne lehum | : elbette, sağlamlaştıracak, diri tutacak, canlı, onlar |
Dîne hum | : varlığın yaratılış yasaları, din, onlar, |
Ellezi irteda lehum | : o kimseler, özümseyip kucaklama, hoşnut, onlara |
ve le yubeddilenne-hum | : değiştirme, onlara mutlaka çevirecek |
min badi havfi hum | : sonra, korku, çekinmek, onlar, emin, güven |
emnen | : emin, güven, rahatlık, |
yabudune ni | : kulluk eden, ben, bana, |
la yuşrik bişey | : şirk koşmazlar, ortak koşmaz, bir şeyi |
ve men kefer | : kim, hakikatleri örttü, görmemezlikten geldi, |
bade zalike | : sonrada, bu, bundan sonra, |
fe ulâike hum el fasikun | : işte onlar, fasık, fesat, bozguncu, ikilik çıkaran |
55- Allah’ın varlığı var etme hakikatlerine ulaşanlar; sizden iman edenler ve dosdoğru hakk yolunda çalışanlardır. Elbette onlar; yeryüzünde onlardan önceki kimselerin hakikatleri takip ettikleri gibi takip ederler. Elbette onlar; varlığın yaratılış yasalarını dosdoğru bir halde aktarırlar, onlar hakikatleri aktardığı kimseleri özümseyip kucaklarlar. Elbette onlar, korkuları emin olmaya çevirirler, Bana kulluk ederler, hiç bir şeyi ortak koşmazlar. Bundan sonra kim hakikatleri görmemezlikten gelirse, işte onlar hakikatleri bırakıp, kendi anlayışına çıkan, ikilikte kalanlardır.
-56-
وَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ وَآتُوا الزَّكَاةَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ
Ve ekîmûs salâte ve âtûz zekâte ve atîûr resûle leallekum turhamûn
ve ekîmû el salat | : her an salât üzere olun, hakka bağlılık, |
ve âtû el zekat | : zekât, aklı temizlemek, paylaşma, |
ve atîû el resul | : itaat edin, resul, hakikati gösteren, |
lealle-kum turhamun | : umulurki siz, böylece siz rahmet, merhamet, ulaşırsınız |
56- Her an Hakk’a bağlılık şuuruyla hareket edin ve aklınızı temizleme içinde olup, ulaştığınız hakikatleri paylaşın ve hakikatleri gösterene itaat edin. Umulur ki siz rahmete ulaşırsınız.
-57-
لَا تَحْسَبَنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا مُعْجِزِينَ فِي الْأَرْضِ وَمَأْوَاهُمُ النَّارُ وَلَبِئْسَ الْمَصِيرُ
Lâ tahsebennellezîne keferû mucizîne fîl ard ve mevâhumun nâr ve le bisel masîr
lâ tahsebenne | : sanma, zannetme, hesap etme, |
ellezin kefer | : hakikatleri görmemezlikten gelen kimseler, |
Mucizine | : aciz olduğunu bilen, hiçbir şeyi olmayan, |
fî el ardı | : yeryüzünde, yaşamında, |
ve mevâhu-mun | : barınacağı yer, varacağı yer, bulunduğu hal |
el nar | : ateş, yakıp yıkıcı haller, |
ve le bise | : elbette, kötü, kötülük halleri |
el masir | : belirleme, dönüş yeri, dönüp durma, hareket etme |
57- Hakikatleri görmemezlikten gelenlerin, yeryüzünde acizliklerini bileceklerini sanma. Onlar yakıp yıkıcı hallerde kalırlar ve elbette o kötü hallerle hareket ederler.
-58-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لِيَسْتَأْذِنكُمُ الَّذِينَ مَلَكَتْ أَيْمَانُكُمْ وَالَّذِينَ لَمْ يَبْلُغُوا الْحُلُمَ مِنكُمْ ثَلَاثَ مَرَّاتٍ مِن قَبْلِ صَلَاةِ الْفَجْرِ وَحِينَ تَضَعُونَ ثِيَابَكُم مِّنَ الظَّهِيرَةِ وَمِن بَعْدِ صَلَاةِ الْعِشَاء ثَلَاثُ عَوْرَاتٍ لَّكُمْ لَيْسَ عَلَيْكُمْ وَلَا عَلَيْهِمْ جُنَاحٌ بَعْدَهُنَّ طَوَّافُونَ عَلَيْكُم بَعْضُكُمْ عَلَى بَعْضٍ كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللَّهُ لَكُمُ الْآيَاتِ وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ
Yâ eyyuhâllezîne âmenû li yestezinkumullezîne meleket eymânukum vellezîne lem yeblugûl hulume minkum selâse merrât min kabli salâtil fecri, ve hînetedaûne siyâbekum minez zahîrat ve min badi salâtil ışâi, selâsu avrâtin lekum leyse aleykum ve lâ aleyhim cunâhun bade hunn tavvâfûne aleykum ba’dukum alâ bad kezâlike yubeyyinullâhu lekumul âyât vallâhu alîmun hakîm
yâ eyyuha ellezine amenu | : ey, iman edenler, |
li yestezin-kum | : için, izin istemek, müsaade, yetki, ruhsat, siz |
ellezîn meleket | : kimseler, güç, kuvve, sahip olunan, ulaşmak, |
Eymân kum | : el, güç, hareket, hakikate ulaşmak, siz, |
ve ellezîne lem yebluğu | : o kimseler, onlar, erişmemiş, |
el hulume min kum | : bulûğ çağına, erginliğe, olgunluk, kemalat, sizden |
Selase | : üç, hak sırrı, irfaniyetin üç makamı |
merrâtin | : kere, defa, kez, mirat, makam, bir bir, |
Min kabli salat | : önceki, ilk, evvel, salât, bağlılık, hakka bağlı olma |
el fecr | : aydınlanma, doğuş, hakikatin açığa çıkışı, |
ve hîne tedaune | : her an, o vakit, koyma, çıkardığınızda, geçmek, |
siyabe kum | : elbiseniz, vücud varlığınız, sûret, sıfatlar, siz, |
min ez zahîrati | : zahir, geri, açıkça, görünen, öğle vaktinden |
ve min badi salat | : sonra, salât, bağlılık, her an hakka bağlı olmak, |
el aşae | : arif olma, görünmeyen, vücudları tutan zat, akşam, |
selasu | : üç, hak sırrı, üç makam, ariflik, birleştirmek |
avratin | : gizli, mahrem, dikkatli olmak, |
Lekum leyse aleykum | : size değildir, sizin üzerinize |
ve lâ aleyhim cunahun | : yok, onlara, kendilerinde, günah, kusur, hata, vebal, |
bade hunne | : sonra, bundan sonra, onlardan, kendilerinde, |
tavafun aleykum | : dolaşma, dönmek, ziyaret, ilmi ilerleyiş, size |
badu-kum alâ badın | : birbirinizi, bazınız bazınıza, |
kezalike | : işte, işte böyle, işte her yerde, |
yubeyine Allâh | : beyan ediyor, açıklıyor, apaçık gösteriyor, Allah |
lekum el ayet | : size, ayetler, işaretler, deliller, |
ve Allah alim | : Allah, ilmiyle vareden, ilmin sahibi, |
hakim | : tüm varlığa hâkim olan, hüküm hikmet sahibi |
58- Ey iman edenler! Sizin ulaştığınız hakikatleri anlamaya çalışanlar ve henüz kemalâta ulaşmamış kimseler, irfaniyetin makamlarını anlamak için sizden izin istesinler. İlk makamda işleyişin hakikatine bağlansınlar ve sonra kendilerine nispet ettikleri sıfat varlığından geçsinler ve sonra vücudları tutan Zatın hakikatine bağlansınlar, üç makamın mahremiyetine uysunlar. Bunların dışında birbirinizi ziyaret edip, karşılıklı ilmi arayışlarda olmanızda onlara ve size bir vebal yoktur. İşte her yerden Allah size işaretlerini apaçık gösteriyor. Allah ilmiyle tüm varlığa hâkim olandır.
-59-
وَإِذَا بَلَغَ الْأَطْفَالُ مِنكُمُ الْحُلُمَ فَلْيَسْتَأْذِنُوا كَمَا اسْتَأْذَنَ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللَّهُ لَكُمْ آيَاتِهِ وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ
Ve izâ belegal etfâlu minkumul hulume felyestezinû kemestezenellezîne min kablihim kezâlike yubeyyinullâhu lekum âyâtih vallâhu alîmun hakîm
ve iza belega | : eriştiği zaman, ulaştı, yetiştirdi, kemalat, irfan |
el etfalu minkum | : çocuk, zayıf olan, bilgisiz, tıfıl, sizden |
hulume | : sakin, erginlik, halim, edep sahibi, yumuşak, |
fe li yestezinû | : izin istesinler, yetki, icazet, sorumlu, |
min kablihim | : onlardan öncekiler gibi |
kezâlike | : işte böyle, böylece |
yubeyine Allâh | : beyan, açıklıyor, gösteriyor, Allah |
lekum el ayet | : size, ayetleri, delilleri, işaretleri |
ve Allah alim | : Allah, ilmiyle vareden, ilmin sahibi, |
hakim | : hâkim olan, her şeye hakim olan, hükmün sahibi, |
59- Sizden bilgi yönünden zayıf olanlar, bir edep içinde kemalâta erişinceye kadar, öncekiler gibi izin istesinler. İşte her yerden Allah size işaretlerini apaçık gösteriyor. Allah ilmiyle tüm varlığa hâkim olandır.
-60-
وَالْقَوَاعِدُ مِنَ النِّسَاء اللَّاتِي لَا يَرْجُونَ نِكَاحًا فَلَيْسَ عَلَيْهِنَّ جُنَاحٌ أَن يَضَعْنَ ثِيَابَهُنَّ غَيْرَ مُتَبَرِّجَاتٍ بِزِينَةٍ وَأَن يَسْتَعْفِفْنَ خَيْرٌ لَّهُنَّ وَاللَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
Vel kavâıdu minen nisâillatî lâ yercûne nikâhan fe leyse aleyhinne cunâhun en yedane siyâbehunne gayra muteberricâtin bi zîneh ve en yesta’fifne hayrun lehunn vallâhu semîun alîm
ve el kavâıdu | : temel, esas, kaide, kural, yasalar, |
min el nisai | : kadınlar, nefsini tanıma yolunda olan |
ellatî lâ yercûne | : onlar, yok, ümit, beklemek, ümitsizlik, |
nikah | : uygunluk, birlik, bir şeyi bir şeye katmak, birleşmek, |
Fe leyse aleyhin cunahun | : böylece, artık, değil, onlara yoktur, vebal, günah |
en yedane | : çıkarmaları, açıklamaları, |
siyabe hunne | : elbiselerini, giysi, değer, vücud, nitelik, onlar |
gayra muteberricâtin | : gayri, başka, açmaksızın, açığa vurmadan, |
bi zînetin | : ziynetleri, süs, değer, hakikat bilgileri, |
ve en yestafifne | : kaçınmak, korunmak, iffetli olmayı istemeleri |
Hayrun lehunne | : hayırlı, iyi, onlar için, |
Ve Allah semiun alim | : Allah, işittirendir, ilmiyle, ilmin sahibi, |
60- Nefsini tanıma yolunda olanlara hakikatlerin esasları sunulduğunda, onlar birliği anlama konusunda bir ümitsizlik içinde olmasınlar. Öyle ki onlar; onlara sunulan değerleri açığa vurmadan, vücudun hakikatleri ile ilgili açıklamalarda bulunmalarında onlara bir vebal yoktur. Yine de onlar için korunmak daha hayırlıdır. Allah ilmiyle işittirendir.
-61-
لَيْسَ عَلَى الْأَعْمَى حَرَجٌ وَلَا عَلَى الْأَعْرَجِ حَرَجٌ وَلَا عَلَى الْمَرِيضِ حَرَجٌ وَلَا عَلَى أَنفُسِكُمْ أَن تَأْكُلُوا مِن بُيُوتِكُمْ أَوْ بُيُوتِ آبَائِكُمْ أَوْ بُيُوتِ أُمَّهَاتِكُمْ أَوْ بُيُوتِ إِخْوَانِكُمْ أَوْ بُيُوتِ أَخَوَاتِكُمْ أَوْ بُيُوتِ أَعْمَامِكُمْ أَوْ بُيُوتِ عَمَّاتِكُمْ أَوْ بُيُوتِ أَخْوَالِكُمْ أَوْ بُيُوتِ خَالَاتِكُمْ أَوْ مَا مَلَكْتُم مَّفَاتِحَهُ أَوْ صَدِيقِكُمْ لَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أَن تَأْكُلُوا جَمِيعًا أَوْ أَشْتَاتًا فَإِذَا دَخَلْتُم بُيُوتًا فَسَلِّمُوا عَلَى أَنفُسِكُمْ تَحِيَّةً مِّنْ عِندِ اللَّهِ مُبَارَكَةً طَيِّبَةً كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللَّهُ لَكُمُ الْآيَاتِ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُون
Leyse alel amâ haracun ve lâ alel araci haracun ve lâ alel marîdı haracun ve lâ alâ enfusikum en tekulû min buyûtikum ev buyûti âbâikum ev buyûti ummehâtikum ev buyûti ihvânikum ev buyûti ehavâtikum ev buyûti amâmikum ev buyûti ammâtikum ev buyûti ahvâlikum ev buyûti hâlâtikum ev mâ melektum mefâtihahû ev sadîkıkum leyse aleykum cunâhun en tekulû cemîan ev eştâtâ fe izâ dahaltum buyûten fe sellimû alâ enfusikum tehıyyeten min indillâhi mubareketen tayyibeh kezâlike yubeyyinullâhu lekumul âyâti leallekum takılûn
Leyse ala el ama | : değil, üzerine, hakikati göremeyen |
haracun | : güçlük, zorluk, şüphe, tereddüd |
ve lâ alâ el araci | : yok, sakat, meydemeyen, yürüyemeyen |
harac | : güçlük, zorluk |
ve lâ ala el marid harac | : yok, vermeyin, hasta olan, güçlük zorluk |
ve lâ alâ enfus kum | : üzerine yoktur, size, kendinize, nefs, |
En tekulu min buyûti-kum | : beslenme, yemek, yarar, fayda, evleriniz, |
Ev buyiti âbâi-kum | : ya da, evler, atalarınız, sizin babalarınız |
Ev buyuti ummehâti-kum | : ya da, ev, sizin anneleriniz |
ev buyûti ihvani kum | : veya evler, kardeşlerinizin, arkadaş, |
Ev buyuti ehavâti-kum | : veya, evler, sizin kız kardeşlerinizi, kardeş |
ev buyûti amâmi-kum | : veya amcalarınızın evleri |
ev buyûti ammâti-kum | : veya halalarınızın evleri |
ev buyûti ahvâli-kum | : veya dayılarınızın evleri |
ev buyûti hâlâti-kum | : veya teyzelerinizin evleri |
Ev mâ melektum | : ya da, sahiplik, meleke, güç, |
mefatihahu | : anahtar, açılan kapı, |
ev sadıkkum | : veya sizin dostlarınız, doğru |
Leyse aleykum cunahun | : değil, size, vebal, günah |
en tekulû cemian | : beslenme, yemek yemeniz, topluca |
Ev eştâten | : yada, sıralı, ayrı ayrı olarak |
Fe izâ dahaltum buyuten | : böylece, girdiğinizde, dahil olduğunuzda, evler |
Fe sellimû ala enfusikum | : böylece, selâm verin, birbirinize, kendinize |
tehıyyeten | : övgü, takdir, selâmlama, hak zevkiyle halka selam, |
min indi Allah mubareket | : Allah’ın indinden, hayırlı, mübarek, kutsal |
tayyibeten | : temiz, iyi, güzel, helâl |
Kezalike yubeyyinu Allah | : işte böyle, Allah beyan eder, açıklar, gösterir, |
Lekum el ayeti | : sizin için, size, ayetler |
Leallekum takılun | : umulur ki böylece siz, akıl edersiniz, düşünme, idrak |
61- Hakikati göremeyene bir zorluk vermeyin ve meyledemeyene bir zorluk vermeyin ve hasta olana bir zorluk vermeyin. Evlerinizde nefsinizi tanımak üzere olup hakikatlerden yararlanmanızda ya da atalarınızın evinde ya da annelerinizin evinde ya da arkadaşlarınızın evinde ya da kardeşlerinizin evinde ya da amcalarınızın evinde ya da halalarınızın evinde ya da dayılarınızın evinde ya da teyzelerinizin evinde ya da sizin sadık dostlarınızın size açılan evlerinde, böylece tüm bunlarda topluca ya da ayrı ayrı hakikatlerden yararlanmanızda size bir vebal yoktur. Bundan sonra siz evlere dâhil olduğunuzda, birbirinize Allah’a ait olan kutsal hakikatler üzere, tertemiz olarak Hakk zevkiyle Halka selam verin. İşte Allah size ayetlerini tüm varlıktan apaçık gösteriyor. Umulur ki düşünüp idrak edersiniz.
-62-
إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذِينَ آمَنُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ وَإِذَا كَانُوا مَعَهُ عَلَى أَمْرٍ جَامِعٍ لَمْ يَذْهَبُوا حَتَّى يَسْتَأْذِنُوهُ إِنَّ الَّذِينَ يَسْتَأْذِنُونَكَ أُوْلَئِكَ الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ فَإِذَا اسْتَأْذَنُوكَ لِبَعْضِ شَأْنِهِمْ فَأْذَن لِّمَن شِئْتَ مِنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمُ اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
İnnelmel muminûnellezîne âmenû billâhi ve resûlihî ve izâ kânû meahu alâ emrin câmiın lem yezhebû hattâ yestezinûh innellezîne yestezinûneke ulâikellezîne yu’minûne billâhi ve resûlih fe izestezenûke li ba’dı şe’nihim fezen li men şi’te minhum vestağfir lehumullâh innallâhe gafûrun rahîm
İnnemâ el müminin | : muhakkak, ancak, doğrusu, müminler |
ellezîne âmenû bi Allah | : kimseler, Allah’a iman eden, |
ve resûli-hi | : resul, hakikati gösteren, o |
ve izâ kanu meahu | : olduğu zaman, onunla birlikte |
ala emr | : iş üzerinde, işleyiş, hüküm, işleyişi anlamak, |
câmiın | : toplu olarak, toplanmış olarak, hep beraber |
lem yezhebû | : gitmezler, kesmezler, yorumlamak, |
Hatta yestezinû-hu | : hatta izin isterler, o, |
İnne ellezine yestezinûnke | : muhakkak o kimseler, senden izin isterler |
ulaike ellezîne | : işte onlar, o kimseler, |
yuminun bi Allâh | : inanan, iman eden, Allah’a |
ve resul hi | : resul, hakikati gösteren, o |
Fe iza istezenû-ke | : öyleki, izin istedikleri zaman, müsaade, sen, |
li badı şeni him | : bazısı için, halleri, durumları, anlayışları, onlar |
fe izen li men | : böylece, izin ver, müsaade et, o kimse için, |
şite minhum | : istek, arzu, onlardan |
ve istagfir lehum Allah | : mağfiret, temizleyen, onlar, Allah |
inne Allah gafur | : muhakkak Allah, mağfiret eden, lütuflarıyla temizleyen |
rahim | : rahim olan, varlığı özünden vareden, |
62- Muhakkak ki müminler Allah’a iman eden kimselerdir ve o resulü anlayanlardır. O hakikatleri gösterenle birlikte işleyişi anlamak için toplandıkları zaman bırakıp gitmezler. Hatta soru soracakları zaman ondan izin isterler. Muhakkak ki hakikatleri araştırmak için senden izin isteyen işte o kimseler; Allah’a iman edenlerdir ve o resulü anlayanlardır. Öyle ki hakikatleri anlamak için senden izin istedikleri zaman, artık onlardan hakikatleri anlamada arzulu olan kimseler için izin ver. Onlar Allah’ın mağfireti üzere olurlar. Muhakkak Allah mağfiret edendir, tüm varlığı özünden varedendir.
-63-
لَا تَجْعَلُوا دُعَاء الرَّسُولِ بَيْنَكُمْ كَدُعَاء بَعْضِكُم بَعْضًا قَدْ يَعْلَمُ اللَّهُ الَّذِينَ يَتَسَلَّلُونَ مِنكُمْ لِوَاذًا فَلْيَحْذَرِ الَّذِينَ يُخَالِفُونَ عَنْ أَمْرِهِ أَن تُصِيبَهُمْ فِتْنَةٌ أَوْ يُصِيبَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ
Lâ tecalû duâer resûli beynekum ke duâi badıkum bada kad yalemullâhullezîne yetesellelûne minkum livâzâ fel yahzerillezîne yuhâlifûne an emrihî en tusîbehum fitnetun ev yusîbehum azâbun elîm
lâ tecalû duae | : yapmayın, yönelme, davet, çağırma, davranmak, |
el resul | : hakikati gösteren, resul, |
beyne-kum | : aranızda, siz |
Ke duai | : yönelme, çağırma, davet, davranmak, |
badı-kum baden | : birbirinize, bazınız bazınıza |
kad yalemu Allah | : ilmin sahibidir, Allah |
Ellezine yetesellelûne | : sızma, süzülme, gizlice çıkmak, kaçmak, uzaklaşma |
minkum livazen | : sizden, vaziyet, görünmeme, sığınmak, gizlenme |
fe li yahzeri | : o zaman, sakının, çekinsinler, dikkatli olsunlar |
Ellezine yuhâlifûn | : karşı gelenler, aykırı davranan, uymayan, |
an emr hi | : işleyiş, emr, hüküm, o |
en tusîbe-hum | : isabet etmesi, temas, o halde kalmak, onlar |
fitnetun | : fitne halleri, sınama, imtihan, karışıklık |
Ev yusîbe-hum | : yoksa, temas, o halde kalma, dokunma, onlar, |
azab elim | : azap, acı, acı sıkıntılar, |
63- Siz aranızda birbirinize davrandığınız gibi, hakikatleri gösterene öyle davranmayın. İlmin sahibinin Allah olduğunu anlayın. Sizden hallerini düzeltemeyenler; hakikatlerden uzaklaşırlar, sonra da O’nun hükümlerine aykırı hareket ederler, onlar fitne hallerinde kalırlar ya da onlar acı sıkıntılar da kalırlar. İşte o haller içinde olmaktan sakının.
-64-
أَلَا إِنَّ لِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ قَدْ يَعْلَمُ مَا أَنتُمْ عَلَيْهِ وَيَوْمَ يُرْجَعُونَ إِلَيْهِ فَيُنَبِّئُهُم بِمَا عَمِلُوا وَاللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
E lâ inne lillâhi mâ fis semâvâti vel ard kad yalemu mâ entum aleyh ve yevme yurceûne ileyhi fe yunebbiuhum bi mâ amilû vallâhu bi kulli şeyin alîm
e lâ inne li Allah | : değil midir? Muhakkak, Allah’ın |
Ma fî es semâvât ve al ard | : şey, ne, göklerdeki ve yerdeki |
kad yalemu | : oldu, ilim sahibi olan, ilmiyle vareden, |
ma entum aleyhi | : değil, şey, ne, siz, onda, kendinde, üzerinde |
ve yevme yurceun ileyhi | : o gün, vakit, ona döndürüleceksiniz |
fe yunebbiu-hum | : böylece, öyle ki, haber veren, bildiren, onlar |
bi mâ amilû | : yaptıkları şeyler |
ve Allah bi kulli şeyin | : Allah, bütün her şey |
alim | : ilmiyle varedendir, ilmin sahibi |
64- Göklerde ve yerde olan her şeyde ilmin sahibi olan Allah değil midir? Siz kendinize ait değilsiniz ve vakti geldiğinde O’na döndürüleceksiniz. Öyle ki yapmış oldukları şeylerden hakikatler her an onlara bildirilir. Allah bütün her şeydeki ilmin sahibidir.