SÂD SÛRESİ
-1-
ص وَالْقُرْآنِ ذِي الذِّكْرِ
Sâd vel kurâni zîz zikr
Sâd | : yüz, tecelli eden, göstermek, yarıp açığa çıkarmak |
ve el kuran | : kuran, kâinat kitabı, okunan şey, |
zi el zikr | : sahip, zikrin sahibi, anlamak, anmak |
1- Yarıp açığa çıkarana. Zikrin sahibi, tüm kâinat kitabından kendini gösterir.
-2-
بَلِ الَّذِينَ كَفَرُوا فِي عِزَّةٍ وَشِقَاقٍ
Belillezîne keferû fî ızzetin ve şikâk
Bel ellezine keferu | : lâkin, hayır, kimseler, hakikatleri görmemezlikten gelen |
Fi izzetin | : büyüklük içinde, kendini yüce görme, |
ve şikâkın | : ayrılık, düşmanlık, ikilik, kendini haktan ayrı sanan, |
2- Lâkin büyüklük içinde kalanlar hakikatleri görmemezlikten gelirler ve kendilerini Hakk’tan ayrı sanırlar.
-3-
كَمْ أَهْلَكْنَا مِن قَبْلِهِم مِّن قَرْنٍ فَنَادَوْا وَلَاتَ حِينَ مَنَاصٍ
Kem ehleknâ min kablihim min karnin fe nâdev ve lâte hîne menâs
Kem ehlek na | : nice, nasıl, yok oldu, helak, biz |
Min kablihim min karnin | : onlardan önceki, nesiller, asır, |
Fe nadev | : böylece, çağrı, seslenme, nida, |
ve late hin menas | : lat, putları, ne zaman, sığınmak, kaçış, |
3- Onlardan önceki nice nesillerde Bizi anlayamayıp yok olup gittiler. Ne zaman hakikatlere çağrı yapılsa, hemen kendi taptıklarına sığındılar.
-4-
وَعَجِبُوا أَن جَاءهُم مُّنذِرٌ مِّنْهُمْ وَقَالَ الْكَافِرُونَ هَذَا سَاحِرٌ كَذَّابٌ
Ve acibû en câehum munzirun minhum ve kâlel kâfirûne hâzâ sâhırun kezzâb
ve acibû | : acayip, şaşırmak, ilginç, hayret etmek, |
en cae hum | : geldiğinde, onlar, |
Munzirun min kum | : bir uyarıcı, hakikatlere çağıran, uyaran, onlardan, siz |
ve kâle el kafirune | : dedi, hakikati görmemezlikten gelip örtenler |
Haza sahirun kezzab | : bu maskara, etkili, aldatıcı, tesirli, yalan söyleyen |
4- Kendilerinden onlara hakikatlere çağrı yapan biri geldiğinde şaşırdılar ve hakikatleri görmemezlikten gelip: Bu yalanlarıyla aldatandır, dediler.
-5-
أَجَعَلَ الْآلِهَةَ إِلَهًا وَاحِدًا إِنَّ هَذَا لَشَيْءٌ عُجَابٌ
E cealel âlihete ilâhen vâhıdâ inne hâzâ le şeyun ucâb
E celae el ilahet | : kıldı, yaptı, ilahlar, |
ilahe vahid | : bir ilah, tek ilah, |
İnne haza | : doğrusu bu, |
le şeyun acibe | : elbette, şey, şaşılacak, acayip |
5- İlahları bir ilah mı yapmış? Doğrusu bu şaşılacak bir şeydir, dediler.
-6-
وَانطَلَقَ الْمَلَأُ مِنْهُمْ أَنِ امْشُوا وَاصْبِرُوا عَلَى آلِهَتِكُمْ إِنَّ هَذَا لَشَيْءٌ يُرَادُ
Ventalekal meleu minhum enimşû vasbirû alâ âlihetikum inne hâzâ le şeyun yurâd
ve intaleka | : ayrıldılar, kalkıp gittiler, dinlemekten kaçtılar, |
el meleu minhum | : ileri gelenler, din adamları, onlardan |
En emşû | : yürüyün, ayrılın, sizde kalkın, |
ve sabır ala alihetkum | : sabır, ilahlarımıza karşı, siz |
İnne haza | : muhakkak, bu, elbette, |
le şeyun yuradu | : şey, istek, irade, istenilen şey, |
6- Onların ileri gelenleri hakikatleri dinlemekten kaçtılar ve diğerlerine: Siz de ayrılın ve ilahlarımıza karşı sabırlı olun, elbette sizden istenilen şey budur, dediler.
-7-
مَا سَمِعْنَا بِهَذَا فِي الْمِلَّةِ الْآخِرَةِ إِنْ هَذَا إِلَّا اخْتِلَاقٌ
Mâ semi’nâ bi hâzâ fîl milletil âhıreh in hâzâ illâhtilâk
mâ seminâ bi haza | : değil, şey, işitmedik, bunu, |
fi el millet | : millet, topluluk, kimseler, bir düzende olan, |
el ahreti in haza | : son, sonradan, eğer, bu, |
illa ihtilakun | : ancak, bir uydurma, yalanı huy ve tabiat edinme, |
7- Biz birlikte yaşadığımız topluluklardan böyle bir şey işitmedik, bu ancak sonradan uydurulandan başka bir şey değildir, dediler.
-8-
أَأُنزِلَ عَلَيْهِ الذِّكْرُ مِن بَيْنِنَا بَلْ هُمْ فِي شَكٍّ مِّن ذِكْرِي بَلْ لَمَّا يَذُوقُوا عَذَابِ
E unzile aleyhiz zikru min beyninâ bel hum fî şekkin min zikrî bel lemmâ yezûkû azâb
e unzile aleyhi | : indirildi, sunuldu mu, verildi, ona |
el zikr | : zikr, anmak, anlatmak |
min beyni-nâ | : bizim aramızdan |
Bel hum fi şekkin | : bilakis, hayır, onlar, bir şüphe içinde, |
min zirk | : zikrimden, anlamak, anlatmak, anmak, |
Bel lemmâ yezûkû | : bilakis, olduğunda, tatmak, zevk, hissetmek, |
azabi | : sıkıntı, dert |
8- Bizim aramızdan bir şeyler anlatmak ona mı verildi, dediler. Bilakis onlar Bizi anlama konusunda şüphe içinde kaldılar. Bilakis onlar kendi zevklerinde, kendi dertlerinde oldular.
-9-
أَمْ عِندَهُمْ خَزَائِنُ رَحْمَةِ رَبِّكَ الْعَزِيزِ الْوَهَّابِ
Em indehum hazâinu rahmeti rabbikel azîzil vehhâb
Em inde hum | : yoksa, yanında, ona ait, onlar, |
hazain | : değerler, hazine, hakikatler, |
Rahmet rabbike | : rahmet, Rabbin, |
el aziz | : tüm değerlerin yüce sahibi, |
el vehhab | : lütufkâr, ihsan eden, kendindekini sunan, |
9- Yoksa tüm değerlerin yüce sahibi, tüm nitelikleri ihsan eden Rabbinin rahmetini gösteren değerler onlara mı ait?
-10-
أَمْ لَهُم مُّلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا فَلْيَرْتَقُوا فِي الْأَسْبَابِ
Em lehum mulkus semâvâti vel ardı ve mâ beynehumâ felyertekû fîl esbâb
Em lehum mulku el | : yoksa, onlar, mülkün idare edeni, hükümran, |
el semâvâti ve el ard | : semalar, gökler ve yer |
Ve ma beyne-humâ | : onların arasında olan şeyler, onlarda olan şeyler |
Fe li yertekû | : öyleyse, yükselsinler, yücelik, ulaşsınlar, |
fi el esbab | : içinde, sebepler, deliller, vasıta, nedenler, var eden, |
10- Yoksa göklerin ve yerin ve onlarda olan her şeyin hükümranı onlar mı? Öyleyse varoluşa sebep olanın yüce makamına ulaşsınlar.
-11-
جُندٌ مَّا هُنَالِكَ مَهْزُومٌ مِّنَ الْأَحْزَابِ
Cundun mâ hunâlike mehzûmun minel ahzâb
Cundun | : ordu, zafer, güç, kuvvet, tüm varlık, hepsi, |
ma hunalike | : şey, ne, değil, burada, o anlayış, olanların hepsi |
Mehzûmun | : kaybeden, bozguna uğratılmış, |
min el ahzab | : hizip, fırka, gurup, |
11- O anlayışta olanların hepsi, fırkalara bölünüp kaybedenlerden oldular.
-12-
كَذَّبَتْ قَبْلَهُمْ قَوْمُ نُوحٍ وَعَادٌ وَفِرْعَوْنُ ذُو الْأَوْتَادِ
Kezzebet kablehum kavmu nûhın ve âdun ve fir’avnu zul evtâdi.
Kezzebet kable hum | : yalanladı, onlardan öncekilerde |
kavmu nûhın ve adun | : Nuh’un kavmi ve ad |
ve firavnu | : firavun, kibirli olan, |
el evtadi | : kazıklar sahibi, kendi bilişlerine saplanan, büyük |
12- Onlardan önce de, Nuh’un kavmi ve Ad kavmi ve kibirlere saplanıp kalan firavun da hakikatleri yalanladı.
-13-
وَثَمُودُ وَقَوْمُ لُوطٍ وَأَصْحَابُ الأَيْكَةِ أُوْلَئِكَ الْأَحْزَابُ
Ve semûdu ve kavmu lûtın ve ashâbul eykeh ulâikel ahzâb
ve semûdu ve kavmi Lutın | : Semud ve Lût’un kavmi |
ve ashâbu el eyketi | : Eyke halkı |
Ulâike el ahzabu | : işte onlar, bölük bölük oldular, ayrılık, ikilik, hizip, |
13- Semûd ve Lût kavmi ve Eyke halkı, işte onlarda ayrılıklarda kaldılar.
-14-
إِن كُلٌّ إِلَّا كَذَّبَ الرُّسُلَ فَحَقَّ عِقَابِ
İn kullun illâ kezzeber rusule fe hakka ıkâb
in kullun illâ | : hepsi, sadece, ancak, |
kezzeb el resul | : yalanladı, resul, hakikatleri gösteren |
Fe hakka | : böylece, hakikat, gerçek, |
akabe | : zorluk, müşkül, sıkıntı, |
14- Onların hepsi de hakikatleri gösterenleri yalanladılar. Böylece hakikatleri anlayamadıklarından dolayı zorluklarda kaldılar.
-15-
وَمَا يَنظُرُ هَؤُلَاء إِلَّا صَيْحَةً وَاحِدَةً مَّا لَهَا مِن فَوَاقٍ
Ve mâ yanzuru hâulâi illâ sayhaten vâhıdeten mâ lehâ min fevâk
ve mâ yenzuru | : bakıp göremediler, anlayamadılar, |
Haulai illa | : bu, bunlar, onlar, ancak, başka, vardır, |
sayhaten | : sayha, ses, sesleniş, titreşim, kudretli ses, |
vahid | : bir, tek, |
Ma leha | : değil, onun, onlar, onlara olmaz, |
min fevak | : kısa bir zaman, bir an, durmak, bekleme, zafer |
15- Onlar tüm varlıktaki tek ses olan o kudretli sesi anlayamadılar. Onlar hakikatleri anlamak için az bir zaman da olsa beklemediler.
-16-
وَقَالُوا رَبَّنَا عَجِّل لَّنَا قِطَّنَا قَبْلَ يَوْمِ الْحِسَابِ
Ve kâlû rabbenâ accil lenâ kıttanâ kable yevmil hisâb
ve kâlû Rabbena | : dediler, rabbimiz, bizi vücudlandıran, |
acele lena | : acele, derhal, hemen, hep, bize hemen ver |
Kıtana | : pay, benlik, kendine pay çıkaran, nispet, biz |
kable | : önce, öncelikle, hep, |
yevmi | : gün, vakit, zaman, |
el hisâbi | : hesap, düşünce, teslim etmek, ölüm vakti, |
16- Dediler ki: Rabbimiz! Ölüm vakti gelmeden önce, bizim payımız neyse hemen ver.
-17-
اصْبِرْ عَلَى مَا يَقُولُونَ وَاذْكُرْ عَبْدَنَا دَاوُودَ ذَا الْأَيْدِ إِنَّهُ أَوَّابٌ
Isbır alâ mâ yekûlûne vezkur abdenâ dâvûde zel eyd innehû evvâb
Isbır | : sabret, |
ala ma yekulune | : söyledikleri şeylere karşı |
ve zikr | : an, anla, anmak, hatırla, |
abde-nâ davud | : kul, biz, Davut, |
za el eydi | : güç sahibi, destek olan, kudret, |
İnne hu evvabun | : muhakkak, doğrusu, o, Allah, hakikatlere yönelen |
17- Onların söyledikleri şeylere karşı sabırlı ol ve hakikatleri an. Kulumuz Davud; kendindeki ve tüm varlıktaki güç sahibini anlamıştı, o hakikatlere yönelen olmuştu.
-18-
إِنَّا سَخَّرْنَا الْجِبَالَ مَعَهُ يُسَبِّحْنَ بِالْعَشِيِّ وَالْإِشْرَاقِ
İnnâ sahharnel cibâle meahu yusebbıhne bil aşiyyi vel işrâk
İnnâ sahhar na | : biz, yaydık, düzenledik, var ettik, biz, |
el cibal | : dağlar, yücelik, dağlarda yaşar iken |
mea hu | : beraber, birlikte, o, onunla beraber, |
yusebbıhne | : tesbihat, her şey onunla var, hakikatleri anlama içinde, |
bi el aşiyyi | : akşam, kavuşma vakti, teveccüh |
ve el işrak | : güneşin doğuş vakti, kuşluk, sabah |
18- O dağlarda iken her şeyi Bizim var ettiğimizi anladı. Onunla beraber olanlar sabah, akşam hakikatleri anlama içinde oldular.
-19-
وَالطَّيْرَ مَحْشُورَةً كُلٌّ لَّهُ أَوَّابٌ
Vet tayre mahşûreh kullun lehû evvâb
ve el tayre | : kuşlar, ulvilik içinde, uçup giden, kaybolan, yücelik |
Mahşureten kullun | : bütün, toplanmış, bir arada olan, bütün varlığın |
lehu evvabun | : ona yönelen, geri dönen, onda dönüp duran, |
19- Bütün varlığın O’na geri döndüğünü ve O’nun Ulviliğinde kaybolduğunu anladı.
-20-
وَشَدَدْنَا مُلْكَهُ وَآتَيْنَاهُ الْحِكْمَةَ وَفَصْلَ الْخِطَابِ
Ve şedednâ mulkehu ve âteynâhul hikmete ve faslel hıtâb
ve şedednâ | : gücümüz, kudret, vurgu, biz, |
mulke hu | : mülk, varlık, hükümran, sahip, vücut varlığı, o |
ve âteynâ-hu | : verdik, sunduk, o |
el hikmete | : hikmeti, ince düşünce, incelikler |
ve fasle el hıtâbi | : çözme, fark etme, konuşma yeteneği |
20- O sahip olduğu vücudunun Bizim gücümüzle hareket ettiğini anladı ve o sunduğumuz hakikatlerdeki hikmeti anladı ve hakk ile batılı fark etti, hakikatleri konuştu.
-21-
وَهَلْ أَتَاكَ نَبَأُ الْخَصْمِ إِذْ تَسَوَّرُوا الْمِحْرَابَ
Ve hel etâke nebeul hasm iz tesevverûl mihrâb
Ve hel etake | : sana gelmedi mi? Geldi değil mi? |
nebeu el hasmı | : haber, bilgi, davalı davacı, hasım, kavga eden |
İz tesevveru | : üzerine çıkma, |
el mihrâbe | : hususi makam, rabbine yöneldiği yer, çardak, harp |
21- Rabbine yönelmişken, onun bulunduğu makamın üzerine çıkan, o hasımların haberi sana geldi değil mi?
-22-
إِذْ دَخَلُوا عَلَى دَاوُودَ فَفَزِعَ مِنْهُمْ قَالُوا لَا تَخَفْ خَصْمَانِ بَغَى بَعْضُنَا عَلَى بَعْضٍ فَاحْكُم بَيْنَنَا بِالْحَقِّ وَلَا تُشْطِطْ وَاهْدِنَا إِلَى سَوَاء الصِّرَاطِ
İz dehalû alâ dâvûde fe fezia minhum kâlû lâ tehaf, hasmâni begâ ba’dunâ alâ ba’dın fahkum beynenâ bil hakkı ve lâ tuştıt vehdinâ ilâ sevâis sırât
İz dehalu ala Davud | : Davut’un yanına girdikleri zaman |
Fe fezia min-hum | : böylece, birden çekindi, onlardan |
Kâlû la tehaf | : dediler, çekinme, korkma, |
hasmani | : hasımlar, hasım olduk |
Bega | : haddi aştı, saldırdı, kavga etti, |
badunâ alâ badın | : birbirimize |
fe uhkum beynena | : artık hükmet, bizim aramızda, |
bi el hakk | : hak ile |
ve lâ tuştıt | : haksızlık etme, aşırı gitme, |
vehdi na | : bize yol göster, doğruya ulaştır, |
ilâ sevâi es sırâtı | : doğru yol, adil, orta yola |
22- Davud’un yanına geldiklerinde Davud birden onlardan çekindi. Dediler ki: Çekinme! Biz hasım olduk, birbirimize saldırdık, artık sen bizim aramızda hakk ile hükmet ve bize hakikatin yolunu göster, haddi aşma, ancak adil olan yola ilet.
-23-
إِنَّ هَذَا أَخِي لَهُ تِسْعٌ وَتِسْعُونَ نَعْجَةً وَلِيَ نَعْجَةٌ وَاحِدَةٌ فَقَالَ أَكْفِلْنِيهَا وَعَزَّنِي فِي الْخِطَابِ
İnne hâzâ ahî lehu tisun ve tis’ûne na’ceten ve liye na’cetun vâhidetun fe kâle ekfilnîhâ ve azzenî fîl hıtâb
İnne haza ahi | : muhakkak, işte, bu benim kardeşim |
Lehu tisun | : onun, koyun |
ve tisûne necaten | : doksan dokuz, |
ve liye nacetun vahidetun | : benim, bir koyun |
Fe kale ekfilnî hâ | : sonra, dedi ona beni kefil kıl, onu bana ver |
ve azze-nî | : bana üstün geldi, |
fi el hitabi | : konuşarak, konuşma içinde |
23- Onlardan biri dedi ki: İşte bu benim kardeşim. Onun doksan dokuz koyunu var ve benim bir koyunum var. Buna rağmen bana dedi ki: Onu bana ver ve konuşarak bana üstün geldi.
-24-
قَالَ لَقَدْ ظَلَمَكَ بِسُؤَالِ نَعْجَتِكَ إِلَى نِعَاجِهِ وَإِنَّ كَثِيرًا مِّنْ الْخُلَطَاء لَيَبْغِي بَعْضُهُمْ عَلَى بَعْضٍ إِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَقَلِيلٌ مَّا هُمْ وَظَنَّ دَاوُودُ أَنَّمَا فَتَنَّاهُ فَاسْتَغْفَرَ رَبَّهُ وَخَرَّ رَاكِعًا وَأَنَابَ
Kâle lekad zalemeke bi suâli nacetike ilâ niâcih ve inne kesîren minel huletâi le yebgî ba’duhum alâ badın illellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti ve kalîlun mâ hum ve zanne dâvûdu ennemâ fetennâhu festagfere rabbehu ve harre râkian ve enâb
Kale lekad zalemeke | : dedi, doğrusu, zalimlerden olmuşsun |
bi suâli naceti ke | : söyledi ki, senin koyunun, |
ila niacihi | : sadece, ancak, onun koyunlarına, |
ve inne kesir | : gerçekten, çok, çoğu insan, |
min el huletai | : ortaklar, karıştırma, kendinin olsun |
Le yebgi | : haksızlık eder, |
baduhum alâ badın | : birbirlerine |
illâ ellezîne amenu | : o kimseler hariç, iman eden |
ve amilûs sâlihâti | : salih amel, iyi çalışmalar, |
ve kalîlun ma hum | : biraz, az, onlar değildi |
ve zanne Davud | : zan, düşünmek, Davud, |
ennema fetennâ hu | : muhakkak, imtihan, sınama, biz, o, kendisi, |
Fe istagfere | : böylece, bağışlanma istedi, arınmak, |
rabbe-hu | : Rabbinden, onu vücudlandıran, |
ve harre | : secde, tüm varlığından geçmek, teslim olmak, |
rakian | : rükû, nitelikler, |
ve enabe | : yöneldi, hakka yönelmek, dönüp yönelmek |
24- Davud dedi ki: Doğrusu senin tek koyununu kendi çok koyunlarına katmak istemekle zalimlerden olmuştur. Zaten çoğu kimse de her şey kendinin olsun ister, birbirlerine haksızlık eder. Ancak iman edenler ve dosdoğru hakk yolunda çalışanlar başka. Ve Davud biraz düşünüp anladı; onlar değildi, muhakkak ki kendisiydi, bizim olanları kendinin demekle imtihan edilenin kendi olduğu. Böylece o hemen Rabbinden bağışlanma istedi ve tüm niteliklerin kime ait olduğunu anladı, teslim oldu ve döndü, yöneldi.
-25-
فَغَفَرْنَا لَهُ ذَلِكَ وَإِنَّ لَهُ عِندَنَا لَزُلْفَى وَحُسْنَ مَآبٍ
Fe gafernâ lehu zâlik ve inne lehu indenâ le zulfâ ve husne meâb
Fe gafernâ lehu | : böylece, mağfiret, temizlenme, ona, |
Zâlike | : işte bu, işte, |
ve inne lehu indena | : o, katımızda, bize ait |
Le zulfa | : elbette, onlara yakın, yakınlık, makam, |
ve husne | : yüksek makam, güzelce, |
meabin | : dönülecek yere dönmek, sığınak, |
25- Böylece o mağfiretimize ulaştı. İşte böylece o Bize ait olan hakikatlere yakın oldu ve güzelce dönülecek yere döndü.
-26-
يَا دَاوُودُ إِنَّا جَعَلْنَاكَ خَلِيفَةً فِي الْأَرْضِ فَاحْكُم بَيْنَ النَّاسِ بِالْحَقِّ وَلَا تَتَّبِعِ الْهَوَى فَيُضِلَّكَ عَن سَبِيلِ اللَّهِ إِنَّ الَّذِينَ يَضِلُّونَ عَن سَبِيلِ اللَّهِ لَهُمْ عَذَابٌ شَدِيدٌ بِمَا نَسُوا يَوْمَ الْحِسَابِ
Yâ dâvûdu innâ cealnâke halîfeten fîl ardı fahkum beynen nâsi bil hakkı ve lâ tettebiil hevâ fe yudılleke an sebîlillâh innellezîne yadıllûne an sebîlillâhi lehum azâbun şedîdun bi mâ nesû yevmel hisâb
Yâ davud | : ya Dâvûd, ey Dâvûd |
inna cealna ke | : sunduk, yaptık, sen |
Halîfeten fi el ard | : halife, arkasından gelen, yeryüzünde |
Fe uhkum | : bundan sonra, hükmet, hüküm, |
beyne el nas | : insanlar arasında, |
biel hak | : hakk ile, dosdoğru, hakikatler ile, |
ve lâ tettebii | : tabi olma, uyma, |
el heva | : heva heveslerine, kendi çıkarı |
Fe yudılle-ke | : sonra, sen dalalet, eski bilişlerine saparsın, |
an sebil allah | : yol, hakikatlerin yolu, Allah |
İnne ellezine yadıllune | : muhakkak, kendi cehaletlerine sapanlar |
An sebîli allâhi | : Allah’ın yolundan, hakikatlerinden |
Lehum azabun şedidun | : onlar için sıkıntı, daha fazla, büyük |
Bi ma nesu | : sebebiyle, unutmak, |
yevme | : gün, vakit, zaman, an, |
el hisab | : hesap, irdelemek, incelemek, araştırma, |
26- Ya Davud! Sen sunduğumuz hakikatleri anladığında, yeryüzünde ardından gelenlere bu hakikatleri aktar. Artık sen insanlar arasında hakk ile hükmet ve kendi çıkarlarına tâbi olma. Yoksa Allah’ın yolundan kendi cehaletine saparsın. Muhakkak ki Allah’ın yolundan kendi cehaletlerine sapanlar, hakikatleri araştırmayı her zaman unuturlar, onlar daha fazla sıkıntılarda kalırlar
-27-
وَمَا خَلَقْنَا السَّمَاء وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا بَاطِلًا ذَلِكَ ظَنُّ الَّذِينَ كَفَرُوا فَوَيْلٌ لِّلَّذِينَ كَفَرُوا مِنَ النَّارِ
Ve mâ halaknes semâe vel arda ve mâ beynehumâ bâtıla zâlike zannullezîne keferû fe veylun lillezîne keferû minen nâr
ve mâ halaknâ | : yaratmadık, halk etmedik, |
el sema ve el ard | : gökler ve yer |
beyne-humâ | : ikisi arasında, arasındakiler, onlarda olan her şey |
batılen | : boş, batıl, anlamsız, hakikatsiz, yalan, |
Zâlike zannu | : bu, zan, şüphe, düşünce, |
ellezine keferu | : hakikatleri gömemezlikten gelenler, |
Ve veylun li ellezîne | : vah o kimselere, yazık ki, |
Keferû | : hakikatleri görmemezlikten gelenler, |
min el nar | : ateş, yakıp yıkıcı haller, |
27- Gökleri ve yeri ve onlarda olan her şeyi boş yere halk etmedik. İşte hakikatleri görmemezlikten gelenler öyle zannettiler. Yazık ki hakikatleri görmemezlikten gelenler ateştedirler.
-28-
أَمْ نَجْعَلُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ كَالْمُفْسِدِينَ فِي الْأَرْضِ أَمْ نَجْعَلُ الْمُتَّقِينَ كَالْفُجَّارِ
Em necalullezîne âmenû ve amilûs sâlihâti kel mufsidîne fîl ardı em necalul muttekîne kel fuccâr
Em necalu | : yoksa, hiç, yapılan, ettik, düzenledik, düzenimiz |
ellezine amenu | : iman edenler |
ve amilû es sâlihâti | : dosdoğru hak yolunda çalışanlar, iyi çalışmalar |
Ke el mufsidîne fi el ard | : gibi, fesat çıkaranlar, ikilik, yeryüzünde |
em necalu | : yoksa, hiç, yapılan, ettik, düzenledik, düzenimiz |
el muttekineke | : fenalardan sakınan Allah’a ortak koşmayan |
el fuccar | : fenalarda kalan, haktan sapan, günahkâr |
28- Hiç, tüm kâinattaki düzenimizi anlayıp iman edip ve dosdoğru hakk yolunda çalışanlar, yeryüzünde fesatlık çıkaranlar gibi olur mu? Hiç, tüm kâinattaki düzenimizi anlayıp, fenalardan sakınıp Allah’a ortak koşmayanlar, hakk’tan dönen, fenalarda kalanlar gibi olur mu?
-29-
كِتَابٌ أَنزَلْنَاهُ إِلَيْكَ مُبَارَكٌ لِّيَدَّبَّرُوا آيَاتِهِ وَلِيَتَذَكَّرَ أُوْلُوا الْأَلْبَابِ
Kitâbun enzelnâhu ileyke mubârekun li yeddebberû âyâtihî ve li yetezekkere ûlul elbâb
Kitâb | : varlık kitabı, yazılı olan, ilmi taşıyan, |
enzelna hu | : sunduk, verdik, inzal, onu, kitabı, |
ileyke mubarek | : sana, size, bereketli, çoğalmış, verimli, ilahi |
li yeddebberû | : düşünüp araştırmak, anlamını aramak, tedebbür |
ayati hi | : deliller, işaretler, ondaki, |
ve li yetezekkere | : tezekkür, hakikatlerle bu âleme bakmak |
ulul elbab | : yüce akıl sahipleri, hakk üzere aklını işleten, |
29- Biz size, her varlığı bir kitap olarak bereketli bir şekilde sunduk. Ondaki delilleri dikkatlice araştırmanız ve hakk üzere aklınızı işletip, ulaştığınız hakikatlerle bu âleme bakmanız ve o hâl üzere yaşamanız için.
-30-
وَوَهَبْنَا لِدَاوُودَ سُلَيْمَانَ نِعْمَ الْعَبْدُ إِنَّهُ أَوَّابٌ
Ve vehebnâ li dâvûde suleymân nimel abd innehû evvâb
ve vehebnâ | : bağışladık, |
li davud suleyman | : Davud’a, Süleyman, |
Nime el abdu | : evet, güzel, oldu, kul, |
İnne hu evvab | : doğrusu, oldu, o, hep hakikate yönelmek |
30- Davud’a Süleyman’ı bağışladık. O kulluğunu güzelce anladı. Doğrusu o hep hakikate yöneldi.
-31-
إِذْ عُرِضَ عَلَيْهِ بِالْعَشِيِّ الصَّافِنَاتُ الْجِيَادُ
İz urıda aleyhi bil aşiyyis sâfinâtul ciyâd
İz urıda aleyhi | : gösterildi, teklif, sunuldu, anlatıldı, ona |
bi el aşiyyi | : aşiyy zamanı, kavuşma, teveccüh anı |
El safinat | : at, duruştaki güzellik, cins at, soylu, soy, |
el ciyadu | : yürüyüşteki güzellik, gösterişli, hızlı olan, uzun, hareket, |
31- Teveccüh anında ona tüm varlığın geldiği soy, tüm varlığı hareket ettirenin ne olduğu gösterildi.
-32-
فَقَالَ إِنِّي أَحْبَبْتُ حُبَّ الْخَيْرِ عَن ذِكْرِ رَبِّي حَتَّى تَوَارَتْ بِالْحِجَابِ
Fe kâle innî ahbebtu hubbel hayri an zikri rabbî, hattâ tevâret bil hıcâb
Fe kale inni | : böylece, dedi, ben, |
ahbebtu hubbe | : bir aşk ile, aşka, sevgi, sevdim, |
el Hayri | : hayır, iyilik, hayra ulaşma, |
an zikri rabbi | : rabbimin zikri |
Hattâ tevaret | : hatta, bile, siret, gizlendi, gizi olan, görünmeyen, |
bi el hicabi | : perde ile, suret âlemi |
32- Böylece dedi ki: Ben bir aşk ile aşka bağlandım. Rabbimin zikrine hayrla, hatta sûret âleminin sîretine bağlandım.
-33-
رُدُّوهَا عَلَيَّ فَطَفِقَ مَسْحًا بِالسُّوقِ وَالْأَعْنَاقِ
Ruddûhâ aleyy fe tafika meshan bis sûkı vel anâk
ruddû-hâ aleyya | : red, terk, bırakmak, aslına dönüş, o, yüce olan |
Fe tafika meshen | : böylece temizlenmeye başladı, değişme, mesh |
bi el sûkı | : çarşı, yön, taraf, bacak, döndü, gitti, yürüdü, |
ve el anak | : boyun, gerdan, döndüğü taraf, yön, |
33- O kendi cehaletini bırakıp aslına döndü, böylece temizlenmeye başladı. Yönünü başka hiçbir yere döndürmeden yüce olana döndü.
-34-
وَلَقَدْ فَتَنَّا سُلَيْمَانَ وَأَلْقَيْنَا عَلَى كُرْسِيِّهِ جَسَدًا ثُمَّ أَنَابَ
Ve lekad fetennâ suleymâne ve elkaynâ alâ kursiyyihî ceseden summe enâb
ve lekad feten na | : andolsun, imtihan, dikkatli düşünme, biz, |
süleyman | : Süleyman, huzur, sükûn, barış üzere olan |
ve elkay nâ | : koymak, bırakmak, oluşturmak, ulaştırdık, bıraktık, biz, |
ala kursiyyi hi | : üzere, için, üzerinde, makam, taht, manevi makam, o |
Ceseden | : ceset, ten, gövde, vücut, suret vücudu, |
summe enabe | : sonra, döndü yöneldi |
34- Doğrusu Süleyman Bizi anlamak için dikkatice düşündü. O, oluşturduğumuz suret vücudunun hakikatlerini manevi makam üzere tefekkür etti ve Bize yöneldi
-35-
قَالَ رَبِّ اغْفِرْ لِي وَهَبْ لِي مُلْكًا لَّا يَنبَغِي لِأَحَدٍ مِّنْ بَعْدِي إِنَّكَ أَنتَ الْوَهَّابُ
Kâle rabbigfir lî veheb lî mulken lâ yenbagî li ehadin min badî inneke entel vehhâb
Kâle rabbi ıgfır | : dedi, rabbim, mağfiret eyle, temizle, |
Li veheb | : ver, bahşet, Vehbi |
li mulken | : mülk, malik, sahip, kâinatın iç yüzü |
La yengebi | : yok, olmayan, ulaşmak, anlamak, uzaklaşmak, |
li ehadin min badi | : içinde, bir, teklik, birine, sonradan, daha sonra, uzak, |
İnne ke ente | : muhakkak, sen, |
el vehhab | : bağışlayan, niteliklerin sahibi, lütufkâr, |
35- Dedi ki: Rabbim bana mağfiret eyle. Bana varlığın içyüzünü anlamayı bahşet. Ben sonradan birlik şuurundan uzaklaşmayayım. Muhakkak ki tüm lütuflar sendendir.
-36-
فَسَخَّرْنَا لَهُ الرِّيحَ تَجْرِي بِأَمْرِهِ رُخَاء حَيْثُ أَصَابَ
Fe sehharnâ lehur rîha tecrî bi emrihî ruhâen haysu esâb
Fe sahhar na lehu | : böylece, yayılan, hep yeri kaplayan, yeryüzü, biz, ona, |
el riha tecri | : rüzgâr, esip giden, akıp giden, varolan, |
bi emri hi | : emr, işleyiş, her varlıktaki işleyiş, hüküm, o |
Ruhâen haysu | : refah, huzur, her yönden |
esabe | : isabet, vurmak, hissetme |
36- Böylece o; bütün her yeri Bizim kapladığımızı anladı. Rüzgârın esip gitmesi gibi, o her varlıktaki işleyişi, her yönden bir huzur içinde hissetti.
-37-
وَالشَّيَاطِينَ كُلَّ بَنَّاء وَغَوَّاصٍ
Ve el şeyâtîne kulle bennâin ve gavvâsın
ve el şeyâtîne kulle | : şeytanlar, hepsi, şeytani haller, kötü hallerde olanlar, |
Bennâin | : büyüklük taslayan, bina yapan, işleyişi kendine nispet eden |
ve gavvasın, gavs | : dalgıç, gavs, bilgiçlik taslama, gidip getirdiğini iddia eden |
37- Ve bütün şeytani hallerde olanlar, büyüklük taslayıp işleyişi kendine nispet edenler ve kendilerine gavslık isnat edenler
-38-
وَآخَرِينَ مُقَرَّنِينَ فِي الْأَصْفَادِ
Ve âharîne mukarrenîne fîl asfâd
ve âharîne | : diğerleri, başkaları, o halde olanlar, |
mukarrerin | : birbirine bağlı olarak, karar verilmiş, kati |
Fi el asfad | : kelepçe, zincirlenmiş, bağlar içinde |
38- ve diğer o hallerde olanların hepsi, kelepçeler içinde birbirlerine bağlandılar.
-39-
هَذَا عَطَاؤُنَا فَامْنُنْ أَوْ أَمْسِكْ بِغَيْرِ حِسَابٍ
Hâzâ atâunâ femnun ev emsik bi gayri hisâb
Hâzâ atauna | : bu, ihsanımız, verdiklerimiz, sunduklarımız, |
femnun | : artık, böylece, nimetlenme, lütuf, minnettar |
Ev emsik | : veya, kavrama, tutma, destek, sıkıca yapışmak, |
bi gayri hisabin | : hiçbir şey beklemeden, bir hesap olmaksızın |
39- Böylece Davud verdiğimiz lütufları anladı. Sonra da hiçbir beklenti içinde olmadan hakikatlere sımsıkı yapıştı.
-40-
وَإِنَّ لَهُ عِندَنَا لَزُلْفَى وَحُسْنَ مَآبٍ
Ve inne lehu ındenâ le zulfâ ve husne meâb
ve inne lehu inde na | : muhakkak, doğrusu, o, bizim katımıza, bize ait, |
Le zulfa | : yüce makam, yakınlık, |
ve husne meabin | : güzel, dönüp varılacak yer, yönelmek, |
40- Doğrusu o bize ait olan yüce makamlara ulaştı ve güzelce dönüp yöneldi.
-41-
وَاذْكُرْ عَبْدَنَا أَيُّوبَ إِذْ نَادَى رَبَّهُ أَنِّي مَسَّنِيَ الشَّيْطَانُ بِنُصْبٍ وَعَذَابٍ
Vezkur abdenâ eyyûb iz nâdâ rabbehû ennî messeniyeş şeytânu bi nusbin ve azâb
ve uzkur | : zikret, hatırla, an, |
abde na eyyüb | : kulumuz Eyyûb |
iz nâdâ rabbehu | : nida etmişti, Rabbine, |
enni meseniy | : beni yordu, yaşlandırdı |
el şeytânu | : şeytan, şeytani haller, |
bi nusbin | : hastalık, bela, |
ve azab | : sıkıntı, dert, müşkül, |
41- Kulumuz Eyyûb’ü de an. Hani Rabbine nida etmişti: Şeytani haller, hastalıklar ve müşkiller beni yordu.
-42-
ارْكُضْ بِرِجْلِكَ هَذَا مُغْتَسَلٌ بَارِدٌ وَشَرَابٌ
Urkud biriclik hâzâ mugteselun bâridun ve şerâb
Urkud | : vur, koşmak, çalıştırmak, sağlam basmak, |
Bi ricle ke | : ayağınla, yöneldiğin yer, gittiğin yolda, |
Haza mugteselun | : bu, hem yıkanılacak şey, tertemiz olacağın |
Bâridun | : soğuk, serinlik, rahatlamak, |
ve şerabun | : içilecek şey, fayda, yarar, |
42- Gittiğin yolda sağlam hareket et, işte ulaşacağın o hakikatlerle tertemiz olacak ve rahatlayacaksın ve fayda bulacaksın, diye bildirildi.
-43-
وَوَهَبْنَا لَهُ أَهْلَهُ وَمِثْلَهُم مَّعَهُمْ رَحْمَةً مِّنَّا وَذِكْرَى لِأُوْلِي الْأَلْبَابِ
Ve vehebnâ lehû ehlehu ve mislehum meahum rahmeten minnâ ve zikrâ li ûlîl elbâb
ve vehebnâ lehu | : bağışladık, bahşettik, ona |
ehle hu | : ehil olma, bilgili, ailesi, dost, o |
ve misle hum | : misli, benzer, aynı, gibi, onlar, |
meahum | : beraber, birlikte, onlar |
Rahmeten minna | : rahmet olarak, bizim, bizden, |
Ve zikra | : anmak, anlamak, |
li ulî el elbâbi | : hiç aklından çıkarmayan, hakk üzere aklını çalıştıran, |
43- Ona, onun gibi dostlar bahşettik. Rahmetimiz üzere onlarla beraber hareket edenler, onlar gibi hakikatlerin arayışında oldular ve hakk üzere akıllarını çalıştırıp, hakikatleri anlamak, anlatmak üzere oldular.
-44-
وَخُذْ بِيَدِكَ ضِغْثًا فَاضْرِب بِّهِ وَلَا تَحْنَثْ إِنَّا وَجَدْنَاهُ صَابِرًا نِعْمَ الْعَبْدُ إِنَّهُ أَوَّابٌ
Ve huz bi yedike dıgsen fadrıb bihî ve lâ tahnes innâ vecednâhu sâbira nimel abd innehû evvâb
ve huz bi yedike | : almak, çekmek, elini, uzak dur, |
dıgsen | : demet, karışık, şeytanın halleri |
fe ıdrib bihi | : sonra, darbe, vurmak, uzaklaştırmak, kovmak, onunla, |
ve la tahnes | : yeminini bozma, sözlerine uy |
İnna veced nâ hu | : biz, bulmak, heyecan, ilahi aşk, biz, o, |
sabir | : sabırlı |
Nime el abdu | : ne güzel, minnettar olan, kul, |
innehu evvab | : hep yönünü Allah’a döndü, döndü yöneldi, |
44- Eyyüb’e bildirildi: Seni gaflete düşüren şeytani hallerden elini çek, sonra o hallerden uzak dur ve ahdini bozma. Doğrusu o sabırlıydı, Bize karşı ilahi bir aşk ile bağlıydı, kulluğunu güzelce yerine getirendi, doğrusu o hep hakka yönelirdi.
-45-
وَاذْكُرْ عِبَادَنَا إبْرَاهِيمَ وَإِسْحَقَ وَيَعْقُوبَ أُوْلِي الْأَيْدِي وَالْأَبْصَارِ
Vezkur ıbâdenâ ibrâhîme ve ishâka ve yakûbe ûlîl eydî vel ebsâr
ve uzkur ibadena | : hatırla, an, kullarımız, |
İbrâhîm | : İbrâhîm, özün babası, halkın babası, |
ve ishâka ve Yakub | : İshak ve Yakub, |
ulîl eydî | : güç sahibi, gücün sahibi, |
ve el ebsar | : basiret sahibi, içteki dıştaki işin sahibi idrak etme, idrak |
45- Kullarımız, İbrâhim’i, İshâk’ı ve Yakub’u da an. Onlar da gücün sahibini bilenlerdendi ve hakikatleri idrak edenlerdendi.
-46-
إِنَّا أَخْلَصْنَاهُم بِخَالِصَةٍ ذِكْرَى الدَّارِ
İnnâ ahlasnâhum bi hâlisatin zikred dâr
İnnâ ahlasna hum | : muhakkak biz, ihlas, içten samimi, tüm özüyle bağlı |
Bi halisat | : halis, saf, dosdoğru çalışan, her ameli hak için, |
zikre | : anmak, anlatmak, |
el dar | : yurt, bulundukları yer, memleket, her yer |
46- Doğrusu onlar tüm içtenlikleriyle Bize bağlıydılar. Amelleri hep hakikatler üzereydi. Bulundukları yerlerde hep hakikatleri anarlardı.
-47-
وَإِنَّهُمْ عِندَنَا لَمِنَ الْمُصْطَفَيْنَ الْأَخْيَارِ
Ve innehum ındenâ le minel mustafeynel ahyâr
ve inne-hum | : doğrusu onlar, |
inde na | : katımızda, bize ait, hakikatlerimiz |
Le minel mustafeyne | : elbette, süzülmüş, güzide, aydın, okumuş, ilim irfan sahibi |
el ahyar | : iyilikler yolunda, hayırlı olan, |
47- Doğrusu onlar; hakikatlerimizle hareket eden, iyilikler yolunda olan, güzide kimselerdi.
-48-
وَاذْكُرْ إِسْمَاعِيلَ وَالْيَسَعَ وَذَا الْكِفْلِ وَكُلٌّ مِّنْ الْأَخْيَارِ
Vezkur ismâîle velyesea ve zel kifl ve kullun minel ahyâr
ve uzkur İsmail ve elyasa | : zikret, hatırla, an, İsmail, elyesa |
ve zel kifli | : Zülkifl |
ve kullun | : bütün hepsi, onların hepsi, |
Min el ahyar | : iyilikler yolunda olanlar, hayırlı, |
48- İsmail, el-Yesa ve Zülkifl’i de an. Onların hepsi iyilikler yolunda olanlardı.
-49-
هَذَا ذِكْرٌ وَإِنَّ لِلْمُتَّقِينَ لَحُسْنَ مَآبٍ
Hâzâ zikr ve inne lil muttekîne le husne meâb
Hâzâ zikrun | : bu, bunlar, zikr, anmak, onlar anmak, |
Ve inne li el muttekîne | : muhakkak, takva, fenadan sakınan Allah’a ortak koşmayan |
Le husne meabin | : elbette, en güzel, sığınak, dönülecek yer, |
49- Tüm bunlar hakikatler yolunda olanları anmaktır. Muhakkak ki fenalardan sakınan Allah’a ortak koşmayanlar, elbette dönülecek yerin en güzelindedirler.
-50-
جَنَّاتِ عَدْنٍ مُّفَتَّحَةً لَّهُمُ الْأَبْوَابُ
Cennâti adnin mufettehaten le humul ebvâb
cennâti adnin | : tüm tecellileri idrak etmenin zevki, huzuru, mukim olmak |
mufettehaten | : açılmış, varmış, açığa çıkmış, keşfetmek, anlamak, |
Lehum el ebvabu | : onlara, kapılar, kısım, bahis, hakikatler, |
50- Onlar varlığın hakikatini keşfetmişlerdir, tüm tecellileri idrak etmenin huzuruna ulaşmışlardır.
-51-
مُتَّكِئِينَ فِيهَا يَدْعُونَ فِيهَا بِفَاكِهَةٍ كَثِيرَةٍ وَشَرَابٍ
Muttekîne fîhâ yedûne fîhâ bi fâkihetin kesîretin ve şerâb
Muttekîne fiha | : rahatlık, huzur içinde, karşılıklı, birlikte, orada, halleri, |
Yedune fiha | : davet, arayan, istekleri, arzuları, orada, o halleri |
bi fakihetin | : kemalat zevkinde, anlayış içinde, hakikati idrak eden, |
kesretin | : çokluk, |
ve şerabin | : şurup, içilecek şey, ilmin zevkinde, hakikatin zevkinde |
51- Onlar aradıkları hakikate ulaşmanın rahatlığındadırlar, kesretin hakikatini anlamışlardır ve ilmin zevkindedirler.
-52-
وَعِندَهُمْ قَاصِرَاتُ الطَّرْفِ أَتْرَابٌ
Ve ındehum kâsırâtut tarfi etrâb
ve ınde hum | : yanında, ona ait, katlarında onlar, |
kasıratu | : seyir, bakış, baktığı her yerde onu görme, hakkın seyri, |
El tarfi | : bakış, nazar, seyretmek, her yerin seyri, |
etrabun | : aynı yaş, akran, eşit bakış, ayrım yapmadan, benzer |
52- Ve onlar her an Hakk’ın seyrindedirler, baktıkları her yerde tüm varlığa ayrım yapmadan Hakk ciheti ile bakarlar.
-53-
هَذَا مَا تُوعَدُونَ لِيَوْمِ الْحِسَابِ
Hâzâ mâ tûadûne li yevmil hisâb
Haza ma tûadûne | : işte bunlar, şey, ne, değil, vaat edilen, söz |
li yevmi el hisâbi | : zaman, an, vakit, irdeleme, düşünme, inceleme içinde olmak, |
53- İşte bunlar, hakikatleri her an inceleme içinde olduğunuzda, size vaat edilen şeylerdir.
-54-
إِنَّ هَذَا لَرِزْقُنَا مَا لَهُ مِن نَّفَادٍ
İnne hâzâ le rızkunâ mâ lehu min nefâd
İnne haza le rızkuna | : şüphesiz, bu, nitelikler, nimet, sıfatlar, lütuflar, biz, |
Ma lehu min nefadin | : bitip tükenmeyen, sonsuz, sürüp giden, |
54- Muhakkak ki bunlar bitip tükenmeyen Bizim lütuflarımızdır.
-55-
هَذَا وَإِنَّ لِلطَّاغِينَ لَشَرَّ مَآبٍ
Hâzâ, ve inne lit tâgıyne le şerre meâb
Hâzâ | : bu, işte bu böyle, |
ve inne li el tagin | : şüphesiz, tagun, putlar edinen, Allah’ı idrak edemeyen |
Le şerre | : elbette, kötü, şer, fena, |
meâbin | : bir dönüş yeri, dönüp durmak, yönelmek, |
55- İşte bu böyledir. Şüphesiz Allah’ı idrak edemeyip putlar edinenler ise, fenalar içinde döner dururlar.
-56-
جَهَنَّمَ يَصْلَوْنَهَا فَبِئْسَ الْمِهَادُ
Cehennem yaslevnehâ fe bisel mihâd
Cehenneme | : derin kuyu, cehaletin cehennemi, yakıp yıkıcı olan, |
yaslevne ha | : cehennem dedirler, atılma, yaslanma, varmak, ulaşmak |
Fe bise el mihad | : böylece, işte, ne kötü, yatak, döşenmiş, oturma, hal, |
56- Onların bulundukları hâl, yakıp yıkıcı hâller içinde olmaktır. İşte o ne kötü bir hâldir.
-57-
هَذَا فَلْيَذُوقُوهُ حَمِيمٌ وَغَسَّاقٌ
Hâzâ fel yezûkûhu hamiymun ve gassâk
Hâzâ fe el yezukuhu | : bu, böylece, hissetmek, zevk, hoşlanmak, o halde kalmak |
hamim | : kaynar su, kaynayan bir öfke, öfke hiddet halleri, |
ve gassâkun | : irin, fena halleri, kötü koku, kendi var ettiği kirlilik |
57- İşte bu onların hiddet hâllerini zevk edinmeleri ve kendi var ettikleri cehalet kirliliğinden dolayıdır.
-58-
وَآخَرُ مِن شَكْلِهِ أَزْوَاجٌ
Ve âharu min şeklihî ezvâc
ve aharu | : başka, sonu, niceleri, |
min şekli hi | : şekil üzere, suret, |
ezvac | : eş, tür, çeşit, aynı yolda olan, aynı halde hareket eden |
58- Aynı hâllerle hareket edip, suretlerde kalan nicelerinin hâlleri işte hep böyledir.
-59-
هَذَا فَوْجٌ مُّقْتَحِمٌ مَّعَكُمْ لَا مَرْحَبًا بِهِمْ إِنَّهُمْ صَالُوا النَّارِ
Hâzâ fevcun muktehımun meakum, lâ merhaben bihim innehum sâlûn nâr
Hâzâ fevcun | : bu, işte bu, bölük, gurup, |
muktehımun meakum | : tehlikeye atılan, saldırgan, mücadele, sizinle, birlikte, |
la merhaben bi him | : yok, merhaba, samimi dostluk, onlar |
İnne hum salu | : muhakkak, girme, bulunmak, o halde olmak, |
el nari | : ateş, yakıp yıkıcı olan, |
59- İşte bu guruplar birbirlerini fenalara sürüklerler, saldırgandırlar. Onların samimi dostlukları yoktur. Muhakkak ki onlar yakıp yıkıcı hallerde bulunurlar.
-60-
قَالُوا بَلْ أَنتُمْ لَا مَرْحَبًا بِكُمْ أَنتُمْ قَدَّمْتُمُوهُ لَنَا فَبِئْسَ الْقَرَارُ
Kâlû bel entum lâ merhaben bikum entum kaddemtumûhu lenâ febisel karâr
Kâlû bel entum | : dediler, bilakis, hayır, değil, siz |
la merhaben bikum | : yok, merhaba, hoş geldin, dostluk, size |
entum kaddemtumu hu | : siz takdim ettiniz, siz verdiniz onu, kötülük, şer |
lena | : bize, |
fe bise el karar | : bize, ne kötü, mekân, mesken, o hallerde kalmak, |
60- Onlar birbirlerine: Bize kötülüğü siz verdiniz, dostluğu yok ettiniz, böylece ne kötü hâllerde kaldık, derler.
-61-
قَالُوا رَبَّنَا مَن قَدَّمَ لَنَا هَذَا فَزِدْهُ عَذَابًا ضِعْفًا فِي النَّارِ
Kâlû rabbenâ men kaddeme lenâ hâzâ fe zidhu azâben dı’fen fîn nâr
Kâlû Rabbena | : dediler, rabbimiz, |
men kadem lena | : kim takdim etti, verdi, bize |
Hâzâ fe zidhu | : bu, sebeple, öyleyse, arttır, |
Azaben | : sıkıntı, azap, |
Dıfen fi el nari | : kat kat, fazla, çoğalt, ateşin içinde |
61- Rabbimiz! Bizi kim bu hâllere düşürdüyse, bundan dolayı ateşin içinde kat kat sıkıntılarını arttır, derler.
-62-
وَقَالُوا مَا لَنَا لَا نَرَى رِجَالًا كُنَّا نَعُدُّهُم مِّنَ الْأَشْرَارِ
Ve kâlû mâ lenâ lâ nerâ ricâlen kunnâ neudduhum minel eşrâr
ve kalu ma lena | : derler, biz olamadık, |
la nera | : yok, nur, aydınlık, hakikat, |
rical | : insan, ileri gelen, kamil kişi, |
Kunna neuddu-hum | : biz olduk, uyduk, onların sözüne uyanlardan. |
Min el eşrar | : kötülükler yolunda olanlardan, şerde olan |
62- Biz hakikatlerini anlamadık, kâmil kişi olamadık, biz kötülük yolunda olanların sözlerine uyduk, derler.
-63-
أَتَّخَذْنَاهُمْ سِخْرِيًّا أَمْ زَاغَتْ عَنْهُمُ الْأَبْصَارُ
Ettehaznâhum sıhriyyen em zâgat anhumul ebsâr
ettehaznâ-hum | : edindik, sarıldık, onlar |
sihriyyen | : alay etmek, önemsememek, aldatmak, küçümseme |
Em zagat anhum | : yoksa, dolayı, kaydı, saptı, onlar gibi, |
el ebsar | : bakış, basiret, anlayış, |
63- Derler ki: Onlardan alay etmeyi, küçümsemeyi edindik. Yoksa bundan dolayı mı bakışlarımız hakikatlerden saptı?
-64-
إِنَّ ذَلِكَ لَحَقٌّ تَخَاصُمُ أَهْلِ النَّارِ
İnne zâlike le hakkun tehâsumu ehlin nâr
İnne zalike le hakkun | : muhakkak ki işte bu haktır, gerçektir |
Tehâsumu | : çekişme, tartışma, düşmanlık, hasım, |
ehli el nar | : ateş halkı, ateşe sahip olan, yakıp yıkıcı haller, |
64- Muhakkak ki işte bunlar gerçektir. Düşmanlık içinde olanlar hep yakıp yıkıcı haller içindedirler.
-65-
قُلْ إِنَّمَا أَنَا مُنذِرٌ وَمَا مِنْ إِلَهٍ إِلَّا اللَّهُ الْوَاحِدُ الْقَهَّارُ
Kul innemâ ene munzirun ve mâ min ilâhin ilallahul vâhıdul kahhâr
Kul innema enne | : de ki, ben sadece |
munzir | : hakikatlere çağrı yapan bir uyarıcı |
ve mâ min ilahin | : bir ilah değilim, hiçbir ilah yoktur |
İllâ Allah el vahid | : ancak, vardır, Allah, tek olan, |
el kahhar | : her şeye hâkim olan, tecellileri ile sımsıkı tutan, |
65- De ki: Ben, sadece hakikatlere çağrı yapan bir uyarıcıyım. Edindiğiniz ilahları bırakın, ancak bir olan, bütün her şeyi tecellileriyle sımsıkı tutan Allah’a iman edin.
-66-
رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا الْعَزِيزُ الْغَفَّارُ
Rabbus semâvâti vel ardı ve mâ beynehumel azîzul gaffâr
Rabbu | : Rab, vücudlandıran |
el semavat ve el ard | : gökler ve yer |
ve mâ beyne-humâ | : ikisi arasında olanlar, onlarda olan her şey |
el azîzu | : bütün değerlerin yüce sahibi, tüm sıfatların sahibi |
el gaffar | : bağışlayan, nitelikleri veren, bahşeden, arındıran |
66- Gökleri ve yeri ve onlarda olan her şeyi vücudlandırandır. Bütün değerlerin yüce sahibidir, bütün nitelikleri bahşedendir.
-67-
قُلْ هُوَ نَبَأٌ عَظِيمٌ
Kul huve nebeun azîmun
Kul huve nebeun | : de ki, o, haber, bildiren, hakikatleri bildiren |
azimun | : yüce, büyük, azamet, işinde karar sahibi, |
67- De ki: O, tüm varlıktan hakikatlerini bildirendir, işleyişteki karar sahibidir.
-68-
أَنتُمْ عَنْهُ مُعْرِضُونَ
Entum anhu muridûn
Entum an hu muridune | : siz, ondan, birlikte, murat, ayrı değil, yüz çevirme |
68- Siz ondan ayrı değilsiniz.
-69-
مَا كَانَ لِي مِنْ عِلْمٍ بِالْمَلَإِ الْأَعْلَى إِذْ يَخْتَصِمُونَ
Mâ kâne liye min ilmin bil meleil alâ iz yahtesımûn
mâ kâne liye | : yoktu, olmadı, benim |
min ilmin | : bir ilim, bir bilgi, |
bi el meleil alâ | : yüce makam sahipleri, yüce kuvve sahipleri, bilgili kimseler |
iz yahtesımûne | : mütalaa ettikleri zaman, sohbet, münazara, tartışma, |
69- De ki: Bilgili kimseler hakikatler hakkında mütalaa ettikleri zaman, benim henüz hakikatler hakkında bir bilgim yoktu.
-70-
إِن يُوحَى إِلَيَّ إِلَّا أَنَّمَا أَنَا نَذِيرٌ مُّبِينٌ
İn yûhâ ileyye illâ ennemâ ene nezîrun mubîn
İn yuha ileyye | : ancak, hayat veren, vahy eden, bildirir, |
illa ennema | : ancak, sadece, vardır, olduğu, |
Ene nezirun mubin | : ben, uyarıcı, apaçık |
70- Bana da hakikatler bildirildi. Ben sadece hakikatleri apaçık açıklayıp uyarıyorum.
-71-
إِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلَائِكَةِ إِنِّي خَالِقٌ بَشَرًا مِن طِينٍ
İz kâle rabbuke lil melâiketi innî hâlikun beşeren min tîn
İz kale rabbuke | : dediğinde, rabbin, sen, seni vücudlandıran |
li el melaiket | : güç, kuvve, her varlıktaki güç, |
İnnî halikun | : ben, halk eden, yaratan, var eden, |
beşer | : beşer, insan, |
min tinin | : özümden, çamur |
71- Rabbin bildirdi: Tüm varlıktaki gücün sahibi olduğumu, insanı özümden halk ettiğimi anlayın.
-72-
فَإِذَا سَوَّيْتُهُ وَنَفَخْتُ فِيهِ مِن رُّوحِي فَقَعُوا لَهُ سَاجِدِينَ
Fe izâ sevveytuhu ve nefahtu fîhi min rûhî fe kaû lehu sâcidîn
Fe iza sevveytu hu | : böylece, olduğunda, düzenledim, sıfatlandırdığım, o, insan |
ve nefahtu | : üfledim, |
fihi min ruhi | : onun içine, ruhumdan |
Fe kau lehu | : artık, olun, ona, o hakikate, |
sacidin | : tüm varlığıyla teslim olmak, secde edin, |
72- İnsanı en güzel sıfatlarla düzenledim ve içine ruhumdan üfledim. Artık bu hakikati anlayıp tüm varlığınızla teslim olun.
-73-
فَسَجَدَ الْمَلَائِكَةُ كُلُّهُمْ أَجْمَعُونَ
Fe secedel melâiketu kulluhum ecmaûn
Fe seced | : Böylece, secde, teslimiyet, her şeyinden geçmek, |
el melaiketu | : her varlıktaki güç, kuvve, meleke, |
Kullu hum ecmaune | : bütün hepsi, bir arada, bir bütünlük içinde, birlik, hepsi |
73- Böylece bütün varlıktaki gücü bir bütünlük içinde anlayan insan; tüm varlığından geçip, bir teslimiyet içinde olur.
-74-
إِلَّا إِبْلِيسَ اسْتَكْبَرَ وَكَانَ مِنْ الْكَافِرِينَ
İllâ iblîs istekbere ve kâne minel kâfirîn
İllâ iblise | : ancak, libas, suretlerde kalan, dış elbise, |
istekbere | : kibirli olan, büyüklenen, hor gören, küçük gören, |
Ve kane min el kafirine | : oldu, olur, hakikatleri görmemezlikten gelip örten, |
74- Ancak, varlığın sûretinde kalıp sîretini görmeyen ise bir teslimiyet içinde olmaz, kibirlilik içinde kalır ve hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerden olur.
-75-
قَالَ يَا إِبْلِيسُ مَا مَنَعَكَ أَن تَسْجُدَ لِمَا خَلَقْتُ بِيَدَيَّ أَسْتَكْبَرْتَ أَمْ كُنتَ مِنَ الْعَالِينَ
Kâle yâ iblîsu mâ meneake en tescude limâ halaktu bi yedeyye estekberte em kunte minel âlîn
Kâle ya iblus | : dedi, bildirildi, ey iblis, suretlerde kalan, |
Ma meneake | : seni men eden şey, men eden sebeb, |
en tescude | : secde etmek, teslim olmak |
li mâ halaktu | : halk edilmek, var edildin, yaratıldın |
bi yedeyye | : kudretimle, ellerim, değerlerim, gücüm, nitelikler, |
estekberte | : sen kibirlendin, büyüklendin, |
Em kunte min el aline | : yoksa, sana mı ait, yücelik, |
75- Bildirildi: Ey suretlerde kalan! Sen de tüm niteliklerimi taşır bir halde yaratıldın, fakat sen kibirlendin, seni teslim olmaktan men eden şey neydi? Yoksa yücelik sana mı ait?
-76-
قَالَ أَنَا خَيْرٌ مِّنْهُ خَلَقْتَنِي مِن نَّارٍ وَخَلَقْتَهُ مِن طِينٍ
Kâle ene hayrun minh halaktenî min nârin ve halaktehu min tîn
Kâle ene hayrun min hu | : dedi, ben hayırlıyım, üstün, ondan, onu, bunu, |
Halakte ni | : yarattın, halk ettin, var ettin, ben, |
min narin | : ateş, yakan şey, ışık, aydınlık, |
ve halakte hu | : onu yarattın, |
min tinin | : tin, öz, çamur, kil, suret, toprak, |
76- Suretlerde kalan; benlik içinde kalır, yakıp yıkıcı hâllerinden dolayı yaratılışı anlayamaz, kendini diğer yaratılanlardan daha hayırlı görür ve o yaratılanları bir sûret görür ve sîretini göremez.
77-
قَالَ فَاخْرُجْ مِنْهَا فَإِنَّكَ رَجِيمٌ
Kâle fahruc minhâ fe inneke recîm
Kâle | : dedi, bildirildi, |
fe uhruc minha | : dış yüzünde kalan, dışarıda kalıp iç yüzünü görememek |
fe inneke recimun | : doğrusu sen, kovulmuş, haktan uzaklaşmış, atılmış |
77- O halde olana bildirilir: Sen varlığın dış yüzünde kaldın, iç yüzünü göremedin. İşte doğrusu sen hakk’tan uzaklaştın.
-78-
وَإِنَّ عَلَيْكَ لَعْنَتِي إِلَى يَوْمِ الدِّينِ
Ve inne aleyke lanetî ilâ yevmid dîn
ve inne aleyke | : muhakkak, doğrusu, sen, sende, |
laneti | : rahmetten uzaklaşma, kesilmek, mahrum kalmak |
İla yevmi | : an, vakit, gün, |
el dini | : varlığın yaratılma yasaları, hükümleri, varoluş yasaları |
78- Ve doğrusu sen; yaratma yasalarıyla her an varlığa sahip olanı anlamadın, rahmetten uzaklaştın.
-79-
قَالَ رَبِّ فَأَنظِرْنِي إِلَى يَوْمِ يُبْعَثُونَ
Kâle rabbi fe enzırnî ilâ yevmi yubasûn
Kâle rabbi | : dedi, rabbim, |
fe enzır ni | : öyleyse, artık, mühlet, görmek, nazar, bakmak, tehir, bana |
ilâ yevmi | : karşı, göre, için, gün, vakit, zaman, o vakte kadar, |
yubasûne | : diriliş, ortaya çıkış, gönderme, dirilik, uyanma, |
79- O halde olan: Rabbim! Diriliği anlayacağım vakte kadar bana mühlet ver, der.
-80-
قَالَ فَإِنَّكَ مِنَ الْمُنظَرِينَ
Kâle fe inneke minel munzarîn
Kâle fe inneke | : dedi, bundan sonra, doğrusu sen |
Min el munzarîne | : bekletilen, tehir, mühlet, gösterilen, sonraya bırakan, |
80- Bildirilir: Doğrusu sen o hakikati anlamayı hep tehir ettin durdun.
-81-
إِلَى يَوْمِ الْوَقْتِ الْمَعْلُومِ
İlâ yevmil vaktil ma’lûm
İlâ yevmin | : ancak, kadar, gün, zaman, vakit, mühlet, |
el vakti el malum | : bilinen vakit, malum vakit, ölünceye kadar, ecel vakti |
81- Ancak zaman, ecel gelinceye kadardır.
-82-
قَالَ فَبِعِزَّتِكَ لَأُغْوِيَنَّهُمْ أَجْمَعِينَ
Kâle fe bi izzetike le ugviyennehum ecmaîn
Kâle fe bi izzeti ke | : dedi, bundan sonra, yüceliğine, değer, ululuk, senin |
Le ugviyenne | : elbette azmak, uzaklaşmak, haktan sapmak |
hum ecmain | : onlar, aynı, hepsini, bütünü, |
82- O halde olan der ki: Bundan sonra bana uyanların hepsi, senin değerlerini kendilerine nisbet edip, elbette hakikatlerden uzaklaşacaklardır.
-83-
إِلَّا عِبَادَكَ مِنْهُمُ الْمُخْلَصِينَ
İllâ ibâdeke minhumul muhlasîn
İllâ ibadeke | : hariç, başka, senin kulun idrakinde, |
minhum el muhlis | : onlardan, tüm özü ile bağlı olan, halis, doğru, |
83- Ancak onlardan tüm özü ile hakikatlere bağlı olup, senin kulun olduğunu anlayanlar hariç.
-84-
قَالَ فَالْحَقُّ وَالْحَقَّ أَقُولُ
Kâle fel hakku vel hakka ekûl
Kâle fe el hakku | : dedi, işte hak, hakikat, doğru, |
Ve el hakka ekulu | : hak, hakikat, gerçek, söylenen hakikat, |
84- Bildirildi: İşte doğru olan ve söylenen hakikat budur.
-85-
لَأَمْلَأَنَّ جَهَنَّمَ مِنكَ وَمِمَّن تَبِعَكَ مِنْهُمْ أَجْمَعِينَ
Le emleenne cehenneme minke ve mimmen tebiake minhum ecmaîn
Le emleenne | : şüphesiz, elbette, dolacak, kalacak, |
cehennem minke | : cehennem, cehaletin cehennemi, senden, senin gibiler, |
ve minmen tebia ke | : kimseler, sana tabi olan |
min-hum ecmaine | : onlardan, hepsi |
85- Senin gibiler ve sana tâbi olanların hepsi, şüphesiz cehaletin cehenneminde kalanlardır.
-86-
قُلْ مَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ وَمَا أَنَا مِنَ الْمُتَكَلِّفِينَ
Kul mâ eselukum aleyhi min ecrin ve mâ ene minel mutekellifîn
Kul ma eselu kum | : anlat, beklemiyorum, istemiyorum |
min ecri | : bir ecir, karşılık, ücret, |
ve mâ ene | : ben değilim, |
min el mütekellif | : bir hak iddia eden, çıkar peşinde koşan, zahmetli iş tutan |
86- De ki: Ben sizden hiçbir ücret istemiyorum ve bir şey iddia edip karşılık da bekleyecek değilim.
-87-
إِنْ هُوَ إِلَّا ذِكْرٌ لِّلْعَالَمِينَ
İn huve illâ zikrun lil âlemîn
İn huve illa | : ancak, sadece, o, vardır, ancak, |
zikr | : anmak, anlatmak, zikir, hatırlatmak |
li el alemin | : âlemler için, bütün insanlar |
87- Bu bütün insanlar için sadece hakikatleri hatırlatmaktır.
-88-
وَلَتَعْلَمُنَّ نَبَأَهُ بَعْدَ حِينٍ
Ve le talemunne nebeehu bade hîn
ve le talemunne | : mutlaka, elbette, bileceksiniz, öğreneceksiniz |
nebee-hu | : haberci, tüm varlıktan incelikleriyle bildiren, onun haberi, |
bade hinin | : sonra, ileride, zaman, süre, bir zaman sonra |
88- O bildirilen hakikatleri bir zaman sonra elbette öğreneceksiniz.