SAFF SÛRESİ
-1-
سَبَّحَ لِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
Sebbeha lillâhi mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ard ve huvel âzîzul hakîm
Sebbeha | : yüzmek, onunla olan, varlığından ayrı değil, tecellileri, |
li Allahi | : Allah, El lah, görünmeyen güç, |
Ma fî es semâvâti | : ulvi âlem, semalarda, göklerde olanlar |
ve mâ fi el ardı | : yerde olanlar |
ve huve el aziz | : o, tüm değerlerin yüce sahibi, işleyişin sahibi, |
el hakim | : hâkim olan, hüküm hikmet sahibi |
1- Göklerde olanlar ve yerde olanlar Allah’ın tecellileridir ve O, tüm varlıktaki işleyişin yüce sahibidir, tüm varlığa hâkim olandır.
-2-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا لِمَ تَقُولُونَ مَا لَا تَفْعَلُونَ
Yâ eyyuhellezîne âmenû lime tekûlûne mâ lâ tef’alûn
yâ eyyuhâ ellezine amenu | : ey iman edenler |
Lime tekulune | : ne, neden, niçin, diyorsunuz, söylüyorsunuz, |
mâ lâ tefalûne | : değil, şey, ne yok, fail olan, yapan, işleyen, |
2- Ey iman edenler! Fail olan siz değilsiniz, bunu neden söylüyorsunuz.
-3-
كَبُرَ مَقْتًا عِندَ اللَّهِ أَن تَقُولُوا مَا لَا تَفْعَلُونَ
Kebure makten indallâhi en tekûlû mâ lâ tefalûn
Kebure makten | : büyük hata, sıkıntı, suç, nefret, öfke, |
inde allâhi | : katında, yanında, ona ait, Allah |
En tekulu | : söylemeniz, demeniz, kendinize nispet etmek, |
ma lâ tefalûne | : değilsiniz, şey, ne, yok, siz, fail olan, işleyen, |
3- Allah’a ait olanı kendinizinmiş gibi söylemeniz büyük bir hatadır, bedenlerinizin işleyişinde fâil olan siz değilsiniz.
-4-
إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الَّذِينَ يُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِهِ صَفًّا كَأَنَّهُم بُنيَانٌ مَّرْصُوصٌ
İnnallâhe yuhıbbullezîne yukâtilûne fî sebîlihî saffen ke ennehum bunyânun mersûs
İnne Allahe yuhibbu | : muhakkak, Allah sevgisi, aşkı için |
Ellezîne yukatilune | : onlar, mücadele ederler, gayret gösterme |
fî sebîli hî saffen | : onun yolunda, saflar, topluca, hep birlikte, birlik, |
Keenne hum bunyanun | : sanki, gibi, onlar, binalar, beden, sağlam binalar |
mersûsun | : birleştirilerek, kaynaşmış, sağlam, kenetlenmiş |
4- Muhakkak ki içlerinde Allah sevgisi olan o kimseler; O’nun yolunda hep bir birlik için mücadele ederler. Onlar sanki kenetlenmiş bedenler gibidirler.
-5-
وَإِذْ قَالَ مُوسَى لِقَوْمِهِ يَا قَوْمِ لِمَ تُؤْذُونَنِي وَقَد تَّعْلَمُونَ أَنِّي رَسُولُ اللَّهِ إِلَيْكُمْ فَلَمَّا زَاغُوا أَزَاغَ اللَّهُ قُلُوبَهُمْ وَاللَّهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ
Ve iz kâle mûsâ li kavmihî yâ kavmi lime tû’zûnenî ve kad talemûne ennî resûlullâhi ileykum fe lemmâ zâgû ezâgallâhu kulûbehum vallâhu lâ yehdîl kavmel fâsikîn
ve iz kale musa li kavmihi | : o zaman, dediğinde, Musa, kavmine |
Ya kavmi | : ey kavmim |
lime tuzune ni | : neden, eziyet etmek, üzmek, hüzün vermek, ben |
ve kad tamelune | : oldu, olmuştunuz, bilenlerden |
Enni resûlu | : ben, resul, hakikatleri gösteren, |
Allâh ileykum | : Allah, sizler, |
fe lemma zagu | : böylece, bundan sonra, olunca, haktan dönen, |
Ezâga Allahu | : dönmek, uzaklaşmak, çevrilmek, Allah |
kulûbe-hum | : onların kalpleri |
ve allâhu la yehdi | : Allah, hidayet, yol bulamazlar, kılavuz, |
el kavme el fasikine | : hakikati bırakıp kendi anlayışına çıkan kimseler, |
5- Musa kavmine demişti ki: Ey kavmim! Sizler benim Allah’ın hakikatlerini gösteren biri olduğumu bildiğiniz halde, neden beni dinlemeyip, bana eziyet ediyorsunuz. Böylece onlar hakk’tan, doğru yoldan dönenlerden oldular. Onların kalbleri Allah’ın hakikatlerini anlamaktan uzaklaştı. Hakikatleri bırakıp kendi anlayışlarına çıkan kimseler Allah’a yol bulamazlar.
-6-
وَإِذْ قَالَ عِيسَى ابْنُ مَرْيَمَ يَا بَنِي إِسْرَائِيلَ إِنِّي رَسُولُ اللَّهِ إِلَيْكُم مُّصَدِّقًا لِّمَا بَيْنَ يَدَيَّ مِنَ التَّوْرَاةِ وَمُبَشِّرًا بِرَسُولٍ يَأْتِي مِن بَعْدِي اسْمُهُ أَحْمَدُ فَلَمَّا جَاءهُم بِالْبَيِّنَاتِ قَالُوا هَذَا سِحْرٌ مُّبِينٌ
Ve iz kâle îsebnu meryeme yâ benî isrâîle innî resûlullâhi ileykum musaddikan li mâ beyne yedeyye minet tevrâti ve mubeşşiren bi resûlin ye’tî min bagdîsmuhû ahmed fe lemmâ câehum bil beyyinâti kâlû hâzâ sihrun mubîn
Ve iz kale îsâ ibnumeryeme | : dedi, Meryemoğlu İsa |
Ya benî isrâîle | : ey İsrailoğulları, Yakubunoğulları |
İnni resûlu | : ben, resul, hakikatleri gösteren, |
Allâhi ileykum | : Allah, sizlere, |
musaddikan | : tasdik eden, doğrulayan, gerçek olan, uyan, |
Li ma beyne yedeyye | : için, elimdeki, sunduğum, tüm gücümle, |
min et tevrâti | : yasa, ittifak, hüküm, anlaşma, öğreti, eğitim, |
ve mubeşşiran bi | : müjdelenen, umut veren, huzur veren, |
Bi resûlin | : Bir resûl, hakikati gösteren, |
yeti mim badi | : gelecek, benden sonra |
ismu-hû | : ismi, adı, işaretleri, o, |
ahmedu | : Ahmed, hamd, hamd üzere, birlik üzere, |
Fe lemma câe-hum | : lakin, fakat, bundan sonra, geldiği zaman, onlar |
Bi el beyyinâti | : apaçık delillerle açıklayarak |
Kâlû haza sıhrun mubinun | : dediler, bu apaçık bir sihirdir, aldatma, |
6- Meryemoğlu İsa da demişti ki: Ey İsrailoğulları! Ben sizlere Allah’ın hakikatlerini gösteren biriyim. Tüm gücümle yasalara uyarım ve benden sonra gelecek bir Resulü müjdeleyenim. Onun işaretleri Hamd üzere olmasıdır. Fakat onlara, apaçık delillerle hakikatleri açıkladığı halde, onlar: Bu apaçık bir aldatmacadır, dediler.
-7-
وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرَى عَلَى اللَّهِ الْكَذِبَ وَهُوَ يُدْعَى إِلَى الْإِسْلَامِ وَاللَّهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ
Ve men azlemu mimmenifterâ alallâhil kezibe ve huve yud’â ilel islâm vallâhu lâ yehdîl kavmez zâlimîn
ve men azlemu mimmen | : kim, kimse, daha zalim, karanlıkta olan, zalim olanlar |
İfterâ ala Allahi | : uyduran, iftira atan, Allah’ karşı, Allah hakkında |
el kezibe | : yalan, yalanlarda kalan, yalanları aktaran |
ve huve Yuda | : o, davet edilen, çağrılan, |
ilâ el islâmi | : barış huzur üzere olmak, selamet, esenlik, |
ve allâhu la yehdi | : Allah, yok, yol bulmak, kılavuz, doğru yol, |
El kavme ez zalimine | : zalim kimseler, zalim kavim, |
7- Barışa ve huzura davet edildiği halde; Allah hakkında bir şey uyduran, o yalanları aktaran kimseden daha zalim kim olabilir. Zalim kimseler Allah’a yol bulamazlar.
-8-
يُرِيدُونَ لِيُطْفِؤُوا نُورَ اللَّهِ بِأَفْوَاهِهِمْ وَاللَّهُ مُتِمُّ نُورِهِ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ
Yurîdûne li utfiû nûrallâhi bi efvâhihim vallâhu mutimmu nûrihî ve lev kerihel kâfirûn
Yuridune | : isterler, uğraşır, istiyorlar, amaçları, kendi istedikleri |
li yutfiû | : söndürmek için, engellemek |
nûra allâhi | : Allah’ın nuru, hakikatleri, aydınlığı, tecelli |
Bi efvâhi-him | : ağızları, konuştukları, yalan konuşanlar, onlar, zalimler |
ve allâhu mutimmu | : Allah, tamamlamak, gerçekleşme, apaçık ortada, parlak |
nûri hu | : nurunu, hakikatlerin ortaya çıkışı, hakikatleri, |
ve lev kerihe | : eğer, kerih görmek, küçük görmek, nefret, |
el kafirun | : hakikati görmemezlikten gelen |
8- Onların konuştukları yalandır, kendi istedikleri o yalanlar Allah’ın hakikatlerini anlamaya engel olan şeylerdir. Allah hakikatlerini her an apaçık ortaya çıkarır. Eğer hakikatleri görmemezlikten gelenler nefret hallerinde olmasalardı, hakikatleri anlarlardı.
-9-
هُوَ الَّذِي أَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَلَوْ كَرِهَ الْمُشْرِكُونَ
Huvellezî ersele resûlehu bil hudâ ve dînil hakkı li yuzhirehu aled dîni kullihî ve lev kerihel muşrikû
huve ellezî ersele | : o, ki o, gönderildi, ortaya çıktı, açığa çıktı, irsal |
resûle-hu | : resûl, hakikati gösteren, o |
bi el huda | : kılavuz, hidayet, doğru yola rehber |
ve dîni | : dini, varlığın yaratılış yasaları, |
el hakkı | : hakk olan, gerçek olan, hakikati, doğrusu |
li yuzhire-hu | : için, zahir, anlatmak, açığa çıkarmak, zahir kılmak için |
ala el dîni kulli-hî | : karşı, bütün din anlayışlarının üzerine, dinlere karşı, |
ve lev kerihe | : eğer, kerih, nefret, küçük görmek, hoşlanmasalar bile |
el muşrikûne | : müşrikler, şirk koşanlar, ortak koşanlar |
9- Ki o Resul; hakikatin yolunu göstermek ve bütün din anlayışlarına karşı, dinin hakikatini anlatmak için ortaya çıktı. Eğer ortak koşanlar nefret hallerinde olmasalardı, din hakikatini anlarlardı.
-10-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا هَلْ أَدُلُّكُمْ عَلَى تِجَارَةٍ تُنجِيكُم مِّنْ عَذَابٍ أَلِيمٍ
Yâ eyyuhellezîne âmenû hel edullukum alâ ticâretin tuncîkum min azâbin elîm
yâ eyyuhâ ellezine amenu | : ey iman edenler |
hel edullu-kum | : göstereyim mi, kanıt, delil, kanıtladığı, siz, |
alâ ticâretin | : yüce ticaret, bilgi alış verişi, hakikatin sunulması |
tuncî-kum | : sizi kurtaracak, necat bulduracak, huzur verecek |
min azâbin elimin | : azap, sıkıntı, elim, acı |
10- Ey iman edenler! Acı sıkıntılardan sizi kurtaracak yüce bir ticareti kanıtlarıyla size göstereyim mi?
-11-
تُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ وَتُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ بِأَمْوَالِكُمْ وَأَنفُسِكُمْ ذَلِكُمْ خَيْرٌ لَّكُمْ إِن كُنتُمْ تَعْلَمُونَ
Tû’minûne billâhi ve resûlihî ve tucâhidûne fî sebîlillâhi bi emvâlikum ve enfusikum, zâlikum hayrun lekum in kuntum talemûn
Tuminûne Bi Allah | : iman edin, inanın, Allaha |
ve resûli-hî | : o resul, hakikati gösteren, |
ve tucâhidûne | : cihad, hakikatleri anlamak anlatmak için gayret gösterme |
fî sebîli allâhi | : Allah’ın yolunda, Allah’ın hakikatleri için, |
Bi emvâli-kum | : varlığınız, mallarınız, değerleriniz, |
ve enfusi-kum | : nefsleriniz, canlarınız, kendiniz |
Zâlikum hayrun lekum | : işte bu, daha hayırlı, sizin için |
İn kumtum talemun | : keşke siz bilseydiniz |
11- Allah’a inanın ve o resulü anlayın ve Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla hakikatleri anlamak, anlatmak için gayret gösterin. Eğer bilirseniz, işte bu sizin için daha hayırlıdır.
-12-
يَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَيُدْخِلْكُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ وَمَسَاكِنَ طَيِّبَةً فِي جَنَّاتِ عَدْنٍ ذَلِكَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ
Yagfir lekum zunûbekum ve yudhılkum cennâtin tecrî min tahtihel enhâru ve mesâkine tayyibeten fî cennâti adn zâlikel fevzul azîm
Yagfir lekum | : mağfiret eder, temizlenmek, size, |
zunube kum | : günahlarınız için, hatalarınız için, fenalarınız, |
ve yudhıl-kum | : dahil eder, ulaşır, girer, siz, |
cennatin | : huzur, cennetlere, bahçelere, |
Tecri | : akar, vardır, |
min tahti-hâ | : makam, tahtında, altında, onda, orada, |
el enhâru | : nehirler, ilim, |
ve mesâkine | : barınma, korunma, meskenler, konut, makam, durmak |
tayyibeten | : iyi, güzel, tertemiz, hoş, temiz, güzel |
fî cennâti adnin | : huzur, hak halk, zevki, tüm tecelliler Allahın |
Zâlike el fevzu | : işte bu, kurtuluş, feyiz, aydınlanma, |
el azimu | : kararlı, azmeden, azimli olan, büyük, |
12- Günahlarınız için size mağfiret eden O’dur. Sizi makamlarında akıp giden bir ilmin huzuruna ulaştırır ve tertemiz olan o makamlarda, Hakk zevkiyle Halk’ı seyretmenin huzuru vardır. İşte büyük aydınlanma budur.
-13-
وَأُخْرَى تُحِبُّونَهَا نَصْرٌ مِّنَ اللَّهِ وَفَتْحٌ قَرِيبٌ وَبَشِّرِ الْمُؤْمِنِينَ
Ve uhrâ tuhıbbûnehâ nasrun minallâhi ve fethun karîb ve beşşiril mû’minîn
ve uhra | : başka, diğer, sonraki, diğer şeyler, her yer, |
tuhıbbûne hâ | : aşk, sevgi, o, |
Nasrun min Allahi | : yardım, zafer, koruma, Allahtan, Allahın |
ve fethun | : fetih, açmak, açığa çıkan, hakikate ulaşmak, |
karibun | : yakınlık, çok yakın, |
ve beşşir | : müjde, sevinç, sevindirici haber, ümit veren, |
el muminine | : mümin, emin olanlar, |
13- Allah’ın yardımını anlayın ve her yerde O’nun aşkıyla hareket edin ve O’na olan yakınlığın hakikatine ulaşın ve müminlerden olun, ümit verenlerden olun.
-14-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا كُونوا أَنصَارَ اللَّهِ كَمَا قَالَ عِيسَى ابْنُ مَرْيَمَ لِلْحَوَارِيِّينَ مَنْ أَنصَارِي إِلَى اللَّهِ قَالَ الْحَوَارِيُّونَ نَحْنُ أَنصَارُ اللَّهِ فَآَمَنَت طَّائِفَةٌ مِّن بَنِي إِسْرَائِيلَ وَكَفَرَت طَّائِفَةٌ فَأَيَّدْنَا الَّذِينَ آَمَنُوا عَلَى عَدُوِّهِمْ فَأَصْبَحُوا ظَاهِرِينَ
Yâ eyyuhellezîne âmenû kûnû ensârallâhi kemâ kâle îsebnu meryeme lil havâriyyîne men ensârî ilâllâh kâlel havâriyûne nahnu ensârullâh fe âmenet tâifetun min benî isrâîle ve keferet tâifeh fe eyyednellezîne âmenû alâ aduvvihim fe asbehû zâhirîn
yâ eyyuhâ ellezine amenu | : ey iman edenler |
Kunu ensâra allâhi | : olun, yardım eden, müdafi, savunan, Allah |
Kemâ kale isa ıbnu meryem | : gibi, dedi, Meryemoğlu İsa |
li el havâriyyîne | : havarilere, halis ve temiz dost, yardımcılar |
Men ensari ilâ allâhi | : kim, yardımcı, müdafi, savunan, Allah |
Kale el havâriyyûne nahnu | : dedi, havariler, halis dost, yardımcı, biz |
ensâru allâhi | : yardımcı, müdafaa eden, savunan, Allah, |
Fe âmenet | : böylece, iman etti, inandı, |
Taifetun min benî isrâîle | : bir gurup, İsrailoğulları, Yakuboğulları, |
ve keferet taifetun | : hakikati örtü, görmemezlikten geldi, bir gurup |
Fe eyyed nâ | : böylece, destek, kuvvet, güçlü, itaatte güçlü, biz |
ellezîne âmenû | : iman edenler |
Ala aduvvi-him | : karşı, düşmanlık, onlar, |
Fe asbehu zahirine | : böylece, oldu, görünen, hakikatlerle açığa çıkmak |
14- Ey iman edenler! Allah’ın hakikatlerini savunanlardan olun. Meryem oğlu İsa havarilere: Kim Allah’ın hakikatlerini savunanlardan olacak, dedi. Havariler: biz Allah’ın hakikatlerini savunanlardan olacağız, dediler. Böylece İsrailoğullarından bir gurup iman etti. Bir gurupta hakikatleri görmemezlikten geldi. Böylece iman edenler; onlara düşmanlık edenlere karşı Bizimle kuvvet buldular, böylece hakikatlerle açığa çıktılar.