SEBE SÛRESİ
-1-
الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَلَهُ الْحَمْدُ فِي الْآخِرَةِ وَهُوَ الْحَكِيمُ الْخَبِيرُ
El hamdu lillâhillezî lehu mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ardı ve lehul hamdu fîl âhireh ve huvel hakîmul habîr
el hamdu Allah | : hamd, tüm nitelikler, sıfatların sahibi, Allah, |
Ellezi lehu ma fi el semavat | : göklerde olan şeyler |
ve ma fi el ard | : yerde olan ne varsa, |
ve lehu el hamd | : onun, hamd, sıfatların, niteliklerin sahibi |
fi el ahiret | : ahiret, sonunda, |
Ve huve el hakim | : o, tüm varlığa hâkim olan, |
el habir | : haber veren, bildiren, her varlıktan bildiren |
1- Varlıktaki tüm niteliklerin sahibi Allah’tır. Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. Tüm nitelikler sonunda yine O’na kalır. O her varlıktan her an hakikatleri bildirir, tüm varlığa hâkim olandır.
-2-
يَعْلَمُ مَا يَلِجُ فِي الْأَرْضِ وَمَا يَخْرُجُ مِنْهَا وَمَا يَنزِلُ مِنَ السَّمَاء وَمَا يَعْرُجُ فِيهَا وَهُوَ الرَّحِيمُ الْغَفُورُ
Yalemu mâ yelicu fîl ardı ve mâ yahrucu minhâ ve mâ yenzilu mines semâi ve mâ yarucu fîhâ, ve huver rahîmul gafûr
Yalemu | : ilmin sahibi, bilen, |
ma yelicu fi el ard | : ne gider, giren şey, yerin içine |
ve ma yahrucu min ha | : çıkan şey, ortaya çıkan, oradan |
ve ma yenzilu | : inen şey, sunulan, verilen, |
min el semai | : sema, ulvi âlem, |
ve mâ yarucu fiha | : yükselen şey, oraya |
ve huve el rahim | : o, varlığı özünden vareden, rahim olan, |
el gafur | : mağfiret, temizleyen, lütfunu tertemiz sunan |
2- Yerin içine ne girer ve oradan ne çıkar, semâdan ne iner ve oraya ne yükselir, hep O’nun ilmiyledir ve O tüm varlığı özünden varedendir, lütuflarını tertemiz sunandır.
-3-
وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لَا تَأْتِينَا السَّاعَةُ قُلْ بَلَى وَرَبِّي لَتَأْتِيَنَّكُمْ عَالِمِ الْغَيْبِ لَا يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِي السَّمَاوَاتِ وَلَا فِي الْأَرْضِ وَلَا أَصْغَرُ مِن ذَلِكَ وَلَا أَكْبَرُ إِلَّا فِي كِتَابٍ مُّبِينٍ
Ve kâlellezîne keferû lâ tetînes sâah kul belâ ve rabbî le tetiyennekum âlimil gayb lâ yazubu anhu miskâlu zerretin fîs semâvâti ve lâ fîl ardı ve lâ asgaru min zâlike ve lâ ekberu illâ fî kitâbin mubîn
ve kale ellezine keferu | : dedi, hakikatleri göremeyip örten |
la tetine | : bize gelmez, verilmez, bildirilmez, |
el saat | : saat, vakit, zaman, gelip geçen zaman, ölüm vakti |
kul bela | : de, hayır, evet, bilakis, |
ve rab | : rab, vucüdlandıran, tüm varlığı vücudlandıran |
Le tetiyennekum | : elbette, size gelir, bildirilir, sunulur, |
alim | : ilmin sahibi, ilmiyle vareden, |
el gayb | : görünmeyen, bilinmeyen |
la yazub anhu | : yok, gizli kalmaz, ondan, |
miskal zerreti | : miskal, miktar, küçük zerre, zerre kadar |
fî es semâvâti | : semalarda, göklerde |
ve la fi ard | : yok, yeryüzünde |
Ve la asgaru min zâlike | : yok, en küçük, bundan, işte bu |
ve la ekber | : yoktur, büyük, |
illa fi kitab mubin | : ancak, kitapta apaçık, apaçık varlık kitabının içinde |
3- Hakikatleri göremeyip örten kimseler: Hakikatleri anlamanın zamanı bize gelmez, dediler. De ki: Hayır, tüm varlığı vücudlandıran, elbette her zaman size hakikatleri bildirmektedir. Görünmeyen bilinmeyen her şeydeki ilmin sahibi O’dur. Göklerde ve yerde zerre miktar bir şey yoktur ki O’ndan gizli kalsın. En küçük bir şey olmasın ki veya büyük bir şey olmasın ki varlık kitabında apaçık açıklanmıştır.
-4-
لِيَجْزِيَ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ أُوْلَئِكَ لَهُم مَّغْفِرَةٌ وَرِزْقٌ كَرِيمٌ
Li yecziyellezîne âmenû ve amilûs sâlihât ulâike lehum magfiretun ve rızkun kerîm
Li yecziye | : için, karşılıklar, ceza, mükâfat, lütuf, |
ellezine amenu | : iman edenler |
ve amilûs sâlihâti | : salih amel, dosdoğru hak yolunda çalışanlar |
Ulaike lehum magfiretun | : işte onlara, mağfiret, temizlenme, kirletmeyen, |
ve rızkun kerim | : rızk, verilen nitelikler, asil, soylu, asalet, ihsan sahibi, |
4- İman edenler ve dosdoğru hakk yolunda çalışanlar lütuflar içindedir. İşte onlar mağfirete ulaşmışlardır ve yaşam için onlara verilen niteliklerin asil sahibini bilirler.
-5-
وَالَّذِينَ سَعَوْا فِي آيَاتِنَا مُعَاجِزِينَ أُوْلَئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ مِّن رِّجْزٍ أَلِيمٌ
Vellezîne seav fî âyâtinâ muâcizîne ulâike lehum azâbun min riczin elîm
ve ellezine seav | : o kimseler, aradılar, anlama, çalışma, |
fi ayetina | : ayetlerimizi, delil, |
Muacizine | : güç yetiremeyen, acizlik içinde olan, kabiliyetsiz, |
Ulaike lehum azab | : işte onlar, onlar, sıkıntı, |
min riczi elim | : öfke, fena haller, pis, çirkin, elem, acı veren, |
5- Ayetlerimizi anlamaya güç yetiremeyen o kimseler ise, işte onlar acı veren fena hallerin sıkıntısı içindedirler.
-6-
وَيَرَى الَّذِينَ أُوتُوا الْعِلْمَ الَّذِي أُنزِلَ إِلَيْكَ مِن رَّبِّكَ هُوَ الْحَقَّ وَيَهْدِي إِلَى صِرَاطِ الْعَزِيزِ الْحَمِيدِ
Ve yerellezîne ûtûl ılmellezî unzile ileyke min rabbike huvel hakka ve yehdî ilâ sırâtıl azîzil hamîd
ve yere ellezine | : görür, görürsün, o kimseler, |
utu el alim | : verilen, sunulan, ilim, bilgi, ilmin sahibi, |
Ellezî unzile ileyke | : ki o, indirdi, sundu, ortaya çıkana, sana |
min rabbi ke | : senin Rabbinden, , |
huve el hakk | : o hak, gerçek, hakikat |
ve yehdi | : kılavuz, yol gösteren, |
ila sırat | : yol, dosdoğru hak yolu |
El aziz | : tüm varlığın yüce sahibi, sıfatların sahibi, |
el hamid | : hamd, tüm niteliklerin sahibi, |
6- Bilgi verilen o kimseleri görürsün. O kimseler senin sunduğun bilgilerin, Rabbin hakikatleri olduğunu ve o bilgilerin, varlıktaki niteliklerin ve tüm varlığın yüce sahibine yol gösterdiğini bilirler.
-7-
وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا هَلْ نَدُلُّكُمْ عَلَى رَجُلٍ يُنَبِّئُكُمْ إِذَا مُزِّقْتُمْ كُلَّ مُمَزَّقٍ إِنَّكُمْ لَفِي خَلْقٍ جَدِيدٍ
Ve kâlellezîne keferû hel nedullukum alâ raculin yunebbiukum izâ muzzıktum kulle mumezzekın innekum le fî halkın cedîd
ve kale ellezine keferu | : ve dedi, hakikatleri göremeyip örten kimseler |
Hel nedullu-kum ala | : sizi bildikleriniz den saptıran, ayıran, gösterelim |
Raculin | : bir kişi, adam, bilgili kişi, ileri gelen, kâmil kişi |
yunebbiu-kum | : size haber veriyor |
iza muzzıktum | : dağıldığınızda, her şeyinden geçme, yok olma, |
Kule mumezzekın | : tüm, tamamen, dağınık, parça parça, varlığından geçmek, |
İnne kum le fi halk | : muhakkak siz, elbette, halk, yaratılış, halkoluş, |
cedid | : yeni |
7- Hakikatleri göremeyip örten kimseler dediler ki: Sizi bildiklerinizden ayırmaya çalışan, varlığınızdan geçip yokluğa ulaştığınızda, muhakkak ki siz yeni bir halkoluş içinde olacaksınız, diye haber veren bir kişiyi gösterelim mi?
-8-
أَفْتَرَى عَلَى اللَّهِ كَذِبًا أَم بِهِ جِنَّةٌ بَلِ الَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْآخِرَةِ فِي الْعَذَابِ وَالضَّلَالِ الْبَعِيدِ
Efterâ alâllahi keziben em bihî cinneh belillezîne lâ yûminûne bil âhireti fîl azâbi ved dalâlil baîd
Eftera ala Allah | : iftira etti, uyduruyor, Allah’a karşı, hakkında |
keziben | : yalanlamak, |
Em bihi cinnetun | : yoksa onda, delilik, cinnet, ne dediğini bilmeyen |
Bel ellezine la yumin | : hayır, o kimseler inanmazlar, |
Bi el ahiret | : sonunda, |
fi el azab | : bir sıkıntı içinde, azap, müşkil, |
ve el dalla el baid | : dalalet, sapmak, uzaklaşmak, hakikatlerden uzaklaşma |
8- Ve dediler ki: Allah’a karşı iftiralarda bulunuyor, bildiklerimizi yalanlıyor, yoksa onda bir delilik mi var? Bilakis o kimseler müşkiller içinde olsalar da, sonunda yine inanmıyorlar ve hakikatlerden uzaklaşıp, kendi cehaletlerine sapıyorlar.
-9-
أَفَلَمْ يَرَوْا إِلَى مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُم مِّنَ السَّمَاء وَالْأَرْضِ إِن نَّشَأْ نَخْسِفْ بِهِمُ الْأَرْضَ أَوْ نُسْقِطْ عَلَيْهِمْ كِسَفًا مِّنَ السَّمَاء إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَةً لِّكُلِّ عَبْدٍ مُّنِيبٍ
E fe lem yerev ilâ mâ beyne eydîhim ve mâ halfehum mines semâi vel ard in neşe nahsif bihimul arda ev nuskıt aleyhim kisefen mines semâ inne fî zâlike le âyeten li kulli abdin munîb
Efelem yerev | : görmezler mi, bakıp ta göremiyorlar mı? |
İla mâ beyne eydî-him | : önlerinde olan gücü, hareketli olan, ellerinin arası |
ve mâ halfe-hum | : arkalarında olan şey |
min es semâi ve el ard | : göklerdekileri ve yerde olanları |
İn neşe | : gelişim, yeni bir doğuş, inşa, bedenlenmek, |
nahsif bihim el ard | : tutulma, çakışma, onlar, yeryüzü, toprak, |
Ev nuskıt aleyhim | : yada, veya, düşüş, tükeniş, yaşlanma, onlara |
Kisefen | : kesif, yoğun, dolu, saydam, |
min es semâi | : semadan, göklerden |
İnne fi zalike | : muhakkak, işte bunda, bunun içinde, |
le ayeten | : ayetleri, deliller, işaret, |
Li kulli abdin | : kullar için, |
munib | : yönelen, ona dönen, her an hakka yönelmek, |
9- Bakıp ta görmezler mi? Önlerinde olan ve arkalarında olan belli bir güçle hareket edenleri, göklerde olanları ve yerde olanları, yeryüzünde her an yeni bir doğuşun meydana gelişini, ya da onların yaşlanıp gidişini, göklerde olan doluluğu. Muhakkak ki işte bunların içinde hakikatlere yönelen kullar için deliller vardır.
-10-
وَلَقَدْ آتَيْنَا دَاوُودَ مِنَّا فَضْلًا يَا جِبَالُ أَوِّبِي مَعَهُ وَالطَّيْرَ وَأَلَنَّا لَهُ الْحَدِيدَ
Ve lekad âteynâ dâvûde minnâ fadlâ yâ cibâlu evvibî meahu vet tayr ve elennâ lehul hadîd
ve lekad ateyna Dâvûd | : doğrusu, verdik, sunduk, Dâvûd, |
minna fadlen | : bize, fazl, erdemlilik, yaratılıştaki nitelikleri, sıfatlar, lütuflar |
Ya cibalu | : ey, dağlar, büyüklenen, kendini büyük gören, yüce gören, |
evvibi | : bana dönün, |
Mea hu | : birlikte, beraber, o |
ve el tayre | : kuşlar, uçmak, çabuk yürümek, uçar gibi, yücelik içinde olan |
ve el nâ lehu | : güç, kudret, yumuşattık, sanat sunduk, ona, |
el hadid | : had, hudud, demir, sınırlı olan, |
10- Doğrusu Dâvûd da sunduğumuz tüm lütufların Bize ait olduğunu anlayanlardandı. Ey kendilerini bir büyüklük içinde görenler! Onunla beraber bana dönün, diye bildirdik. O sunduğumuz sanatla kuşları tanıdı ve demiri işledi.
-11-
أَنِ اعْمَلْ سَابِغَاتٍ وَقَدِّرْ فِي السَّرْدِ وَاعْمَلُوا صَالِحًا إِنِّي بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ
Enimel sâbigâtin ve kaddir fîs serdi vamelû sâlihâ innî bimâ tamelûne basîr
en imel | : yapmak, işleyiş, çalışma, varlıkta olan işleyiş |
sabigat | : geniş, mükemmel, eksiksiz, zırh |
ve kaddir | : takdir, tahmin, ölçü, kudret sahibi |
Fi el serdi | : örmek, anlatı, sağlam yapmak, örülmüş, düzenlenmiş, |
ve amelu saliha | : salih amel, iyi çalışma, |
İnni bima tamelun | : ben, yaptığınız şeyler, |
basir | : gösteren, bildiren, hakikatleri gösteren |
11- Varlıkta olan işleyişin mükemmelliğini ve ölçüyü anlayın ve dosdoğru hakk yolunda çalışın. Muhakkak ki Ben yaptığınız şeylerden sizlere her an hakikatleri gösteririm.
-12-
وَلِسُلَيْمَانَ الرِّيحَ غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌ وَأَسَلْنَا لَهُ عَيْنَ الْقِطْرِ وَمِنَ الْجِنِّ مَن يَعْمَلُ بَيْنَ يَدَيْهِ بِإِذْنِ رَبِّهِ وَمَن يَزِغْ مِنْهُمْ عَنْ أَمْرِنَا نُذِقْهُ مِنْ عَذَابِ السَّعِيرِ
Ve li suleymâner rîha guduvvuhâ şehrun ve revâhuhâ şehr ve eselnâ lehu aynel kıtr ve minel cinni men yamelu beyne yedeyhi bi izni rabbih ve men yezıg minhum an emrinâ nuzıkhu min azâbis saîr
Ve li Süleymân | : Süleymân |
el riha | : rüzgâr, esen, ses, üflemeli, |
guduvvu-ha şehrun | : bol, işe başlama, gelen, ay, ortaya çıkarmak, izhar, teşhir |
ve reva hu ha | : yakışır, uygun, gidici, |
şehrun | : şehir, ortaya çıkarmak, izhar |
Ve eselna lehu | : akıttık, damla, dil ucu, asıl, biz, ona, |
ayne el kıtr | : kaynak, benzer, eşit, erimiş bakır, akan, birlik içinde, |
ve min el cinni | : tanımlanamayanlar, bilinmeyen, tanınmayan, |
men yamelu | : kim, kimse, ne, yapar, çalışma, işleyiş, hareketlilik, |
beyne yedey hi | : önlerindeki işleyiş, güç, elleri arasında |
bi izni rabbi hi | : izin, yetkili olan, icazet, rab, vücudlandıran, o |
ve men yezıg | : kim, kimse, çıkar, sapar, |
minhum an emri na | : onlardan, kendilerinde, işleyişimiz, emir, hüküm, |
Nuzık hu min azabi | : tat, his, o halde, o, azap, sıkıntı, |
el sair | : öbürü görmek, ötekileştirme, başkası, yolcu, |
12- Süleyman da her varlıktaki sesin sahibini anladı. Ortaya çıkan her şeyin O’ndan geldiğini ve ortaya çıkan her şeyin O’na gittiğini anladı. Kendinin Bizden bir damla olduğunu, her şeyin bir kaynaktan akıp geldiğini anladı. Bilinmeyenleri de hareket ettirenin kim olduğunu, ellerini hareket ettiren gücün hep Rabbinin yetkisinde olduğunu anladı. Artık kendilerindeki işleyişimizin hakikatini anlamaktan sapan kimseler, ötekileştirmenin sıkıntısında kalırlar.
-13-
يَعْمَلُونَ لَهُ مَا يَشَاء مِن مَّحَارِيبَ وَتَمَاثِيلَ وَجِفَانٍ كَالْجَوَابِ وَقُدُورٍ رَّاسِيَاتٍ اعْمَلُوا آلَ دَاوُودَ شُكْرًا وَقَلِيلٌ مِّنْ عِبَادِيَ الشَّكُورُ
Yamelûne lehu mâ yeşâu min mehârîbe ve temâsîle ve cifânin kel cevâbi ve kudûrin râsiyât imelû âle dâvûde şukrâ ve kalîlun min ibâdiyeş şekûr
Yamelûne lehu | : yaparlar, amel ederler, yaptılar, ona, |
ma yeşau | : istediği şeyler |
Min meharibe | : oyuk, muhafaza, mihrap, sığınma |
ve temasile | : heykel, put, suret |
ve cifanin ke | : çanak, tekne, kap, göz kapağı, gibi, nasıl, |
el cevabi | : cevap verme, havuz, karşılık, mesafe alma, biriken, |
ve kudurin | : takdir, büyük kazan, içine alan, her şey ona ait, |
rasiyat | : sabit, değişmez, |
ameli | : işleyiş, çalışma, amel, yapmak, |
Ala Dâvûde şukren | : Davut, şükrederek, teslim etme |
ve kalilun min abid | : az, biraz, kul, |
el şekur | : kendindeki nimetleri teslim etme |
13- Hakikati anlayamayanlar, sığınmak istedikleri şeyleri ve putları yaptılar. Göz kapaklarının işleyişine nasıl cevap verecekler? Her varlıktaki işleyiş O’nun değişmez takdiridir. Dâvûd kendinde olan tüm nimetlerin sahibini bilip teslim edenlerdendi. Fakat kulumuz olduğunu bilen, kendilerindeki nimetlerin sahibini bilip teslim edenler, çok azdır.
-14-
فَلَمَّا قَضَيْنَا عَلَيْهِ الْمَوْتَ مَا دَلَّهُمْ عَلَى مَوْتِهِ إِلَّا دَابَّةُ الْأَرْضِ تَأْكُلُ مِنسَأَتَهُ فَلَمَّا خَرَّ تَبَيَّنَتِ الْجِنُّ أَن لَّوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ الْغَيْبَ مَا لَبِثُوا فِي الْعَذَابِ الْمُهِينِ
Fe lemmâ kadaynâ aleyhil mevte mâ dellehum alâ mevtihî illâ dâbbetul ardı tekulu minseeteh fe lemmâ harre tebeyyenetil cinnu en lev kânû ya’lemûnel gaybe mâ lebisû fîl azâbil muhîn
Fe lemma kaday na | : o zaman, olduğunda, gelmek, yapmak, takdir, biz, |
el mevt | : ölüm, nutfe, öz, sapmış olan, idraksizlik, |
ma delle-hum | : şey, ne, değil, dalalet, sapmaz, yalanlayamaz, onlar, |
ala mevti hi | : üzerine, için, ölüm, hareketsiz, nutfe, öz, verimsizlik, |
İlla dabbetu | : ancak, hareketli olan, debelenen, varlık, mahluk |
el ardı | : yeryüzü, |
tekulu | : beslenme, fayda, yarar, aşınma |
minseete-hu | : baston, asa, dayanak, araçlar, koruyucu, o, |
Fe lemma harre | : olduğunda, yıkılma, hor, idraksiz, başka, kapanma, teslim |
tebeyyenet | : apaçık açıklanmış |
el cinnu | : bilinmeyen, tanımlanamayanlar |
en lev kanu | : eğer olsaydılar |
Yalemune el gayb | : bilirler, anlarlar, görünmeyen bilinmeyen alem |
ma lebis | : şey, ne, değil, kalmazlardı, suret, dış yüz, |
Fî el azab el muhin | : içinde, sıkıntı, azap, alçaltıcı, küçültücü |
14- Eğer onlar; her şeyde olan takdirimizi anlasalardı, onlar hakikatlerden sapmazlar, idraksizlik içinde olmazlardı. İdraksizlik içinde olanlar, ancak yeryüzünde yürüyen bir mahlûk gibidirler. Görünmeyen bilinmeyen âlemin hakikatlerini eğer bilenlerden olsalardı, o hakikatlere dayanır, onlardan yararlanırlardı. Bilinmeyenleri de bilirler, apaçık açıklanmış hakikatlere teslim olurlardı. Böylece alçaltıcı bir azabın içinde kalmazlardı.
-15-
لَقَدْ كَانَ لِسَبَإٍ فِي مَسْكَنِهِمْ آيَةٌ جَنَّتَانِ عَن يَمِينٍ وَشِمَالٍ كُلُوا مِن رِّزْقِ رَبِّكُمْ وَاشْكُرُوا لَهُ بَلْدَةٌ طَيِّبَةٌ وَرَبٌّ غَفُورٌ
Lekad kâne li sebein fî meskenihim âyet cennetâni an yemînin ve şimâl kulû min rızkı rabbikum veşkurû lehu beldetun tayyibetun ve rabbun gafûr
Lekad kane li sebein | : doğrusu, andolsun, oldu, sebe ülkesi |
Fi meskeni-him | : içinde, mesken, makam, bulundukları yer, |
ayetun | : delil, ibret, ayet, işaret, |
Cennatan | : bahçeler, iki bahçe, cennetler, |
an yemînin | : sağda, sağdan, sağlamlık, noksansızlık |
ve şimalin | : sol, diriliği anlama |
kulu min rızkı | : beslenme, yarar, rızık, verilen nitelik |
Rabbi kum | : rabbinize, şükredin, nimetlerin sahibini bilip minnettar |
ve eşkuru | : şükür, nimetlerin sahibini bilip minnettar olmak, |
Lehu beldetun tayyibet | : ona, belde, bulunduğu yer, tertemiz, hoş, güzel |
Ve rabbun gafurun | : rabbin, bağışlayan, mağfiret, lütuflarını tertemiz sunan |
15- Doğrusu Sebe halkına da, bulunduğunuz yerlerde ayetleri görün, dendi. Sağda, solda ve her yerde bahçeleri vardı. Rabbinizin nimetlerinden faydalanın ve güzel beldelerinizde O’na şükredin ve lütuflarını tertemiz sunan Rabbinizi bilin, dendi.
-16-
فَأَعْرَضُوا فَأَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ سَيْلَ الْعَرِمِ وَبَدَّلْنَاهُم بِجَنَّتَيْهِمْ جَنَّتَيْنِ ذَوَاتَى أُكُلٍ خَمْطٍ وَأَثْلٍ وَشَيْءٍ مِّن سِدْرٍ قَلِيلٍ
Fe a’radû fe erselnâ aleyhim seylel arimi ve beddelnâ-hum bi cenneteyhim cenneteyni zevâtey ukulin hamtın ve eslin ve şeyin min sidrin kalîl
Fe aradu | : sonra, tanıtmak, çevirmek, |
fe erselna aleyhim | : sonra, gönderdik, sunduk, verdik, onlara |
Seyle el arimi | : sel, şiddetle gelen, inatçı, kafa tutan, direnen, vadi, Arim |
ve bedel na hum | : bedel, değer, kıymet, tebdil, değişme, biz, onlara |
bi cennetey him | : onların iki bahçesini, bahçelerini, |
cenneteyni | : iki bahçe, cennetler, bahçeler, |
Zevatey | : zat, ego, sahip, zevat, şahıs, kimse, |
ekele hamtun | : çok yiyen, obur, meyve, acı, buruk, kızmak, kibir |
ve eslin | : asıl, dil ucu, akıtma, meyvesiz ağaç, irfaniyet yok |
ve şeyin | : bir şey, |
min sidrin kalilin | : çıkan, tembel kimse, gönül, sine, az, çok az, kalmadı |
16- Fakat onlar hakikatlerden yüz çevirdiler ve onlara sunduğumuz değerleri görmemekte direndiler ve bahçelerin değişiminin Bizim tecellilerimiz olduğunu bilemediler. Bahçelerinde kibirlikleriyle, oburluklarıyla, her şeye sahiplenmeleriyle kaldılar ve irfaniyete ulaşamadılar ve az da olsa hakikatlerle ilgilenmediler.
-17-
ذَلِكَ جَزَيْنَاهُم بِمَا كَفَرُوا وَهَلْ نُجَازِي إِلَّا الْكَفُورَ
Zâlike cezeynâhum bimâ keferû ve hel nucâzî illel kefûr
Zâlike | : işte, işte bu, işte böyle, |
cezey na hum | : ceza, karşılık, o durumda kalmak, biz, onlar |
Bima keferu | : sebebiyle, hakikatleri görmemezlikten gelip örtme |
ve hel nucazi | : ceza, karşılık, biz |
illa keferu | : ancak, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler |
17- İşte onlar hakikatleri görmemezlikten gelip örtmeleri sebebiyle, karşılık olarak Bizi anlayamadılar. Doğrusu hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerin karşılığı, Bizi anlayamamalarıdır.
-18-
وَجَعَلْنَا بَيْنَهُمْ وَبَيْنَ الْقُرَى الَّتِي بَارَكْنَا فِيهَا قُرًى ظَاهِرَةً وَقَدَّرْنَا فِيهَا السَّيْرَ سِيرُوا فِيهَا لَيَالِيَ وَأَيَّامًا آمِنِينَ
Ve cealnâ beynehum ve beynel kurelletî bâreknâ fîhâ kuren zâhireten ve kaddernâ fîhes seyr sîrû fîhâ leyâliye ve eyyâmen âminîn
ve cealna beyne hum | : kıldık, yaptık, sunduk, düzenledik, onların aralarında |
ve beyne el kur | : arasında, belde, çevre, |
elleti barekna | : ki o, bereketlendirdik, nimet, verimli, |
Fiha kuren | : orada, belde, bulundukları yer, köy, |
zahireten | : zahir, görünen, hakikatler görünür bir şekilde |
ve kadderna fiha | : takdir ettik, ölçü, orada, |
el seyr | : seyir, yürüme, dolaşma, |
Siru fiha | : dolaşın, seyir, gezmek, araştırmak, orada, |
Leyaliye ve eyyamen | : gece ve gündüz, günler, aydın, güzel, |
aminin | : emin, inanmış, |
18- Ki onların yaşadığı çevreleri apaçık bereketlendirdik, onları ve onların çevrelerinde bulunan her şeyi hakikatleri gösterir bir şekilde düzenledik. Artık orada bir ölçüyle var ettiğimiz şeyleri seyredip anlayın, gece ve gündüz emin oluncaya kadar hakikatleri araştırın, anlayın, diye bildirdik.
-19-
فَقَالُوا رَبَّنَا بَاعِدْ بَيْنَ أَسْفَارِنَا وَظَلَمُوا أَنفُسَهُمْ فَجَعَلْنَاهُمْ أَحَادِيثَ وَمَزَّقْنَاهُمْ كُلَّ مُمَزَّقٍ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِّكُلِّ صَبَّارٍ شَكُورٍ
Fe kâlû rabbenâ bâidbeyne esfârinâ ve zalemû enfusehum fe cealnâhum ehâdîse ve mezzaknâhum kulle mumezzak inne fî zâlike le âyâtin li kulli sabbârin şekûr
Fe kalu Rabbena | : fakat, o zaman, dediler, rabbimiz |
Baid beyne | : uzak kılmak, arası, |
esfari-na | : seferlerimiz, gezi, ziyaret, görüşme, |
ve zalemû enfuse hum | : zulmettiler, kendi nefislerine, kendilerine, onlar |
Fe cealna hum | : fakat, düzenledik, yaptık, onlar, |
ehadise | : konuşma, hadise, anlatım, söz, |
ve mezzak na hum | : dağılmak, parçalanmak, biz, onlar |
Kulle mumezzakın | : hepsi, parçalanmış, dağılıp gitme |
İnne fi zalike le ayetin | : muhakkak işte bunda elbette, ayetler, delil, |
Li kulli sabbarin | : herkes için, sabredenler |
şekurin | : şükredenler, sahibini bilip teslim etmek, |
19- Fakat onlar dediler ki: Rabbimiz! Hakikatler için gezip dolaşmaktan bizi uzak kıl. Onlar nefislerine zulüm ettiler. Öyle ki onları konuşup kaynaşmaları için düzenledik. Fakat onların hepsi darmadağın oldular, Bizi anlayamayıp dağılıp gittiler. Muhakkak işte bunlarda; sabredenler, kendilerine verilen nimetleri asıl sahibini bilip teslim edenlerin hepsi için, ayetler vardır.
-20-
وَلَقَدْ صَدَّقَ عَلَيْهِمْ إِبْلِيسُ ظَنَّهُ فَاتَّبَعُوهُ إِلَّا فَرِيقًا مِّنَ الْمُؤْمِنِينَ
Ve lekad saddaka aleyhim iblîsu zannehu fettebeûhu illâ ferîkan minel mûminîn
ve lekad sadakka aleyhim | : doğrusu, sadık, doğru sözlü, içtenlikle, onlara |
İblisu | : suretlerde kalan, dış elbise, varlığın dış yüzünde kalan |
zanne hu | : zan, zannetmek, kendine göre değerlendirmek, onun |
fe ittebeu hu | : sonrada ona tabi oldular, surete tabi olmak, |
İlla ferikan | : ancak, fırka, grup, zümre, |
min el muminin | : mümin, inanan, emin olan, a
|
20- Doğrusu onlara hakikatlere içtenlikle sarılmalarını bildirdik. Fakat onlar zanlarında kaldılar, varlığın sûretini görüp sîretini göremediler, sonra da o sûretlere tâbi oldular. Ancak müminler zümresi başka.
-21-
وَمَا كَانَ لَهُ عَلَيْهِم مِّن سُلْطَانٍ إِلَّا لِنَعْلَمَ مَن يُؤْمِنُ بِالْآخِرَةِ مِمَّنْ هُوَ مِنْهَا فِي شَكٍّ وَرَبُّكَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ حَفِيظٌ
Ve mâ kâne lehu aleyhim min sultânin illâ li naleme men yûminu bil âhireti mimmen huve minhâ fî şekk ve rabbuke alâ kulli şeyin hafîz
ve ma kane lehu aleyhim | : onlarda o hal olmaz, surette kalma hali |
min sultanin | : etkili, delil, tesiri, hali, hüccet, hâkimiyet, |
illa li naleme | : ancak, bizi bilenler, bilmemiz için |
men yuminu bi el ahiret | : kimse, inanan, ahiret, sonunda, son anına, |
Mimmen huve min ha | : o kimseler, o, ondan, orada, |
fi şekkin | : şüphe içinde, şüphede, ikilik, |
ve rabbuke | : Rabbin, seni vücudlandıran, |
ala kulli şey hafiz | : bütün her şey, koruyan, muhafaza eden |
21- Sûretlerde kalmanın etkisi; Bizi bilenlerin, son anına kadar inanan kimselerin üzerinde olmaz. O hakikatler hakkında şüpheler içinde olan kimseler ise, o hâlin etkisindedirler. Rabbin bütün her şeyi muhafaza edendir.
-22-
قُلِ ادْعُوا الَّذِينَ زَعَمْتُم مِّن دُونِ اللَّهِ لَا يَمْلِكُونَ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ فِي السَّمَاوَاتِ وَلَا فِي الْأَرْضِ وَمَا لَهُمْ فِيهِمَا مِن شِرْكٍ وَمَا لَهُ مِنْهُم مِّن ظَهِيرٍ
Kulidûllezîne zeamtum min dûnillâh lâ yemlikûne miskâle zerretin fîs semâvâti ve lâ fîl ardı ve mâ lehum fîhimâ min şirkin ve mâ lehu minhum min zahîr
Kul edu ellezine | : de ki, anlat, davet, çağırma, o kimseler, |
zeam tum | : iddia etmek, ilah saydığınız, zanlarına göre |
min dûnillâhi | : Allah’tan başka, Allah’ı bırakıp ta |
la yemlikûne | : yok, güçleri, malik değil, |
miskal zerretin | : zerre kadar, |
fî es semâvâti | : semalarda, göklerde |
ve la fi el ard | : yok, yerde |
ve ma lehum fi hima | : onlar değil, onlara, |
min şirk | : ortak koşma, ortak |
ve ma lehu minhum | : ona değil, onlardan, |
min zahir | : destek, yardım, açık, zahir, görünen, |
22- De ki: Allah’ı bırakıp ta zanlarınıza göre ilah edindiklerinizi çağırın. Göklerde ve yerde zerre kadar bir şeyi var etmeye güçleri yoktur ve onlar onların ortakları değildir ve onlara yardım edecek de değildirler.
-23-
وَلَا تَنفَعُ الشَّفَاعَةُ عِندَهُ إِلَّا لِمَنْ أَذِنَ لَهُ حَتَّى إِذَا فُزِّعَ عَن قُلُوبِهِمْ قَالُوا مَاذَا قَالَ رَبُّكُمْ قَالُوا الْحَقَّ وَهُوَ الْعَلِيُّ الْكَبِيرُ
Ve lâ tenfeuş şefâatu indehû illâ li men ezine leh hattâ izâ fuzzia an kulûbihim kâlû mâzâ kâle rabbukum kâlûl hakk ve huvel aliyyul kebîr
ve la tenfeu | : yok fayda, yarar, |
el şefaat inde hu | : şefaat, himaye, koruyucu, katında, ona ait, |
İllâ li men ezine lehu | : ancak, kimse için, izin, yetkili, ona, sadece yetkili olan |
Hatta iza fezea | : hatta, olduğunda, panik, ürkek, korku, |
an kulubihim | : kalplerinde |
kalu maza kale | : dedi, ne dedi, ne diyelim, |
Rabbukum | : rabbiniz, sizi vücudlandıran, |
kalu el hakka | : dediler, hak, gerçek olan, hakikat, |
ve huve el aliyyu el kebir | : o, ilmiyle yüce olandır |
23- Onlardan bir şefâat beklemenin faydası yoktur. Onların kalblerinde bir korku oluştuğu zaman, ancak yetkili olan kimselere giderler ve derler ki: Ne diyelim. Onlar da derler ki: Sizi vücudlandıranı anlayın, hakikatler üzere olun ve ilmiyle yüce olanın O olduğunu anlayın
-24-
قُلْ مَن يَرْزُقُكُم مِّنَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ قُلِ اللَّهُ وَإِنَّا أَوْ إِيَّاكُمْ لَعَلَى هُدًى أَوْ فِي ضَلَالٍ مُّبِينٍ
Kul men yerzukukum mines semâvâti vel ard kulillâhu ve innâ ev iyyâkum le alâ huden ev fî dalâlin mubîn
Kul men yerzuku kum | : de, kim, rızık, yaşamanız için sıfatlandırır, nimet, siz |
min el semavat ve el ard | : gökler ve yer |
kul Allah | : de, Allah |
ve innâ ev iyya kum | : bize, ya da size, hepimize, |
Le ala huden | : elbette yol gösteren, kılavuz, hidayet üzerinde |
Ev fi dalalin mubin | : ya da, yoksa, dalalet içinde, yalanlar, apaçık |
24- De ki: Gökleri ve yeri ve sizleri sıfatlarıyla donatan kimdir? De ki: Allah’tır ve muhakkak ki bizlere, sizlere elbette yol gösterendir. Yoksa apaçık dalalet içinde kalırdık.
-25-
قُل لَّا تُسْأَلُونَ عَمَّا أَجْرَمْنَا وَلَا نُسْأَلُ عَمَّا تَعْمَلُونَ
Kul lâ tuselûne ammâ ecremnâ ve lâ nus’elu ammâ tamelûn
Kul la tuselune | : de, yok, sual, sorulma, sorumluluk, |
amma ecremna | : şeyler, suç, cürüm, kabahat, işlenen, yapılan şey |
ve la nuselu | : yok, sorulma, sorgulanma, sorumluluk, |
amma tamelun | : yaptığınız şeylerden, |
25- Anlat: Bizim kusurlarımızdan size sorumluluk yoktur ve sizin yaptıklarınızdan da bize sorumluluk yoktur.
-26-
قُلْ يَجْمَعُ بَيْنَنَا رَبُّنَا ثُمَّ يَفْتَحُ بَيْنَنَا بِالْحَقِّ وَهُوَ الْفَتَّاحُ الْعَلِيمُ
Kul yecmeu beynenâ rabbunâ summe yeftehu beynenâ bil hakk ve huvel fettâhul alîm
Kul yecmea | : de, anlat, bütünlük, toplar, birlik, bir araya getiren, |
beynena rab na | : aramızı, bizleri, bir arada, rabbimiz |
Summe yeftehu | : sonra, açacak, fetih, açığa çıkarma, |
Beyne na bi el hakk | : bizlere, aramızı, hak ile, hakikat, |
ve huve el fettah | : o, açan, açığa çıkaran, tüm varlığı çığa çıkaran |
el alim | : ilmiyle var eden, ilmin sahibi, |
26- Anlat: Rabbimiz bizi bir bütünlük içinde tutandır. Sonra bizlerdeki hakikatleri açığa çıkarandır ve tüm varlığı açığa çıkarandır, ilmin sahibidir.
-27-
قُلْ أَرُونِي الَّذِينَ أَلْحَقْتُم بِهِ شُرَكَاء كَلَّا بَلْ هُوَ اللَّهُ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
Kul erûniyellezîne elhaktum bihî şurekâe kellâ bel huvallahul azîzul hakîm
Kul eruniy ellezine | : de, bana gösterin, onlar, doğru, hak, doğrulayan |
El haktum bihi şureka | : doğru, hak, doğrulayan, ona, şerik, ortaklar, |
kella bel | : hayır, bilakis |
Huve allahu | : o, Allah, |
el aziz | : tüm niteliklerin yüce sahibi, tüm sıfatların sahibi |
el hakim | : hâkim olan, tüm varlığa hâkim olan, |
27- Anlat: Ortak koştuklarınız tarafından ortaya konan bir şeyi gösterin bana. Hayır! Bilakis, Allah O dur ki; tüm varlıktaki niteliklerin yüce sahibidir, tüm varlığa hâkim olandır.
-28-
وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا كَافَّةً لِّلنَّاسِ بَشِيرًا وَنَذِيرًا وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
Ve mâ erselnâke illâ kâffeten lin nâsi beşîren ve nezîren ve lâkinne ekseren nâsi lâ yalemûn
ve ma ersel na ke | : açığa çıkmadın, göndermek, bildirmek, biz, sen |
illa kaffet li el nas | : ancak, tüm, bütün hepsi, insanlar için |
beşir | : ümit vermek, müjde, sevindirmek, |
ve nezir | : uyarıcı, hakikatleri açıklayıp uyaran |
ve lakinne eksere | : lakin, fakat, çoğu, |
El nas al yalemune | : insanlar, bilemiyorlar |
28- Sen; tüm insanlara Bizi anlatmak, onlara ümit vermek, hakikatleri açıklayıp uyarmaktan başka bir şey için açığa çıkmadın. Fakat insanların çoğu bilemiyorlar.
-29-
وَيَقُولُونَ مَتَى هَذَا الْوَعْدُ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ
Ve yekûlûne metâ hâzel vadu in kuntum sâdikîn
ve yekulun | : diyorlar, derler, söyleyenler, |
meta haza el vad | : ne zaman, bu, vaat, yerine gelen şey, |
İn kuntum sadıkın | : doğru söyleyenlerden isen, sadıklar |
29- Derler ki: Eğer doğru söyleyenlerden isen bu vaat ne zaman.
-30-
قُل لَّكُم مِّيعَادُ يَوْمٍ لَّا تَسْتَأْخِرُونَ عَنْهُ سَاعَةً وَلَا تَسْتَقْدِمُونَ
Kul lekum mîâdu yevmin lâ testehirûne anhû sâaten ve lâ testakdimûn
Kul lekum | : de ki, sizin, sizler, |
miadu yevmin | : tanınan süre, belirli sure, |
lâ testehirûne anhu | : yok, erteleme, tehir edemezsiniz, ondan, |
saat | : zaman, gelip geçen, bir saat, vakit, |
ve la testakdimûne | : takdim edemezsiniz, öne alamazsınız |
30- De ki: Sizler, o belirlenmiş sürenin vaktini erteleyemez ve ondan bir saat öne alamazsınız.
-31-
وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لَن نُّؤْمِنَ بِهَذَا الْقُرْآنِ وَلَا بِالَّذِي بَيْنَ يَدَيْهِ وَلَوْ تَرَى إِذِ الظَّالِمُونَ مَوْقُوفُونَ عِندَ رَبِّهِمْ يَرْجِعُ بَعْضُهُمْ إِلَى بَعْضٍ الْقَوْلَ يَقُولُ الَّذِينَ اسْتُضْعِفُوا لِلَّذِينَ اسْتَكْبَرُوا لَوْلَا أَنتُمْ لَكُنَّا مُؤْمِنِينَ
Ve kâlellezîne keferû len nûmine bi hâzel kurâni ve lâ billezî beyne yedeyh ve lev terâ iziz zâlimûne mevkûfûne inde rabbihim yerciu baduhum ilâ badınil kavl yekûlullezînestudifû lillezînestekberû lev lâ entum le kunnâ mûminîn
ve kale ellezine keferu | : derler, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler |
Len numine | : asla inanmayız, buna, |
Bi haza el kuran | : bu kuran, bu okunan şeyler, söylenen şeyler, |
ve la bi ellezi beyne yedeyni | : yok, ona, önlerindeki, elleri arasındaki, önündeki güç |
velev tera | : eğer, görürsün ki, |
iz el zalimin | : zulmedenler, zalimler, |
mevkufun | : tutuklu, durdurulan, bağlı, |
İnde rabbi him | : ona ait hakikatler, katında, yanında, Rab |
yerciu | : rucu eder, dönerler |
baadu-hum ila badın | : onların bir kısmı, diğerlerine bazıları, bazılarına |
el kavle yekulu | : söz, laf, derler, söylerler, |
ellezine istudif | : onlar, hakir, zaaf, etkinizde kaldık |
Li ellezine istekberû | : onlar, için, büyüklük taslama, kibirlenme |
lev la entum | : eğer sizler olmasaydınız |
le kunna müminin | : biz mutlaka olurduk, mümin, inanan, |
31- Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler: Bu okunan şeylere asla inanmayız, derler. Görürsün ki zalimler kendi zulümlerinde tutukludurlar, onlar ellerini hareket ettiren gücü görmezler ve Rabbin hakikatlerinden dönerler. Onların bazıları bazılarına söz söylerler, derler ki: Büyüklük taslayanların etkilerinde kaldık. Eğer sizler olmasaydınız mutlaka bizler inananlardan olurduk.
-32-
قَالَ الَّذِينَ اسْتَكْبَرُوا لِلَّذِينَ اسْتُضْعِفُوا أَنَحْنُ صَدَدْنَاكُمْ عَنِ الْهُدَى بَعْدَ إِذْ جَاءكُم بَلْ كُنتُم مُّجْرِمِينَ
Kâlellezînestekberû lillezînestudifû e nahnu sadednâkum anil hudâ bade iz câekum bel kuntum mucrimîn
Kale ellezine istekberu | : dedi, derler, büyüklük taslayıp kibirlenenler, |
Li ellezîne istudif | : onlar için, onlara, zaaf, etkisinde kalma, |
E nahnu | : biz mi? |
Saded nâ kum | : engel olduk, fikir, teşebbüs, maksat, yakınlık, siz |
an el huda bade | : yol gösteren, kılavuz, sonra, |
iz caekum | : geldiği zaman |
Bel kuntum mucrimin | : hayır, bilakis, siz oldunuz, fenalarda kalan, suç işleyen |
32- Büyüklük taslayıp kibirlenenler, onların etkisinde kalan kimselere derler ki: Bir yol gösteren geldiği zaman, biz mi size engel olduk? Bilakis siz fenalarda kalan oldunuz.
-33-
وَقَالَ الَّذِينَ اسْتُضْعِفُوا لِلَّذِينَ اسْتَكْبَرُوا بَلْ مَكْرُ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ إِذْ تَأْمُرُونَنَا أَن نَّكْفُرَ بِاللَّهِ وَنَجْعَلَ لَهُ أَندَادًا وَأَسَرُّوا النَّدَامَةَ لَمَّا رَأَوُا الْعَذَابَ وَجَعَلْنَا الْأَغْلَالَ فِي أَعْنَاقِ الَّذِينَ كَفَرُوا هَلْ يُجْزَوْنَ إِلَّا مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
Ve kâlellezînestudifû lillezînestekberû bel mekrul leyli ven nehâri iz temurûnenâ en nekfure billâhi ve necale lehû endâdâ ve eserrûn nedâmete lemmâ raevûl azâb ve cealnel aglâle fî anâkıllezîne keferû hel yuczevne illâ mâ kânû yamelûn
Ve kale ellezine istudif | : derler, onlar, zaaf, etkisinde kalan |
li ellezine estekberü | : onlara, büyüklük taslayıp kibirlenen |
Bel mekru | : hayır, bilakis, tuzak, hile, sinsilik, |
el leyli ve el nehar | : gece ve gündüz |
iz temurun-na | : bize emrediyordunuz, hüküm, baskı yapma, |
el nekfure bi Allah | : inkar etmemizi, görmemezlikten gelme, Allah’ı |
Ve necale lehu | : kılmak, yapmak, ona, |
endaden | : eşler, ortak, dengi şey, benzer |
ve eserrû | : yakalanan, ele geçirme, gizlediler, |
en nedamete | : pişmanlık, üzgün, |
Lemma raevu el azabe | : olduğunda, gördüler, görünce, işkence, azap |
ve ceal na | : kıldık, düzenledik, eyledik, yaptık, |
aglale | : halka, zincir, pranga, bağlandıkları, |
fi anak | : boyunları, gittikleri yol, yöneldiği haller, |
Ellezine keferu | : hakikatleri görmeyip örten, |
hel yuczevne | : mı, karşılık bulan, |
İllâ ma kanu yamelun | : den başka, ancak, oldu, yaptıkları şey |
33- Onların etkisinde kalanlar, büyüklük taslayıp kibirlenenlere derler ki: Bilakis sizler; gece gündüz hilelerle Allah’ı görmemezlikten gelmemizi ve O’na eşler kılmamızı bize emrettiniz. O hallerde olanların hepsi bir sıkıntı gördükleri zaman, pişmanlık halinde kalırlar. Bizim düzenimizi anlayamayıp, hakikatleri görmemezlikten gelenlerin boyunlarında cehaletin prangaları vardır. Onlar ancak ne yapmışlarsa onun karşılığını alırlar.
-34-
وَمَا أَرْسَلْنَا فِي قَرْيَةٍ مِّن نَّذِيرٍ إِلَّا قَالَ مُتْرَفُوهَا إِنَّا بِمَا أُرْسِلْتُم بِهِ كَافِرُونَ
Ve mâ erselnâ fî karyetin min nezîrin illâ kâle mutrefûhâ innâ bimâ ursiltum bihî kâfirûn
ve ma ersel na | : açığa çıkmasın ki, biz, göndermedik, |
fi karyetin | : belde, ülke, bir yer, köy, |
Min nezirin | : bir uyarıcı, hakikatlere çağrı yapan, |
illa kale mutrefu ha | : ancak, sadece, derler, refah içinde, ileri gelen, süsler, |
inna bima ursiltum | : biz, şeyler, getirdiğiniz, anlattığınız, irsal ettiğiniz, |
bihi kafirun | : hakikatleri örtenler, tanımayız, |
34- Bir beldede Bizi anlatan bir uyarıcı açığa çıkmasın ki, oranın süsler içinde yaşayanları: Biz sizin anlattığınız şeyleri tanımayız, derler.
-35-
وَقَالُوا نَحْنُ أَكْثَرُ أَمْوَالًا وَأَوْلَادًا وَمَا نَحْنُ بِمُعَذَّبِينَ
Ve kâlû nahnu ekseru emvâlen ve evlâden ve mâ nahnu bi muazzebîn
ve kalu nahnu ekser | : dediler, biz, çok, |
Emvalen ve evladen | : mallar ve evlat, çocuklar, |
ve ma nahnu bi muazzebin | : biz değiliz, azap edilecek, sıkıntılarda kalacak |
35- Ve derler ki: Bizim mallarımız ve evlatlarımız çoktur ve biz sıkıntılarda kalacak değiliz.
-36-
قُلْ إِنَّ رَبِّي يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَن يَشَاء وَيَقْدِرُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
Kul inne rabbî yebsutur rızka limen yeşâu ve yakdiru ve lâkinne ekseren nâsi lâ yalemûn
Kul inne rabbi | : de, muhakkak rabbimiz, hepimizi vücudlandıran, |
yebsut el rızk | : genişletir, kolaylık sunar, rızık, nimet, fayda, sıfat |
Li men yeşau | : için, kim, kimse, isteyen, ister, |
ve yakdiru | : takdir eder, ölçüyle, |
ve lakin ekser el nas | : lakin, fakat, çoğu, insanlar, |
La yalemun | : bilemiyorlar. |
36- De ki: Muhakkak ki Rabbimiz bütün kâinatı sıfatlarıyla yayıp döşeyendir. İsteyen kimseler için hakikatlere ulaşmak ve O’nun varoluştaki takdir sahibi olduğunu anlamak vardır. Fakat insanların çoğu bilemiyorlar.
-37-
وَمَا أَمْوَالُكُمْ وَلَا أَوْلَادُكُم بِالَّتِي تُقَرِّبُكُمْ عِندَنَا زُلْفَى إِلَّا مَنْ آمَنَ وَعَمِلَ صَالِحًا فَأُوْلَئِكَ لَهُمْ جَزَاء الضِّعْفِ بِمَا عَمِلُوا وَهُمْ فِي الْغُرُفَاتِ آمِنُونَ
Ve mâ emvâlukum ve lâ evlâdukum billetî tukarribukum indenâ zulfâ illâ men âmene ve amile sâlihan fe ulâike lehum cezâud dıfi bimâ amilû ve hum fîl gurufâti âminûn
ve ma emvalu kum | : değil, mallarınız |
Ve la evladu-kum | : yok, sizin evlâtlarınız |
bi elleti tukarrib kum | : ki o, sizi yakınlaştırır. Yakınlık, |
İnde na Zulfa | : katımızdaki, bize ait, makam, derece, |
illa men amene | : ancak, kim, kimse, iman eden, inanan, |
ve amile salihan | : dosdoğru hak yolunda çalışanlar |
fe ulaike lehum cezau | : işte onlar için karşılık, |
Ed dıfi bima amilû | : kat kat, sebebiyle, yaptıkları, çalışmaları |
ve hum fi el gurufat | : onlar, yüksek, yüce, makam, yer, |
aminun | : emin, emniyetli, |
37- Sizi katımızdaki makamlara yaklaştıracak olan evlatlarınız değildir ve mallarınızda değildir. Ancak iman eden kimseler ve hakk yolunda dosdoğru çalışanlar başka. İşte onlar için yaptıkları şeyler sebebiyle kat kat karşılıklar vardır ve onlar yüce makamlardaki hakikatlerden emin olmuşlardır.
-38-
وَالَّذِينَ يَسْعَوْنَ فِي آيَاتِنَا مُعَاجِزِينَ أُوْلَئِكَ فِي الْعَذَابِ مُحْضَرُونَ
Vellezîne yesavne fî âyâtinâ muâcizîne ulâike fîl azâbi muhdarûn
ve ellezine yesavne | : onlar, çalışırlar, kalanlar, |
Fi ayati na | : ayetlerimiz, işaretlerimiz, delil, |
muacizine | : aciz, güçsüz, etkisiz, idraksiz, kabiliyetsiz, |
Ulâike fi el azab | : işte onlar, azap içinde, sıkıntı, |
muhdarun | : bulunurlar, kalırlar, |
38- Tüm varlıktaki işaretlerimizi anlamada idraksizlik içinde kalanlar, işte onlar sıkıntılar içinde kalırlar.
-39-
قُلْ إِنَّ رَبِّي يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَن يَشَاء مِنْ عِبَادِهِ وَيَقْدِرُ لَهُ وَمَا أَنفَقْتُم مِّن شَيْءٍ فَهُوَ يُخْلِفُهُ وَهُوَ خَيْرُ الرَّازِقِينَ
Kul inne rabbî yebsutur rızka li men yeşâu min ibâdihî ve yakdiru leh ve mâ enfaktum min şeyin fe huve yuhlifuh ve huve hayrur râzikîn
Kul inne rabbi | : de, muhakkak, rabbimiz |
yebsut el rızk | : genişletir, yayar, kolaylık sunar, rızık, nimet, sıfat, |
Li men yeşau | : isteyen kimse için, |
min abid hi | : kullarından |
ve yakdiru lehu | : takdir eder, kudret, ölçüyle, ona |
ve ma enfak tum min şey | : değil, şey, ne, infak etme, bir şey |
Fe huve yuhlifu-hu | : o, halefini, karşılığını verir |
ve huve hayr el razikıne | : o, hayırlı, iyi, güzel, rızık, lütuf, sıfatlarıyla donatan |
39- De ki: Muhakkak ki Rabbimiz bütün kâinatı sıfatlarıyla yayıp döşeyendir. Kullarından isteyen kimseler için hakikatlere ulaşmak ve O’nun varoluştaki takdir sahibi olduğunu anlamak vardır. İnfak ettiğiniz şeylerin ardından onun karşılığını görürsünüz. Hayırlısıyla rızıklandıran O’dur.
-40-
وَيَوْمَ يَحْشُرُهُمْ جَمِيعًا ثُمَّ يَقُولُ لِلْمَلَائِكَةِ أَهَؤُلَاء إِيَّاكُمْ كَانُوا يَعْبُدُونَ
Ve yevme yahşuruhum cemîan summe yekûlu lil melâiketi e hâulâi iyyâkum kânû yabudûn
ve yevme yahşuru hum | : gün, vakit, an, toplayacak, bir arada, onlar, |
cemia | : toplanan, hepsi, bütünlük, birlik, |
Summe yekulu | : sonra, denir, söyler, derler, |
li el melaiketi | : kuvvet, güç, her varlıktaki kuvve, |
E haulai iyya kum | : bunlar mı, sizlere, |
Kanu yabudun | : oldu, tapıyorlar, kulluk ediyorlar |
40- Onları her an birlik içinde bir arada tutan O’dur. Sonra kendini kuvvet sahibi sanan o kimselere: Sizin tapmakta olduklarınız bunlar mı, diye bildirilir.
-41-
قَالُوا سُبْحَانَكَ أَنتَ وَلِيُّنَا مِن دُونِهِم بَلْ كَانُوا يَعْبُدُونَ الْجِنَّ أَكْثَرُهُم بِهِم مُّؤْمِنُونَ
Kâlû subhâneke ente veliyyunâ min dûnihim bel kânû yabudûnel cinn ekseruhum bihim mûminûn
Kalu subhane ke | : dediler, sensin noksan sıfattan münezzeh olan |
Ente veliy na min dunihi | : sen, bize dost olan, onlardan başka |
Bel kanu | : hayır, bilakis, oldu, |
yabudun | : kulluk eden, tapan |
el cinne | : bilmedikleri, tanınamayanlar, tanımadıkları, |
Ekser hum | : onların çoğu, |
bihim müminun | : onlara mümin, iman eden, güvenen |
41- Derler ki: Noksan sıfatlardan münezzeh olan sensin. Onlar değil, bize dost olan sensin. Bilakis onlar tanımadıkları şeylere kulluk edenlerden oldular. Onların çoğu da onlara inandılar.
-42-
فَالْيَوْمَ لَا يَمْلِكُ بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ نَّفْعًا وَلَا ضَرًّا وَنَقُولُ لِلَّذِينَ ظَلَمُوا ذُوقُوا عَذَابَ النَّارِ الَّتِي كُنتُم بِهَا تُكَذِّبُونَ
Fel yevme lâ yemliku badukum li badın nefan ve lâ darrâ ve nekûlu lillezîne zalemû zûkû azâben nârilletî kuntum bihâ tukezzibûn
Fe el yevme | : artık, zaman, vakit, |
la yemliku | : yok, gücü |
Badu kum li badın | : sizin bir kısmınız, bir kısmınız için |
Nefan ve lâ darren | : faydası ve zarar yok, vermez |
ve nekûlu | : deriz, bildiririz, |
li ellezine zalemu | : zalim kimseler |
Zuku azaben nar | : tadın, hissedin, o halde olursunuz, azap, ateş |
Elleti kuntum | : ki o, siz oldunuz, |
biha tukezibu | : onu, hakikati yalanlayan |
42- Bazınız bazınızı; hiçbir zaman hiçbir şeye gücü yetmeyene, ne bir faydası ne de bir zararı olana yönlendirmişti. Zalim kimselere; siz o hakikatleri yalanladığınızdan dolayı ateşin azabında olursunuz, denir.
-43-
وَإِذَا تُتْلَى عَلَيْهِمْ آيَاتُنَا بَيِّنَاتٍ قَالُوا مَا هَذَا إِلَّا رَجُلٌ يُرِيدُ أَن يَصُدَّكُمْ عَمَّا كَانَ يَعْبُدُ آبَاؤُكُمْ وَقَالُوا مَا هَذَا إِلَّا إِفْكٌ مُّفْتَرًى وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لِلْحَقِّ لَمَّا جَاءهُمْ إِنْ هَذَا إِلَّا سِحْرٌ مُّبِينٌ
Ve izâ tutlâ aleyhim âyâtunâ beyyinâtin kâlû mâ hâzâ illâ raculun yurîdu en yasuddekum ammâ kâne yabudu âbâukum ve kâlû mâ hâzâ illâ ifkun mufterâ ve kâlellezîne keferû lil hakkı lemmâ câehum in hâzâ illâ sihrun mubîn
ve iza tutla aleyhim | : okunduğu zaman, açıklandığı zaman, onlar, |
ayetina | : ayetlerimiz, işaret, delil, |
Beyyinatin | : apaçık, açıkça açıklanan, |
kalu ma haza | : dediler, bu değil, |
İlla raculun yuridu | : sadece, bir adam, kişi, ileri gelen, ister, istiyor |
En yasudde-kum amma | : sizi engeller, mani olur, şeyler |
Kane yabudu abau-kum | : oldu, kulluk ettikleriniz, atalarınız |
ve kalu ma haza | : dedi, bu değil, |
illa ifk mufter | : sadece yalan söyleyen, uyduran, başkası |
ve kale ellezine keferu | : dedi, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler |
Li el hakkı | : için, hak, hakikat, gerçek, |
lemma cea hum | : olduğunda, onlara gelen |
İn haza illa | : eğer, bu, sadece, bu ancak, |
sihr mubin | : sihir, maskaralık, aldatma, apaçık |
43- Onlara ayetlerimiz apaçık okunduğu zaman dediler ki: Bu kişinin istediği şey, atalarımızın kulluk ettiği şeylerden bizi engellemektir. Dediler ki: Bu yalandır, uydurmadan başka bir şey değildir. Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, hakikatleri anlatmak için onlara gelenlere: Bu ancak apaçık bir aldatmadır, dediler.
-44-
وَمَا آتَيْنَاهُم مِّن كُتُبٍ يَدْرُسُونَهَا وَمَا أَرْسَلْنَا إِلَيْهِمْ قَبْلَكَ مِن نَّذِيرٍ
Ve mâ âteynâhum min kutubin yedrusûnehâ ve mâ erselnâ ileyhim kableke min nezîr
Ve ma ateyna hum | : değil, vermedik, sunmadık, onlara |
Min kitab | : kitap, varlık kitabı, |
yedrusune ha | : öğreticilik, inceleyecekleri, okutmak, araştırmak, onu |
ve ma ersel na ileyhim | : açığa çıkmadı, sunmadı, hakikatlerimiz, biz, onlara |
Kable ke min nezir | : senden önce, uyarıcı, hakikatlere çağrı yapan |
44- Onlara varlık kitabında; öğrenecekleri, araştıracakları hakikatlerden başka bir şey sunmadık ve senden öncede hakikatlerimizi açıklayıp uyaran kimseler, onlara hakikatlerden başka bir şey sunmadı.
-45-
وَكَذَّبَ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ وَمَا بَلَغُوا مِعْشَارَ مَا آتَيْنَاهُمْ فَكَذَّبُوا رُسُلِي فَكَيْفَ كَانَ نَكِيرِ
Ve kezzebellezîne min kablihim ve mâ belegû mişâre mâ âteynâhum fe kezzebû rusulî fe keyfe kâne nekîr
ve kezebe ellezine | : yalanladı, ollar, |
min kablihim | : onlardan öncekiler gibi |
ve ma belegu | : erişemediler, ulaşamadılar, |
mişare | : az bir, onda bir, bir az, |
mâ âteynâ-hum | : sunduğumuz şeyler, hakikatler, onlar |
Fe kezeb resul | : yalanladılar, resul, hakikati gösteren |
fe keyfe kane | : sonrada, nasıl oldu, |
nekir | : bilememiş, bilinmemiş, inkâr eden, |
45- Onlardan öncekiler de hakikatleri yalanladılar ve onlara sunduğumuz hakikatlerin birazına bile ulaşamadılar. Hakikatleri gösterenleri yalanladılar. Böylece hakikatleri bilememelerinin sonucu ne hallere düştüler.
-46-
قُلْ إِنَّمَا أَعِظُكُم بِوَاحِدَةٍ أَن تَقُومُوا لِلَّهِ مَثْنَى وَفُرَادَى ثُمَّ تَتَفَكَّرُوا مَا بِصَاحِبِكُم مِّن جِنَّةٍ إِنْ هُوَ إِلَّا نَذِيرٌ لَّكُم بَيْنَ يَدَيْ عَذَابٍ شَدِيدٍ
Kul innemâ eızukum bi vâhideh en tekûmû lillâhi mesnâ ve furâdâ summe tetefekkerû mâ bi sâhıbikum min cinneh in huve illâ nezîrun lekum beyne yedey azâbin şedîd
Kul innema | : anlat, sadece, ancak, |
eızukum | : öğüt, anlatmak, vaaz, |
bi vahidet | : birliği, tevhid |
En tekumu li Allah | : kalkmak, uyanma, idrak edin, Allah için, |
Mesna ve furâdâ | : ikişer ve tek olarak, |
summe tetefekkeru | : sonra tefekkür, var oluşu düşünmek, araştırmak, |
Ma bi sahib kum | : değil, yoktur, arkadaşınızda, |
min cinnet | : bir delilik |
İn huve illa | : eğer, o, sadece |
nezir lekum | : uyarıcı, hakikati açıklayıp uyaran, sizin için |
beyne yedey | : önünde, gelecek olan, gelecekte, |
azabin şedid | : azap, güçlü, daha fazla |
46- De ki: Ben sadece Tevhid’i anlatan biriyim. Yeri gelir tek kişiye, yeri gelir çok kişiye. Derin düşünüp hakikatlere ulaşmanız, Allah’ı idrak edip uyanmanız için hakikatleri tebliğ edenim. Sizin arkadaşınızda bir delilik yoktur. O sadece sizlerin gelecekte daha fazla sıkıntılarda kalmamanız için, hakikatleri açıklayıp uyaran biridir.
-47-
قُلْ مَا سَأَلْتُكُم مِّنْ أَجْرٍ فَهُوَ لَكُمْ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَى اللَّهِ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدٌ
Kul mâ seeltukum min ecrin fe huve lekum in ecriye illâ ala allâh ve huve alâ kulli şeyin şehîd
Kul ma seeltu kum | : de, istemiyorum, |
min ecr | : bir ücret, karşılık |
Fe huve lekum in ecriye | : o, sizin, karşılığım |
İlla alâ allâhi | : ancak, Allah’a aittir, Allah’tan |
ve huve ala kulli şey şehid | : o, bütün her şeyde her an her yerde hazır olan |
47- De ki: Ben sizden bir ücret de istemiyorum. O karşılık sizin olsun. Bana karşılık ancak her an her yerde hazır olan Allah’tandır.
-48-
قُلْ إِنَّ رَبِّي يَقْذِفُ بِالْحَقِّ عَلَّامُ الْغُيُوبِ
Kul inne rabbî yakzifu bil hakk allâmul guyûb
Kul inne rabbi | : de, muhakkak, rabbim, vücudlandıran, |
yakzifu | : tecelli, atış, çıkarma, ortaya koyma, açığa çıkarma, |
bi el hakkı alleme | : hak, ilmiyle ortaya koyan |
el gayb | : görünmeyen bilinmeyen âlem |
48- De ki: Muhakkak ki beni vücudlandıran, görünmeyen bilinmeyen âlemi de ilmiyle varedendir, tecellilerin sahibidir.
-49-
قُلْ جَاء الْحَقُّ وَمَا يُبْدِئُ الْبَاطِلُ وَمَا يُعِيدُ
Kul câel hakku ve mâ yubdiûl bâtılu ve mâ yuîd
Kul cae el hakk | : anlat, geldi, sundu, açığa çıktı, hak |
ve mâ yubdiû | : ortaya çıkmaz, yok oldu, |
el batıl | : batıl, asılsız, doğru olmayan, |
ve ma yuidu | : şey, ne, değil, getirmez, sunmaz, geri gelmez |
49- De ki: Hakikatleri sunuyorum ve asılsız şeyler ortaya koymuyorum ve eski asılsız şeyleri geri getirmiyorum.
-50-
قُلْ إِن ضَلَلْتُ فَإِنَّمَا أَضِلُّ عَلَى نَفْسِي وَإِنِ اهْتَدَيْتُ فَبِمَا يُوحِي إِلَيَّ رَبِّي إِنَّهُ سَمِيعٌ قَرِيبٌ
Kul in dalaltu fe innemâ edıllu alâ nefsî ve in ihtedeytu fe bimâ yûhî ileyye rabbî innehu semîun karîb
Kul in dalaltu | : anlat, eğer hakikatlerin dışına çıkarsam |
Fe innema edıllu | : o zaman, sadece, yalan, dalalet, sapmak, |
ala nefsi | : kendi nefsimi, kendimi, |
Ve in ihtedey tu | : eğer hidayet, hakikatlere ulaşmak |
Fe bima yuhi ileyye | : o zaman, sebebiyle, vahy, hay, bildiren, bana, |
rabbi | : rabbimin, beni vücudlandıran, |
inne-hu semiun | : muhakkak o, işittirendir, |
karibun | : yakın olan, nuruyla tutan |
50- De ki: Eğer hakikatlerin dışına çıkarsam, o zaman kendimi yalanlamış olurum ve eğer hakikatlere ulaşmışsam, bana her şeyden bildiren Rabbimin sebebiyledir. Muhakkak ki O işittirendir, yakin olandır.
-51-
وَلَوْ تَرَى إِذْ فَزِعُوا فَلَا فَوْتَ وَأُخِذُوا مِن مَّكَانٍ قَرِيبٍ
Ve lev terâ iz feziû fe lâ fevte ve uhızû min mekânin karîb
ve lev tera iz feziu | : eğer görsen, paniklemek, dehşet, korkuya kapılan, |
fe la fevt | : artık, o zaman yok, kaçış |
ve uhızû | : yakalandı, aldı, sürdü, sığındı |
min mekan karib | : mekan, yer, bulunduğu yer, yakın |
51- Eğer paniklemiş, böylece bir kaçışı olmayan birini görsen, o bulunduğu yerde hemen yakınlaşır, sığınır.
-52-
وَقَالُوا آمَنَّا بِهِ وَأَنَّى لَهُمُ التَّنَاوُشُ مِن مَكَانٍ بَعِيدٍ
Ve kâlû âmennâ bih ve ennâ lehumut tenâvuşu min mekânin baîd
ve kalu amenna bihi | : derler, biz iman ettik, inandık, biz, ona |
ve enna lehum | : bizi, onlar, |
el tenavuş | : el sunmak, el sürmek, ulaşmak, idrak hali, tehir etmek, |
min mekanin baidin | : bir mekândan, yerden, uzak |
52- O halde olanlar derler ki: Biz O’na inandık. Onlar Bizi idrak etmeye bu kadar uzakken, nasıl olur da böyle derler.
-53-
وَقَدْ كَفَرُوا بِهِ مِن قَبْلُ وَيَقْذِفُونَ بِالْغَيْبِ مِن مَّكَانٍ بَعِيدٍ
Ve kad keferû bihî min kabl ve yakzifûne bil gaybi min mekânin baîd
ve kad keferu | : oldu, hakikatleri örtenler, kabul etmeyen, |
bihi min kablu | : o hakikatler, onu, önceden, |
ve yakzifune | : atıyorlar, uzaklaşıyorlar, kesmek, tavır alma, sövme |
bi el gayb | : bilinmeyen, görünmeyen, bilemedikleri, |
min mekânin baidin | : bir mekândan, bulundukları yer, uzak |
53- Ve önceden beri hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerden oldular ve bulundukları yerlerde hakikatlerden uzaklaşarak, bilemedikleri o hakikatlere karşı tavır aldılar.
-54-
وَحِيلَ بَيْنَهُمْ وَبَيْنَ مَا يَشْتَهُونَ كَمَا فُعِلَ بِأَشْيَاعِهِم مِّن قَبْلُ إِنَّهُمْ كَانُوا فِي شَكٍّ مُّرِيبٍ
Ve hîle beynehum ve beyne mâ yeştehûne kemâ fuile bi eşyâihim min kabl innehum kânû fî şekkin murîb
ve hile | : ayrıldı, set, çare, aldatma, yalan, sahtekâr, |
Beyne hum ve beyne | : aralarında, arasına, birbirlerini, |
ma yeştehune | : değil, ne, iştiyak, arzu etmediler, göremediler, |
kema faile | : gibi, sebebiyle, yapılan, |
bi eşyaı-him min kablu | : eşya, şeyler, onların şeyleri, ibadetleri, önceden |
İnne hum kanu | : muhakkak, doğrusu, onlar, oldu |
fi şekk | : içinde, ikilik, şüpheler, tereddüt, |
murib | : kuşku, endişe verici, şüphelendirici, rahatsız, |
54- Onlar aralarında yalanlara inandılar. Önceden beri yaptıkları şeyler sebebiyle, hakikatleri anlamayı arzu etmediler. Doğrusu onlar şüpheler içinde kaldılar, hakikatleri endişe verici buldular.