SÂFFAT SÛRESİ

 

-1-

وَالصَّافَّاتِ صَفًّا

Ves sâffati saffâ

Ve el saffat saffa : saflar halinde, saf olanlar, dosdoğru hareket eden,

 

1- Dosdoğru hakikatler üzere gidenlere.

-2-

فَالزَّاجِرَاتِ زَجْرًا

Fez zâcirâti zecrâ

Fe el zacirati zecran : hareket ettirene, uyararak koruyan, bağırma,

 

2- Hakikatler üzere hareket ettirene.

-3-

فَالتَّالِيَاتِ ذِكْرًا

Fet tâliyâti zikrâ

Fe el taliyat : böylece, tilavet, takip etmek, okuyan, açıklayan,
zikran : anmak, anlatmak, hakikatleri anlamak,

 

3- Böylece hakikatleri takip edene.

-4-

إِنَّ إِلَهَكُمْ لَوَاحِدٌ

İnne ilâhekum le vâhıd

İnne ilahe kum : muhakkak, doğrusu, ilah, ilahınız, var eden, siz
le vahıdun : elbette, bir, tek, cüzü olmayan tek,

 

4- Muhakkak ki sizin ilahınız elbette birdir.

-5-

رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا وَرَبُّ الْمَشَارِقِ

Rabbus semâvâti vel ardı ve mâ beynehumâ ve rabbul meşârık

Rabbu : Rab, var eden, vücudlandıran,
el semavat ve el ard : ulvi âlem, gökler ve yer,
ve mâ beyne-humâ : ikisi arasındakiler, onlarda ne varsa
ve rabbu : Rab, var eden, vücudlandıran,
el meşarıkı : doğu, güneşin doğuşu, tüm doğuşlar,

 

5- Göklerde ve yerde ve onlarda ne varsa her şeyi vücudlandırandır ve tüm doğuşlardaki vücudlandırmanın sahibidir.

 

-6-

إِنَّا زَيَّنَّا السَّمَاء الدُّنْيَا بِزِينَةٍ الْكَوَاكِبِ

İnnâ zeyyennes semâed dunyâ bi zîynetinil kevâkib

İnnâ zeyyenna : muhakkak, biz, süsledik, ziynet, değer,
el sema : ulvi âlem, sema, gökyüzü,
el dunyâ bi ziynet : dünya, ziynet, süs, bezek, tecelliler,
el kevakib : gezegen, sonsuz, yıldız, sonsuz tecelli,

 

6- Biz Ulvî Âlemi nurumuzla süsledik, dünyayı da sonsuz tecellimizle bezedik.

-7-

وَحِفْظًا مِّن كُلِّ شَيْطَانٍ مَّارِدٍ

Ve hıfzan min kulli şeytânin mârid

ve hıfzan min kulli : koruyan, muhafaza eden, hepsi, bütün her şey,
Şeytanin : şeytani haller, kötülüklerde olan,
marid : asi, isyankâr, azgın, sapkın, hakikatten sapan,

 

7- Hakikatlerden sapıp şeytani hâllerde olan kimse, bütün her şeyi muhafaza edeni anlayamaz.

-8-

لَا يَسَّمَّعُونَ إِلَى الْمَلَإِ الْأَعْلَى وَيُقْذَفُونَ مِن كُلِّ جَانِبٍ

Lâ yessemmeûne ilel meleil alâ ve yukzefûne minkulli cânib

lâ yessemmeûne ilâ : kulak veremezler, dinleyemezler
el meleil alâ : yüce makamlarda olan, şerefli topluluk, bilgili,
ve yukzefûne : atılırlar, uzaklaşır,
min kulli canib : hepsi, bütün, her taraf, her yer,

 

8- Yüce makamlarda olanları dinlese de anlayamaz ve bütün her yeri saran hakikatleri anlamaktan uzaktır.

-9-

دُحُورًا وَلَهُمْ عَذَابٌ وَاصِبٌ

Duhûran ve lehum azâbun vâsib

Duhûran : sürekli, uzaklaşma, kovma, zillet, kaybetmişlik,
ve lehum azab : onlar, işte o halde olanlar, sıkıntı,
vasib : akmak, gitmek, sürekli olan,

 

9- Kaybetmişlik içinde olur ve işte o hâlde olanlar sürekli sıkıntılardadır.

-10-

إِلَّا مَنْ خَطِفَ الْخَطْفَةَ فَأَتْبَعَهُ شِهَابٌ ثَاقِبٌ

İllâ men hatıfel hatfete fe etbeahu şihâbun sâkib

İllâ men hatıfe el hatfete : ancak, kim, çalıp kaçmak, kapmak, çıkarına alet etmek
Fe etbeahu : o zaman, tâbi olur, uyar, tâbi olmak, uymak,
şihabu şakib : yakıcı ateş, kıvılcım, delip geçen, hızlı

 

10- Kim hakikatlerden bir söz duyup, bunu kendi çıkarı için değerlendirirse, o zaman o hızla yakıcı bir ateşe tabi olur.

-11-

فَاسْتَفْتِهِمْ أَهُمْ أَشَدُّ خَلْقًا أَم مَّنْ خَلَقْنَا إِنَّا خَلَقْنَاهُم مِّن طِينٍ لَّازِبٍ

Festeftihim e hum eşeddu halkan em men halaknâ, innâ halaknâhum min tînin lâzib

Fe isteftihim : artık, işte, kendi görüşü, araştırsın, sor, onlar,
e hum eşeddu : onlar mı, daha fazla, güçlü, kuvvetli,
halkan : halkoluş, yaratma, varoluş,
em men halakna : yoksa, kim, ne, her şey, kimse, halk ettik, yarattık,
İnna halaknâ-hum : muhakkak biz, onları halk ettik,
min tînin : bir özden, topraktan, nemli toprak, çamur,
lazibin : birleşik, bağlı, yapışkan, iç içe geçmiş, sabit, bütünleşen

 

11- Artık onlar araştırsınlar; halk oluştaki güç onların mı, yoksa her şeyi halk eden Bizim mi?  Muhakkak ki onları bir özden, bir bütünlük içinde Biz halk ettik.

-12-

بَلْ عَجِبْتَ وَيَسْخَرُونَ

Bel acibte ve yesharûn

Bel acipte : bilakis, aksine, evet, şaşırma, hayret
ve yesharun : onlar önemsemezler, alay etme

 

12- Bilakis sen yaratılışı anlamada hayret içindesin. Onlar ise önemsemezler.

-13-

وَإِذَا ذُكِّرُوا لَا يَذْكُرُونَ

Ve izâ zukkirû lâ yezkurûn

ve izâ zukkiru : kendilerine hakikatler anıldığı zaman,
la yezkurun : yok, tezekkür, yaratılışı anlamak için derin düşünce,

 

13- Hakikatleri anlayın denildiği zaman, varlığın yaratılışını anlamak için derin düşünce içinde olmazlar.

-14-

وَإِذَا رَأَوْا آيَةً يَسْتَسْخِرُونَ

Ve izâ raev âyeten yesteshırûn

ve izâ raev : görün denildiği zaman,
ayeten : ayet, işaret, tüm varlıktaki deliller
yesteshırun : önemsemezler

 

14- Tüm varlıktaki delilleri görün denildiği zaman, önemsemezler.

-15-

وَقَالُوا إِنْ هَذَا إِلَّا سِحْرٌ مُّبِينٌ

Ve kâlû in hâzâ illâ sihrun mubîn

ve kâlû in haza illa : derler, bu anlatılan, sadece, ancak,
Sihrun : aldatma, etkili olan, sebebi gizli olan, büyü,
mubin : apaçık

 

15- Derler ki: Bu anlatılanlar apaçık bir aldatmadır.

-16-

أَئِذَا مِتْنَا وَكُنَّا تُرَابًا وَعِظَامًا أَئِنَّا لَمَبْعُوثُونَ

E izâ mitnâ ve kunnâ turâben ve izâmen e innâ le mebûsûn

E iza mitna : biz öldükten sonra, yolun sonu,
ve kunna turab : olduk, toprak,
ve izâmen : kemik, dağılıp gitmek,
e inna le mebus : biz, elbette, dirilik, beas, açığa çıkan, diriliş,

 

16- Biz öldüğümüz zaman, toz toprak olduktan ve dağılıp gittikten sonra mı bir dirilik içinde olacağız?

-17-

أَوَآبَاؤُنَا الْأَوَّلُونَ

E ve âbâunel evvelûn

E ve abau na : atalarımız da mı?
el evvelun : gelip geçmiş, evvelki, önceki,

 

17- Önceki atalarımız da mı?

-18-

قُلْ نَعَمْ وَأَنتُمْ دَاخِرُونَ

Kul neam ve entum dâhırûn

Kul neam : de, evet
ve entum dahırune : siz, hor hakir bakmak,

 

18- De ki: Evet ve siz hakikatlere hor bakıyorsunuz.

-19-

فَإِنَّمَا هِيَ زَجْرَةٌ وَاحِدَةٌ فَإِذَا هُمْ يَنظُرُونَ

Fe innemâ hiye zecretun vâhıdetun fe izâ hum yenzurûn

Fe innema hiye : fakat, ancak, o, o hakikatler,
zecretun : bağırıp uzaklaşma, zorbalık, bağırmak, men etmek,
vâhıdetun : bir, tek, birlik
fe izâ hum yenzurune : işte o zaman, onlar, bakıp görme, görenler, anlayan

 

19- Fakat onlar bir olanı anlamaktan uzaklaşmasalardı, işte o zaman hakikatleri görenlerden olurlardı.

-20-

وَقَالُوا يَا وَيْلَنَا هَذَا يَوْمُ الدِّينِ

Ve kâlû yâ veylenâ hâzâ yevmud dîn

ve kâlû ya veylena : dediler, vah olsun bize, yazıklar olsun
Haza yevmu : işte bu, her şey, gün, vakit, zaman, her an,
el din : varlığın yaratılış yasaları, var oluş yasaları,

 

20- Derler ki: İşte vah olsun bize! Biz varlığın yaratılış yasalarını anlamaktan her zaman kaçtık.

-21-

هَذَا يَوْمُ الْفَصْلِ الَّذِي كُنتُمْ بِهِ تُكَذِّبُونَ

Hâzâ yevmul faslillezî kuntum bihî tukezzibûn

Hâzâ yevmu : bu, gün, vakit, zaman,
el fasli : ayırma, ayrılık, ikilik, kısım kısım,
Ellezi kuntum : ki o, siz oldunuz,
bihi tukezzibun : onları, o hakikatleri yalanlayan

 

21- İşte bu hâllerde kalıp hakikatleri yalanladığınızdan dolayı, her zaman ayrılıklarda kaldınız.

-22-

احْشُرُوا الَّذِينَ ظَلَمُوا وَأَزْوَاجَهُمْ وَمَا كَانُوا يَعْبُدُونَ

Uhşurûllezîne zalemû ve ezvâcehum ve mâ kânû yabudûn

Uhşurû : bir arada bulunmak, toplanmak,
ellezi zalemu : zalim kimseler, zulmedenler
ve ezvâce-hum : eş, cins, tür, aynı yolda olan, birlikte hareket eden
ve mâ kanu yabudun : şey, ne, değil, olmadı, kul olan,

 

22- Zalimler ve onlarla aynı yolda olanlar ve kulluklarını anlayamayanlar, bir arada bulunurlar.

-23-

مِن دُونِ اللَّهِ فَاهْدُوهُمْ إِلَى صِرَاطِ الْجَحِيمِ

Min dûnillâhi fehdûhum ilâ sırâtıl cahîm

min dûni allâhi : Allah’tan başka,
fehduhum : yol gösterici arayanlar, ulaştıran, yönelen,
İla sıratı : yol, ancak o yolda olan, yol edinen,
el cahim : sıfatları kendine nisbet eden, cehaletin yakıcılığı,

 

23- Allah’tan başka yol gösterici arayan, ancak kendi cehaletinin yakıcılığını yol edinir.

-24-

وَقِفُوهُمْ إِنَّهُم مَّسْئُولُونَ

Vakıfûhum innehum mesûlûn

vakıfû-hum : bilen, haber sahibi, ayakta duran, duran,
İnne hum mesulun : muhakkak onlar, sorumlu, mesul

 

24- Onları ayakta tutan nedir? Muhakkak ki onlar hakikatleri anlamaktan sorumludurlar.

-25-

مَا لَكُمْ لَا تَنَاصَرُونَ

Mâ lekum lâ tenâsarûn

mâ lekum : değil, şey, ne, siz,
la tenasarun : yok, yardımlaşmak, birbirinize yardımlaşma,

 

25- Siz birbirinize yardım eden değilsiniz.

-26-

بَلْ هُمُ الْيَوْمَ مُسْتَسْلِمُونَ

Bel humul yevme musteslimûn

Bel hum el yevm : hayır, onlar, gün, zaman, vakit,
musteslimun : teslim olmak, teslimiyet, barış, selamet

 

26- Bilakis hakikatleri anlayanlar her zaman bir teslimiyet içinde olurlar.

-27-

وَأَقْبَلَ بَعْضُهُمْ عَلَى بَعْضٍ يَتَسَاءلُونَ

Ve akbele baduhum alâ badın yetesâelûn

Ve akbele : kabul etmek, uymak,
baduhum alâ badın : onlardan bazıları bazılarını, birbirlerini
yetesâelûne : sorup araştıran, aramak, sorgulamak, sula etmek

 

27- Onlardan bazıları bazılarını kabul edip, hakikatleri arayanlara yardım ederler.

 

-28-

قَالُوا إِنَّكُمْ كُنتُمْ تَأْتُونَنَا عَنِ الْيَمِينِ

Kâlû innekum kuntum tetûnenâ anil yemîn

Kâlû innekum kuntum : dediler, muhakkak, sizler, siz oldunuz
Tetune na : gelen, gelmek, biz,
an el yemin : sağ taraf, işleyişi, diriliği arayan, gerçeği arayan

 

28- Dediler ki: Doğrusu sizler gerçeği arayan bir halde bize geldiniz.

 

-29-

قَالُوا بَل لَّمْ تَكُونُوا مُؤْمِنِينَ

Kâlû bel lem tekûnû mûminîn

Kâlû bel lem tekunu : dediler, hayır, henüz, olmadınız
muminun : mümin, emin olan,

 

29- Dediler ki: Bilakis sizler mümin de değildiniz.

 

-30-

وَمَا كَانَ لَنَا عَلَيْكُم مِّن سُلْطَانٍ بَلْ كُنتُمْ قَوْمًا طَاغِينَ

Ve mâ kâne lenâ aleykum min sultân bel kuntum kavmen tâgîn

ve mâ kâne lena aleykum : olmadı, değil, bize, sizden
min sultânin : kesin delil, mülkü yöneten, sultan,
Bel kuntum kavmen : hayır, bilakis, siz oldunuz, kimseler, topluluk
tagun : puta tapan, batıl olan şeye yönelen, çıkarına yönelen

 

30- Ve sizler bize geldiğinizde kesin deliller üzere değildiniz. Bilakis sizler batıl olan şeylere yönelen kimselerdiniz.

 

-31-

فَحَقَّ عَلَيْنَا قَوْلُ رَبِّنَا إِنَّا لَذَائِقُونَ

Fe hakka aleynâ kavlu rabbinâ innâ le zâıkûn

Fe hakka aleyna : artık, işte, hakikat, gerçek, hak, biz, üzerimize
kavlu rabbina : söz, tecelli, gerçek, kelimeler, rabbimiz, bizi vücudlandıran,
inna le zaıkune : biz, his, tatmak, zevk, huzur, kanıtlanmış, deliller

 

31- İşte bizler için hakikat olan; bizi vücudlandıranın tecellileridir, bizler elbette hakikatlerin hissiyatındayız.

-32-

فَأَغْوَيْنَاكُمْ إِنَّا كُنَّا غَاوِينَ

Fe agveynâkum innâ kunnâ gâvîn

Fe agvey nâ kum : böylece, sapkın, dalalete düşen, yalanlarda kalan, biz, siz,
İnnâ kunna gavine : muhakkak biz, olduk, azgın, hak yolundan sapan

 

32- Öyle ki sizin gibi biz de yalanlarda kaldık. Doğrusu biz de daha önce hakk yolundan sapan kimselerdik.

 

-33-

فَإِنَّهُمْ يَوْمَئِذٍ فِي الْعَذَابِ مُشْتَرِكُونَ

Fe innehum yevme izin fîl azâbi muşterikûn

Fe inne hum yevme izin : işte, muhakkak onlar, vakit, o gün, her zaman,
Fi el azab muşterekun : sıkıntılar içinde, ortak olan, birlikte, müşterek,

 

33- İşte muhakkak ki o halde olanlar, her zaman müşterek bir sıkıntının içindedirler.

 

-34-

إِنَّا كَذَلِكَ نَفْعَلُ بِالْمُجْرِمِينَ

İnnâ kezâlike nefalu bil mucrimîn

İnnâ kezalike nefalu : biz, işte böyle, işlemek, işleyişimiz, yaparız,
bi el mucrimîne : günahkâr, fenalarda kalanlar, hatalarda kalanlar

 

34- Fenalarda kalanlar, işte böylece Bizim her varlıktaki işleyişimizi anlayamazlar.

 

-35-

إِنَّهُمْ كَانُوا إِذَا قِيلَ لَهُمْ لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ يَسْتَكْبِرُونَ

İnnehum kânû izâ kîle lehum lâ ilâhe illallâhu yestekbirûn

Innehum kanu : muhakkak, onlar, oldu, dır,
iza kile lehum : denildiğinde, söylendiğinde, onlar
lâ ilâhe illa Allahu : yok, ilah, ancak, vardır, Allah,
yestekbirun : kibirlenenler, küçümseyen

 

35- Doğrusu onlara; Allah’tan başka güç yoktur, diye söylenildiğinde kibirlenirler.

 

-36-

وَيَقُولُونَ أَئِنَّا لَتَارِكُوا آلِهَتِنَا لِشَاعِرٍ مَّجْنُونٍ

Ve yekûlûne e innâ le târikû âlihetinâ li şâirin mecnûn

ve yekûlûne : derler, söylerler, biz elbette, yol, terk etmek
e inna le tarik : biz mi, elbette, yol, yolunu terk eden,
âliheti-nâ : ilahlarımızı,
li şair mecnun : şair, mecnun, ne dediğini bilmeyen,

 

36- Biz ilahlarımızı, ne dediğini bilmeyen biri için mi terk edelim, derler.

 

-37-

بَلْ جَاء بِالْحَقِّ وَصَدَّقَ الْمُرْسَلِينَ

Bel câe bil hakkı ve saddakal murselîn

Bel cae : bilakis, hayır, getirdi, sundu,
bi el hakkı : hayır, getirdi, sundu, hak, hakikat, doğru
ve sadaka : doğruladı, tasdik etti, sadakat, dosdoğru
el murselin : gönderilen, hakikatleri sunan,

 

37- Bilakis o, hakikatleri sunmuştur ve hakikatleri sunanları da tasdik etmiştir.

 

-38-

إِنَّكُمْ لَذَائِقُو الْعَذَابِ الْأَلِيمِ

İnnekum le zâikûl azâbil elîm

Inne-kum : muhakkak siz, doğrusu siz, sizler,
le zaiku : elbette tatmak, hissetmek, hışım, gadap
El azabi elim : elbette, mutlaka, acı bir sıkıntı

 

38- Muhakkak ki sunulan hakikatleri sizlerden kabul etmeyenler, acı sıkıntıların hissiyatında olurlar.

 

-39-

وَمَا تُجْزَوْنَ إِلَّا مَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ

Ve mâ tuczevne illâ mâ kuntum tamelûn

ve mâ tuczevne : şey, ne, değil, yok, karşılık değil,
İllâ ma kuntum tamelun : vardır, ancak, yaptığınız şeylerin

 

39- Yaptığınız şeylerden başka bir karşılık bulamazsınız.

 

-40-

إِلَّا عِبَادَ اللَّهِ الْمُخْلَصِينَ

İllâ ibâdallâhil muhlesîn

İllâ ibadi Allah : Ancak, kul, Allah,
el muhlesin : tüm özü ile bağlanan, içten, samimi,

 

40- Ancak tüm özü ile Allah’ın kulu olduğunu anlayanlar başka.

 

-41-

أُوْلَئِكَ لَهُمْ رِزْقٌ مَّعْلُومٌ

Ulâike lehum rizkun malûm

Ulâike lehum : işte onlar,
rızkun : rızk, nimet, sıfat, ona verilenler,
malum : bilinen, malum, farkında

 

41- İşte onlar kendilerine verilen sıfatların farkındadırlar.

 

-42-

فَوَاكِهُ وَهُم مُّكْرَمُونَ

Fevâkih ve hum mukremûn

Fevâkihu : kemalat, olgunluk, bilmek, meyve,
ve hum mukremun : onlar, ikram olunan, geldiği yeri anlayan, sunan,

 

42- Hakikatlerin kemalatındadırlar ve onlar sıfatların geldiği yeri anlamışlardır.

-43-

فِي جَنَّاتِ النَّعِيمِ

Fî cennâtin naîm

Fî cennatin naimi : huzur, naim, refah, huzur, bolluk, tüm tecelliler,

 

43- Tüm tecellileri anlamanın huzurundadırlar.

 

-44-

عَلَى سُرُرٍ مُّتَقَابِلِينَ

Alâ sururin mutekâbilîn

Alâ sururin : tahtlar, yüce makamlar,
mutekabilin : karşılıklı, karşısında, seyrinde

 

44- Yüce makamların seyrindedirler.

 

-45-

يُطَافُ عَلَيْهِم بِكَأْسٍ مِن مَّعِينٍ

Yutâfu aleyhim bi kesin min maîn

Yutâfu aleyhim : döner dururlar, o halde hareket ederler, onlar
bi kesin min main : gönül kapları, kaynak, akan su, öz, ilim,

 

45- Gönüllerinde kaynağından akan nurun hazzıyla dönerler.

 

-46-

بَيْضَاء لَذَّةٍ لِّلشَّارِبِينَ

Beydâe lezzetin liş şâribîn

Beydâe : tertemiz, berrak, beyaz,
lezzetin : haz, lezzet, hissiyat,
li el şaribin : içilen, faydalı, zevk, şarap, meyve suyu, tat almak,

 

46- Tertemiz olmanın hissiyatında, hakikatlerin zevkindedirler.

 

-47-

لَا فِيهَا غَوْلٌ وَلَا هُمْ عَنْهَا يُنزَفُونَ

Lâ fîhâ gavlun ve lâ hum anhâ yunzefûn

Lâ fiha gavlun : yok, orada, o hallerde, zulüm, aklı bozan cehalet
ve lâ hum anha : yok onlar, ondan, hakikatlerde,
yunzefune : sarhoş olma, unutmak, kendini kaybetme,

 

47- Akılları bozan cehalet halleri yoktur ve onlarda hakikatleri unutmak yoktur.

-48-

وَعِنْدَهُمْ قَاصِرَاتُ الطَّرْفِ عِينٌ

Ve indehum kâsırâtut tarfı ayn

ve inde-hum kasırat : onların yanında, vardır, ait, hapis, baktığı her yer
El tarfi : bakış, taraf, her yer,
ayn : ayniyet, benzer, eş, birlik, göz, seyir,

 

48- Onlar baktığı her yere birlik zevkiyle bakarlar.

 

-49-

كَأَنَّهُنَّ بَيْضٌ مَّكْنُونٌ

Ke enne hunne beydun meknûn

Ke enne hunne : sanki onlar, böylece onlar
beydun : pürüzsüz, takıntısız, yumurta, tertemiz, öz
meknun : saklı, örtülü, muhafaza edilmiş, içte, korunmuş,

 

49- Böylece onlar hiç ikiliğe düşmeden özlerini korurlar.

 

-50-

فَأَقْبَلَ بَعْضُهُمْ عَلَى بَعْضٍ يَتَسَاءلُونَ

Fe akbele baduhum alâ badın yetesâelûn

Fe akbele : böylece, kabul, uymak,
baduhum alâ badın : bazıları bazılarını, birbirinize
yetesâelûne : sorarlar, merak ettikleri, sorma, aramak, anlatma

 

50- Onlardan bazıları bazılarını kabul edip, hakikatleri arayanlara yardım ederler.

 

-51-

قَالَ قَائِلٌ مِّنْهُمْ إِنِّي كَانَ لِي قَرِينٌ

Kâle kâilun minhum innî kâne lî karîn

Kâle kailun minhum : dedi, konuşan, der, onlardan
İnnî kane li karinun : ben, oldu, anladım, yakınlık

 

51- Onlardan biri der ki: Doğrusu ben yakınlığın ne olduğunu anladım.

-52-

يَقُولُ أَئِنَّكَ لَمِنْ الْمُصَدِّقِينَ

Yekûlu e inneke le minel Mûsâddikîn

Yekûlu e inneke : der, söyler, muhakkak, sen,
Le min el Mûsâddikine : elbette, tasdik edenlerden, onaylama

 

52- Ona: Doğrusu sen elbette hakikatleri tasdik edenlerden oldun, denir.

-53-

أَئِذَا مِتْنَا وَكُنَّا تُرَابًا وَعِظَامًا أَئِنَّا لَمَدِينُونَ

E izâ mitnâ ve kunnâ turâben ve izâmen e innâ le medînûn

E iza mitna : öldüğümüz zaman
ve kunna turabe : toz toprak olduğumuzda,
ve izâmen : kemik, dağılıp gitme,
e inna le medinun : biz mi, borçlu, hesaba çekilen, kul, köle, ceza

 

53- Derler ki: Öldüğümüz zaman, toprak ve kemik olduğumuzda mı hesaba çekileceğiz?

 

-54-

قَالَ هَلْ أَنتُم مُّطَّلِعُونَ

Kâle hel entum muttaliûn

Kâle hel entum : dedi, mı, var, olan, siz elbet,
muttaliun : yakinen bilen, öğrenmiş, haber almış, bilgili olan,

 

54- Onlara denir ki: Elbette siz yakınlık hakkında bilgi sahibi olacaksınız.

 

-55-

فَاطَّلَعَ فَرَآهُ فِي سَوَاء الْجَحِيمِ

Fettalea fe reâhu fî seva el cahîm

fe ittalea : böylece ileri bakma, yakinen gören, makam üzere bakan,
fe rea hu : onu görme, anlama, idrak etme, hak,
fî sevâi : doğruluk, adil, orta, apaçık işleyiş, eşitlik, merkez, birlik,
el cahim : cahim, sıfatları kendine nisbet, benlik cehaleti,

 

55- Bundan sonra yakınlığı anlamak için makam üzere bakacaksınız, böylece hakkı idrak edeceksiniz, benlik cehaletinden geçip birlik içinde olacaksınız.

-56-

قَالَ تَاللَّهِ إِنْ كِدتَّ لَتُرْدِينِ

Kâle tallâhi in kidte le turdîn

Kâle te Allah : dedi, bildirildi,  noksansızlık, mükemmel, gerçek olan, Allah,
in kid te : kada, takdir eden, yapıp işleyen, yerine getiren, siz, bedenleriniz
la turdine : yok, bozulmaz, kaybolmaz, helak etmek, yok olmaz

 

56- Allah’ın gerçek olduğunu, her an bedenlerinizde işlemekte olduğunu, niteliklerinin yok olmadığını bileceksiniz, diye bildirilir.

 

-57-

وَلَوْلَا نِعْمَةُ رَبِّي لَكُنتُ مِنَ الْمُحْضَرِينَ

Ve lev lâ nimetu rabbî le kuntu minel muhdarîn

ve lev : velev ki, eğer, gerçi, eğer bilirseniz,
lâ nimetu : nimetleri, nitelikleri, sıfatları, lütuf,
rabbi : Rab, vücudlandıran, düzenleyen, şekillendiren,
Le kuntu : elbette ben, olurdum,
Min el muhdarin : hazırlanmış, düzenlenmiş, var edilmiş,

 

57- Eğer bilirseniz: Rabbimin sıfatları olmasaydı, elbette ben var edilmiş olmazdım.

 

-58-

أَفَمَا نَحْنُ بِمَيِّتِينَ

E fe mâ nahnu bi meyyitîn

e fe ma nahnu : artık, öyle mi, biz değil miyiz?
bi meyyitin : ölümlü, cansız, idraksiz, ölü gibi,

 

58- Biz ölümlüler değil miyiz?

 

-59-

إِلَّا مَوْتَتَنَا الْأُولَى وَمَا نَحْنُ بِمُعَذَّبِينَ

İllâ mevtetenel ûlâ ve mâ nahnu bi muazzebîn

İllâ mevtete na : ancak, ölümümüz, ölüm, biz
el ula : önce, ilk, birinci
ve mâ nahnu bi muazzebin : biz değiliz, sıkıntılarda kalan, müşkül, azap,

 

59- Ancak ölmeden önce ölümü anladık ve biz sıkıntılarda kalan değiliz, dersiniz.

-60-

إِنَّ هَذَا لَهُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ

İnne hâzâ le huvel fevzul azîm

İnne haza le huve : muhakkak, bu, gerçekten o
el fevzu el azîmu : en büyük kurtuluş, yüce

 

60- Muhakkak ki o yüce kurtuluş elbette işte budur.

 

-61-

لِمِثْلِ هَذَا فَلْيَعْمَلْ الْعَامِلُونَ

Li misli hâzâ fel yamelil âmilûn

Li misli haza : için, olsun, misli, gibi, mesela, örnek, bu
Fe el yameli el amilune : bundan sonra, amel etsin, amel edenler

 

61- Bundan sonra amel edenler, bu hakikate ulaşmak için amel etsinler.

 

-62-

أَذَلِكَ خَيْرٌ نُّزُلًا أَمْ شَجَرَةُ الزَّقُّومِ

E zâlike hayrun nuzulen em şeceretuz zakkûm

E zalike hayrun nuzulen : işte bu, hayırlı, iyi olan, sunulan, ikram,
Em şeceretu : yoksa, soy, aktarmak, ağaç, nesil, aslından gelen,
el zakkum : acı kötü kokan, fena haller, zehirli, zararlı,

 

62- İşte bu sunulan hakikatler mi daha hayırlı, yoksa zararlı hâlleri aktarmak mı?

 

-63-

إِنَّا جَعَلْنَاهَا فِتْنَةً لِّلظَّالِمِينَ

İnnâ cealnâhâ fitneten liz zâlimîn

İnnâ ceal na ha : muhakkak, yapmak, olmak, sunduk, kıldık, onu, hakikatler
fitnete : imtihan, varlığın asıl sahibini bilmek, hakikatleri araştırmak,
li el zâlimîne : zalimler, zulüm eden, kötülükler içinde,

 

63- Muhakkak ki sunduğumuz o hakikatler; zalimlerin, varlığın asıl sahibini bilmeleri teslim olmaları içindir.

-64-

إِنَّهَا شَجَرَةٌ تَخْرُجُ فِي أَصْلِ الْجَحِيمِ

İnnehâ şeceretun tahrucu fî aslil cahîm

inne-hâ şeceretun : muhakkak o, soy, ağaç, aktarma, kötülüğün geldiği yer,
Tahruc fi asli : çıkma, ortaya çıkma, çıkar, içinde, kaynak, köken, aslı, dibinde
el cahim : cehalet, varlığı kendine nispet etme, benlik içinde olmak

 

64- Muhakkak ki o fena hâllerin geldiği yerin kaynağı; benlik içinde olup, kendine varlık isnat etmenin cehaletidir.

-65-

طَلْعُهَا كَأَنَّهُ رُؤُوسُ الشَّيَاطِينِ

Taluhâ ke ennehu ruûsuş şeyâtîn

talu-hâ : onun doğuş yeri, meyvesi, çıkış yeri, tomurcuk,
Ke enne hu : gibi, olur, onun gibi, o hallerin
Ruûsu el şeytan : baş, başlangıç, şeytanın, şeytani hallerin başı

 

65- Şeytani hâllerin başlangıcının çıktığı yer orasıdır.

 

-66-

فَإِنَّهُمْ لَآكِلُونَ مِنْهَا فَمَالِؤُونَ مِنْهَا الْبُطُونَ

Fe innehum le âkilûne minhâ fe mâliûne min hel butûn

Fe inne hum : artık, muhakkak, onlar, zalimler,
le akilune minha : elbette, yiyecek, fayda, beslendikleri yer oradan
Fe mâliûne minha : böylece dolduranlar, oradan,
el butun : içlerini, karın,

 

66- İşte zalimler o hâllerden beslenirler. Artık içlerini hep o hâllerle doldururlar.

 

-67-

ثُمَّ إِنَّ لَهُمْ عَلَيْهَا لَشَوْبًا مِّنْ حَمِيمٍ

Summe inne lehum aleyhâ le şevben min hamîm

Summe inne : sonra, muhakkak, doğrusu,
lehum aleyha : onlar içindir, vardır, onların halleri
Le şevben : karışık haller, karıştırılmış,
min hamim : öfke, kızgınlık, yakıcı olan,

 

67- Sonra da muhakkak ki, öfke kızgınlık gibi karışık hâller onların hâlleridir.

 

-68-

ثُمَّ إِنَّ مَرْجِعَهُمْ لَإِلَى الْجَحِيمِ

Summe inne merciahum le ilel cahîm

Summe inne mercia hum : sonra, elbette, dönüşleri, dönüp durma, haller, onlar
Le ilâ el cahimi : elbette, cahim, varlığı kendine nispet etme, benlik,

 

68- Sonra doğrusu onlar; elbette benlik içinde olup, kendine varlık isnat etmenin cehaletinde döner dururlar.

 

-69-

إِنَّهُمْ أَلْفَوْا آبَاءهُمْ ضَالِّينَ

İnnehum elfev âbâehum dâllîne

inne-hum elfev : dorusu onlar, buldular, o hallerde idiler,
abae-hum : onların ataları,
dalline : hakikatleri bırakıp kendi anlayışlarına sapan, dalalet

 

69- Doğrusu onlar atalarını hakikatlerden sapmış bir halde buldular.

 

-70-

فَهُمْ عَلَى آثَارِهِمْ يُهْرَعُونَ

Fe hum alâ âsârihim yuhreûn

Fe hum ala asarihim : böylece, onlar, izleri üzere, yolları,
yuhreun : yürümek, gitmek

 

70- Böylece onlar da onların izlerinden gittiler.

 

-71-

وَلَقَدْ ضَلَّ قَبْلَهُمْ أَكْثَرُ الْأَوَّلِينَ

Ve lekad dalle kablehum ekserul evvelîn

ve lekad dalle : doğrusu, andolsun, hakikatten sapanlar,
kablehum : onlardan önce
Ekseru el evveline : çoğu, evvelki, önceki

 

71- Doğrusu onlardan öncekilerin çoğu da hakikatlerden sapmışlardı.

-72-

وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا فِيهِم مُّنذِرِينَ

Ve lekad erselnâ fî him munzirîn

ve lekad erselna : doğrusu, açığa çıktı, gönderdik, biz, hakikatlerimiz
fihim munzirin : onlara, uyarıcı, hakikatleri açıklayan, uyaran

72- Doğrusu onların içinden de hakikatlerimizi açıklayıp uyaranlar açığa çıktı.

-73-

فَانظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُنذَرِينَ

Fanzur keyfe kâne âkibetul munzerîn

fe unzur keyfe kane : o zaman, artık, bak, nasıl oldu,
akibet : akıbet, sonları, sonuçta,
el munzerîne : uyarılanlar, hakikatler açıklananlar

73- Hakikatler açıklandığı halde hakikatlere uymayanların akıbetleri nasıl oldu bir bak.

-74-

إِلَّا عِبَادَ اللَّهِ الْمُخْلَصِينَ

İllâ ibâdallâhil muhlasîn

İllâ ibade Allah : ancak, Allaha kulluk eden,
el muhlasin : tüm özüyle bağlı olan, içten, samimi olan,

74- Ancak tüm özüyle Allah’ın kulu olduğunu anlayanlar başka.

-75-

وَلَقَدْ نَادَانَا نُوحٌ فَلَنِعْمَ الْمُجِيبُونَ

Ve lekad nâdânâ nûhun fe le nimel mucîbûn

ve lekad nada na nuhun : doğrusu, nida etti, yöneldi, çağrı, biz, Nuh,
Fe le nime : sonrada, evet, oldu, öyle, ne güzel, güzel bir halde
el mucibin : icabet eden, uyan, teveccüh eden,

75- Doğrusu Nuh bize yöneldi, sonra da bize güzelce icabet eden oldu.

-76-

وَنَجَّيْنَاهُ وَأَهْلَهُ مِنَ الْكَرْبِ الْعَظِيمِ

Ve neccey nâ hu ve ehlehu minel kerbil azîm

ve neccey nâ : necat, selamet, kurtuluş, aydınlık, ışık, biz,
hu ve ehlehu : o ve onun ailesi, yakınları, o
min el kerbi el azîmi : büyük sıkıntılardan

76- O ve onun ailesi; büyük sıkıntılardan geçip, Bizde selamet buldular.

-77-

وَجَعَلْنَا ذُرِّيَّتَهُ هُمْ الْبَاقِينَ

Ve cealnâ zurriyyetehu humul bâkîn

ve cealnâ : kıldık, yaptık,
zurriyyete hu : onun neslini, zürriyet,
Hum el bakin : bâki olan, bâki kalan, sürekli

77- Onun neslini bâki kıldık.

-78-

وَتَرَكْنَا عَلَيْهِ فِي الْآخِرِينَ

Ve tereknâ aleyhi fîl âhirîn

ve tereknâ aleyhi : bıraktık, terk ettik, sağladık, ona
fî el âhirîne : sonrakiler için

78- Sonrakiler için onların faziletlerinin anılmasını sağladık.

-79-

سَلَامٌ عَلَى نُوحٍ فِي الْعَالَمِينَ

Selâmun alâ nûhın fîl âlemîn

Selâmun ala nuhın : barış, huzur, selamet, huzur, üzerine, Nuh
fi el alemin : âlemler içinde, topluluklar,

79 Topluluklar içinde Nuh, barış ve huzur üzere oldu.

-80-

إِنَّا كَذَلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ

İnnâ kezâlike neczîl muhsinîn

İnnâ kezalike neczi : muhakkak, şüphesiz, işte böyle, karşılık,
el muhsinin : tüm özüyle bağlı olan, içten samimi olan

80- Muhakkak ki Bizi anlayana, tüm özüyle bağlı olana, işte böyledir karşılık.

-81-

إِنَّهُ مِنْ عِبَادِنَا الْمُؤْمِنِينَ

İnnehu min ibâdinel mûminîn

İnne hu min abidina : muhakkak, o, kulluk, biz, kulumuz,
el mümin : emin olan,

81- Muhakkak ki o, Bizim kulumuz olduğundan emin olanlardandı.

-82-

ثُمَّ أَغْرَقْنَا الْآخَرِينَ

Summe agraknel âharîn

Summe agrak na : sonra, ise, boğuldu, kayboldu, batmak, gark, biz,
el ahirine : diğerleri, başkaları,

82- Bizi anlayamayanlar ise kendi cehaletlerinde boğulup gittiler.

-83-

وَإِنَّ مِن شِيعَتِهِ لَإِبْرَاهِيمَ

Ve inne min şîatihî le ibrâhîm

ve inne min şiatihi : doğrusu, onun, Nuh’un yolundan,
le ibrahim : İbrahim

83- Doğrusu İbrahim de Nuh’un yolundan gidenlerdendi.

-84-

إِذْ جَاء رَبَّهُ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ

İz câe rabbehu bi kalbin selîm

iz câe rabbehu : gelmişti, rabbine,
bi kalbi selim : tertemiz bir kalple, dürüst, kalbinde şüphe olmadan,

84- O Rabbine tertemiz bir kalble gelmişti

-85-

إِذْ قَالَ لِأَبِيهِ وَقَوْمِهِ مَاذَا تَعْبُدُونَ

İz kâle li ebîhi ve kavmihî mâzâ tabudûn

iz kâle li ebihi : demişti, babasına
ve kavmihi : kavmine, milletine
Maza tabudune : nedir sizin kul olduklarınız, taptıklarınız

85- Babasına ve kavmine demişti ki: Nedir sizin kul olduklarınız?

-86-

أَئِفْكًا آلِهَةً دُونَ اللَّهِ تُرِيدُونَ

E ifken âliheten dûnallâhi turîdûn

E ifken : yalanlar, zanna dayalı, uydurma, aslı olmayan,
aliheten : ilahlar, çıkar için yönelilen,
dûne allâhi turidune : Allah’tan başka, istemek, yönelmek,

86- Allah’ı bırakıp zanna dayalı ilahlar var edip, onlara mı yöneliyorsunuz?

-87-

فَمَا ظَنُّكُم بِرَبِّ الْعَالَمِينَ

Fe mâ zannukum bi rabbil âlemîn

Fe ma zannu kum : siz zanlarda kalıyorsunuz, zannettiğiniz gibi değil
Bi rabbi el alemin : Âlemlerin rabbi, tüm varlığı vücudlandıran,

87- Âlemlerin Rabbi sizin zannettiğiniz gibi değildir.

 

-88-

فَنَظَرَ نَظْرَةً فِي النُّجُومِ

Fe nazara nazraten fîn nucûm

Fe nazara nazreten : sonra, baktı, idraki bir bakışla, düşünmek,
fî en nucûmi : yıldızlar, parça parça, her bir parçası, sapı olmayan ot

88- İbrahim baktı; varlığın her parçasını anlamak için, idraki bir bakışla baktı.

-89-

فَقَالَ إِنِّي سَقِيمٌ

Fe kâle innî sakîm

Fe kale : sonrada dedi,
inni sakimun : ben müşküllerdeyim, hasta, hakikatleri anlamada zayıf

 

89- Sonra da dedi ki: Ben müşküllerdeyim.

-90-

فَتَوَلَّوْا عَنْهُ مُدْبِرِينَ

Fe tevellev anhu mudbirîn

Fe tevellev anhu : böylece dönüp gittiler, ondan,
mudbirin : kendi bilişlerine dönen, dönen, yüz çeviren,

90- Sonra da ondan yüz çevirdiler, dönüp gittiler

-91-

فَرَاغَ إِلَى آلِهَتِهِمْ فَقَالَ أَلَا تَأْكُلُونَ

Ferâga ilâ âlihetihim fe kâle e lâ tekulûn

ferâga ilâ alihetihim : ilgilendi, yöneldi, boş olan, onların boş olan ilahları
Fe kale e la tekulune : sonrada dedi, yemek yok, beslenme, fayda, yarar,

91- Onların boş olan ilahlarına yöneldi, sonra da dedi ki: Yemezsiniz de.

-92-

مَا لَكُمْ لَا تَنطِقُونَ

Mâ lekum lâ tentıkûn

mâ lekum la tentıkune : siz değilsiniz, konuşan, söyleyen, anlatan, öğreten,

92- Siz konuşan da değilsiniz.

-93-

فَرَاغَ عَلَيْهِمْ ضَرْبًا بِالْيَمِينِ

Ferâga aleyhim darben bil yemîn

Feraga aleyhim : ilgilendi, boş olan, asılsız, onların
Darben : vurdu, darbe,
bi el yemîni : kuvvetli, doğru, hak, noksansız, sağ, diri

 

93- Onların boş olan ilahlarına kuvvetle vurdu.

-94-

فَأَقْبَلُوا إِلَيْهِ يَزِفُّونَ

Fe akbelû ileyhi yeziffûn

Fe akbelu ileyhi : böylece, karşısına geçti, onların, kavimin,
yeziffune : hızla yürüyerek, heyecanla, telaşla,

94- Böylece hızla yürüyerek kavminin karşısına geçti.

-95-

قَالَ أَتَعْبُدُونَ مَا تَنْحِتُونَ

Kâle e ta’budûne mâ tenhıtûn

Kâle e tabudune : dedi, kulluk ediyorsunuz?
Ma tenhıtûne : siz yontuyorsunuz, yaptığınız

95- Dedi ki: Siz yontuğunuz şeylere mi kulluk ediyorsunuz?

-96-

وَاللَّهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ

Vallâhu halakakum ve mâ tamelûn

ve allâhu halaka kum : Allah sizi yarattı, halk etti, varetti, yarattı
ve ma tamelûne : yaptığınız şeyler, ellerinizle yapıp taptığınız şeyler

96- Allah sizi halk ettiği gibi, ellerinizle yapıp taptığınız şeyleri de O halk etti.

-97-

قَالُوا ابْنُوا لَهُ بُنْيَانًا فَأَلْقُوهُ فِي الْجَحِيمِ

Kâlûbnû lehu bunyânen fe elkûhu fîl cahîm

Kâlû ebnu lehu bunyanen : dediler, büyük bir şey yapın, bina, onun için
Fe elku hu : sonra onu atın, bırakın, o halde bırakın,
fi el cahim : azmışlık, cehalet, kendi ürettikleri, nisbet ettikleri,

97- Dediler ki: Onun için büyük bir şey yapın, sonra da cehaletinin azmışlığıyla onu oraya atın.

-98-

فَأَرَادُوا بِهِ كَيْدًا فَجَعَلْنَاهُمُ الْأَسْفَلِينَ

Fe erâdû bihî keyden fe cealnâ humul esfelîn

fe erâdû bihi keyden : sonra istediler, ona tuzak,
fe ceal nâ hum : böylece, oldular, yaptılar, kaldılar, biz, onlar,
el esfelin : düşmek, alçaltmak, sefil, fena haller, dünya,

98- Böylece ona tuzak kurmak istediler. Sonra da onlar Bizi anlayamayıp fena hallerinde kaldılar.

-99-

وَقَالَ إِنِّي ذَاهِبٌ إِلَى رَبِّي سَيَهْدِينِ

Ve kâle innî zâhibun ilâ rabbî seyehdîn

ve kâle inni zahibun : dedi, muhakkak, beni, giden, yol alan, bir fikre uyan,
İla rabbi se yehdi ni : sadece rabbim, bana doğru yolu gösterir

99- İbrahim dedi ki: Bana sadece Rabbim yol gösterir. Muhakkak ki ben O’nun hakikatleri üzere hareket ederim.

-100-

رَبِّ هَبْ لِي مِنَ الصَّالِحِينَ

Rabbi heb lî mines sâlihîn

Rabbi heb li min : Rabbim, bağışla, lütfetmek, vermek,
el salihin : iyilerden, Salih kimse,

100- Rabbim! Bana Salih birini lütfet.

-101-

فَبَشَّرْنَاهُ بِغُلَامٍ حَلِيمٍ

Fe beşşernâhu bi gulâmin halîm

Fe beşşerna hu : böylece, ona sevindirici haber, mutlu, sunduk
Bi gulamin halim : oğul, genç, güzel huylu, hoş muamele yapan, nazik, sakin

101- Böylece ona halim bir oğul müjdeledik.

-102-

 فَلَمَّا بَلَغَ مَعَهُ السَّعْيَ قَالَ يَا بُنَيَّ إِنِّي أَرَى فِي الْمَنَامِ أَنِّي أَذْبَحُكَ فَانظُرْ مَاذَا تَرَى قَالَ يَا أَبَتِ افْعَلْ مَا تُؤْمَرُ سَتَجِدُنِي إِن شَاء اللَّهُ مِنَ الصَّابِرِينَ

Fe lemmâ belega meahus saye kâle yâ buneyye innî erâ fîl menâmi ennî ezbehuke fanzur mâzâ terâ kâle yâ ebetifal mâ tûmeru setecidunî inşâallâhu mines sâbirîn

Fe lemma belega : böylece, olunca, erişti, ulaştı, arayış çağı,
mea-hu : onunla beraber, birlikte
el saye : çalışma, görev, arayış
Kâle ya buneyye : dedi, ey oğlum,
inni era : anladım, ben gördüm
fî el menâmi : uykuda, manada,
enni ezbehuke : ben, boğazlamak, kesmek, varlığından geçmek, sen,
fe unzur meza tera : haydi bak, ne görüyorsun, ne düşünüyorsun bu konuda
Kâle ya ebeti : dedi, ey babacığım,
ifal ma tumeru : yap, şey, ne, değil, hüküm, emir, işlemek, yapmak,
se-tecidu-nî : beni bulacaksın
in şae Allah : inşallah, istek, Allah,
min el sabirin : sabır, sabır içinde olan, bekleyen,

 

102- Böylece o; bir arayış çağına ulaştığında, onunla beraber hakikatlerin arayışında oldu. Dedi ki: Ey oğlum! Ben seni manada varlığından geçiriyor gördüm. Sen ne düşünüyorsun bu konuda. Dedi ki: Ey babacığım! Ne yapman gerekiyorsa onu yap. İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın.

 

-103-

 فَلَمَّا أَسْلَمَا وَتَلَّهُ لِلْجَبِينِ

Fe lemmâ eslemâ ve tellehu lil cebîn

Fe lemma eslema : böylece, ikisi de teslim oldu, selamet,
ve telle-hu : tepe, yatırdı, uzatmak, teslim olmak, o
li el cebin : şakak, alın, beyin, düşünce, başı,

103- Ve o tüm düşüncelerden geçerek teslim oldu. Böylece her ikisi de bir teslimiyet içinde oldu.

-104-

وَنَادَيْنَاهُ أَنْ يَا إِبْرَاهِيمُ

Ve nâdeynâhu en yâ ibrâhîm

ve nâdey nâ hu : nida, seslenmek, işitmek, biz, o,
en ya ibrâhîm : ey, seslenme, İbrahim

104- O ve İbrâhîm bütün varlıktan Bizim nidamızı işitti.

-105-

قَدْ صَدَّقْتَ الرُّؤْيَا إِنَّا كَذَلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ

Kad saddakter ruyâ innâ kezâlike neczîl muhsinîn

Kad saddakte : sadık oldu, sadakat içinde oldu,
el ruya : rüya, ileri görüş, amaç,
İnna kezâlike : muhakkak böylece, işte böyle
Neczî : biz, karşılık, mükâfat,
el muhsinin : tüm özüyle bağlı olan, ihsan sahibi, samimi olan,

105- Gördüğü hakikatlere sadakatle bağlandı. Muhakkak ki Bize tüm özüyle bağlı olanlara, Bizi anlamanın karşılığı vardır.

-106-

 إِنَّ هَذَا لَهُوَ الْبَلَاء الْمُبِينُ

İnne hâzâ le huvel belâul mubîn

İnne haza le huve : doğrusu, bu, elbette, o, o hakikatler,
El belau : imtihan, sıkıntı, dikkatlice düşünme,
el mubin : izah, apaçık, göstermek, apaçık hakikatler

106- Doğrusu bu; elbette dikkatlice düşünmeniz içindir, apaçık o hakikatleri anlamanız içindir.

-107-

وَفَدَيْنَاهُ بِذِبْحٍ عَظِيمٍ

Ve fedeynâhu bi zibhın azîm

ve fedeynâ-hu : fidye, verilen, sunulan vücut varlığı,
bi zibhın : kesme, kendinden geçme, varlığından geçme, yokluk
azimin : yücelik, kararlılık, azimet, karar vermek,

107- Böylece İbrâhîm ve İsmâîl, kendilerine sunulan vücut varlıklarının Bize ait olduğu idrakiyle bir yücelik içinde kendilerinden geçtiler.

-108-

وَتَرَكْنَا عَلَيْهِ فِي الْآخِرِينَ

Ve tereknâ aleyhi fîl âhirîn

ve terekna aleyhi : ders olarak bıraktık, ona, bunu,
fi el ahirin : sonrakiler için

108- Ve bunu sonrakiler için bir ders olarak bıraktık.

-109-

سَلَامٌ عَلَى إِبْرَاهِيمَ

Selâmun alâ ibrâhîm

Selâmun ala ibrâhîm : selam, barış, huzur, üzere, İbrahim

109- İbrâhîm de barış ve huzur üzereydi.

-110-

كَذَلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ

Kezâlike neczîl muhsinîn

Kezâlike neczi : işte böyle, karşılık, mükâfat, tüm özü ile bağlı olan
el muhsinin : tüm özü ile bağlı olan, içten samimi,

110- Tüm özüyle bağlı olana işte böyledir karşılık.

-111-

إِنَّهُ مِنْ عِبَادِنَا الْمُؤْمِنِينَ

İnnehu min ibâdinel mûminîn

İnne hu min ibadina : muhakkak ki, o, bizim kulumuz
el müminin : emin olan, mümin,

111- Muhakkak ki o, Bizim kulumuz olduğundan emin olanlardandı.

-112-

وَبَشَّرْنَاهُ بِإِسْحَقَ نَبِيًّا مِّنَ الصَّالِحِينَ

Ve beşşernâhu bi ishâka nebiyyen mines sâlihîn

ve beşşernâ-hu bi İshâk : müjdeledik, sevindirici, ümit veren, o, İshâk
Nebiyyen : haberci, bildiren, nebi,
min el salihine : hakk yolunda çalışan, salih olan, iyi kimse

112- Ve ona Salih kimselerden olup, hakikatleri bildirecek olan İshak’ı müjdeledik.

-113-

وَبَارَكْنَا عَلَيْهِ وَعَلَى إِسْحَقَ وَمِن ذُرِّيَّتِهِمَا مُحْسِنٌ وَظَالِمٌ لِّنَفْسِهِ مُبِينٌ

Ve bâreknâ aleyhi ve alâ ishâk ve min zurriyyetihimâ muhsinun ve zâlimun li nefsihi mubîn

ve barek na aleyhi : bereket, feyiz, niteliklerimiz, kendinde
ve ala ishak : üzerinde, için, İshâk
ve min zurriyyetihima : onların zürriyetinden, neslinden,
muhsin : tüm özü ile bağlı olan
ve zalimun : zalim olan, zulmeden,
li nefsi hi mubin : kendine, nefsine, apaçık

113- İshâk da kendi üzerindeki niteliklerimizi anlayarak feyiz buldu. Onların neslinden tüm özüyle bağlı olanlar da oldu, nefislerine apaçık zulmedenler de oldu.

-114-

وَلَقَدْ مَنَنَّا عَلَى مُوسَى وَهَارُونَ

Ve lekad menennâ alâ mûsâ ve hârûn

ve lekad menenna : doğrusu, memnuniyet, nimetler, lütuflarımız
Ala Mûsâ ve Harun : Mûsâ ve hârûn

114- Doğrusu Mûsâ ve Hârûn da lütuflarımızı anlayanlardandı.

-115-

وَنَجَّيْنَاهُمَا وَقَوْمَهُمَا مِنَ الْكَرْبِ الْعَظِيمِ

Ve necceynâ humâ ve kavme humâ minel kerbil azîm

ve necceynâ-humâ : necat, selamet, kurtuluş, biz, onlar
ve kavme humâ : ikisinin kavmi, onların kavmi,
Min el kerbi el azîmi : büyük üzüntü, büyük sıkıntılardan, müşkil hallerden

115- Onlar ve kavimleri büyük sıkıntılar içindeyken, Bizde selamet buldular.

-116-

وَنَصَرْنَاهُمْ فَكَانُوا هُمُ الْغَالِبِينَ

Ve nasarnâhum fe kânû humul gâlibîn

ve nasar nâ hum : onlar bizde yardım buldular
Fe kanu hum el galibin : böylece, oldu, onlar, galip, başarılı

116- Ve onlar; Bizde yardım buldular, böylece onlar hakikatler yolunda başarılı oldular.

-117-

وَآتَيْنَاهُمَا الْكِتَابَ الْمُسْتَبِينَ

Ve âteynâ humel kitâbel mustebîn

ve ateyna huma : sunduk, verdik, onlara, sunduk, ikisine
el kitâbe : kitap, ilahi sözler, her varlık bir kitap,
el mustebin : açık, apaçık açıklanmış, gösterilmiş, meydanda

117- Ve onlar da; her varlığı, hakikatleri apaçık gösteren bir kitap olarak sunduğumuzu anlayanlardandı.

-118-

وَهَدَيْنَاهُمَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ

Ve hedeynâ humes sırâtal mustekîm

ve hedeynâ-humâ : onlar, yol bulma, kılavuz, hidayet, biz,
es sırâta el mustekîme : Sıratı Müstakim, dosdoğru hakikatin yolu

118- Ve onlar; dosdoğru hakikatin yolu üzere oldular, Bizde hidayet buldular

 

-119-

وَتَرَكْنَا عَلَيْهِمَا فِي الْآخِرِينَ

Ve tereknâ aleyhimâ fîl âhirîn

ve terekna aleyhima : ve bıraktık, bunu, bu durumu, bu olanları
fî el âhirîne : sonrakiler için

119- Ve bunu sonrakiler için ders olarak bıraktık.

-120-

سَلَامٌ عَلَى مُوسَى وَهَارُونَ

Selâmun alâ mûsâ ve hârûn

Selâmun : barış, barış ve huzur, selamet
ala Mûsâ ve hârûn : üzere, Mûsâ ve Harun

120- Mûsâ ve Harun da barış ve huzur üzereydi.

-121-

إِنَّا كَذَلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ

İnnâ kezâlike neczîl muhsinîn

İnna kezâlike neczi : muhakkak, işte böyle, karşılık, mükâfat,
el muhsinin : tüm özü ile bağlı olan, içten samimi,

121- Muhakkak ki Bizi anlayana, tüm özüyle bağlı olana, işte böyledir karşılık.

-122-

إِنَّهُمَا مِنْ عِبَادِنَا الْمُؤْمِنِينَ

İnne humâ min ibâdin el mûminîn

İnne humâ min abidin : muhakkak ki ikisi, onlar, kulluk, bize ait
el mûminîne : müminler, emin olan, inanan,

122- Muhakkak ki onlar, hakikatlerden emin olan kullardandı.

 

-123-

وَإِنَّ إِلْيَاسَ لَمِنْ الْمُرْسَلِينَ

Ve inne ilyâse le minel murselîn

ve inne İlyâs : muhakkak, doğrusu, İlyas,
le min murselin : gönderilmiş, görevli, ortaya çıkan,

123- Muhakkak ki İlyas da hakikatleri anlatmak için ortaya çıkanlardandı.

-124-

 إِذْ قَالَ لِقَوْمِهِ أَلَا تَتَّقُونَ

İz kâle li kavmihî e lâ tettekûn

iz kâle li kavmihi : demişti, kavmine,
E la tettekune : sakınmaz mısınız, Allah’a ortak koşmaktan sakınmak

124- Kavmine demişti ki: Fenalarda kalıp, Allah’a ortak koşmaktan sakınmaz mısınız?

-125-

أَتَدْعُونَ بَعْلًا وَتَذَرُونَ أَحْسَنَ الْخَالِقِينَ

Eted’ûne balen ve tezerûne ahsenel hâlikîn

E tedune : çağırma, yönelme, tapınmak,
balen : Ba’l, kendini yüce görme, tapmak, zaaf, zayıflık
ve tezerûne : bırakma, terk etme, ayrılma,
Ahsen el halikin : güzel olan, yaratıcı, var eden,

125- Her şeyi en güzel olarak yaratanı terk edip, Ba’l isimli puta mı yönelirsiniz?

-126-

وَاللَّهَ رَبَّكُمْ وَرَبَّ آبَائِكُمُ الْأَوَّلِينَ

Allâhe rabbekum ve rabbe âbâikumul evvelîn

Allâhe rabbe kum : Allah, rabbiniz, sizi vücudlandıran,
ve rabbe : Rab, vücudlandıran,
abai kum el evvel : atalarınız, önceki

126- Önceki atalarınızı da vücudlandıran, sizi de vücudlandıran Allah’tır.

-127-

  فَكَذَّبُوهُ فَإِنَّهُمْ لَمُحْضَرُونَ

Fe kezzebûhu fe inne hum le muhdarûn

Fe kezzebu hu : fakat onu yalanladılar,
fe inne hum : böylece, doğrusu, onlar,
Le muhdarûne : kendilerini öne çıkarma, ego, yüce görme, hazırlanmış

127- Fakat onlar onu yalanladılar ve doğrusu onlar kendilerini yüce gördüler.

-128-

إِلَّا عِبَادَ اللَّهِ الْمُخْلَصِينَ

İllâ ibâdallâhil muhlasîn

İllâ abid Allah : başka, sadece, kulluk, kul olan, Allaha kul olan,
el muhlisin : tüm özüyle, içten samimi,

128- Tüm özüyle Allah’a kul olanlar ise başka.

-129-

وَتَرَكْنَا عَلَيْهِ فِي الْآخِرِينَ

Ve tereknâ aleyhimâ fîl âhirîn

ve terekna aleyhi : ve ders olarak bıraktık, bunu, bu durumu, bu olanları
fî el âhirîne : sonrakiler için

129- Ve bunu sonrakiler için ders olarak bıraktık.

-130-

سَلَامٌ عَلَى إِلْ يَاسِينَ

Selâmun alâ ilyâsîn

Selâmun ala İlyas : selam, barış ve huzur, selamet, üzere, İlyas,

130- İlyâs da barış ve huzur üzereydi.

-131-

إِنَّا كَذَلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ

İnnâ kezâlike neczîl muhsinîn

İnna kezâlike neczi : muhakkak, işte böyle, karşılık, mükâfat,
el muhsinin : tüm özü ile bağlı olan, içten samimi,

131- Muhakkak ki Bizi anlayana, tüm özüyle bağlı olana, işte böyledir karşılık.

-132-

إِنَّهُ مِنْ عِبَادِنَا الْمُؤْمِنِينَ

İnnehu min ibâdinel mûminîn

İnne hu min abidina : muhakkak o, kulluk, biz,
el mûminîne : emin olanlar,

132- Muhakkak o, Bizim kulumuz olduğundan emin olanlardandı.

-133-

وَإِنَّ لُوطًا لَّمِنَ الْمُرْسَلِينَ

Ve inne lûtan le minel murselîn

ve inne Lût’a  : doğrusu, muhakkak, Lût’da
Le min el murselin : elbette, açığa çıkan, gönderilmiş, görevli

133- Doğrusu Lût da şüphesiz hakikatleri anlatmak için açığa çıkanlardandı.

-134-

إِذْ نَجَّيْنَاهُ وَأَهْلَهُ أَجْمَعِينَ

İz necceynâhu ve ehlehû ecmaîn

İz neccey na : aydınlığımız, necat bulmak, selamet, kurtuluş, biz
hu ve ehle hu ecmanin : o ve onun ailesini, topluca

134- O ve onun ailesi, topluca Bizde necat buldular.

-135-

إِلَّا عَجُوزًا فِي الْغَابِرِينَ

İllâ acûzen fîl gâbirîn

İllâ acuzen : hariç, ancak, sadece, yaşlı, aciz, irfaniyetten yoksun
fi el gabirin : eski, eski halleri ile geride kalan, cehalette kalan

135- Cehalet hallerinde kalıp irfaniyetten yoksun olanlar hariç.

 

-136-

ثُمَّ دَمَّرْنَا الْآخَرِينَ

Summe demmernel âharîn

Summe demmer na : sonra, helak olma, körelme, yoksun, dumur, biz,
el ahirin : diğerleri, başkaları, o hallerde olanlar

136- Sonra cehalet hallerinde kalan başkaları da bizi anlamaktan yoksun kaldılar.

-137-

وَإِنَّكُمْ لَتَمُرُّونَ عَلَيْهِم مُّصْبِحِينَ

Ve innekum le temurrûne aleyhim musbihîn

ve inne-kum : doğrusu, muhakkak, siz,
le temurrun : uğramak, hareket etme, sarsılma
Aleyhim musbihîn : onlar, bunlar, sabah vakti, doğuş vakti, uyanış

137- Doğrusu siz bunlardan ders alıp sarsılıp uyanmaz mısınız?

-138-

وَبِاللَّيْلِ أَفَلَا تَعْقِلُونَ

Ve bil leyl e fe lâ takılûn

Ve bi el leyli : gece, gaflet, cehaletin karanlığı,
E fe la takılune : böylece, artık, akıl etmez misiniz?

138- Gafletten uyanıp, artık hiç akıl etmez misiniz?

-139-

وَإِنَّ يُونُسَ لَمِنَ الْمُرْسَلِينَ

Ve inne yûnuse le minel murselîn

ve inne Yûnus : muhakkak, doğrusu, Yûnus
Le min el murselîne : elbette, açığa çıkan, gönderilmiş, görevli olan

139- Doğrusu Yûnus da elbette hakikatleri anlatmak için açığa çıkanlardandı.

 

-140-

 إِذْ أَبَقَ إِلَى الْفُلْكِ الْمَشْحُونِ

İz ebeka ilel fulkil meşhûn

İz ebeka : sığındı, sarıldı, kaçtı,
el fulki : sonsuza yol alma, uzağa gitme, gemi, sürüp giden,
El meşhuni : yüklü, dolu, hakikatlerin ağırlığını taşıma

140- Hakikatlerin ağırlığını taşıyıp sonsuzluğun sahibine sığındı.

-141-

فَسَاهَمَ فَكَانَ مِنْ الْمُدْحَضِينَ

Fe sâheme fe kâne minel mudhadîn

Fe saheme : sürüp giden, kura çekti, deryaya daldı, varlığıyla teslim oldu,
fe kane : böylece oldu,
min el mudhadîne : kaybeden, bir gücü kalmayan, varlığından geçme, teslim oldu,

141- Böylece gücünün sahibi olmadığını anladı, tüm varlığıyla teslim oldu.

-142-

فَالْتَقَمَهُ الْحُوتُ وَهُوَ مُلِيمٌ

Feltekamehul hûtu ve huve mulîmun

Fe iltekame hu : böylece, daldı, girdi, bir deryaya daldı, ikame etti, karıştı, o
el hutu : gitmek, ilerlemek, yüzmek, balık, gönlü daldı, Hitit
Ve huve mulimun, melami : o, Melami, Hakk’ta Hakk olan, Hakikatlerin arayışında olan, varoluşu – var edeni düşünen, aslını arayan, kendini bilme yolunda olan, varlığı ve varlığın geldiği âlemi araştıran, çocuk saflığında hakikati araştıran.

142- Böylece o bir deryaya dalıp gitti ve o Melâmî’ydi

-143-

فَلَوْلَا أَنَّهُ كَانَ مِنْ الْمُسَبِّحِينَ

Fe lev lâ ennehu kâne minel musebbihîn

fe lev lâ enne hu : eğer olmasaydı, şüphesiz o
Kane min el musebbihîne : oldu, fiil, sıfat, zatın tecellilerini idrak edenlerden oldu

143- Eğer o her varlıktaki tecellileri idrak eden olmasaydı,

-144-

لَلَبِثَ فِي بَطْنِهِ إِلَى يَوْمِ يُبْعَثُونَ

Le lebise fî batnihî ila yevmi yubasûn

Le lebise : elbette, muhakkak, kalırdı, olurdu,
fi batni hi : kendi bildiklerinin içinde, karın,
İla yevmi : gün, vakit, zaman,
yubasûne : beas, dirilik, diriliş, her varlıkta diri olan,

elbette kendi bildiklerinin içinde kalır, tüm varlıkta diri olanı hiçbir zaman anlayamazdı.

-145-

فَنَبَذْنَاهُ بِالْعَرَاء وَهُوَ سَقِيمٌ

Fe nebeznâhu bil arâi ve huve sakîm

Fe nebez na hu : sonunda, atılma, bize bıraktı, o
bi el arai : açık, boş, çıplak, soyunmuş, varlığından geçen,
ve huve sakimun : o, güçsüz, bitkin, hiçbir gücü olmayan, gücünden geçen

145- Böylece o tüm varlığından soyunup, kendini Bize bıraktı ve o tüm gücünden geçti.

-146-

وَأَنبَتْنَا عَلَيْهِ شَجَرَةً مِّن يَقْطِينٍ

Ve enbetnâ aleyhi şecereten min yaktîn

ve enbet na aleyhi : ortaya çıkan, tecelli, nebat, var olan, nitelikler, biz, üzerinde
Şecereten min yak tin : ağaç, soy, gelen, devam eden, özünden, bir kökten yayılan, yâkîn

146- Ve kendi üzerindeki tüm niteliklerin Bize ait olduğunu, böylece tüm varlığın bir özden yayılıp geldiğini anladı.

-147-

وَأَرْسَلْنَاهُ إِلَى مِئَةِ أَلْفٍ أَوْ يَزِيدُونَ

Ve erselnâhu ilâ mieti elfin ev yezîdûn

ve erselna hu : açığa çıkmak, gönderdik, irsal, biz, o
İla mieti elfin : ancak, ünsiyet eylemek, yüz bin, varlığı tutan öz
ev yezîdûne : veya, daha fazla, çok fazla kişiye

147- Ve o, kendi toplumunda çok fazla kişiye, tüm varlığı tutan öz olan Bizi anlatmak için ortaya çıktı.

-148-

  فَآمَنُوا فَمَتَّعْنَاهُمْ إِلَى حِينٍ

Fe âmenû fe mettanâhum ilâ hîn

Fe amenu : böylece, iman ettiler
Fe meta na hum : sonra, yarar, faydalanma, meta, biz, hakikatlerimiz, onlar
ila hinin : bir zaman kadar, an, yaşadıkları zaman

148- Böylece iman ettiler, sonra onlar belli bir zaman hakikatlerimizden faydalandılar.

-149-

فَاسْتَفْتِهِمْ أَلِرَبِّكَ الْبَنَاتُ وَلَهُمُ الْبَنُونَ

Festeftihim e li rabbikel benatu ve lehumul benun

Fe istefti him : bırakma, atfetme, başvurmak, isnat etmek, onlar
e li rabbike : rabbine
el benatu : kız çocuklar,
ve lehum el benun : onlar, erkek çocuk, evlat,

149- Sonra bazıları da kız çocuklarını Rabbine ve erkek çocukları da kendilerine atfettiler.

-150-

أَمْ خَلَقْنَا الْمَلَائِكَةَ إِنَاثًا وَهُمْ شَاهِدُونَ

Em halaknel melâikete inâsen ve hum şâhidûn

Em halak na : yoksa, neden, biz halk ettimiz, varetmek,
el melaikete : kuvveler, güç,
İnâsen : dişilik, ünsiyet
ve hum şahidun : onlar şahit, tanık, bilen,

150- Yoksa melekleri dişi olarak halk etmişiz ve onlar şahit mi olmuşlar?

-151-

أَلَا إِنَّهُم مِّنْ إِفْكِهِمْ لَيَقُولُونَ

E lâ innehum min ifkihim le yekûlûn

e la inne hum : bunlar değildir, onlar yok
min ifki-him : yalanlarından dolayı, iftira, suç, gerçek olmayan
le yekulun : söyledikleri

151- Onların söyledikleri şeyler gerçek değildir. Elbette onların söyledikleri şeyler, onların yalanlarda kalmalarından dolayıdır.

-152-

وَلَدَ اللَّهُ وَإِنَّهُمْ لَكَاذِبُونَ

Veledallâhu ve innehum le kâzibûn

velede Allâhu : veled, çocuk, doğan, Allah
ve inne-hum le kazibun : muhakkak onlar, yalanlarda kalanlardır

152- Onlar Allah çocuk edindi de dediler ve muhakkak onlar yalanlarda kalanlardır.

-153-

 أَصْطَفَى الْبَنَاتِ عَلَى الْبَنِينَ

Astafel benâti alel benîn

Astafe el benati : seçti, tercih etti, kız çocukları,
ala el benin : erkek çocuklara

153- Kız çocuklarını erkek çocuklara tercih etti, yalanını da söylediler.

-154-

مَا لَكُمْ كَيْفَ تَحْكُمُونَ

Mâ lekum keyfe tahkumûn

Mâ lekum : siz değilsiniz,
keyfe tahkumun : nasıl, hüküm veren, hak ile batılı ayıran

154- Siz hakk ile batılı ayırt eden değilsiniz.

-155-

أَفَلَا تَذَكَّرُونَ

E fe lâ tezekkerûn

E fe lâ : hala mı, istemez misiniz, anlamaz mısınız?
La tezekkerûne : tezekkür yok, düşünüp anlamak, hakikatlerle bakmak

155- Siz hiç hakikatleri düşünüp anlamak istemez misiniz?

 

-156-

 أَمْ لَكُمْ سُلْطَانٌ مُّبِينٌ

Em lekum sultânun mubîn

Em lekum sultanun mubin : yoksa, veya, sizin, delil, sultan, apaçık

156- Yoksa apaçık deliliniz mi var?

-157-

فَأْتُوا بِكِتَابِكُمْ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ

Fe’tû bi kitâbikum in kuntum sâdikîn

Fetû bi kitabi kum : belgeler getirin, kitabınızı getirin
İn kuntum sadikine : doğru söylediğinizi iddia ediyorsanız

157- Eğer doğru söylediğinizi iddia ediyorsanız kitabınızı getirin.

-158-

وَجَعَلُوا بَيْنَهُ وَبَيْنَ الْجِنَّةِ نَسَبًا وَلَقَدْ عَلِمَتِ الْجِنَّةُ إِنَّهُمْ لَمُحْضَرُونَ

Ve cealû beynehu ve beynel cinneti nesebâ ve lekad alimetil cinnetu innehum le muhdarûn

ve cealû beyne hu : kıldılar, yaptılar, o aralarında
ve beyne el cinneti : arasında, cinnet, delilik, hiddet, ne yaptığını bilmeyen
neseb : neseb, soy, devam edip gelen
ve lekad alimet : andolsun, öğrendikleri,
el cinnet : cinnet, delilik, öfke, ne dediğini bilmeyen
inne-hum le muhdarun : muhakkak ki onlar, kendini öne çıkaran, bilmişlik,

158- Onların bu yaptıkları ve aralarında ne yaptığını bilmeden olan bu davranışlar, eskiden beri gelen yalanlardan öğrendikleri şeylerdir. Muhakkak ki onlar, kendilerini öne çıkarma, bilmişlik taslama hallerindedirler.

-159-

سُبْحَانَ اللَّهِ عَمَّا يَصِفُونَ

Subhânallâhi ammâ yasifûn

Subhâne Allah : noksan sıfattan münezzeh, her şey onunla, Allah
amma yasifun : açıklanamaz, vasfedilemez, anlatılamaz, tarife sığmaz

159- Allah noksan sıfatlardan münezzehtir, tarife sığmaz.

-160-

إِلَّا عِبَادَ اللَّهِ الْمُخْلَصِينَ

İllâ ibâdallâhil muhlasîn

İllâ abid Allah : ancak, kul, Allah
el muhlasin : ihlaslı, samimiyetli, tüm özüyle bağlı olan

160- Ancak tüm özüyle Allah’a kul olanlar;

-161-

فَإِنَّكُمْ وَمَا تَعْبُدُونَ

Fe innekum ve mâ tabudûn

Fe inne kum : o zaman, bundan sonra, şüphesiz, siz, onlar,
ve ma tabudun : şey, ne, değil, kulluk,

161- Şüphesiz onlar başka şeye kulluk etmezler.

-162-

مَا أَنتُمْ عَلَيْهِ بِفَاتِنِينَ

Mâ entum aleyhi bi fâtinîn

ma entum aleyhi : siz değilsiniz, onları, hiçbir şey döndüremez,
fatinin : fitne, imtihan, sınama, dikkatli düşünme

162- Hiçbir şey onları dikkatlice düşünmeden döndüremez.

-163-

إِلَّا مَنْ هُوَ صَالِ الْجَحِيمِ

İllâ men huve sâlil cahîm

İllâ men huve sal : ancak, kimse, o, uzaklaşmak, yaslanmak, gitmek, giren,
el cahim : azmışlık, benlik, sıfatları kendine nisbet etme cehaleti

163- Ancak sıfatları kendine nisbet etmenin cehaletinde bulunan o kimseler, hakk yolundan uzaklaşırlar.

 

-164-

وَمَا مِنَّا إِلَّا لَهُ مَقَامٌ مَّعْلُومٌ

Ve mâ minnâ illâ lehu makâmun malûm

ve mâ minna illa lehu : şey, ne, değil, bizi, bizden, ancak, onun, olanlar
Makâmun malumun : makam, hakikatlerin olduğu yer, bilinen, malum

164- Bizi ancak belli bir makamda olanlar bilir.

-165-

وَإِنَّا لَنَحْنُ الصَّافُّونَ

Ve innâ le nahnus sâffûn

ve innâ le nahnu : muhakkak biz, doğrusu, elbette, biz,
el saffun : dosdoğru hakikatler üzere, saflar,

165- Onlar dosdoğru hakikatler üzere Bize dönmüşlerdir

-166-

وَإِنَّا لَنَحْنُ الْمُسَبِّحُونَ

Ve innâ le nahnul musebbihûn

ve innâ le nahnu : muhakkak ki biz, elbette, yalnızca, bizim
El musebbihune : fiil, sıfat, zatın tecellilerini idrak ederler

166- Yalnızca Bize ait olan tecellilerin idrakindedirler.

-167-

وَإِنْ كَانُوا لَيَقُولُونَ

Ve in kânû le yekûlûn

ve in kanu le yekulune : ve sadece, ancak, oldu, söyleyenlerden

167- Şöyle söyleyenler de olur:

-168-

لَوْ أَنَّ عِندَنَا ذِكْرًا مِّنْ الْأَوَّلِينَ

Lev enne indenâ zikren minel evvelîn

lev enne : eğer, keşke olsaydık,
inde na zikren : katımızda, bize ait, zikir, anmak, anlatılan,
min el evvelîne : evvelkilerden, öncekilerin, daha önce

168- Keşke bize anlatılanları daha önceden bilenlerden olsaydık.

-169-

لَكُنَّا عِبَادَ اللَّهِ الْمُخْلَصِينَ

Le kunnâ ibâdallâhil muhlasîn

Le kunna abid Allah : elbette, mutlaka, biz olurduk
el muhlasîne : tüm özüyle bağlı olan, samimi, içten,

169- Elbette o zaman tüm özümüzle Allah’a kul olurduk.

-170-

فَكَفَرُوا بِهِ فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ

Fe keferû bih fe sevfe yalemûn

Fe keferu bihi : artık, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, onu
Fe sevfe yalemun : lakin, yakın bir zamanda, ilmiyle var edeni bilecekler

170- Artık hakikatleri görmemezlikten gelenler, belki yakın bir zamanda bilirler.

-171-

وَلَقَدْ سَبَقَتْ كَلِمَتُنَا لِعِبَادِنَا الْمُرْسَلِينَ

Ve lekad sebekat kelimetunâ li ibâdinel murselîn

ve lekad sebekat : doğrusu, geçti, ileri gitti, hakikatlerle hareket etti,
Kelimetuna li abidna : kelimelerimiz, hakikatler, bizim sözlerimiz, için, kulluk, biz,
el murselin : görevlendirilmiş, hakikatleri anlatmak için ortaya çıkanlar,

171- Doğrusu Bizim kulumuz olduğunu anlayıp, hakikatleri anlatmak için ortaya çıkanlar, hakikatlerimiz üzere hareket ettiler.

-172-

 إِنَّهُمْ لَهُمُ الْمَنصُورُونَ

İnnehum le humul mensûrûn

inne-hum : muhakkak ki onlar,
le hum el mensur : elbette onlar, üstün gelen, galip, başarılı olan,

172- Muhakkak ki onlar, elbette hakikatleri idrak edip başarıya ulaşanlardır.

 

-173-

وَإِنَّ جُندَنَا لَهُمُ الْغَالِبُونَ

Ve inne cundenâ le humul gâlibûn

ve inne cunde na : muhakkak, tüm varlık, ordu, güç, bizim
Le hum : elbette onlardaki, her şeydeki
el galibune : galip, hükmümüzde, idaremizde, üstün, hâkim olan

173- Muhakkak ki bütün varlık Bizimdir. Elbette onlarda ki hâkimiyet sahibi Biziz.

-174-

 فَتَوَلَّ عَنْهُمْ حَتَّى حِينٍ

Fe tevelle anhum hattâ hîn

Fe tevelle anhum : artık, cehaletinde kalandan yüz çevir, uzak dur,
hatta hin : hatta, belli bir zaman, ölünceye kadar

174- Artık kendi cehaletlerinde kalanlardan belli bir zamana kadar uzak dur.

-175-

وَأَبْصِرْهُمْ فَسَوْفَ يُبْصِرُونَ

Ve ebsirhum fe sevfe yubsirûn

ve ebsir-hum : onlara bak, gözlemle, anla,
Fe sevfe yubsirun : bundan sonra, yakında, anlarlar, görürler,

175- Onlara bak gözlemle. Belki onlar yakın bir zamanda hakikatleri görürler.

-176-

أَفَبِعَذَابِنَا يَسْتَعْجِلُونَ

E fe bi azâbinâ yestacilûn

E fe bi azabi na : olmaz mı, değil mi, bir sıkıntı, biz,
yestacılun : aceleci davranan, sabırsız olan,

176- Acele edenler, Bizi anlamaktan uzaklaşanlar, sıkıntılarda değil midirler?

-177-

فَإِذَا نَزَلَ بِسَاحَتِهِمْ فَسَاء صَبَاحُ الْمُنذَرِينَ

Fe izâ nezele bisâhatihim fe sâe sabâhul munzerîn

fe iza nezele : fakat, o zaman, artık, indi, sunuldu, verildi,
bi sahatihim : onların anlayışına, saha, avlu, konumu, durumu,
Fe sae sabah : fakat, kötü haller, uyanış, hakikatleri görme,
el munzarin : uyarılan, hakikatler açıklanıp uyarılanlar

177- Bulundukları konumlara göre onlara hakikatler sunuldu. Fakat hakikatler açıklanıp uyarıldıkları hâlde uyanışları olmadı, kötü hâllerde kaldılar.

-178-

 فَتَوَلَّ عَنْهُمْ حَتَّى حِينٍ

Fe tevelle anhum hattâ hîn

Fe tevelle anhum : artık, cehaletinde kalandan yüz çevir, uzak dur,
hatta hin : hatta, belli bir zaman, zaman, ölünceye kadar

178- Artık kendi cehaletlerinde kalanlardan belli bir zamana kadar uzak dur.

-179-

وَأَبْصِرْ فَسَوْفَ يُبْصِرُونَ

Ve ebsir fe sevfe yubsirûn

ve ebsir-hum : ve onlara bak, gözlemle,
Fe sevfe yubsirun : bundan sonra, yakında, anlarlar, görürler,

179- Onlara bak gözlemle. Belki onlar yakın bir zamanda hakikatleri görürler

-180-

سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ

Subhâne rabbike rabbil izzeti ammâ yasifûn

Subhâne : noksan sıfattan münezzehtir, tecellilerin sahibi
Rabbike : seni vücudlandıran, rabbin
Rabbi el izzet : Rabbin, yüce olan, sıfatlarıyla zatıyla yüce olan
Amma yasifun : vasfedilemez, anlatılamaz

180- Rabbin noksan sıfatlardan münezzehtir. Rabbinin yüceliği vasfedilemez.

-181-

وَسَلَامٌ عَلَى الْمُرْسَلِينَ

Ve selâmun alel murselîn

ve selâmun : selam, barış ve huzur, selamet, huzur,
ala murselin : hakikati anlatmak için ortaya çıkanlar, görevliler

181- Hakikatleri anlatmak için ortaya çıkanlar barış ve huzur üzeredirler.

-182-

 وَالْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

Vel hamdu lillâhi rabbil âlemîn

ve el hamdu : tüm tecellilerin sahibi, tüm niteliklerin sahibi
li Allah : Allah’tır, Allah’a aittir,
Rabbi el alemin : Rab, vareden, vücudlandıran, âlemler, her şey,

182- Bütün her şeyi vücudlandıran, tüm niteliklerin sahibi olan Allah’tır.