SECDE SÛRESİ
1-
الم
Elif lâm mîm
Elif lam mim | : zat, hak- halk- nokta, Allah, |
1- Elif, Lam, Mim
-2-
تَنزِيلُ الْكِتَابِ لَا رَيْبَ فِيهِ مِن رَّبِّ الْعَالَمِينَ
Tenzîlul kitâbi lâ reybe fîhi min rabbil âlemîn
Tenzilu | : bir şeyin bir miktarının açığa çıkması, indirilen, gelen |
el kitab | : kitap, varlık kitaptır, yazılı olan, |
la reybe | : yok, şüphesiz, şüphe, şek, yanlışlık yok, hata yok, |
Fi hi | : onun içinde, onda, |
min rabbi el alemin | : âlemlerin rabbinden, tüm varlığı vücudlandıran |
2- Ortaya çıkan her varlık bir kitaptır, onun içinde şüphe yoktur, tüm varlığı vücudlandırana aittir.
-3-
أَمْ يَقُولُونَ افْتَرَاهُ بَلْ هُوَ الْحَقُّ مِن رَّبِّكَ لِتُنذِرَ قَوْمًا مَّا أَتَاهُم مِّن نَّذِيرٍ مِّن قَبْلِكَ لَعَلَّهُمْ يَهْتَدُونَ
Em yekûlûnefterâh bel huvel hakku min rabbike li tunzire kavmen mâ etâhum min nezîrin min kablike leallehum yehtedûn
Em yekulu iftera hu | : veya, derler, söylerler, uydurdu, iftira, onu, |
Bel huve el hakk | : hayır, bilakis, o, haktır, hakikattir, rabbinden |
min rabb ke | : rabbinden, rabbinin, |
li tunzire kavmen | : uyarman için, hakikatlere çağrı yapman, kavmini, insan |
ma eta-hum | : onlara gelmedi |
min nezir | : uyarıcı, çağrı yapan, hakikatleri açıklayıp uyaran |
min kablike | : senden önce |
lealle-hum yehtedun | : umulur ki, onlar, hakikatin yolunu bulurlar, ulaşırlar. |
3- O söylediğin hakikatlerin sözlerini uydurdu diyorlar. Bilakis o sözler Rabbinin hakikatleridir. Senden önce onlara hakikatler için bir uyarıcı gelmeyen kavmini, hakikatleri açıklayıp uyarman içindir. Umulur ki onlar hakikatin yolunu bulurlar.
-4-
اللَّهُ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ مَا لَكُم مِّن دُونِهِ مِن وَلِيٍّ وَلَا شَفِيعٍ أَفَلَا تَتَذَكَّرُونَ
Allâhullezî halakas semâvâti vel arda ve mâ beynehumâ fî sitteti eyyâmin summestevâ alel arş mâ lekum min dûnihî min veliyyin ve lâ şefîi e fe lâ tetezekkerûn
Allahu ellezi halaka | : Allah, onları, var eden, yaratan, halk eden |
el semavat ve el ard | : semalar, gökler ve yer, tüm kâinat, |
ve ma beyne-humâ | : ikisi arasındaki şeyler, onlarda olan şeyler, |
Fi sitteti | : sedate, hatasız, hak üzere, doğruluk, intizam, noksansız |
Eyyamin | : hayırlı, güzellik, iyi, temiz, egemenlik, günler, hakimiyet |
summe isteva | : sonra, sarmak, kuşatmak, istikamet, itidal, her yerde olma, |
ala el arş | : arş, ulvi alemin yüceliği, makam, bütün her yer, |
ma lekum min duni hi | : sizin için yok, ondan başka |
Min veliy | : bir dost |
ve la şefain | : yok, şefaat, şef, tek, |
E fe la tetezekkerune | : böylece, hâlâ, tezekkür etmezsiniz, hakikatlerle bakmak |
4- Gökleri ve yeri ve onlarda olan her şeyi, noksansız bir güzellik içinde halkeden Allah’tır. Sonra bütün her yeri yüceliği ile sarmıştır. Sizin için O’ndan başka bir dost ve şefâat eden yoktur. Bundan sonra hâlâ hakikatleri düşünüp, o hâl ile bu âleme bakmaz mısınız?
-5-
يُدَبِّرُ الْأَمْرَ مِنَ السَّمَاء إِلَى الْأَرْضِ ثُمَّ يَعْرُجُ إِلَيْهِ فِي يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ أَلْفَ سَنَةٍ مِّمَّا تَعُدُّونَ
Yudebbirul emre mines semâi ilel ardı summe yarucu ileyhi fî yevmin kâne mıkdâruhu elfe senetin mimmâ teuddûn
Yudebbiru | : tedbir eder, düzenler, var eder, işi düzenleyip işleyen |
el emr | : iş, hüküm, varlığın işleyişi, yasalar, |
min es semai ile el ard | : göklerden yere kadar, bütün kâinat, |
Summe yarucu ileyhi | : sonra, çıkar, yükselir, ilerler, ortaya çıkar, döner, ona, |
Fi yevmin | : içinde, gün, zaman, vakit, her an, |
kane mikdarı hu | : oldu, miktar, ölçü, değer, kısım, onun, o, |
Elfe senet | : ünsiyet eylemek, etkin, duruş, davranış, güçlü söz, sene |
mimma teuddeun | : nesne, şeyler, saydığınız, hesap edilen, adet, tüm hepsi |
5- Bütün kâinattaki varoluşu düzenleyip işleyen O’dur. Her şey O’nun ölçüsüyle her an O’ndan açığa çıkar. Varolan tüm nesneler O’nun ünsiyeti ile durur.
-6-
ذَلِكَ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ
Zâlike âlimul gaybi veş şehâdetil azîzur rahîm
Zâlike | : işte bu, işte, işte kâinat, |
alimu | : ilmin sahibi, ilmiyle var eden, |
el gaybı | : görünmeyen bilinmeyen |
ve el şehadet | : görünen, her an her yerde hazır olan, |
el aziz | : niteliklerin yüce sahibi, |
el rahim | : rahim olan, özünden var eden |
6- O, tüm kâinattaki görünmeyen, bilinmeyen her şeydeki ilmin sahibidir ve varlığı özünden varedendir, tüm niteliklerin yüce sahibidir, her an her yerde hazır olandır.
-7-
الَّذِي أَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ وَبَدَأَ خَلْقَ الْإِنسَانِ مِن طِينٍ
Ellezî ahsene kulle şeyin halakahu ve bedee halkal insâni min tîn
Ellezi ahsen | : ki o, en güzel, iyi, |
kull şeyin halak hu | : bütün her şey, halkeden, vareden, yaratan, o |
ve bedee halk | : başladı, ilk başlangıç, halk etme, varoluş, yaratma |
el insan | : insan, |
min tin | : özünden, toprak, kil |
7- Ki O bütün her şeyi en güzel bir şekilde halkedendir ve insanın halkoluşu O’nun özünden başlamıştır.
-8-
ثُمَّ جَعَلَ نَسْلَهُ مِن سُلَالَةٍ مِّن مَّاء مَّهِينٍ
Summe ceale neslehu min sulâletin min mâin mehîn
Summe ceale | : sonra, kıldı, yaptı, düzenledi, |
nesle hu | : nesli, soyu, o, insan |
min sulalet | : ondan çıkan, sülale, nesil, |
min main mehin | : su, akıp giden, kolay, kolaylıkla, |
8- Sonra insanı nesilden nesile kolaylıkla akıp gidecek bir halde düzenledi.
-9-
ثُمَّ سَوَّاهُ وَنَفَخَ فِيهِ مِن رُّوحِهِ وَجَعَلَ لَكُمُ السَّمْعَ وَالْأَبْصَارَ وَالْأَفْئِدَةَ قَلِيلًا مَّا تَشْكُرُونَ
Summe sevvâhu ve nefeha fîhi min rûhihî ve ceale lekumus sem’a vel ebsâre vel efideh kalîlen mâ teşkurûn
Summe sevva hu | : sonra, düzenledi, şekil verdi, sıfatlandırdı, o, insan, |
ve nefeha fihi | : üfledi, üfürdü, onun içine, |
min ruhi hi | : ruhundan, |
ve ceale lekum | : kıldı, yaptı, düzenledi, size |
el sema | : işitme, duyma, |
ve el ebsare | : görme hassası |
ve el efidet | : idrak etme gücü, kalpler, şuur, |
Kalilen ma teşkurûne | : ne kadar az, şükretmiyor, sahibini bilip teslim etmiyor |
9- İnsanı sıfatlarıyla şekillendirip düzenledi, ruhundan içine üfledi. Size işitmeyi ve görmeyi ve idrak etme gücü verdi. Sıfatların sahibini bilip teslim etmede ne kadar da zayıf davranıyorsunuz.
-10-
وَقَالُوا أَئِذَا ضَلَلْنَا فِي الْأَرْضِ أَئِنَّا لَفِي خَلْقٍ جَدِيدٍ بَلْ هُم بِلِقَاء رَبِّهِمْ كَافِرُونَ
Ve kâlû e izâ dalelnâ fîl ardı e innâ le fî halkın cedîd bel hum bi likâi rabbihim kâfirûn
ve kalu e iza dalel na | : dediler, yola sapmak, karışmak, |
fi el ard | : yeryüzünde, yer, toprak, |
e inna le fi halk | : elbette, halkoluş içinde, |
cedid | : yeni, kullanılmamış, |
Bel hum bi likai | : bilakis onlar, karşılama, tevhid şuuru, tanıma, buluşma, |
Rabbi him | : rablerini, kendilerini vücudlandıran, |
kafirun | : örtenler, görmemezlikten gelenler, |
10- Dediler ki: Toprağa karışıp gittiğimizde biz yeni bir halkoluş içinde mi olacağız? Bilakis onlar Tevhid şuurunda olamıyorlar, kendilerini vücudlandıranı görmemezlikten geliyorlar.
-11-
قُلْ يَتَوَفَّاكُم مَّلَكُ الْمَوْتِ الَّذِي وُكِّلَ بِكُمْ ثُمَّ إِلَى رَبِّكُمْ تُرْجَعُونَ
Kul yeteveffâkum melekul mevtillezî vukkile bikum summe ilâ rabbikum turceûn
Kul yeteveffa kum | : de, vefa, teslim olma, sevgi bağlılığı, |
Meleku | : melek, güç, kuvve, kuvvetli, |
el mevti | : nutfe, ölüm, teslim alan, verimsizlik, idraksizlik, |
Ellezi vukkile bi kum | : ki o, vekil, koruyan, bedenlerdeki işin sahibi, sizin |
Summe ila rabbikum | : sonra, rabbiniz, sizi vücudlandıran, |
turceun | : döndürüleceksiniz, dönüşünüz, rucu, aslına dönmek |
11- De ki: İdraksizlikten geçip, her varlıktaki gücün sahibine her şeyinizle teslim olun. Ki O’dur bedenlerinizin işleyişinde yetkili olan. Sonra da dönüşünüz sizi vücudlandıranadır.
-12-
وَلَوْ تَرَى إِذِ الْمُجْرِمُونَ نَاكِسُو رُؤُوسِهِمْ عِندَ رَبِّهِمْ رَبَّنَا أَبْصَرْنَا وَسَمِعْنَا فَارْجِعْنَا نَعْمَلْ صَالِحًا إِنَّا مُوقِنُونَ
Ve lev terâ izil mucrimûne nâkısû ruûsihim inde rabbihim, rabbenâ ebsarnâ ve semi’nâ fercinâ namel sâlihan innâ mûkinûn
ve lev tera | : velev, şayet, görürsün, bakmak, |
iz el mücrimin | : fenalarda kalanlar, günahkâr, hatalarda olmak, |
Nakısu | : eksik, bitmemiş, noksan, nakıs, anlamamış, |
ruusi him | : onların başı, akıl etme, anlayış, |
İnde rabbi-him | : ona ait, Rabbi, onlar, kendilerini vücudlandıran |
Rabbena ebserna | : Rabbimiz, bizi vücudlandıran, |
Ebserna ve semina | : anladık, gördük ve işittik |
fe irci na | : bundan sonra, dönmek, bakmak, biz, |
namel salihan | : salih ameller yaptık, iyi çalışmak, |
İnna mukinun | : biz olduk, emin olmak, yakın olma, yakînen bildik, |
12- Fenalarda kalanları görürsün ki, onlar kendilerini vücudlandırana ait olan hakikatleri anlamada bir noksanlık içindedirler. Fakat yine de onlar: Rabbimizi anladık ve biz hakikatleri işittik, Salih ameller yaptık, biz hakikatleri yakînen bildik, derler.
-13-
وَلَوْ شِئْنَا لَآتَيْنَا كُلَّ نَفْسٍ هُدَاهَا وَلَكِنْ حَقَّ الْقَوْلُ مِنِّي لَأَمْلَأَنَّ جَهَنَّمَ مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ أَجْمَعِينَ
Ve lev şinâ le âteynâ kulle nefsin hudâhâ ve lâkin hakkal kavlu minnî le emleenne cehenneme minel cinneti ven nâsi ecmaîn
ve lev şi na | : eğer, dilemek, istemek, içten istemek, biz, |
le ateyna | : elbette, sunduk, verdik, |
Kule nefsin | : bütün nefs, kişi, kendisi, beden, herkes |
huda-ha | : yol gösteren, kılavuz, rehber, o |
ve lakin hakka | : lakin, fakat, hak, hakikat, |
el kavlu minni | : söz, söylemek, tarif, tecelli, ben, biz |
le emle enne | : elbette, dolmak, orada olmak, kalmak |
Cehennem | : yakıp yıkıcı haller, cehaletin cehennemi, |
min el cinneti | : cinnet, kızgınlık, hiddet, delilik, ne dediğini bilmeyen |
ve el nasi ecmain | : insanlar, bütün hepsi, topluluk, çoğu, |
13- Eğer Bizi anlamayı isteselerdi; elbette sunduğumuz hakikatleri anlarlar, bütün vücudların hakka yol gösterdiğini bilirlerdi. Fakat Bize ait tecellileri, hakikatleri bilemediler. Ne dediğini bilmeyen hiddet dolu hallerde, cehaletin cehenneminde kaldılar. Zaten insanların çoğu bu hallerde kaldılar.
-14-
فَذُوقُوا بِمَا نَسِيتُمْ لِقَاء يَوْمِكُمْ هَذَا إِنَّا نَسِينَاكُمْ وَذُوقُوا عَذَابَ الْخُلْدِ بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ
Fe zûkû bi mâ nesîtum likâe yevmikum hâzâ innâ nesînâkum ve zûkû azâbel huldi bi mâ kuntum tamelûn
Fe zuku bima | : his, hal, zevk alma, tatmak, hiddet halleri, |
nesitum | : unuttuğunuzdan |
Likae | : birlik, kavuşma, tevhid etme, birlik şuuru, |
yevmi kum | : vakit, zaman, gün, siz |
Haza inna nesina-kum | : bu, biz, bizi unuttunuz, siz, |
ve zuku azabe | : tadın, hissetme, öfke, o halde bulunma, sıkıntı, azap, |
el halid | : devamlı, sürekli, daimi, |
bi ma kuntum tamelun | : sebebiyle, oldunuz, yapmak, amel, çalışmak |
14- Böylece hiddet dolu hallerde kaldığınızdan dolayı, siz zamanında Tevhid’i unuttunuz. İşte bu sizlerin Bizi unuttuğunuzdan dolayı kaldığınız hallerdir ve sizler böyle şeyler yaptığınızdan dolayı, devamlı bir sıkıntı, hiddet dolu hallerde kaldınız.
-15-
إِنَّمَا يُؤْمِنُ بِآيَاتِنَا الَّذِينَ إِذَا ذُكِّرُوا بِهَا خَرُّوا سُجَّدًا وَسَبَّحُوا بِحَمْدِ رَبِّهِمْ وَهُمْ لَا يَسْتَكْبِرُونَ
İnnemâ yuminu bi âyâtinellezîne izâ zukkirû bihâ harrû succeden ve sebbehû bi hamdi rabbihim ve hum lâ yestekbirûn
İnnema yuminu | : ama, fakat, inananlar, |
bi ayatina | : ayetlerimize, delil, işaret |
Ellezîne iza zukkir | : o kimseler, onlar, zikirdedirler, anarlar, |
Biha harru succeden | : ona, düşmek, varlığından geçip hakka teslim olmak |
ve sebbe hu | : tespih, tecelliler, o, fiil, sıfat, zatını idrak etme, |
bi hamd rabb him | : tüm niteliklerin sahibi, rabb, onlar, |
Ve hum la yestekbirûne | : onlar, büyüklük taslamazlar, kibirlenmezler |
15- Fakat ayetlerimize inanan o kimseler ise; her an hakikatleri anarlar, varlığından geçip hakka teslim olurlar ve onlar tüm niteliklerinin sahibinin Rabbin olduğunu bilip, onun fiil, sıfat, Zatının tecellilerini idrak ederler ve onların kibirlenmeleri yoktur.
-16-
تَتَجَافَى جُنُوبُهُمْ عَنِ الْمَضَاجِعِ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ خَوْفًا وَطَمَعًا وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ
Tetecâfâ cunûbuhum anil medâcıi yed’ûne rabbehum havfen ve tamaan ve mimmâ razaknâhum yunfikûn
Tetecafa | : bırakır, uzaklaşır, sûreti terk eder, |
cunubu hum | : yanları, yön, her yön, onlar |
ani el medacıi | : yatakları, bulundukları yer, |
Yedune Rabbe hum | : yönelme, dua, rabbine, onlar, |
havfen | : çekinmek, korku, saygı, |
ve tamaan | : istemek, beklemek, umut, arzu etmek, |
ve mimma razakna hum | : şeyler, nesne, rızk, kişiye bahşedilen nitelik, biz, onlar |
yunfikûne | : infak, sahibini bilip teslim etme |
16- Onlar hangi yöne dönse de sûreti terk ederler, bulundukları yerde hep saygıyla Rabbe yönelirler ve onlar hep hakikatleri anlamayı arzu ederler ve kendilerine bahşettiğimiz tüm niteliklerin sahibini bilip teslim ederler.
-17-
فَلَا تَعْلَمُ نَفْسٌ مَّا أُخْفِيَ لَهُم مِّن قُرَّةِ أَعْيُنٍ جَزَاء بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
Fe lâ ta’lemu nefsun mâ uhfiye lehum min kurreti ayn cezâen bi mâ kânû yamelûn
fe la talemu | : böylece, sonrada, bilmez, |
nefs | : kişi, kendi özü, can, |
ma uhfiy | : saklı olmayan, gizli değil, açıkta olan, aşikâr olan, |
Lehum min kurreti | : onlar, sevinç, huzur, aydınlık, |
ayunin | : yakınlık, ayniyet, aynı olma, benzer, eş, göz, bakış, |
Cezaen | : karşılık, |
bima kanu yalemun | : yapmış oldukları şeyler sebebiyle |
17- Böylece onlar, kendi özlerinde aşikâr olan Hakk’tan başka bir şey bilmezler. Yapmış oldukları şeylere karşılık olarak, onların bakışlarında bir aydınlık vardır.
-18-
أَفَمَن كَانَ مُؤْمِنًا كَمَن كَانَ فَاسِقًا لَّا يَسْتَوُونَ
E fe men kâne muminen kemen kâne fâsikâ lâ yestevun
E fe men kane mümin | : mümin olan kimseyle, |
Ke men kane | : gibi, kim, kimse, olur, oldu, |
fasık | : cehalete sapan, çıkan, fasık olan, bozguncu, |
la yestevun | : eşit, bir olmaz |
18- Mümin olan bir kimseyle, hakikatleri bırakıp kendi cehaletine çıkan kimse bir olur mu?
-19-
أَمَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فَلَهُمْ جَنَّاتُ الْمَأْوَى نُزُلًا بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
Emmellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti fe lehum cennâtul mevâ nuzulen bi mâ kânû yeamelûn
Emma ellezine amenu | : ama, fakat, iman eden kimseler |
ve amilû es salihati | : hakk yolunda dosdoğru çalışanlar |
Fe lehum cennet | : onlara cennet, huzur, |
El meva nuzul | : yer, halkiyet sırrı, her şeyin evveli, sunulmak, vardır. |
Bima kanu yeamelun | : yaptıkları, çalışmaları, şeyler sebebiyle |
19- Fakat iman edenler ve dosdoğru hak yolunda çalışanlara, yaptıklarına karşılık olarak, her şeyin geldiği yeri anlamanın huzuru vardır.
-20-
وَأَمَّا الَّذِينَ فَسَقُوا فَمَأْوَاهُمُ النَّارُ كُلَّمَا أَرَادُوا أَن يَخْرُجُوا مِنْهَا أُعِيدُوا فِيهَا وَقِيلَ لَهُمْ ذُوقُوا عَذَابَ النَّارِ الَّذِي كُنتُم بِهِ تُكَذِّبُونَ
Ve emmellezîne fesekû fe mevâhumun nâr kulle mâ erâdû en yahrucû minhâ uîdû fîhâ ve kîle lehum zûkû azâben nârillezî kuntum bihî tukezzibûn
Ve emma ellezîne feseku | : fakat, fasık, hakikati bırakıp cehalete çıkan |
fe mevâ-hum | : barınma yeri, varacağı yer, bulunduğu yer, onlar |
el naru | : ateş, yakıcılık, yakıp yıkıcı olan, |
kulle mâ eradu | : hepsi, her seferinde, istemez, |
el yahruc | : çıkmak, ihraç, çıkan, |
Minha uidu fî-hâ | : orada, ait, iade, geri çevrilme, oraya dönmek |
ve kile lehum zuku | : denir, onlara, tatma, his, öfke, hiddet, o halde bulunma, |
Azabe en nari ellezî | : azap, sıkıntı, eziyet, o ateş ki |
Kuntum bihi tukezzibun | : siz oldunuz, onu yalanlayan |
20- Fakat hakikatleri bırakıp, kendi cehaletine çıkan kimselerin bulunduğu yer ise ateştir. Her seferinde o hallerden çıkmak isteseler de yine o hallere dönerler ve onlara: Hakikatleri yalanladığınızdan dolayı, o ateşin azabını hissediyorsunuz, denir.
-21-
وَلَنُذِيقَنَّهُمْ مِنَ الْعَذَابِ الْأَدْنَى دُونَ الْعَذَابِ الْأَكْبَرِ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ
Ve le nuzîkannehum minel azâbil ednâ dûnel azâbil ekberi leallehum yerciûn
ve le nuzikanne hum | : elbette, tatmak, o halde bulunmak, bizi anlamayan, onlar |
min el azabi el edna | : azaptan, daha yakın |
Dune | : önce, |
el azab el ekberi | : azap, büyük sıkıntı, ölüm sıkıntısı, |
lealle-hum yerciun | : umulur ki onlar, dönerler |
21- Elbette onlar, Bizi anlayamadıklarından dolayı sıkıntılara daha yakındırlar. Umulur ki onlar, büyük bir sıkıntı olan o ölüm vakti onlara gelmeden önce hatalarını anlayıp dönerler.
-22-
وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّن ذُكِّرَ بِآيَاتِ رَبِّهِ ثُمَّ أَعْرَضَ عَنْهَا إِنَّا مِنَ الْمُجْرِمِينَ مُنتَقِمُونَ
Ve men azlemu mimmen zukkire bi âyâti rabbihî summe arada anhâ innâ minel mucrimîne muntekimûn
ve men azlemu mim men | : kim, zalim, daha zalim, kimseden |
Zukkire | : hatırlatıldı, zikredildi, anıldı, |
bi ayati rabbi hi | : işaretler, ayetler, rabbinin |
Summe arada anha | : sonra, yüz çevirme, dönme, ondan |
İnna min el mucrimîne | : muhakkak, biz, fenalarda kalanlar, günahkâr |
muntekimûne | : intikam, nimetlerimizin idrakinden mahrum kalma |
22- Rabbinin ayetleri hatırlatıldıktan sonra yüz çevirip, kendi anlayışlarına dönen kimseden daha zalim olan kimdir. Şüphesiz Bizi anlayamayıp fenalarda kalanlar, nimetlerimizin idrakinden de mahrum kalırlar.
-23-
وَلَقَدْ آتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ فَلَا تَكُن فِي مِرْيَةٍ مِّن لِّقَائِهِ وَجَعَلْنَاهُ هُدًى لِّبَنِي إِسْرَائِيلَ
Ve lekad âteynâ mûsel kitâbe fe lâ tekun fî miryetin min likâihî ve cealnâhu huden li benî isrâîl
ve lekad ateyna | : and olsun, verdik, sunduk, |
Musa el kitab | : Musa, kitap, her varlığı hakkın bir kitabı, |
Fe la tekun | : artık, sen olma, |
fi miryetin | : şüphe, kuşku, kararsız |
min likai-hi | : toplantı, Tevhid, birleştirme, tanıma, kavuşmak, |
ve cealna hu huda | : onu kıldık, sunduk, yol gösterici, kılavuz, rehber, |
li beni israil | : İsrailoğulları, Yakuboğulları, hakk yolunda olanlar |
23- Doğrusu Musa, her varlığı bir kitap olarak sunduğumuzu anlayanlardandı. Bundan sonra senin içinde, o Tevhid hakkında bir kuşku olmasın. İsrailoğullarına da o Tevhid hakikatlerini yol gösterici olarak sunduk.
-24-
وَجَعَلْنَا مِنْهُمْ أَئِمَّةً يَهْدُونَ بِأَمْرِنَا لَمَّا صَبَرُوا وَكَانُوا بِآيَاتِنَا يُوقِنُونَ
Ve cealnâ minhum eimmeten yehdûne bi emrinâ lemmâ saberû ve kânû bi âyâtinâ yûkınûn
ve cealna min hum | : kıldık, sunduk, onlardan, |
Eimmeten | : imamlar, önder, |
yehdûne | : yol gösteren, kılavuz, hakkı tarif eden |
bi emrina | : işleyişimiz, hükümlerimiz, her varlıktaki işleyiş |
lemma saberu | : sabırlı olmaları, |
ve kanu bi ayatina | : oldu, ayetlerimize, delil, işaret, |
yukınun | : yakîn, belirli, tanınan, yakînen bilmek, |
24- Onlara işleyişimizi anlamaları için sabırlı olmalarını ve ayetlerimizi yakînen bilenlerden olmalarını bildirdik ve onlardan hakikate yol gösteren rehberler kıldık.
-25-
إِنَّ رَبَّكَ هُوَ يَفْصِلُ بَيْنَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فِيمَا كَانُوا فِيهِ يَخْتَلِفُونَ
İnne rabbeke huve yafsilu beynehum yevmel kıyâmeti fîmâ kânû fîhi yahtelifûn
İnne rabbeke | : muhakkak, rabbin, seni vücudlandıran, |
huve yafsilu | : o, ayıran, kısım kısım yapan, hücre hücre yaratan, |
beyne-hum | : onların aralarında, onlarda, |
yevm el kıyamet | : gün, vakit, zaman, diri olan, diriliş, ölüm vakti, |
fîmâ kanu fihi | : şeylerde, oldu, onun hakkında, hakikatler hakkında |
yahtelifun | : ayrıldılar, ihtilaf ettikleri, |
25- Muhakkak ki seni hücre hücre yaratan, vücudlandıran O’dur. Hakikatleri anlayamayanlar, onlar aralarında ölünceye kadar hakikatler hakkında ayrılığa düşerler.
-26-
أَوَلَمْ يَهْدِ لَهُمْ كَمْ أَهْلَكْنَا مِن قَبْلِهِم مِّنَ الْقُرُونِ يَمْشُونَ فِي مَسَاكِنِهِمْ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ أَفَلَا يَسْمَعُونَ
E ve lem yehdi lehum kem ehleknâ min kablihim minel kurûni yemşûne fî mesâkinihim inne fî zâlike le âyât e fe lâ yesmeûn
E ve lem yehdi lehum | : mı, mi? hidayet, doğru yolu bulamadılar, onlar |
Kem ehlek na | : nice, kaç, helak, bizi anlamayıp yazık oldu, biz, |
min kabl him | : onlardan önce, |
min el kurûni | : nesillerden, |
yemşune | : dolaşmak, bakmak, gözlemlemek, araştırmak, |
Fi mesâkini-him | : meskenleri, yer, düştükleri durum, bulundukları hal |
İnne fi zalike le ayetin | : muhakkak, içinde, işte bu, ayetler, işaret, delil |
E fe la yesmeûne | : bundan sonra hala işitmiyorlar, işitmeyecekler |
26- Onlardan önce de Bizi anlayamayıp, kendilerine yazık eden nesillerin düştükleri halleri araştırmazlar mı? Bu onlara yol göstermez mi? Muhakkak ki işte bunların içinde işaretler vardır. Artık hâlâ hakikatleri işitmezler mi?
-27-
أَوَلَمْ يَرَوْا أَنَّا نَسُوقُ الْمَاء إِلَى الْأَرْضِ الْجُرُزِ فَنُخْرِجُ بِهِ زَرْعًا تَأْكُلُ مِنْهُ أَنْعَامُهُمْ وَأَنفُسُهُمْ أَفَلَا يُبْصِرُونَ
E ve lem yerev ennâ nesûkul mâe ilel ardıl curuzi fe nuhricu bihî zaran tekulu minhu enâmuhum ve enfusuhum e fe lâ yubsirûn
e ve lem yerev | : bakıp ta görmezler mi? |
enna nesuk | : nasıl, sevk, hareket, |
El mae ilel ardı | : su, arzı, yeryüzünü, |
el curuzi | : kurak yer |
Fe nuhricu bihi | : böylece, çıkarırız, onunla, |
zaran | : ekin, ürün, |
Tekulu minhu | : yersiniz, beslenme, ondan, |
enamu hum | : hareketli, hayvan, varlık, onlar |
ve enfusu-hum | : kendileri, nefisleriniz, |
E fe la yubsirûne | : bundan sonra, hâlâ bakıp ta görmezler mi? |
27- Suyu nasıl hareket ettirişimizi, onunla kuru topraktan ekinleri çıkarışımızı, bakıp ta görmezler mi? Ondan kendiniz ve hayvanlarınız beslenirsiniz. Bundan sonra hâlâ bakıp ta görmezler mi?
-28-
وَيَقُولُونَ مَتَى هَذَا الْفَتْحُ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ
Ve yekûlûne metâ hâzel fethu in kuntum sâdikîn
ve yekulune meta | : derler, ne zaman, nasıl, |
Haza el feth | : bu, açılma, açığa çıkan, kudretiyle açığa çıkma |
in kuntum sadıkin | : eğer siz sadıklardan iseniz, doru söyleyenlerden, |
28- Eğer doğru söyleyenlerdenseniz bu hakikatlerin açığa çıkışı ne zaman, derler.
-29-
قُلْ يَوْمَ الْفَتْحِ لَا يَنفَعُ الَّذِينَ كَفَرُوا إِيمَانُهُمْ وَلَا هُمْ يُنظَرُونَ
Kul yevmel fethi lâ yenfeullezîne keferû îmânuhum ve lâ hum yunzarûn
Kul yevme | : de, anlat, vakit, zaman, an, her zaman |
el feth | : açığa çıkma, idrak etmek, kapalı olanı açmak |
la yenfeu | : yok, fayda, yarar, |
Ellezine keferû | : hakikatleri görmeyip örten kimseler |
imanu hum | : iman, inanma, onlar |
ve lâ hum yunzarûne | : yok, onlar, bakan, gören, |
29- De ki: Hakikatleri görmeyip örten kimseler, açığa çıkan hakikatleri göremedikleri müddetçe, onların inanmalarının onlara bir faydası yoktur ve onlar baksalar da göremezler.
-30-
فَأَعْرِضْ عَنْهُمْ وَانتَظِرْ إِنَّهُم مُّنتَظِرُونَ
Fe a’rıd anhum ventezır innehum muntezırûn
Fe arıd anhum | : artık, öyleyse, yüz çevir, uzaklaş, uzak dur, reddet |
ve intezir | : bekle, |
İnne hum muntezirun | : muhakkak onlarda, bekleyenler |
30- Artık o hâllerde olanlardan uzak dur ve bekle. Muhakkak ki onlar da beklemekte.