RUM SÛRESİ
1-
الم
Elif lâm mîm
Elif lam mim | : zat, hak- halk- nokta, Allah, |
1-Elif, Lam, Mim
-2-
غُلِبَتِ الرُّومُ
Gulibetir rûm
Galibeti | : galip, yenildi, kaybetti, |
el Rum | : uzak olan, hakikatten uzak olan, yabancı, Romalı, hariç, |
2- Hakikatlerden uzak olanlar kaybetti.
-3-
فِي أَدْنَى الْأَرْضِ وَهُم مِّن بَعْدِ غَلَبِهِمْ سَيَغْلِبُونَ
Fî ednel ardı ve hum min badi galebihim se yaglibûn
fî edne el ard | : yakınlık içinde, daha yakın, yeryüzünde |
ve hum badi | : onlar, sonra, ardından, |
Galebi him | : yenilgi, kaybetme, başaramama, onlar, |
se yaglibune | : galip, zafer, başarma, kazanan, |
3- Onlar kaybettiklerini anladıktan sonra, hakikatleri anladıklarında kazananlardan olacaklardır, yeryüzündeki hakikatlere daha yakınlık içinde olacaklardır.
-4-
فِي بِضْعِ سِنِينَ لِلَّهِ الْأَمْرُ مِن قَبْلُ وَمِن بَعْدُ وَيَوْمَئِذٍ يَفْرَحُ الْمُؤْمِنُونَ
Fî bıdı sinîn lillâhil emru min kablu ve min bad ve yevme izin yefrahul muminûn
Fi bedaa sının | : birkaç, alan, yerleşik, sene, yıl, bir zaman içinde, |
li Allah emr | : Allah, iş, hüküm, işleyiş, varlıktaki işleyiş, |
Min kablu ve min badu | : önce, geçmişte ve sonra, gelecekte |
ve yevme izin | : gün, vakit, izin, yetkili, ruhsat, icazet, müsaade, mezuniyet |
Yefrahu | : ferah, geniş, sevinecek, rahatlama, |
el müminun | : mümin, emin olan |
4- Belli bir sürede, geçmişte ve gelecekte tüm varlıktaki işleyişin Allah’a ait olduğunu anladıklarında, o vakit ferahlayacaklar, müminlerden olacaklardır.
-5-
بِنَصْرِ اللَّهِ يَنصُرُ مَن يَشَاء وَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ
Bi nasrillâh yansuru men yeşâ ve huvel azîzur rahîm
Bi nasri Allah | : bir yardım, yardım ile, Allah, |
Yansuru | : yardım, destek, |
men yeşâu | : kim, kimse, ister, isteyen, |
ve huve el aziz | : o, tüm değerlerin yüce sahibi, |
el rahim | : rahim, özünden vareden |
5- Bir yardım isteyen kimse Allah’ın yardımını bulur ve tüm değerlerin yüce sahibinin, tüm varlığı özünden varedenin O olduğunu bilir.
-6-
وَعْدَ اللَّهِ لَا يُخْلِفُ اللَّهُ وَعْدَهُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
Vadallâh lâ yuhlifullâhu vadehu ve lâkinne ekseren nâsi lâ yalemûn
vaad Allah | : vaad, yerine getirme, açığa çıkarma, tecelli, Allah, |
la yuhlifu Allah | : yok, hilaf, terslik, aykırılık, ikilik, Allah, |
vade hu | : vaad, yerine getirme, açığa çıkarma, tecelli, o, |
ve lakin ekser | : lakin, fakat, çoğu, |
el nas la yalemun | : insanlar, bilmiyor |
6- Tüm varlığı açığa çıkaran Allah’tır. Allah’ın o varlığı açığa çıkarmasında bir aykırılık yoktur. Fakat insanların çoğu bilemiyorlar.
-7-
يَعْلَمُونَ ظَاهِرًا مِّنَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَهُمْ عَنِ الْآخِرَةِ هُمْ غَافِلُونَ
Yalemûne zâhiren minel hayâtid dunyâ ve hum anil âhıreti hum gâfilûn
Yalemune | : biliyorlar, bilirler, |
zahiren | : zahir, suret, dış yüz, görünen, |
Min el hayâti ed dunyâ | : dünya hayatı, yaşamları, |
Ve hum an el ahiret | : onlar, sonlarından, sonunda, ahiret |
hum gafilun | : onlar, gafil, bilmezlik içinde, farkında olmayan, |
7- Dünya hayatını sûretten ibaret bilenler, onlar sonlarından da gâfildirler.
-8-
أَوَلَمْ يَتَفَكَّرُوا فِي أَنفُسِهِمْ مَا خَلَقَ اللَّهُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا إِلَّا بِالْحَقِّ وَأَجَلٍ مُّسَمًّى وَإِنَّ كَثِيرًا مِّنَ النَّاسِ بِلِقَاء رَبِّهِمْ لَكَافِرُونَ
E ve lem yetefekkerû fî enfusihim mâ halakallâhus semâvâti vel arda ve mâ beynehumâ illâ bil hakkı ve ecelin musemmâ ve inne kesîran minen nâsi bi likâi rabbihim le kâfirûn
e ve lem yetefekkerû | : tefekkür, varoluşu düşünüp araştırmak, |
fî enfusi-him | : kendileri, nefsleri, |
ma halaka Allah | : ne, şey, yaratılış, halkiyat, varoluş, Allah |
el semâvâti ve el ard | : semalar, gökler ve yeryüzü |
Ve ma beyne-humâ | : onların aralarında, onlarda olan şeyler |
İllâ bi el hakk | : den başka, hakk ile, hakikat, gerçek |
ve ecelin musemmen | : ecel, zaman, süre, belirlenmiş |
ve inne kesiran | : muhakkak, çok, kesret, çoğu |
Min el nas | : insanlar, |
bi likai | : birlik, kavuşma, ulaşmak, tevhit, |
rabbi-him | : Rabbi, onlar, |
le kafirun | : görmemezlikten gelip örtüyorlar. |
8- Onlar kendilerinin varoluşu ile ilgili hakikatlere ulaşmak için derin düşünmezler mi? Allah, gökte ve yerde ve onlarda olan ne varsa hakk ile halk etti. Onların süreleri bellidir. Doğrusu insanların çoğu, Rabbin hakikatlerine ulaşma konusunda hakikatleri görmemezlikten gelip örtüyorlar.
-9-
أَوَلَمْ يَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَيَنظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ كَانُوا أَشَدَّ مِنْهُمْ قُوَّةً وَأَثَارُوا الْأَرْضَ وَعَمَرُوهَا أَكْثَرَ مِمَّا عَمَرُوهَا وَجَاءتْهُمْ رُسُلُهُم بِالْبَيِّنَاتِ فَمَا كَانَ اللَّهُ لِيَظْلِمَهُمْ وَلَكِن كَانُوا أَنفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ
E ve lem yesîrû fîl ardı fe yenzurû keyfe kâne âkıbetullezîne min kablihim kânû eşedde minhum kuvveten ve esârûl arda ve amerûhâ eksera mimmâ amerûhâ ve câethum rusuluhum bil beyyinât fe mâ kânallâhu li yazlimehum ve lâkin kânû enfusehum yazlimûn
E ve lem yesiru | : gezip dolaşmazlar mı, |
fi el ard | : yeryüzünde, toprak, yer |
Fe yenzuru keyfe kane | : artık, bakıp da görsünler, nasıl oldu, ne, |
Akıbet | : akıbet, sonuç, |
ellezine min kablihim | : onlardan öncekiler |
Kanu eşedd minhum kuvvet | : oldu, daha güçlü, onlardan, kuvvet bakımından |
ve esaru | : kaldırma, yükseltme, alt üst etme, yüksek eser, |
el arda | : arz, yer, toprak |
ve ameru-ha ekser | : imar, eser, daha fazla, uzun dayanan, çok uzun |
Mimma amerû-hâ | : şeyler, nesneler, imar, eser, bina |
ve caet-hum | : geldi, onlar |
resul hum | : hakikati gösteren, resul, onlar |
el beyyinâti | : apaçık hakikatleri açıklayan |
Fe ma kane Allah | : sonra, olmaz, vermez, değildir, Allah |
Li yazlime-hum | : zulmedici, hiç kimseye |
ve lakin kanu enfus hum | : lakin, fakat, oldu, nefisleri, kendileri |
yazlimûne | : zulmediyorlar |
9- Onlar yeryüzünde gezip dolaşmazlar mı? Onlardan öncekilerin akıbetleri nasıl oldu artık bakıp ta görsünler. Onlardan daha güçlü olanlar da oldu ve yeryüzünde yüksek eserler bıraktılar ve onların imar ettiği şeyler daha fazla dayandı. Onlara da hakikatleri apaçık açıklayan resuller geldi. Allah hiç kimseye zulüm edici değildir. Fakat onlar kendilerine zulmediyorlar.
-10-
ثُمَّ كَانَ عَاقِبَةَ الَّذِينَ أَسَاؤُوا السُّوأَى أَن كَذَّبُوا بِآيَاتِ اللَّهِ وَكَانُوا بِهَا يَسْتَهْزِؤُون
Summe kâne âkıbetellezîne esâus sûâ en kezzebû bi âyâtillâhi ve kânû bihâ yestehziûn
Summe kane akıbet ellezin | : sonra, oldu, akıbet, sonları, onlar |
Esau el sua | : kötülük, fenalık, istismar, |
En kezzebu bi ayati Allah | : yalanladılar, Allah’ın ayetlerini |
ve kanu biha yestehziun | : oldu, onunla, orada, alay ediyorlar, önemsememek |
10- Sonra o hallerde olan kimselerin âkıbetleri fenalarda kalmak oldu. Fenalarda kaldıklarından dolayı Allah’ın ayetlerini yalanladılar ve o hakikatleri önemsemediler.
-11-
اللَّهُ يَبْدَأُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ ثُمَّ إِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
Allâhu yebdeul halka summe yuîduhu summe ileyhi turceûn
Allah yebdeu | : Allah, başladı, başlar, ilk olarak, |
el halka | : halketme yaratılış, varoluş, |
Summe yuidu hu | : sonra, iade, çevrilme, döner, tekrar, devam eder, |
Summe ileyhi turceun | : sonra, ona, döndürülürsünüz |
11- Yaratılış Allah’tan başlar, sonra O’nunla devam eder, sonra O’na döndürülürsünüz.
-12-
وَيَوْمَ تَقُومُ السَّاعَةُ يُبْلِسُ الْمُجْرِمُونَ
Ve yevme tekûmus sâatu yublisul mucrimûn
ve yevme tekumu | : gün, vakit, olur, o hal, vuku, |
el saat | : zaman, vakit, gelip geçen vakit |
Yublisu | : ümitsiz, kederli, |
el mucrimûne | : fenalarda kalanlar, suçlular, günahkârlar, |
12- Fenalarda kalanlar ümitsizlik içindedirler ve zamanlarını hep o halde geçirirler.
-13-
وَلَمْ يَكُن لَّهُم مِّن شُرَكَائِهِمْ شُفَعَاء وَكَانُوا بِشُرَكَائِهِمْ كَافِرِينَ
Ve lem yekun lehum min şurekâihim şufeâû ve kânû bi şurekâihim kâfirîn
Ve lem yekun lehum | : olmaz, onların |
Min şurekai-him | : ortak koşma, kendine varlık isnat etmek, ben de varım, |
şufeau | : şefaat, aracı, birliğe götüren, ulaştıran |
Ve kanu bi şurekai-him | : oldu, ortak koşmak, şirk koşmak, onlar |
kâfirîne | : hakikatleri görmemezlikten gelip örten |
13- Ve onlar, Allah’ın yüceliğinin yanında kendilerine varlık isnat ettiklerinden dolayı, birliği anlayamazlar. Onlar hakikatleri görmemezlikten gelip örtüklerinden dolayı, ortak koşanlardan olurlar.
-14-
وَيَوْمَ تَقُومُ السَّاعَةُ يَوْمَئِذٍ يَتَفَرَّقُونَ
Ve yevme tekûmus sâatu yevmeizin yeteferrakûn
ve yevme tekumu | : gün, vakit, hep o halde, olur, olma, vuku, |
el saat | : zaman, vakit, gelip geçen vakit |
Yevme izin | : vakit, zaman, yetkili olan, hep o halde, her zaman |
yeteferrakune | : fırkalara ayrılırlar, ikilik, ayrılmak, bölük bölük, |
14- Ve hakikatleri anlayamadıklarından dolayı, ikilikte kalırlar. Her zaman vakitlerini hep o hallerde geçirirler.
-15-
فَأَمَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فَهُمْ فِي رَوْضَةٍ يُحْبَرُونَ
Fe emmellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti fe hum fî ravdatin yuhberun
Fe emme ellezine amenu | : artık, böylece, fakat, iman edenler |
ve amilû es salihati | : salih amel, dosdoğru hak yolunda çalışanlar |
Fe hum fi ravdatin | : onlar, bahçelik, rahatlık, rahatlığa ulaşmak, |
yuhberun | : haber, bildirim, bilgi, hakikatlerin bilgileri, |
15- Fakat iman edenler ve dosdoğru hakk yolunda çalışanlar ise, hakikatlere ulaşmanın rahatlığı içindedirler.
-16-
وَأَمَّا الَّذِينَ كَفَرُوا وَكَذَّبُوا بِآيَاتِنَا وَلِقَاء الْآخِرَةِ فَأُوْلَئِكَ فِي الْعَذَابِ مُحْضَرُونَ
Ve emmellezîne keferû ve kezzebû bi âyâtinâ ve likâil âhıreti fe ulâike fîl azâbi muhdarûn
Ve emma ellezine keferu | : fakat, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler |
Ve kezzebu bi ayati-na | : yalanladı, yalanda kaldı, ayetlerimiz, işaret, delil, |
ve likai el ahiret | : ulaşma, birleşme, Tevhid, birlik, sonunda, |
fe ulaike | : işte onlar, böylece onlar, |
Fi el azab | : azap içinde, sıkıntılar içinde, |
muhdarûne | : hazır bulunan, o halde bulunan, |
16- Fakat hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler ve ayetlerimize karşı yalanlarda kalanlar, sonunda Tevhidi anlayamazlar. Böylece işte onlar sıkıntıların içinde bulunurlar.
-17-
فَسُبْحَانَ اللَّهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُصْبِحُونَ
Fe subhânallâhi hîne tumsûne ve hîne tusbıhûn
Fe subhane Allah | : artık, tesbih et, anlamak, her şey onunla, yüzme, Allah |
Hine tumsûne | : her an, o vakit, akşam, gece |
ve hîne tusbıhune | : o vakit, o zaman, her an, sabah, aydınlık, gündüz, |
17- Artık gece, gündüz vaktinizi Allah’ı anlama içinde olun.
-18-
وَلَهُ الْحَمْدُ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَعَشِيًّا وَحِينَ تُظْهِرُونَ
Ve lehul hamdu fîs semâvâti vel ardı ve aşiyyen ve hîne tuzhırûn
ve lehu el hamd | : onun, hamd, nitelikler, övgüler, nicelik, sıfatlar, |
Fi el semavat ve el ardı | : göklerde ve arz, yer |
ve aşiy | : akşam, öğlen akşam arası |
ve hine tuzhirun | : her zaman, gösteriyor, sabahtan öğleye, zahir |
18- Göklerde ve yerde olan ne varsa, bütün her şeydeki niteliklerin sahibi O’dur. Artık sabahtan öğleye ve öğleden akşama, her zaman hakikatleri anlama içinde olun.
-19-
يُخْرِجُ الْحَيَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَيُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَيِّ وَيُحْيِي الْأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَكَذَلِكَ تُخْرَجُونَ
Yuhricul hayye minel meyyiti ve yuhricul meyyite minel hayyi ve yuhyil arda ba’de mevtihâ ve kezâlike tuhrecûn
Yuhricu el hayy | : çıkarır, diri, canlı, |
min el meyyit | : ölüden, |
ve yuhricu el meyyit | : çıkarır, ölü, |
min el hay | : diri, canlı, |
ve yuhyi el arda | : hayat verir, yeryüzünde, |
bade mevtiha | : sonra, ona nutfe, tohum |
Ve kezalika tuhrecune | : işte böylece, çıkarılacaksınız, dışarı çıkma, ortaya çıkış |
19- Diriden ölü çıkarırız, ölüden diri çıkarırız, yeryüzünde hayat vereniz, sonra da onlardan nutfeler çıkar. Ortaya çıkış işte böyledir.
-20-
وَمِنْ آيَاتِهِ أَنْ خَلَقَكُم مِّن تُرَابٍ ثُمَّ إِذَا أَنتُم بَشَرٌ تَنتَشِرُونَ
Ve min âyâtihî en halakakum min turâbin summe izâ entum beşerun tenteşirûn
ve min ayatihi | : ayetleri, delillerinden, işaretleri, onun |
En halaka kum | : yaratılışınız, sizin, |
min turabin | : topraktan |
Summe iza entum | : sonra, siz |
Beşerun | : beşer, insan, |
tenteşirûne | : çoğalıp yayılma, siz yayılırsınız |
20- Sizin topraktan yaratılışınız, sonra sizin bir beşer olarak yayılıp çoğalmanız, O’nun delillerindendir.
-21-
وَمِنْ آيَاتِهِ أَنْ خَلَقَ لَكُم مِّنْ أَنفُسِكُمْ أَزْوَاجًا لِّتَسْكُنُوا إِلَيْهَا وَجَعَلَ بَيْنَكُم مَّوَدَّةً وَرَحْمَةً إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
Ve min âyâtihî en halaka lekum min enfusikum ezvâcen li teskunû ileyhâ ve ceale beynekum meveddeten ve rahmeh inne fî zâlike le âyâtin li kavmin yetefekkerûn
ve min ayati hi | : onun ayetlerinden, delil, işaret, |
En halaka Lekum | : yaratılan, halk edilişiniz, sizin |
Min enfusu kum | : kendinizden, nefsinizden, kum |
ezvacen | : eşler, zevceler, benzer, tür, cins, aynı yolda olan |
Li teskunu ileyha | : sükûn, güven, yaslanma, huzur, bulmanız için, ona |
ve ceale beyne kum | : kıldı, düzenledi, olun, yaptı, sizin aranızda |
Meveddeten | : sevgi, muhabbet |
ve rahmeten | : rahmet, merhametli davranma, faydalı olan, |
İnne fî zalike | : muhakkak işte bunlarda |
le ayetin | : elbette, ayetler, deliller, işaretler, |
Li kavmin | : kavim, kimseler için, topluluk, insanlar için, |
yetefekkerûne | : varoluşu düşünmek araştırmak, tefekkür eden |
21- Birbirinizden huzur bulmanız ve aranızda sevgili olmanız ve merhametli olmanız için kendi türünüzden eşler yaratması da O’nun ayetlerindendir. Muhakkak işte bunlarda varoluşu düşünüp anlamak isteyen kimseler için deliller vardır.
-22-
وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَاخْتِلَافُ أَلْسِنَتِكُمْ وَأَلْوَانِكُمْ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِّلْعَالِمِينَ
Ve min âyâtihî halkus semâvâti vel ardı vahtilâfu elsinetikum ve elvânikum inne fî zâlike le âyâtin lil âlimîn
ve min ayati hi | : onun ayetlerinden, işaret, delil, |
halku | : halkiyet, yaratılış, oluşum, varoluş, |
El semevat ve el ardı | : semalar, gökler ve arz, yeryüzü |
ve ihtilaf | : çeşitlilik, farklılık, |
elsineti kum | : lisan, dil, konuşma, konuşma tonu, ses, |
ve elvani-kum | : sizin renkleriniz, görünüm, |
Le ayetin | : elbette, ayet, delil, |
li el alimine | : bilenler için, ilmin sahibi, |
22- Göklerde ve yerde olanların halk oluşu ve seslerinizin farklılığı da ve görünüşlerinizin farklılığı da O’nun ayetlerindendir. Elbette bunlarda bilenler için deliller vardır.
-23-
وَمِنْ آيَاتِهِ مَنَامُكُم بِاللَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَابْتِغَاؤُكُم مِّن فَضْلِهِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يَسْمَعُونَ
Ve min âyâtihî menâmukum bil leyli ven nehâri vebtigâukum min fadlih inne fî zâlike le âyâtin li kavmin yesmeûn
ve min ayati-hi | : onun ayetlerinden, delil, işaret, |
manemukum | : uyumanız, rüya, düş |
Bi el leyli ve el nehari | : geceler ve gündüz |
ve ibtigau-kum | : istemeniz, arzu etmeniz, |
min fadli hi | : lütuf, fazilet, erdemlilik, nitelik nicelik, değerler |
İnne fî zalike le ayetin | : muhakkak işte bunlarda, ayetler, işaretler, delil |
Li kavmin | : kavim, insanlar, kimseler, |
yesmeun | : işitenler, duyup düşünenler, |
23- Sizin uyumanız, geceler ve gündüzler ve O’nun lütuflarını arzu etmeniz, O’nun ayetlerindendir. Muhakkak ki işte bunlarda işiten kimseler için deliller vardır.
-24-
وَمِنْ آيَاتِهِ يُرِيكُمُ الْبَرْقَ خَوْفًا وَطَمَعًا وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَاء مَاء فَيُحْيِي بِهِ الْأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يَعْقِلُونَ
Ve min âyâtihî yurîkumul berka havfen ve tamaan, ve yunezzilu mines semâi mâen fe yuhyî bihil arda ba’de mevtihâ inne fî zâlike le âyâtin li kavmin yakılûn
ve min ayati hi | : ayetleri, delil, işaret, o |
Yuri kum | : gösteriyor, görüyorsunuz, size, |
El berka | : şimşek, yıldırım, zinetlenme, sıfatlar, değerler |
havfen | : korku, çekinmek, ürpermek, kabile, |
ve tamaan | : umut, |
Ve yunezil | : indiren, aşağı, |
Min el semai maen | : semadan, gökten, su |
Fe yuhyi bihi el arda | : böylece, hayat veren, dirilten, yeryüzü, toprak |
Bade mevti-hâ | : sonra, nutfe, tohum, ölümü, onun |
İnne fi zalike le ayetin | : muhakkak işte bunlarda, ayetler, işaret, delil, |
Li kavmin | : kavim, insanlar için, kimseler, topluluk, |
yakulıne | : akıl eden, düşünen |
24- O size tüm varlıktan ayetlerini gösteriyor. Şimşekte, korkularınızda, umutlarınızda, gökyüzünden yağmurun yağmasında, sonra da yeryüzünün hayat bulmasında ve sonra da oradan nutfeler olmasında, muhakkak ki işte bunlarda düşünen kimseler için işaretler vardır.
-25-
وَمِنْ آيَاتِهِ أَن تَقُومَ السَّمَاء وَالْأَرْضُ بِأَمْرِهِ ثُمَّ إِذَا دَعَاكُمْ دَعْوَةً مِّنَ الْأَرْضِ إِذَا أَنتُمْ تَخْرُجُونَ
Ve min âyâtihî en tekûmes semâu vel ardu bi emrih summe izâ deâkum daveten minel ardı izâ entum tahrucûn
ve min ayatihi | : ayetlerin, işaret, delil, o |
en tekume | : vuku bulması, hareket etmesi, olması, duruşu |
El semau ve el ardu | : sema, gökyüzü ve arz, yeryüzü, yer, |
bi emr hi | : iş, işleyiş, hüküm, o |
Summe iza dea kum | : sonra, arayış, çağrı, yönelmek, siz, |
daveten | : davet, çağrı, icabet, aramak |
Minel ard | : yeryüzünde, toprak, |
iza entum tahrucun | : siz olduğunuz da, çıkarılma, orta çıkma |
25- Göklerin ve yerin O’nun işleyişiyle hareket etmesi de, sonra sizin bir arayışla aramanız da, topraktan var edilişiniz de, O’nun ayetlerindendir.
-26-
وَلَهُ مَن فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ كُلٌّ لَّهُ قَانِتُونَ
Ve lehu men fîs semâvâti vel ard kullun lehu kânitûn
ve lehu men | : onun, kim, kimse, ne varsa |
Fi el semavat ve el ard | : semalar, gökler ve yer, yeryüzü |
Kullun lehu | : bütün hepsi, ona, |
kanitin | : saygı, baş eğme, uyma, onunla durmak |
26- Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur, bütün hepsi O’nunla durur.
-27-
وَهُوَ الَّذِي يَبْدَأُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَهُوَ أَهْوَنُ عَلَيْهِ وَلَهُ الْمَثَلُ الْأَعْلَى فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
Ve huvellezî yebdeul halka summe yuîduhu ve huve ehvenu aleyh ve lehul meselul alâ fîs semâvâti vel ard ve huvel azîzul hakîm
ve huve ellezi yebdeu | : o, ki, o, başlar, ilk, başlangıç, |
el halk | : halk, yaratılış, halk oluş, |
Summe yuidu hu | : sonra, iade, dönüş, aslına dönme, o |
ve huve ehvenu aleyhi | : o, kolay, az, yeğ, zararsız, iyi olan, ona |
ve lehu el mesel | : onun, durum, özellik, benzer, eş, |
el ala | : yüce olan, Zatıyla yüce olan, tecelli eden sıfatlar, |
Fi el semavat ve el ardı | : göklerde ve arz, yeryüzü ne varsa |
Huve el aziz | : tüm değerlerin yüce sahibi, |
el hakim | : tüm varlığa hâkim olan, hüküm hikmet sahibi |
27- Yaratılış O’ndan başlar, sonra O’nunla devam eder ve bu O’na kolaydır. Benzerlikler O’ndandır. Göklerde ve yerde ne varsa, sıfatlarıyla ve Zatıyla yüce olan O’nu gösterir. O tüm değerlerin yüce sahibidir, tüm varlığa hâkim olandır.
-28-
ضَرَبَ لَكُم مَّثَلًا مِنْ أَنفُسِكُمْ هَل لَّكُم مِّن مَّا مَلَكَتْ أَيْمَانُكُم مِّن شُرَكَاء فِي مَا رَزَقْنَاكُمْ فَأَنتُمْ فِيهِ سَوَاء تَخَافُونَهُمْ كَخِيفَتِكُمْ أَنفُسَكُمْ كَذَلِكَ نُفَصِّلُ الْآيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ
Darabe lekum meselen min enfusikum hel lekum min mâ meleket eymânukum min şurekâe fî mâ rezaknâkum fe entum fîhi sevâun tehâfûnehum ke hîfetikum enfusekum kezâlike nufassılul âyâti li kavmin yakılûn
Darabe lekum meselen | : size, çarpıcı, vurgulayıcı, mesel, davranış, benzer, eş |
Min enfusi-kum | : nefsiniz, kendinizin varlığı, |
hel lekum | : var mı, sizin |
Min ma meleket | : değilsiniz, sahip, güç, kuvve, meleke |
eyman kum | : güçleriniz, ellerinizi hareket ettiren güç, |
Min şurekae | : ortak koştuklarınızdan |
Fi ma rezakna-kum | : içinde, şey, rızıklandırdık, sıfat, nimet, siz |
Fe entum fihi sevaun | : artık, siz, orada, onda, eşit olmak, eş kılmak |
tehafane-hum | : korkarsınız, çekinirsiniz, sakınmadan, onlar, |
Ke hifetikum | : gibi, kişisel, gizli, çekinmek, sakınmak, siz, |
enfuse-kum | : kendiniz, enfusunuz, nefsiniz, iç alem, tüm varlık, |
Kezalike nufassılu | : işte böyle, bunun gibi, açıklıyoruz, bölüm bölüm, |
el ayet | : ayetler, delil, işaret, |
Li kavmin yakılun | : akleden, düşünen kimseler için, |
28- Benzerlikler size vurgulayıcı örneklerdir. Sizin var mı kendinize ait varlığınız? Siz sahip olduğunuz gücünüzün sahibi de değilsiniz. Sizi sıfatlandırdığımız şeylerle ortak koşanlardan oldunuz. Böylece siz; o sıfatları kendinize nispet etmekten sakınmadınız, kendinizi O’na eş kıldınız. Enfusunuzda olanı kişiselleştirdiniz. Düşünen kimseler için ayetlerimizi işte böyle açıklıyoruz.
-29-
بَلِ اتَّبَعَ الَّذِينَ ظَلَمُوا أَهْوَاءهُم بِغَيْرِ عِلْمٍ فَمَن يَهْدِي مَنْ أَضَلَّ اللَّهُ وَمَا لَهُم مِّن نَّاصِرِينَ
Belittebeallezîne zalemû ehvâehum bi gayri ilm fe men yehdî men edallallâh ve mâ lehum min nâsırîn
Bel ittebea | : hayır, bilakis, ancak, tabi olur, uyar, |
ellezine zalemu | : zalim kimseler, zalimler |
ehvâe-hum | : onların hevaları, hevesleri, şahsi çıkarları, |
Bi gayri ilmin | : ilim olmadan, , |
fe men yehdi | : bundan sonra, kim, kimse, yol gösteren, kılavuz, |
Men edalle allahu | : kim, kimse, sapar, hakikatten cehalete sapan, Allah |
Ve ma lehum min nasirin | : onlara olmaz, bir yardımcı, yardım eden |
29- Ancak zalimler bir ilim olmadan hevalarına tabi olurlar. Kim, Allah’ın hakikatlerini bırakır kendi cehaletine saparsa, bundan sonra kim onlara yol gösterecek ve onlara bir yardımcı da yoktur.
-30-
فَأَقِمْ وَجْهَكَ لِلدِّينِ حَنِيفًا فِطْرَةَ اللَّهِ الَّتِي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا لَا تَبْدِيلَ لِخَلْقِ اللَّهِ ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
Fe ekim vecheke lid dîni hanîfâ fıtratallâhilletî fataran nâse aleyhâ lâ tebdîle li halkıllâh zâliked dînul kayyimu ve lâkinne ekseren nâsi lâ yalemûn
Fe ekim veche ke | : artık, öyleyse, o halde durmak, ikame, yüzünü, yönünü |
li el dini | : dine, yaratılış yasaları, hükümleri, incelikleri, |
hanifen | : Tevhid üzere olan, diri olana, birlik üzere olan, |
fıtrata | : fıtrat, varlığın açığa çıkması, yaratılış, yaratmak, varoluş, |
allahi | : Allah |
Elletî fatara | : ki o, ondan, vücuda geliş, ortaya çıkış, yarmak, varoluş |
el nas aleyha | : insanlar, onların üzerinde olan, |
lâ tebdîle | : yok, değişiklik, değiştirmek, |
li halkı Allah | : varoluş, yaratılış, halkoluş, Allah |
Zalike el din | : işte bu, din, varlığın yaratılış yasaları, |
el kayyim | : değerli, tüm varlıkta diri olan sürüp giden, dosdoğru, |
ve lâkinne eksere | : lakin, fakat, çoğu |
El nas la yalemun | : insanlar, bilemiyorlar, hakikatleri bilmiyorlar |
30- Bundan sonra yüzünü; Allah’a, varlığın yaratılışına, varlığın yaratılış yasalarına, Tevhid üzere çevir. İnsanların vücuda gelişi O’ndandır. Allah’ın halketmesinde değiştirme yoktur. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu dinin hakikatini bilemiyorlar.
-31-
مُنِيبِينَ إِلَيْهِ وَاتَّقُوهُ وَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ وَلَا تَكُونُوا مِنَ الْمُشْرِكِينَ
Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn
Munîbîne ileyhi | : yönelin, onun tecellilerini idrak edip teslim olma, ona |
ve itteku-hu | : fenalardan sakının ona ortak koşmayın |
ve ekîmû el salate | : her an salât üzere olun, bağlılık şuurunda olmak |
ve la tekun | : olmayın, |
min el müşrikin | : ortak koşan, kendine varlık isnat eden, |
31- O’nun tecellilerini idrak edip O’na yönelin ve fenalardan sakının, O’na ortak koşmayın ve her an O’na bağlılık şuuruyla hareket edin ve Allah’ın niteliklerini kendinize isnat eden olmayın.
-32-
مِنَ الَّذِينَ فَرَّقُوا دِينَهُمْ وَكَانُوا شِيَعًا كُلُّ حِزْبٍ بِمَا لَدَيْهِمْ فَرِحُونَ
Minellezîne ferrakû dînehum ve kânû şiyeâ kullu hızbin bimâ ledeyhim ferihûn
min ellezîne ferraku | : o kimselerden, fırka, bölmek, ayrılık, partileşmek, |
dine hum | : din, varlığın yaratılış yasaları, onlar |
ve kanu şiyean | : tarikat mezhep cemaatlere ayrılmak, fırka fırka olmak |
kullu hızbin | : bütün hepsi, grup, fırka, bölünmek, |
Bima ledeyyim | : kendinde olan, her zümre kendi inançlarıyla, |
ferihûne | : sevinme, şımarma, azma, avunup övündü, |
32- Onlar dini bölen kimselerden oldular ve bütün hepsi tarikatlara, mezheplere, cemaatlere bölündüler. Her zümre kendi inançlarıyla avunup övündü.
-33-
وَإِذَا مَسَّ النَّاسَ ضُرٌّ دَعَوْا رَبَّهُم مُّنِيبِينَ إِلَيْهِ ثُمَّ إِذَا أَذَاقَهُم مِّنْهُ رَحْمَةً إِذَا
فَرِيقٌ مِّنْهُم بِرَبِّهِمْ يُشْرِكُونَ
Ve izâ messen nâse durrun deav rabbehum munîbîne ileyhi summe izâ ezâkahum minhu rahmeten izâ ferîkun minhum bi rabbihim yuşrikûn
ve izâ messe el nas | : dokunduğu zaman, isabet, değme, insanlar, |
durrun | : zarar, rahatsızlık, sıkıntı, |
Deav rabb hum | : dua, yönelme, Rab’lerine, |
münib ileyhi | : yönelmek, ona |
Summe izâ ezâka-hum | : sonra, tatmak, hissiyat geldiği zaman, onlar |
min-hu rahmet | : ondan, rahmetinden, merhamet, |
İzâ ferikun min hum | : olduğu zaman, takım, bir grup, çoğu, onlardan |
bi rabbi-him | : Rabbine, |
yuşrikun | : ortak koşmak, kendine varlık isnat etmek, |
33- İnsanların başına bir sıkıntı geldiği zaman hemen Rabbine dua eder, O’na yönelir. Sonra onlara rahmetten bir hissiyat geldiği zaman, onlardan çoğu Rabbine ortak koşanlardan olur.
-34-
لِيَكْفُرُوا بِمَا آتَيْنَاهُمْ فَتَمَتَّعُوا فَسَوْفَ تَعْلَمُونَ
Li yekfurû bimâ âteynâhum fe temetteû fe sevfe talemûn
li yekfurû bima | : görmemezlikten gelen, kafir, şeyler, sıfatlar, |
Fe temetteû | : böylece, meta, menfaat, fayda, çıkar, dünya nimetleri |
ateyna hum | : verdik, sunduk, onlar, |
Fe sevfe tamelun | : bundan sonra, belki, yakında, bilirler |
34- Sunduğumuz sıfatları görmemezlikten geldiler. Onlara sunduğumuz sıfatlarla kendi menfaatleri peşinde koştular. Belki yakında hakikatleri bilirler.
35-
أَمْ أَنزَلْنَا عَلَيْهِمْ سُلْطَانًا فَهُوَ يَتَكَلَّمُ بِمَا كَانُوا بِهِ يُشْرِكُونَ
Em enzelnâ aleyhim sultânen fe huve yetekellemu bimâ kânû bihî yuşrikûn
Em enzelna aleyhim | : yoksa, indirdik, sunduk, aşağı, onlar, |
sultan | : delil, sahip, hükümdar |
Fe huve yetekellemu | : sonra, öyle ki, o, söylüyorlar, söyler |
Bima kanu bihi yuşrikun | : olduğunu, ona, şirk, kendine varlık isnat etmek |
35- Yoksa onlara bir delil mi indirdik ki onlar Allah’ın yüceliğinin yanında kendilerinin de var olduğunu söylüyorlar?
-36-
وَإِذَا أَذَقْنَا النَّاسَ رَحْمَةً فَرِحُوا بِهَا وَإِن تُصِبْهُمْ سَيِّئَةٌ بِمَا قَدَّمَتْ أَيْدِيهِمْ إِذَا هُمْ يَقْنَطُونَ
Ve izâ ezaknen nâse rahmeten ferihû bihâ ve in tusıbhum seyyietun bimâ kaddemet eydîhim izâ hum yaknetûn
ve iza ezakna | : tatmak, hoşa giden, his, biz, |
El nas rahmeten | : insanlar, rahmet, sevgi, |
Ferihû biha | : sevinirler, ferahlanırlar, onunla |
Ve in tusıb-hum | : eğer, onlara isabet eder, |
seyyietun | : sıkıntı, darlık, kötülük |
Bima kaddemet eydi him | : şey sebebiyle, takdim etme, yapmak, kendi elleriyle, |
İza hum yaknetune | : o zaman, onlar, ümitsizlik, moral bozukluğu |
36- İnsanlar rahmetimizden bir haz hissettiklerinde onunla mutlu olurlar ve eğer kendi elleriyle yaptıkları şeyler sebebiyle başlarına bir sıkıntı gelse o zaman ümitsizliğe düşerler.
-37-
أَوَلَمْ يَرَوْا أَنَّ اللَّهَ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَن يَشَاء وَيَقْدِرُ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
E ve lem yerev ennellâhe yebsutur rızka li men yeşâu ve yakdir inne fî zâlike le âyâtin li kavmin yuminûn
e ve lem yerev | : bakıp ta görmezler mi, ben, |
enne Allah | : ben, muhakkak, Allah |
Yebsutu el rızka | : genişletir, yayar, rızık, faydalanma, sıfat, nimet, |
Li men yeşau | : isteyen kimselere, için |
ve yakdiru | : takdir, ölçü, kudretiyle vareden |
İnne fi zalike le ayetin | : muhakkak, işte bunda, elbette, delil, işaret, ayet |
Li kavmin | : kimseler, insanlar, kavimler için, |
yuminûne | : inanan, iman eden |
37- Bakıp ta görmezler mi? Bütün kâinatı sıfatlarıyla yayıp döşeyen muhakkak ki Allah’tır. İsteyen kimseler için hakikatlere ulaşmak ve onun var oluştaki takdir sahibi olduğunu anlamak vardır. Muhakkak işte bunların içinde inanan kimseler için ayetler vardır.
-38-
فَآتِ ذَا الْقُرْبَى حَقَّهُ وَالْمِسْكِينَ وَابْنَ السَّبِيلِ ذَلِكَ خَيْرٌ لِّلَّذِينَ يُرِيدُونَ وَجْهَ اللَّهِ وَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
Fe âti zel kurbâ hakkahu vel miskîne vebnes sebîl zâlike hayrun lillezîne yurîdûne vechallâhi ve ulâike humul muflihûn
Fe ati | : öyleyse, verin, sunun, bildirin, |
za el kurba | : sahip, yakınlık, yakın olan, |
hakk hu | : hak, o, onun hakkı, |
ve el miskîne | : miskinler, yoksul, aciz, çaresiz, |
vebne sebil | : hakkın yolunda olan, yol alanlara, |
Zâlike hayrun | : işte bunlar, daha hayırlı, iyilik |
Li ellezine yuridun | : kimseler için, isteyen |
veche Allah | : yüz, tanımak, hakikatler, görmek, Allah |
ve ulâike hum | : işte onlar, onlardır, |
el muhlifun | : felaha eren, kurtulan, başarılı olan, |
38- Bundan sonra hakikatleri anlama yolunda olanlara ve hakikatleri anlamada bir çaresizlik içinde kalanlara ve yakınlığa sahip olmak isteyenlere haklarını verin. İşte bunlar Allah’ı tanımak isteyen kimseler için daha hayırlıdır. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.
-39-
وَمَا آتَيْتُم مِّن رِّبًا لِّيَرْبُوَ فِي أَمْوَالِ النَّاسِ فَلَا يَرْبُو عِندَ اللَّهِ وَمَا آتَيْتُم مِّن زَكَاةٍ تُرِيدُونَ وَجْهَ اللَّهِ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُضْعِفُونَ
Ve mâ âteytum min riben li yerbuve fî emvâlin nâsi fe lâ yerbû indallâh ve mâ âteytum min zekâtin turîdûne vechallâhi fe ulâike humul mudıfûn
ve mâ ateytum | : değil, şey, verdiğiniz şey, rüşvet verip, |
min riben | : şahsi menfaat peşinde olmak, riba, artmak, |
li yerbuve | : artsın diye, daha fazla, |
fi emval el nas | : içinde, mal, mülk, varlığı, insanlar |
Fe la yerbu | : artık, yok, artmak, artmaz, |
inde Allah | : katında, Allah’a ait |
ve mâ ateytum | : şey, ne, değil, verdiğiniz, sunduğunuz, |
min zekat | : zekat, temizlenmek, bereketli, bilgi vermek, |
Turidune | : isteyen, istediğiniz, |
veche allah | : vechi, yüzü, gerçeği, tanımak, bilmek, |
Fe ulaike hum | : böylece, işte onlar, |
el mudifun | : arttırılan, kat kat artan, korunma, |
39- İnsanlar mal mülk peşinde koşup, mallarının daha fazla artması için, bir şey verip şahsi menfaat peşinde koşuyorsa, o zaman Allah’a ait olan hakikatler ile ilgili bilgilerinde bir artış olmaz. Allah’ı tanımak isteyenler, bir temizlenme içinde olup kendilerindeki paylaşanlar ise, işte onların irfaniyetleri kat kat artar.
-40-
اللَّهُ الَّذِي خَلَقَكُمْ ثُمَّ رَزَقَكُمْ ثُمَّ يُمِيتُكُمْ ثُمَّ يُحْيِيكُمْ هَلْ مِن شُرَكَائِكُم مَّن يَفْعَلُ مِن ذَلِكُم مِّن شَيْءٍ سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى عَمَّا يُشْرِكُونَ
Allâhullezî halakakum summe rezekakum summe yumîtukum summe yuhyîkum hel min şurekâikum men yefalu min zâlikum min şey subhânehu ve teâlâ ammâ yuşrikûn
Allah ellezi halaka kum | : Allah O ki, sizi halk eden, yaratan |
Sonra rezeka-kum | : size rızık verdi, nimetlendiren, sıfatlandıran |
Summe yumitu kum | : sonra, ölümü sunan, sınırlandıran, limit, siz |
Summe yuhyi kum | : sonra, diri olan, hay olan, |
Hel min şurekaikum | : var mı, sizin ortaklarınızdan, ortak koştuklarınız |
Men yefalu | : kim, yapan, işleyen, |
min zalikum minşey | : işte bunlardan bir şeyi |
subhâne-hu | : noksan sıfatlardan münezzeh, |
ve teâlâ | : yücedir, zatı ve sıfatlarıyla yüce |
amma yeşrikune | : ortak koştuğunuz şeyler, |
40- Allah O dur ki; sizi halkeden, sonra sizi sıfatlandıran, sonra sizi sınırlayan, sonra sizi her an diri tutandır. Sizin ortak koştuklarınızdan bunlardan bir şeyi yapan var mı? O noksan sıfatlardan münezzehtir ve O ortak koştuklarınızdan yücedir.
-41-
ظَهَرَ الْفَسَادُ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ بِمَا كَسَبَتْ أَيْدِي النَّاسِ لِيُذِيقَهُم بَعْضَ الَّذِي عَمِلُوا لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ
Zaharel fesâdu fîl berri vel bahri bimâ kesebet eydin nâsi li yuzîkahum ba’dallezî amilû leallehum yerciûn
Zahare | : zahir, ortaya çıktı, ortaya çıkardılar, göründü, |
el fesad | : fesat, bozukluk, karışıklık, arabozucu, ikilik, |
Fi el berr | : kara, doğruluk, dürüstlük, |
ve el bahri | : deniz, her yerde, bütün dünyada |
Bimâ kesebet eydi | : sebebiyle, yaptıkları, çıkarları, kazanma, eller, |
el nas | : insanlar |
li yuzikhum | : için, tat, o hal, zevk sefa, |
bade ellezi amil | : bir kısmı, amel, çalışma, çalışanlardan, |
lealle hum | : umulur ki, onlar, |
yerciun | : rucu, dönmek, hatasından dönmek, gerçeğe dönmek |
41- İnsanlar kendi çıkarları için, karada, denizde ve her yerde bozgunculuk ortaya çıkardılar. Onlar zevki sefa yapmak için çalışanlardan oldular. Umulur ki onlar o hallerinden dönüp hakikatleri anlarlar.
-42-
قُلْ سِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَانظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذِينَ مِن قَبْلُ كَانَ أَكْثَرُهُم مُّشْرِكِينَ
Kul sîrû fîl ardı fenzurû keyfe kâne âkıbetullezîne min kabl kâne ekseruhum muşrikîn
Kul sıru | : anlat, de ki, dolaşın, gezin görün, |
fi el ardı | : yeryüzünde |
fe unzur keyfe kane | : öyleyse bakın, görün, nasıl oldu |
Akıbet ellezine min kablu | : akıbet, sonları, onlardan önceki kimseler |
Kane ekseru-hum | : oldu, onların çoğu, |
müşrikin | : şirk koşan, kendine varlık isnat eden, ortak koşan |
42- De ki: Yeryüzünü dolaşın, böylece onlardan öncekilerin akıbetleri nasıl oldu bakıp görün. Onların çoğu da ortak koşanlardan oldular.
-43-
فَأَقِمْ وَجْهَكَ لِلدِّينِ الْقَيِّمِ مِن قَبْلِ أَن يَأْتِيَ يَوْمٌ لَّا مَرَدَّ لَهُ مِنَ اللَّهِ يَوْمَئِذٍ يَصَّدَّعُونَ
Fe ekim vecheke lid dînil kayyimi min kabli en yetiye yevmun lâ meredde lehu minallâhi yevmeizin yassaddeûn
Fe ekim | : artık, ikame et, hep o halde durmak, çevir, |
veche ke | : yüz, yönünü, idrakini, |
Li el din | : dine, varlığın yaratılış yasaları, var oluş hükümleri |
el kayyimi | : varlığı diri tutup sürüp giden, dosdoğru olan, başlangıç, |
min kabli en yetiye | : önceden, gelmesi, |
Yevmun la meredde | : vakit, gün, yok reddedilmez, geri çevrilemeyen ölüm |
Lehu min allah | : onun için, ona, ondan yana, Allah’tan, |
yevme izin | : o vakit, her zaman, her an yetkili olan, ruhsat sahibi, |
yassaddeun | : çatlamak, ayrılmak, bölünmek, |
43- Bundan sonra yüzünü; varlığın yaratılış yasalarına, varlığı diri tutup sürüp giden o hakikate çevir. Gelecek olan, geri çevrilmesi olmayan o ölüm vaktine kadar hakikatleri anlamaya çalış. O vakit geldiğinde Allah’tan yana ayrılacaksınız.
-44-
مَن كَفَرَ فَعَلَيْهِ كُفْرُهُ وَمَنْ عَمِلَ صَالِحًا فَلِأَنفُسِهِمْ يَمْهَدُونَ
Men kefere fe aleyhi kufruh ve men amile sâlihan fe li enfusihim yemhedûn
Men kefere | : kim, örtü, hakikatleri görmemezlikten geldi, |
fe aleyhi | : öyleyse, kendindeki tecelliler, |
kufr hu | : örttü, görmemezlikten geldi, hu, o, hak, |
ve men amilen salihan | : kim, dosdoğru hakk yolunda çalışan, iyi insan |
Fe li enfusi-him | : böylece, kendi için, nefsleri, için, |
yemheddune | : hazırlık yapan, hazırlanmış, |
44- Kim hakikatleri görmemezlikten gelip örterse, böylece o kendindeki hakkın tecellilerini görmemezlikten gelip örtmüş olur. Kim dosdoğru hakk yolunda çalışırsa, böylece onlar kendi huzuru için hazırlanmış olur.
-45-
لِيَجْزِيَ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ مِن فَضْلِهِ إِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْكَافِرِينَ
Li yecziyellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti min fadlih innehu lâ yuhıbbul kâfirîn
Li yecziye | : mükâfat, karşılık olarak, |
ellezine amenu | : iman eden kimseler |
ve amilû es sâlihâti | : dosdoğru hakk yolunda çalışanlar, iyi insan, |
Min fadli hi | : fazlından, erdemlilik, bilgelik, fazilet, alçak gönüllü, o |
İnne hu la yuhıbbu | : şüphesiz, o, yok, sevgi, sevgisizlik içinde, |
el kafirin | : hakikatleri örtenler, görmemezlikten gelenler |
45- İman edenler ve dosdoğru hakk yolunda çalışanlar, karşılık olarak hakikatleri anlamanın erdemliliğine ulaşırlar. Şüphesiz o hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerde ise sevgi yoktur.
-46-
وَمِنْ آيَاتِهِ أَن يُرْسِلَ الرِّيَاحَ مُبَشِّرَاتٍ وَلِيُذِيقَكُم مِّن رَّحْمَتِهِ وَلِتَجْرِيَ الْفُلْكُ بِأَمْرِهِ وَلِتَبْتَغُوا مِن فَضْلِهِ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
Ve min âyâtihî en yursiler riyâha mubeşşirâtin ve li yuzîkakum min rahmetihî ve li tecriyel fulku bi emrihî ve li tebtegû min fadlihî ve leallekum teşkurûn
ve min ayati-hi | : onun ayetlerinden, işaretleri, delilleri, |
en yursile | : gönderilme, sunulma, irsal, açığa çıkarılma, |
El riyaha | : rüzgâr, esip giden, |
mubeşşiratin | : müjdeleyiciler olarak, sevindirici, sevdirmek |
Ve li yuzik kum | : tat, zevk, his, siz, |
min rahmet hi | : onun rahmetinden |
ve li terciye | : akması, sürüp gider, |
el fulku | : sonsuzluk, |
bi emrihi | : onun işleyişi, hükümleri, yasaları, |
Ve min li tebtegu | : aramak, istemek, talep etmek, arzu etmek, |
min fadlihi | : fazlından, lütufları, nitelik, incelikleri, erdemlilik, |
ve lealle kum | : umulur siz, |
teşkurune | : nimetlerin sahibini bilip teslim edersiniz, teşekkür |
46- Bir rüzgâr gibi doğruların haber verilişi ve O’nun rahmetiyle sizin hissetmeniz ve O’nun işleyişinin bir sonsuzluk içinde sürüp gitmesi ve O’nun lütuflarını talep etmeniz, O’nun ayetlerindendir. Umulur ki siz varlığınızın sahibini bilip teslim edersiniz.
-47-
وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا مِن قَبْلِكَ رُسُلًا إِلَى قَوْمِهِمْ فَجَاؤُوهُم بِالْبَيِّنَاتِ فَانتَقَمْنَا مِنَ الَّذِينَ أَجْرَمُوا وَكَانَ حَقًّا عَلَيْنَا نَصْرُ الْمُؤْمِنِينَ
Ve lekad erselnâ min kablike rusulen ilâ kavmihim fe câûhum bil beyyinâti fentekamnâ minellezîne ecramû ve kâne hakkan aleynâ nasrul muminîn
ve lekad ersel na | : Doğrusu, gönderdik, açığa çıktı, biz, hakikatimiz |
min kablike | : senden önce de, |
Resulen | : resuller, hakikati gösterenler, açığa çıkaranlar |
ila kavmi him | : kavimin içinden, onların, kendilerinin |
Fe cau-hum | : böylece, sunuldu, geldi, verildi, onlar |
bi el beyyinat | : apaçık açıklamalar, hakikatlerin açıklanması |
fe intekam na | : böylece, nimetlerimizi anlamaktan mahrum kalan |
min ellezi ecramu | : fenalarda kalanlar, suçlular, günahkârlar |
ve kane hakkan elayna | : oldu, hak, hakikat, bizim |
Nasru el muminîne | : yardım, fayda, müminler, |
47- Doğrusu senden önce de kendi kavimlerinin içinden hakikatlerimizi anlatan Resuller açığa çıktı. Böylece onlar, onlara hakikatleri apaçık açıklayıp sundular. Fakat fenalarda kalan kimseler, nimetlerimizi anlamaktan mahrum kaldılar. Bizim hakikatlerimizden yardım bulanlar ise müminlerden oldular.
-48-
اللَّهُ الَّذِي يُرْسِلُ الرِّيَاحَ فَتُثِيرُ سَحَابًا فَيَبْسُطُهُ فِي السَّمَاء كَيْفَ يَشَاء وَيَجْعَلُهُ كِسَفًا فَتَرَى الْوَدْقَ يَخْرُجُ مِنْ خِلَالِهِ فَإِذَا أَصَابَ بِهِ مَن يَشَاء مِنْ عِبَادِهِ إِذَا هُمْ يَسْتَبْشِرُونَ
Allâhullezî yursilur riyâha fe tusîru sehâben fe yebsutuhu fîs semâi keyfe yeşâu ve yecaluhu kisefen fe terel vedka yahrucu min hılâlih fe izâ esâbe bihî men yeşâu min ibâdihî izâ hum yestebşirûn
Allah ellezi yursile | : Allah, gönderen, ilmiyle açığa çıkaran, |
el riyah | : rüzgâr, esip giden, |
Fe tusiru sehâben | : sonra, hareket, yükselten, bulutlar |
Fe yebsutu-hu | : böylece, onu yayar, dağıtır, |
fi el semai | : gökyüzünde |
keyfe yeşau | : nasıl, yapısının durumu, isterse, |
ve yecalu-hu kisefen | : onu kılar, yapar, yoğun, kısım kısım |
Fe tera el vedka | : sonra, görürsün, yağmur |
Yahrucu min hılâli-hî | : çıkar, gelişi, onun arasından, ondan, ay, |
Fe iza esabe bihi | : böylece, vurmak, etki, isabet etme, ona |
Men yeşau | : kim, kimse, ister, isteyen, |
min ibâdi-hî | : kim, ister, onun kullarından |
İz hum yestebşirûne | : onlar olduğunda, sevinirler |
48- Rüzgârın açığa çıkması, sonra bulutların hareketlenip yükselmesi, sonra da onun gökyüzünde yayılması ve onun yapısının durumuna göre yoğunluk içinde olması, hep Allah’ın ilmiyledir. Sonra ondan yağmurun gelişini, sonra da o yağmurun etkisini ve onu isteyen kulların onunla sevinmelerini görürsün.
-49-
وَإِن كَانُوا مِن قَبْلِ أَن يُنَزَّلَ عَلَيْهِم مِّن قَبْلِهِ لَمُبْلِسِينَ
Ve in kânû min kabli en yunezzele aleyhim min kablihî le mublisîn
ve in kanu min kabli | : eğer, oysa, oldu, önceden, |
en yunezzele aleyhim | : indirilmesi, sunulması, onlara |
Min kablihi le mublisine | : ondan önce, elbette, ümitsizlik içinde olan |
49- Oysa onlar yağmur yağmadan önce bir ümitsizlik içindeydiler.
-50-
فَانظُرْ إِلَى آثَارِ رَحْمَتِ اللَّهِ كَيْفَ يُحْيِي الْأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا إِنَّ ذَلِكَ لَمُحْيِي الْمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Fenzur ilâ âsâri rahmetillâhi keyfe yuhyil arda bade mevtihâ inne zâlike le muhyîl mevtâ ve huve alâ kulli şeyin kadîr
fe unzur | : artık, bak gör, anla, |
ila eser | : eserler, varlık, tüm varlık, |
rahmet Allah | : rahmet, Allah |
Keyfe yuhyi | : nasıl, hayat, dirilik, |
el ard | : yeryüzü, toprak, |
bade mevt ha | : sonra, ardından, nutfeler, tohum, o |
İnne zalike | : muhakkak, işte bu, |
le muhyi | : hayat verendir, diri, dirilten, |
el mevt | : nutfe, sınırlayan, ölüm, idraksizlik, |
ve huve ala kull şeyin | : o, bütün her şeydeki |
kadir | : kudret, güç, |
50- Artık tüm varlığın Allah’ın rahmeti olduğunu, yeryüzünün nasıl hayat bulduğunu, sonra oradan nasıl nutfeler olduğunu gör anla. Muhakkak ki işte O, nutfelerden hayat verendir ve O bütün her şeydeki kudrettir.
-51-
وَلَئِنْ أَرْسَلْنَا رِيحًا فَرَأَوْهُ مُصْفَرًّا لَّظَلُّوا مِن بَعْدِهِ يَكْفُرُونَ
Ve le in erselnâ rîhan fe raevhu musfarran le zallû min badihî yekfurûn
Ve le in ersel na | : mutlaka, eğer, nasıl, gönderdik, açığa çıkardık, |
rihan | : rüzgâr |
Fe raev hu | : sonra, böylece, gör anla, bak, görürsün, |
musfarren | : sararmış solmuş |
Le zallu | : elbette, meyleden, yönelen, devam ederler. |
min badi hi | : sonra, ardından, o halde olanlar, |
yekferun | : hakikatleri örterler, kabul etmeyen |
51- Rüzgârları nasıl açığa çıkardığımızı, sonra da ekinlerin nasıl sararıp solduğunu gör anla. Elbette bunlardaki hakikatleri görmemezlikten gelenler, kendi cehalet hallerine yönelirler.
-52-
فَإِنَّكَ لَا تُسْمِعُ الْمَوْتَى وَلَا تُسْمِعُ الصُّمَّ الدُّعَاء إِذَا وَلَّوْا مُدْبِرِينَ
Fe inneke lâ tusmiul mevtâ ve lâ tusmius summed duâe izâ vellev mudbirîn
Fe inne ke | : o zaman, muhakkak, sen, |
la tusmiu | : yok, işitme, duyuramazsın, |
el mevt | : nutfe, ölü, idraksiz, verimsiz, |
ve la tusmiu | : yok, duyurmak, işittiremezsin, |
El summe | : sağırlar, duyamayan, |
el duae | : davet, çağrı, |
izâ velev mudbirine | : döndükleri zaman, arkaları, cehalet bilişleri |
52- Muhakkak ki sen; bir idraksizlik içinde olanlara hakikatleri duyuramazsın ve geçmiş cehalet bilişlerinde kalanlara, daveti duysalar da hakikatleri işittiremezsin.
-53-
وَمَا أَنتَ بِهَادِي الْعُمْيِ عَن ضَلَالَتِهِمْ إِن تُسْمِعُ إِلَّا مَن يُؤْمِنُ بِآيَاتِنَا فَهُم مُّسْلِمُونَ
Ve mâ ente bi hâdil umyi an dalâletihim in tusmiu illâ men yu’minu bi âyâtinâ fe hum muslimûn
ve mâ ente | : sen değilsin, olamazsın, |
bi hadi | : ulaştıracak, yol gösterecek, anlatacak, rehber, |
el amay | : kör, hakikat körü, |
an dalaleti-him | : dalalet, sapan, cehaleti hakikat sanan, onlar |
İn tusmiu | : eğer, ancak, duyurabilirsin, |
illa men | : ancak, sadece o kimse |
Yuminu bi ayati-na | : inanan, iman eden, ayetlerimize, işaretlerimize |
Fe hum muslimûne | : böylece, işte, onlar, barış huzur üzere olan |
53- Kendi cehalet bilişlerini hakikat sanıp, hakikatlere kör olanlara hakikatleri anlatamazsın. Ancak ayetlerimize inanan kimselere duyurabilirsin. İşte onlar tüm varlığıyla teslim olup, barış ve huzur üzere olanlardır.
-54-
اللَّهُ الَّذِي خَلَقَكُم مِّن ضَعْفٍ ثُمَّ جَعَلَ مِن بَعْدِ ضَعْفٍ قُوَّةً ثُمَّ جَعَلَ مِن بَعْدِ قُوَّةٍ ضَعْفًا وَشَيْبَةً يَخْلُقُ مَا يَشَاء وَهُوَ الْعَلِيمُ الْقَدِيرُ
Allâhullezî halakakum min dafin summe ceale min badi dafin kuvveten summe ceale min badi kuvvetin dafen ve şeybeh yahluku mâ yeşâu ve huvel alîmul kadîr
Allâhu ellezi | : Allah, ki o dur |
halaka kum | : sizi halk eden, yaratan |
min dafin | : güçsüz, zayıf bir halde, |
summe ceale | : sonra yaptı, kıldı, |
min badi dafin kuvvet | : sonra zayıf, güçsüz, iken kuvvetli |
Summe ceale min badi | : sonra, yaptı, o halde, sonradan |
Kuvvetin dafen | : kuvvet iken, güçsüz, zayıf |
ve şeybet yahluk | : yaşlılık, yaratır, verir, o hale gelme, |
ma yeşau | : istemese de |
ve huve el alimi | : o, ilmiyle vareden, ilmin sahibi, |
el kadir | : kudret, güç, bütün her şeydeki |
54- Allah O’dur ki; sizi güçsüz zayıf bir halde yaratandır, sonra güçsüz iken kuvvetli olursunuz, sonra kuvvetli iken yine güçsüz bir hale düşersiniz ve istemeseniz de yaşlı bir hâle gelirsiniz. O ilmiyle varedendir, bütün her şeydeki kudrettir.
-55-
وَيَوْمَ تَقُومُ السَّاعَةُ يُقْسِمُ الْمُجْرِمُونَ مَا لَبِثُوا غَيْرَ سَاعَةٍ كَذَلِكَ كَانُوا يُؤْفَكُونَ
Ve yevme tekûmus sâatu yuksimul mucrimûne mâ lebisû gayra sâah kezâlike kânû yufekûn
ve yevme tekumu | : gün, vakit, zaman, olur, |
el saat | : saat, gelip geçen süre |
Yuksimu | : kasem, söz, yemin eder, |
el mucrimin | : fenalarda kalanlar, günahkârlar, hatada olanlar |
ma lebisu gayra saat | : kalmadılar, başka, dışında, zaman, zaman kalmadı |
Kezâlike kanu | : işte böylece, oldular, |
yufekune | : kendini aldatanlar, dönenlerden, döndürülüyor, |
55- Fenalarda kalanlar; gelip geçen zamanları olduğu halde, zamanlarının yetmediğine dair yemin ederler. İşte böylece onlar kendilerini aldatırlar.
-56-
وَقَالَ الَّذِينَ أُوتُوا الْعِلْمَ وَالْإِيمَانَ لَقَدْ لَبِثْتُمْ فِي كِتَابِ اللَّهِ إِلَى يَوْمِ الْبَعْثِ فَهَذَا يَوْمُ الْبَعْثِ وَلَكِنَّكُمْ كُنتُمْ لَا تَعْلَمُونَ
Ve kâlellezîne ûtûl ilme vel îmâne lekad lebistum fî kitâbillâhi ilâ yevmil basi fe hâzâ yevmul basi ve lâkinnekum kuntum lâ talemûn
ve kale ellezine utu | : dedi, o kimseler, verilen, sunulan, ulaşan, |
El alim | : ilim, bilenler, ilmin sahibi, |
ve el imane | : iman, inanan |
Lekad lebistum | : andolsun, doğrusu, sunuldu, kaldınız, arandı, siz |
Fi kitab Allah | : kitap, varlık kitabı, Allah, |
ila yevm el bas | : ancak, gün, vakit, dirilme, ortaya çıkma |
fe hâzâ yevmu | : işte bu, gün, her an, |
el beasi | : diriliş, ortaya çıkış, tecelli etme, filizlenme |
ve lâkinne-kum | : lakin siz, fakat siz |
Kuntum la talemun | : siz oldunuz, hakikatleri bilmeyen |
56- İlmin sahibinden sunulan hakikatleri anlayan ve iman eden kimseler onlara şöyle derler: Doğrusu size sunulan, tüm varlık kitabında her an ortaya çıkan Allah’ın hakikatleridir. İşte her an hakikatler ortaya çıkmaktadır. Fakat sizler hakikatleri bilemiyorsunuz.
-57-
فَيَوْمَئِذٍ لَّا يَنفَعُ الَّذِينَ ظَلَمُوا مَعْذِرَتُهُمْ وَلَا هُمْ يُسْتَعْتَبُونَ
Fe yevmeizin lâ yenfeullezîne zalemû maziratuhum ve lâ hum yustatebûn
Fe yevme izin | : artık, gün, an, her zaman, yetkili, ruhsat, |
la yenfeu | : yok, fayda, yarar, faydasız, |
Ellezîne zalemu | : onlar, zulüm edenler, zalim kimseler, |
maziret hum | : mazeret, bahane, suç işleme, özür, onlar |
ve la hum yustatebune | : yok, onlar, telafi, izin |
57- Artık, her an her yerde yetkili olanı anlayamayan zalim kimselerin mazeretlerinin onlara bir faydası yoktur ve onlara telafi etmek de yoktur.
-58-
وَلَقَدْ ضَرَبْنَا لِلنَّاسِ فِي هَذَا الْقُرْآنِ مِن كُلِّ مَثَلٍ وَلَئِن جِئْتَهُم بِآيَةٍ لَيَقُولَنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا إِنْ أَنتُمْ إِلَّا مُبْطِلُونَ
Ve lekad darebnâ lin nâsi fî hâzel kurâni min kulli mesel ve le in citehum bi âyetin le yekûlennellezîne keferû in entum illâ mubtılûn
ve lekad darebna | : andolsun, vurguladık, çarpıcı, örnek, |
li el nas | : insanlara, insanlar için, |
Fi haza | : bunun içinde, bunda, |
el kurani | : Kuran, okunan şey, kâinat kitabı, |
min kulli meselin | : bütün, her şey, mesele, durum, benzer, adet, yol, örnek |
ve le in cite hum | : elbette, eğer, getirmek, sunmak, onlar, |
bi ayetin | : ayetler, deliller, |
Le yekule | : yinede, mutlaka derler |
enne ellezîne keferu | : hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler |
İn entum illa mubtılun | : siz ancak, sadece, boş şeyler, batılla uğraşıyorsunuz |
58- Doğrusu bu kâinat Kur’ân’ının içinde bütün durumları insanlara vurguladık. Şüphesiz hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlere, eğer hakikatleri delilleriyle sunsan, yine de derler ki: Siz ancak boş şeylerle uğraşıyorsunuz.
-59-
كَذَلِكَ يَطْبَعُ اللَّهُ عَلَى قُلُوبِ الَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ
Kezâlike yatbaullâhu alâ kulûbillezîne lâ yalemûn
Kezalike | : işte böylece, işte |
yatbau Allah | : kapanır, mühürler, baskı, kapatmış, Allah |
Ala kulubi | : karşı, kalblerini, idrakleri, |
ellezi | : o kimseler, zalim kimseler |
la yalemun | : yok, hakikatleri bilmeyenler, |
59- İşte zalim kimseler, kalblerini Allah’ı anlamaya kapattıklarından dolayı hakikatleri bilemezler.
-60-
فَاصْبِرْ إِنَّ وَعْدَ اللَّهِ حَقٌّ وَلَا يَسْتَخِفَّنَّكَ الَّذِينَ لَا يُوقِنُونَ
Fâsbir inne vadallâhi hakkun ve lâ yestahıffennekellezîne lâ yûkınûn
fe isbir | : öyleyse, artık sabret, bekle, |
inne vade | : muhakkak, söz, vaad, işi düzenleyen, açığa çıkıp duran, olan |
Allah hakk | : Allah, hak, hakikat, gerçek, |
ve la yestehıffenneke | : yok, gevşeklik, olmayın, ilgisiz, kayıtsız |
Ellezine la yukınune | : yakınlığı anlamayanlar, hakikati anlamaktan uzak duran |
60- Bundan sonra sabırlı ol. Muhakkak ki açığa çıkan tüm varlık Allah’ın hakikatlerini gösterir. Sakın hakikatleri anlama konusunda, hakikatleri anlamaktan uzak duranlar gibi ilgisiz olmayın.