ŞUARÂ SÛRESİ

 

-1-

طسم

Tâ, sin, mim.

Ta sin mim : halkiyet, ins, kâmil insan, nokta, cemül cem

 

1- Tâ, Sîn, Mim

 

-2-

تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ الْمُبِينِ

Tilke âyâtul kitâbil mubîn

Tilke ayatu : bu, ki, bunlar, tüm varlık, ayet, işaret,
el kitab el mubin : kitap, apaçık, apaçık kitap,

 

2- Tüm varlık işaretleriyle apaçık bir kitaptır.

 

-3-

لَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَّفْسَكَ أَلَّا يَكُونُوا مُؤْمِنِينَ

Lealleke bâhıun nefseke ellâ yekûnû muminîn

lealle-ke : umurluk, böylece, neredeyse sen,
bahıun : üzüntü, kahr, mahvetmek
nefse ke : kendini, nefsini
ella yekunu muminin : olmaması, olmuyorlar, müminler, inanmak

 

3- Onlar müminlerden olmuyorlar diye neredeyse kendini mahvediyorsun.

 

-4-

إِن نَّشَأْ نُنَزِّلْ عَلَيْهِم مِّن السَّمَاء آيَةً فَظَلَّتْ أَعْنَاقُهُمْ لَهَا خَاضِعِينَ

İn neşe nunezzil aleyhim mines semâi âyeten fe zallet anâkuhum lehâ hâdıîn

İn neşe : eğer, gelişim, sevinme, doğum, büyüme, vücutlanma,
nunezzil aleyhim : sunduğumuz, verdiğimiz, indirme, üzerlerinde
min es semai : semadan, gökten, ulvialem,
ayeten : ayet, delil, işaret,
Fe zallet : böylece, gaflet, gölge, cehalet,
anakum hum : boyun, yönleri, istikametleri, kendi bildiğine giden, onlar
Leha hadıine : ona, boyun eğenler, tâbi olan, konu, itaat edenler

 

4- Eğer doğduklarından beri onlar; kendi üzerlerinde olan Ulvi Âlem’den sunduğumuz işaretleri görselerdi, inanırlardı. Fakat onlar bir gaflet içinde kendi bildikleri şeylere tâbi oldular.

 

-5-

وَمَا يَأْتِيهِم مِّن ذِكْرٍ مِّنَ الرَّحْمَنِ مُحْدَثٍ إِلَّا كَانُوا عَنْهُ مُعْرِضِينَ

Ve mâ yetîhim min zikrin miner rahmâni muhdesin illâ kânû anhu muridîn

ve ma yeti him : gelmez, sunulmaz, açığa çıkmaz, onlar
min zikr : zikr, anmak, hatırlatmak,
min er rahman : Rahmanın, tüm varlığı nuruyla saran,
muhdesin : yeni, ihdas, yeni bir yaratılış, ortaya koyan, yaratıp duran,
İlla kanu anhu : ancak, oldu, ondan, hakikatlerden
muridine : yüz çeviren, savunmasız, yönelen, red,

 

5- Onlara tüm varlığı nuruyla saranın, her an yeni bir yaratılış açığa çıkaranın hakikatlerinden bir şey hatırlatılmasın ki, onlar ancak o sunulan hakikatlerden yüz çevirdiler.

 

-6-

فَقَدْ كَذَّبُوا فَسَيَأْتِيهِمْ أَنبَاء مَا كَانُوا بِهِ يَسْتَهْزِئُون

Fe kad kezzebû fe seyetîhim enbâu mâ kânû bihî yestehziûn

Fe kad kezzebu : böylece, oldu, yalanlamak
Fe seyeti-him : onlara gelecek, gelen, sunulan,
enbau : haber, bilgi, hakikatlerin bilgileri,
Ma kanu bihi yestehziûne : olmadı, ondan, önemseme, alay ederler

 

6- Böylece onlara sunulan hakikatlerin bilgilerini yalanladılar, hakikatleri önemsemediler.

 

-7-

أَوَلَمْ يَرَوْا إِلَى الْأَرْضِ كَمْ أَنبَتْنَا فِيهَا مِن كُلِّ زَوْجٍ كَرِيمٍ

E ve lem yerev ilel ardı kem enbetnâ fîhâ min kulli zevcin kerîm

e ve lem yerev : bakıp ta görmezler mi?
ila el ardı : yeryüzünde
Kem enbetna fi ha : çeşit çeşit, nice, yetiştirme, ortaya çıkma, orada
Min kulli : hepsi, bütün,
zevcin kerimin : çift, tür, cins, kerim, asil, asalet, soy

 

7- Yeryüzünde bütün türleri bir asalet içinde nasıl ortaya çıkardığımızı bakıp ta görmezler mi?

-8-

إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَةً وَمَا كَانَ أَكْثَرُهُم مُّؤْمِنِينَ

İnne fî zâlike le âyeh ve mâ kâne ekseruhum muminîn

İnne fi zalike : muhakkak işte bunların içinde
le ayeten : elbette, ayetler, deliller, işaretler
ve ma kane ekser hum : olmadı, onların çoğu,
muminin : müminlerden, emin olan,

 

8- Muhakkak ki işte bunların içinde elbette deliller vardır. Fakat onların çoğu müminlerden olamadı.

-9-

وَإِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ

Ve inne rabbeke le huvel azîzur rahîm

ve inne rabbe ke : muhakkak, rabbin, seni vücudlandıran,
Le huve el aziz : elbette, o tüm niteliklerin yüce sahibi,
el rahim : varlığı özünden var eden, rahim olandır.

 

9- Muhakkak ki seni vücudlandıran; elbette varlıktaki tüm niteliklerin yüce sahibidir, tüm varlığı özünden var edendir.

 

-10-

وَإِذْ نَادَى رَبُّكَ مُوسَى أَنِ ائْتِ الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ

Ve iz nâdâ rabbuke mûsâ enitil kavmez zâlimîn

ve iz nada : seslenmişti, nida edildi, bildirildi,
rabbu ke Mûsâ : rabbine, Mûsâ
en iti : gitmesi,
el kavme el zalimin : kavim, zalim olan

 

10- Mûsâ’ya Rabbinin hakikatlerini anlatması için zalim kavme gitmesi bildirilmişti.

 

-11-

قَوْمَ فِرْعَوْنَ أَلَا يَتَّقُونَ

Kavme firavn e lâ yettekûn

Kavm firavn : kavim, firavun, kibirli olan,
e la yettekun : fenalardan sakınmıyorlar, ortak koşuyor

 

11- Firavunun kavmi fenalardan sakınmıyor, ortak koşuyorlardı.

 

-12-

قَالَ رَبِّ إِنِّي أَخَافُ أَن يُكَذِّبُونِ

Kâle rabbi innî ehâfu en yukezzibûn

Kâle rabbi : dedi, rabbim,
inni ehafu : korkarım, çekinirim,
en yukezzibû-ni : yalanlayanlar, ben,

 

12- Dedi ki: Rabbim! Beni yalanlamalarından korkarım.

 

-13-

وَيَضِيقُ صَدْرِي وَلَا يَنطَلِقُ لِسَانِي فَأَرْسِلْ إِلَى هَارُونَ

Ve yadîku sadrî ve lâ yentaliku lisânî fe ersil ilâ hârûn

ve yadiku sadr i : daralıyor, gönlüm,
ve la yentaliku lisani : dönmüyor, lisanım yetmez, dilim,
Fe ersil ila hârûne : böylece, gönder, Hârûn

 

13- Benim gönlüm daralır ve lisanım yetmez, bundan dolayı Hârûn’u da gönder.

 

-14-

وَلَهُمْ عَلَيَّ ذَنبٌ فَأَخَافُ أَن يَقْتُلُونِ

Ve lehum aleyye zenbun fe ehâfu en yaktulûn

ve lehum aleyye zenbun : onlar için, onlar, günah, suçlu
Fe ahafu : bundan dolayı, korkarım,
en yaktulu ni : beni öldürmelerinden, yazık etmek, zarar vermek

 

14- Onlar için ben suçluyum, bundan dolayı beni öldürmelerinden korkarım.

 

-15-

قَالَ كَلَّا فَاذْهَبَا بِآيَاتِنَا إِنَّا مَعَكُم مُّسْتَمِعُونَ

Kâle kellâ fezhebâ bi âyâtinâ innâ meakum mustemiûn

Kâle kella : dedi, hayır korkmayın,
fe ezheb bi ayat na : haydi birlikte gidin, ayetlerimiz, delillerimiz,
İnna mea kum : muhakak biz, sizinle birlikte, beraber, sizde varım
mustemiune : dinleyiciler, işitenler

 

15- Hayır korkmayın, gidin delillerimle Beni anlatın. Ben sizde de, dinleyenlerle de varım, diye bildirildi.

 

-16-

فَأْتِيَا فِرْعَوْنَ فَقُولَا إِنَّا رَسُولُ رَبِّ الْعَالَمِينَ

Fetiyâ firavne fe kûlâ innâ resûlu rabbil âlemîn

fe itiya firavne : böylece, gidin firavuna,
fe kalu : sonra, deyin, söyleyin, anlatın,
İnna resul : biz, resul, hakikati gösteren, açığa çıkmak, irsal, geldik,
rabbi el alemin : âlemlerin rabbi, tüm varlığı vücudlandıran,

 

16- Böylece firavuna gidin, sonra deyin ki: Biz tüm varlığı vücudlandıranın hakikatlerini açıklamak için geldik.

 

-17-

أَنْ أَرْسِلْ مَعَنَا بَنِي إِسْرَائِيلَ

En ersil meanâ benî isrâîl

en ersil mea na : göndermek, bizimle beraber
beni israil : İsrailoğulları, Yakuboğulları, hakkın kulları

 

17- İsrailoğullarını bizimle beraber gönder.

 

-18-

قَالَ أَلَمْ نُرَبِّكَ فِينَا وَلِيدًا وَلَبِثْتَ فِينَا مِنْ عُمُرِكَ سِنِينَ

Kâle e lem nurabbike fînâ velîden ve lebiste fînâ min umurike sinîn

Kâle e lem nurabbi ke : dedi, himaye etmedik mi, koruma, terbiye, sen
fî-na veliden : içimizde, aramızda, çocukken,
ve lebiste : sen kaldın
Fi na : içimizde, aramızda,
min umuri-ke sinin : ömür, yaşam, sen, seneler, yıllar

 

18- Firavun dedi ki: Çocukken seni içimizde himaye etmedik mi, senelerce içimizde kalmadın mı?

 

-19-

وَفَعَلْتَ فَعْلَتَكَ الَّتِي فَعَلْتَ وَأَنتَ مِنَ الْكَافِرِينَ

Ve fealte faletekelletî fealte ve ente minel kâfirîn

ve fealte faleteke : sen yaptın, yapmak, sen
elleti fealte : ki o, sen yaptın, faal, çalışma, o işide yaptın,
Ve ente min el kafirine : sen, örtenlerden oluyorsun, görmemezlikten gelen

 

19- Ve sen yapacağını yaptın. Ki sen o işi de yapmıştın ve bunları görmemezlikten geldin.

-20-

قَالَ فَعَلْتُهَا إِذًا وَأَنَا مِنَ الضَّالِّينَ

Kâle fealtuhâ izen ve ene mined dâllîn

Kale fealtu ha izen : dedi, yaptığımda, onu, o zaman
Ve ene min ed dalline : ben, kendi anlayışlarının yolunda, dalalet, gaflet

 

20- Mûsâ dedi ki: Ben kendi anlayışlarımın gafletinde olduğum zaman yaptım onu.

 

-21-

فَفَرَرْتُ مِنكُمْ لَمَّا خِفْتُكُمْ فَوَهَبَ لِي رَبِّي حُكْمًا وَجَعَلَنِي مِنَ الْمُرْسَلِينَ

Fe ferartu minkum lemmâ hıftukum fe vehebe lî rabbî hukmen ve cealenî minel murselîn

fe ferartu minkum : sonra, kaçtım, firar ettim, uzaklaştım,
hıftukum : sizden korktum,
Fe vehebe : sonra, bağışladı, bahşetti, anladım,
li rabbi hukmen : rabbim, hüküm, varlıktaki hükümleri,
ve ceale ni : kıldı, yaptı, etti, sundu, ben
min el murselîn : resul, açığa çıkan, görevli, hakikatleri açıklayan,

 

21- Sonra sizlerden korktum kaçtım. Sonra Rabbimin hükümlerinin tüm varlıktan bahşedildiğini anladım ve ben sunulan hakikatleri anlatmak için açığa çıktım.

 

-22-

وَتِلْكَ نِعْمَةٌ تَمُنُّهَا عَلَيَّ أَنْ عَبَّدتَّ بَنِي إِسْرَائِيلَ

Ve tilke nimetun temunNûhâ aleyye en abbedte benî isrâîl

ve tilke nimet : bu, onu, o söylediğin, nimet, yardım, lütuf,
temunnu-ha aleyye : lütufta bulundun, sundun, o şeyler, bana
En abbedte : köle, kul, sen
beni israil : İsrailoğulları, Yakuboğulları, Hakkın kulları

 

22- Söylediğin yardımları bana sundun, fakat sen İsrailoğullarını köle yaptın.

 

-23-

قَالَ فِرْعَوْنُ وَمَا رَبُّ الْعَالَمِينَ

Kâle fir’avnu ve mâ rabbul âlemîn

Kale firavn : dedi, firavun
Ve ma rabb el alemin : ne, âlemlerin rabbi nedir

 

23- Firavun dedi ki: Âlemlerin Rabbi nedir.

 

-24-

قَالَ رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا إن كُنتُم مُّوقِنِينَ

Kâle rabbus semâvâti vel ardı ve mâ beynehumâ in kuntum mûkınîn

Kale rabb : dedi, rab, terbiye eden, vücudlandıran,
el semavat ve al ardı : semalar, gökler ve yer
ve ma beyne huma : şeyler, arasındaki, onlarda olan her şey,
İn kuntum mukınine : eğer, oldunuz, kesin inanma, yakınlık, gerçek, delilleriyle

 

24- Mûsâ dedi ki: Eğer gerçekten delilleriyle bilmek isterseniz; göklerde, yerde ve onlarda olan her şeyi vücudlandırandır.

 

-25-

قَالَ لِمَنْ حَوْلَهُ أَلَا تَسْتَمِعُونَ

Kâle li men havlehû e lâ testemiûn

Kâle li men havle hu : dedi, kimseler için, onun etrafında
E la testemiune : işitiyor musunuz?

 

25- Firavun etrafındaki kimselere dedi ki: Dinliyor musunuz?

 

-26-

قَالَ رَبُّكُمْ وَرَبُّ آبَائِكُمُ الْأَوَّلِينَ

Kâle rabbukum ve rabbu âbâikumul evvelîn

Kale rabbu kum : dedi, rabbiniz, sizide vücudlandıran,
ve rabbu : vücudlandıran,
Abai kum el evvelîne : atalarınız, evvelkiler, öncekiler

 

26- Mûsâ dedi ki: Sizi de vücudlandırandır ve önceki atalarınızı da vücudlandırandır.

 

-27-

قَالَ إِنَّ رَسُولَكُمُ الَّذِي أُرْسِلَ إِلَيْكُمْ لَمَجْنُونٌ

Kâle inne resûlekumullezî ursile ileykum le mecnûn

Kale inne resul kum   : dedi, resul, açığa çıkan, hakikati anlatan, irsal, siz,
ellezi : ki o
Ursile ileykum : gönderilen, gelen, hakikatleri açıklayan, size,
le mecnun : elbette, mecnun, divane, deli, ne dediğini bilmeyen

 

27- Firavun dedi ki: Size hakikat diye bir şeyleri anlatan, elbette ne dediğini bilmeyendir.

-28-

قَالَ رَبُّ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَمَا بَيْنَهُمَا إِن كُنتُمْ تَعْقِلُونَ

Kâle rabbul meşrıkı vel magribi ve mâ beynehumâ in kuntum takılûn

Kâle rabb : dedi, rab, vücudlandıran
El meşrik ve el magrib : doğu ve batı,
ve ma beyne huma : şeyler, arasında olanlar, onların arasında olan
İn kuntum takılune : eğer, düşünüp idrak ederseniz

 

28- Mûsâ dedi ki: Doğuda ve batıda ve onların arasında olanları da vücudlandırandır. Eğer siz düşünür idrak ederseniz, bunu anlarsınız.

 

-29-

قَالَ لَئِنِ اتَّخَذْتَ إِلَهًا غَيْرِي لَأَجْعَلَنَّكَ مِنَ الْمَسْجُونِينَ

Kâle leinittehazte ilâhen gayrî le ecalenneke minel mescûnîn

Kâle le in ittehazte : dedi, elbette, eğer, sen edinirsen,
ilah gayr : ilah, güç, başka,
Le ecalen-ke : elbette, kılma, yapma, seni,
min el mescunin : hapsedilen, mahkûm,

 

29- Firavun dedi ki: Benden başka bir güç olduğunu iddia edersen, elbette seni mahkûm edeceğim.

 

-30-

قَالَ أَوَلَوْ جِئْتُكَ بِشَيْءٍ مُّبِينٍ

Kâle e ve lev cituke bi şeyin mubîn

Kâle e ve lev citu ke : dedi, sana getirsem de mi?
bi şeyin mubin : bir şey, apaçık, açıklanmış,

 

30- Mûsâ dedi ki: Sana apaçık bir şey getirmiş olsam da mı?

 

-31-

قَالَ فَأْتِ بِهِ إِن كُنتَ مِنَ الصَّادِقِينَ

Kâle feti bihî in kunte mines sâdikîn

Kâle fe ti bihi : dedi, öyleyse, getir, sun, onu
İn kunte min es sadikine : eğer, sen oldun, sadıklardan, doğru söyleyenlerden

 

31- Dedi ki: Eğer sen doğru söylüyorsan, öyleyse getir onu.

 

-32-

فَأَلْقَى عَصَاهُ فَإِذَا هِيَ ثُعْبَانٌ مُّبِينٌ

Fe elkâ asâhu fe izâ hiye subânun mubîn

Fe elka asa hu : böylece, attı, bıraktı, sundu, taşıdıklarını, bildiklerini
fe iza hiye : böylece, o zaman, o
seaben mubin : akıtmak, sel yolu, bir irfan içinde anlattı, ejderha

 

32- Böylece o bilip taşıdıklarını sundu, böylece onu bir irfan içinde ortaya döktü.

 

-33-

وَنَزَعَ يَدَهُ فَإِذَا هِيَ بَيْضَاء لِلنَّاظِرِينَ

Ve nezea yedehu fe izâ hiye beydâu lin nâzırîn

ve nezea : ayırdı, çekti çıkardı, sundu, açıklayıp anlattı
yede hu : el, güç, eli hareket ettiren güç, kudret, o
fe iza hiye beydau : böylece, o, olduğun da, tertemiz, bembeyaz
li en nazırine : bakanlar için, seyredenler için

 

33- Bakıp ta seyredenler için, tüm varlıktaki gücün sahibini tertemiz bir hâlde açıklayıp anlattı.

 

-34-

قَالَ لِلْمَلَإِ حَوْلَهُ إِنَّ هَذَا لَسَاحِرٌ عَلِيمٌ

Kâle lil melei havlehû inne hâzâ le sâhırun alîm

Kâle li el melei : dedi, ileri gelenler, din adamları,
havle hu : onun etrafındaki
İnne haza : muhakkak, bu,
le sahır alim : elbette, sihir, etkileyen, maskara, bilgin, bilen,

 

34- Firavun etrafındaki din adamlarına dedi ki: Muhakkak ki bunun bildikleri etkileyicidir.

 

-35-

يُرِيدُ أَن يُخْرِجَكُم مِّنْ أَرْضِكُم بِسِحْرِهِ فَمَاذَا تَأْمُرُونَ

Yurîdu en yuhricekum min ardıkum bi sıhrihî fe mâzâ temurûn

Yuridu : istiyor,
en yuhrice kum : çıkarmak, koparmak, sizi,
min ardı-kum : sizin yurdunuzdan, bulunduğunuz yerden
bi sıhri hi : sihri ile, etki, tesir, maskaralıkları ile
Fe maza temurune : ne dersiniz bu konuda, nasıl hüküm verirsiniz,

 

35- Sizi etkileyerek bulunduğunuz yerden, bildiğiniz şeylerden dışarı çıkarmak istiyor. Bu konuda nasıl bir hüküm verirsiniz?

 

-36-

قَالُوا أَرْجِهِ وَأَخَاهُ وَابْعَثْ فِي الْمَدَائِنِ حَاشِرِينَ

Kâlû ercih ve ehâhu veb’as fîl medâini hâşirîn

Kalu erci  : dediler, beklet, tut
Hu ve eha hu : o ve kardeşini de
Ve bas fi el Medine : gönder, hesap, sual, şehir
haşirin : toplama, topluluk,

 

36- Dediler ki: Onu ve kardeşini, şehirden gelecek toplulukların ona sual sorması için beklet.

 

-37-

يَأْتُوكَ بِكُلِّ سَحَّارٍ عَلِيمٍ

Yetûke bi kulli sehhârin alîm

Yetu ke : sana getirsinler,
bi kulli sehhar alim : bütün, rütbeli, etkili, üst düzey, bilgin

 

37- Bütün üst düzey olan etkileyici bilginleri sana getirsinler.

 

-38-

فَجُمِعَ السَّحَرَةُ لِمِيقَاتِ يَوْمٍ مَّعْلُومٍ

Fe cumias seharatu li mîkâti yevmin malûm

Fe cumia : böylece, bir araya geldiler, toplanma,
el seharatu : üst düzey kişiler, sihirbazlar, etkili olanlar,
li mikâti yevmin malumin : belli vakitte, o vakit, o gün, bilinen

 

38- Böylece belirlenen günün bir vaktinde üst düzeyde olanlar bir araya geldiler.

 

-39-

وَقِيلَ لِلنَّاسِ هَلْ أَنتُم مُّجْتَمِعُونَ

Ve kîle lin nâsi hel entum muctemiûn

ve kile li el nas : denildi, insanlara
Hel entum muctemiûne : siz, toplananlar, toplanmış

 

39- İnsanlara: Siz de toplanın, denildi.

-40-

لَعَلَّنَا نَتَّبِعُ السَّحَرَةَ إِن كَانُوا هُمُ الْغَالِبِينَ

Leallenâ nettebius seharate in kânû humul gâlibîn

lealena nettebiu : böylece biz, alenen, o zaman biz, tâbi olma,
el seharat : tesirli olan, etkili olan, sibirbazlar,
İn kanu hum el galibine : eğer, oldu, onlar, galip gelenler, başarılı,

 

40- Eğer anlattıklarıyla etkili olanlar galip gelirlerse, böylece biz onlara tâbi oluruz, dediler.

 

-41-

فَلَمَّا جَاء السَّحَرَةُ قَالُوا لِفِرْعَوْنَ أَئِنَّ لَنَا لَأَجْرًا إِن كُنَّا نَحْنُ الْغَالِبِينَ

Fe lemmâ câes seharatu kâlû li firavne e inne lenâ le ecran in kunnâ nahnul gâlibîn

Fe lemma cae : böylece, olduğunda, geldi,
el seharat : üst düzeyde etkili olan, sihir,
Kalu li firavne : dediler, firavun için,
e inne lena : elbette, biz
Le ecran : elbette, mutlaka, ecir, karşılık,
in kunna : biz olduğumuzda,
Nahnu el galibine : biz, galip olanlar, başarılı olan,

 

41- Böylece üst düzeyde etkili olanlar geldiğinde, firavuna dediler ki: Biz galiplerden olduğumuzda elbette karşılık bekleriz.

 

-42-

قَالَ نَعَمْ وَإِنَّكُمْ إِذًا لَّمِنَ الْمُقَرَّبِينَ

Kâle neam ve innekum izen le minel mukarrabîn

Kâle neam : dedi, evet, elbette,
ve inne kum : muhakkak, siz,
İze le min el mukarrabîne : o zaman, elbette, yakın olanlardan, yakınlardan

 

42- Firavun dedi ki: Evet, elbette siz o zaman yakınlarımdan biri olacaksınız.

 

-43-

قَالَ لَهُم مُّوسَى أَلْقُوا مَا أَنتُم مُّلْقُونَ

Kâle lehum mûsâ elkû mâ entum mulkûn

Kâle lehum Mûsâ : dedi, onlara, Mûsâ
Elku : atın, bırakın, sunun, anlatın, ortaya koyun,
ma entum mulkune : şeyler, siz, atılacak olan, bilip taşıdıklarını sunun,

 

43- Mûsâ onlara: Siz bildiğiniz taşıdığınız şeyleri sunun, dedi.

 

-44-

فَأَلْقَوْا حِبَالَهُمْ وَعِصِيَّهُمْ وَقَالُوا بِعِزَّةِ فِرْعَوْنَ إِنَّا لَنَحْنُ الْغَالِبُونَ

Fe elkav hıbâlehum ve ısıyyehum ve kâlû bi izzeti firavne innâ le nahnul gâlibûn

Fe elkav : böylece, attılar, sundular, ortaya koydular,
hıbale hum : ip, halat, bağlı olan, öğrendikleri, onlar
ve ısıyye-hum : asaları, kol, taşıdıkları bildikleri,
ve kâlû bi izzet firavne : dediler, yüce, üstün, büyük, firavun
İnna le nahnu el galibin : muhakkak biz, elbette biz, galip olanlar

 

44- Böylece onlar bağlı oldukları bilgileri ve bilip taşıdıklarını sundular. Yüce firavun için elbette biz galip gelenlerden olacağız, dediler.

 

-45-

فَأَلْقَى مُوسَى عَصَاهُ فَإِذَا هِيَ تَلْقَفُ مَا يَأْفِكُونَ

Fe elkâ mûsâ asâhu fe izâ hiye telkafu mâ yefikûn

Fe elka Mûsâ : sonra, bıraktı, attı, sundu, ortaya koydu, Mûsâ
asa hu : asa, deyneği, dayandığı, bildikleri, taşıdıkları
Fe iza hiye telkafu :böylece, o, yutuyor, yakaladı, kayboldu
Mâ yefikune : şey, uydurdukları

 

45- Sonra Mûsâ bildiği taşıdığı hakikatleri sundu. Böylece onların uydurdukları aslı olmayan şeyler kaybolup gitti.

 

-46-

فَأُلْقِيَ السَّحَرَةُ سَاجِدِينَ

Fe ulkıyes seharatu sâcidîn

Fe ulkıye : böylece, atılmak, yanıldığını anlamak, ilga
el seharatu : üst düzeydekiler, etkili olan kişiler,
sacidin : teslim olma, secde

 

46- Böylece üst düzeydekiler bu hakikatler karşısında yanıldıklarını anladılar, teslim oldular.

 

-47-

قَالُوا آمَنَّا بِرَبِّ الْعَالَمِينَ

Kâlû âmennâ bi rabbil âlemîn

Kâlû amenna : dediler, biz iman ettik,
bi rabb el alemin : âlemlerin rabbine, her şeyi vücudlandıran,

 

47- Dediler ki: Biz her şeyi vücudlandırana iman ettik.

 

-48-

رَبِّ مُوسَى وَهَارُونَ

Rabbi mûsâ ve hârûn

Rabbi : Rabbi, efendisi, sahibi, vücudlandıran
Mûsâ ve Hârûn : Mûsâ ve Hârûn

 

48- Mûsâ ve Harun’un anlattığı Rabbe iman ettik.

 

-49-

قَالَ آمَنتُمْ لَهُ قَبْلَ أَنْ آذَنَ لَكُمْ إِنَّهُ لَكَبِيرُكُمُ الَّذِي عَلَّمَكُمُ السِّحْرَ فَلَسَوْفَ تَعْلَمُونَ لَأُقَطِّعَنَّ أَيْدِيَكُمْ وَأَرْجُلَكُم مِّنْ خِلَافٍ وَلَأُصَلِّبَنَّكُمْ أَجْمَعِينَ

Kâle âmentum lehu kable en âzene lekum innehu le kebîrukumullezî allemekumus sıhr fe le sevfe talemûn le ukattıanne eydiyekum ve erculekum min hılâfin ve le usallibennekum ecmaîn

Kâle amentum lehu kabl : dedi, siz iman ettiniz, ona, önce,
en âzene lekum : izin vermem, size
inne-hu le kebir kum : muhakkak o, elbette, büyük, yüce, sizin
Ellezi alleme-kum : ki o size öğretti,
el sıhra : tesit etmek, etkili,
Fe le sevfe talemun : artık, elbette, yakında, bileceksiniz
Le ukattıanne eydiye kum : elbette kestireceğim, elleriniz, güçleriniz
ve erculekum : ayaklarınız,
min hilafin : karşılıklı, ihtilaf, aykırı, ayrı ayrı
Ve le esliben-kum : sizi astıracağım,
ecmain : hepinizi, hepsi, topluluk

 

49- Firavun dedi ki: Ben size izin vermeden önce ona inandınız. Muhakkak ki o sizden yücedir ki o bildikleriyle tesir ederek size öğretti. Artık elbette yakında bileceksiniz, sizlerin ellerinizi ve ayaklarınızı ayrı ayrı kestireceğim ve elbette hepinizi astıracağım.

 

-50-

قَالُوا لَا ضَيْرَ إِنَّا إِلَى رَبِّنَا مُنقَلِبُونَ

Kâlû lâ dayra innâ ilâ rabbinâ munkalibûn

Kâlû la dayra : dediler, zararı yok, önemi yok,
İnna ilâ rabbi-nâ : biz, sadece Rabbimize, vücudlandıran, biz
munkalibun : dönenlerdeniz, dönüp bağlanmak

 

50- Dediler ki: Önemi yok, şüphesiz bizi vücudlandırana döndük, bağlandık.

 

-51-

إِنَّا نَطْمَعُ أَن يَغْفِرَ لَنَا رَبُّنَا خَطَايَانَا أَن كُنَّا أَوَّلَ الْمُؤْمِنِينَ

İnnâ natmeu en yagfira lenâ rabbunâ hatâyânâ en kunnâ evvelel muminîn

İnnâ natmeu : muhakkak biz, ummak, istemek, beklemek, arzu,
en yagfira : magfiret, arınmak, temizlenmek
Lena rabbu-nâ : bize, Rabbimiz,
hataya na : hatalarımız
En kunna evvel el muminin : olmak, olmamız, evvel, önce, müminler

 

51- Bizim arzumuz; Rabbimizin hatalarımızı bağışlamasıdır, öncelikle de müminlerden olmamızdır.

 

-52-

وَأَوْحَيْنَا إِلَى مُوسَى أَنْ أَسْرِ بِعِبَادِي إِنَّكُم مُّتَّبَعُونَ

Ve evhaynâ ilâ mûsâ en esri bi ıbâdî innekum muttebeûn

ve evhayna ila Mûsâ : vahyettik, bildirdik, Mûsâ, bağlanmak,
en esr : gece yürüyüşü, karanlıktan aydınlığa ilerleme,
Bi abdi : kullarım,
inne kum mutebean : elbette, sizleri, izleyecekler, memur, takip,

 

52- Mûsâ’ya: Kullarımla karanlıktan aydınlığa ilerleyin, elbette sizleri izleyecekler, diye vahyettik.

 

-53-

فَأَرْسَلَ فِرْعَوْنُ فِي الْمَدَائِنِ حَاشِرِينَ

Fe ersele firavnu fîl medâini hâşirîn

Fe ersele firavnu : böylece, gönderdi, firavun
fî el medaini haşirin : şehirlere, toplayıcılar

 

53- Böylece firavun şehirlere toplayıcılar gönderdi.

 

-54-

إِنَّ هَؤُلَاء لَشِرْذِمَةٌ قَلِيلُونَ

İnne hâulâi le şirzimetun kalîlûn

İnne haulai : muhakkak, bunlar
Le şirzimetun kalilun : elbette, parçalanmış, küçük gurup, az, az miktar

 

54- Dedi ki: Muhakkak ki bunlar küçük küçük guruplardır.

 

-55-

وَإِنَّهُمْ لَنَا لَغَائِظُونَ

Ve innehum lenâ le gâizûn

ve inne-hum lena : muhakkak onlar, bizi
le gaizun : gerçekten, elbette, öfkeli, hiddetli

 

55- Doğrusu onlar bizi öfkelendiriyorlar.

 

-56-

وَإِنَّا لَجَمِيعٌ حَاذِرُونَ

Ve innâ le cemîun hâzirûn

ve inna le cemiun : biz, elbette, topluluk, birlik,
hazirun : dikkatli, hazır olan, güçlü olan, titiz, toplanan,

 

56- Biz elbette daha hazır ve daha güçlü bir topluluğuz.

 

-57-

فَأَخْرَجْنَاهُم مِّن جَنَّاتٍ وَعُيُونٍ

Fe ahracnâhum min cennâtin ve uyûn

Fe ahrac na hum : artık, böylece, çıkmak, ayrılmak, biz, onlar
min cennatin : bahçelerden, cennet, huzur,
ve uyunin : aynılık, pınar, gözler, bakış, eşit, benzer,

 

57- İşte böylece onlar; kibirlerinden dolayı Bizi anlayamadıklarından, huzurdan ve hakikatlere bakıştan ayrıldılar.

 

-58-

وَكُنُوزٍ وَمَقَامٍ كَرِيمٍ

Ve kunûzin ve makâmin kerîm

ve kenz : hazine, değerli, zatın sırları, gizli hazine,
ve makam kerim : asil makam, yüce

 

58- Zatın sırrından ve asil makamlardan ayrıldılar.

 

-59-

كَذَلِكَ وَأَوْرَثْنَاهَا بَنِي إِسْرَائِيلَ

Kezâlik ve evresnâhâ benî isrâîl

kezâlike : işte böylece
ve evres nâ-hâ : varis kıldık, bırakmak, biz, hakikatlerimiz,
beni israil : İsrailoğulları, Allah’ın kulları, Yakuboğulları,

 

59- İşte hakikatleri anlayamayanların hâlleri böyledir. Mûsâ, hakikatlerimizi göstererek İsrailoğullarını bıraktırdı.

 

-60-

فَأَتْبَعُوهُم مُّشْرِقِينَ

Fe etbeûhum muşrikîn

Fe etbeu hum : sonra, onları izlediler, takip,
muşrikin : aydınlığın geldiği yön, gün doğusu,

 

60- Sonra onları aydınlığın geldiği yöne kadar izlediler.

 

-61-

فَلَمَّا تَرَاءى الْجَمْعَانِ قَالَ أَصْحَابُ مُوسَى إِنَّا لَمُدْرَكُونَ

Fe lemmâ terâel cemâni kâle ashâbu musâ innâ le mudrakûn

fe lemmâ terae : olduğu zaman, gördüklerinde,
el cemani : iki topluluk
Kâle ashabu Mûsâ : dedi, ashab, arkadaşları, Mûsâ
İnna le mudrakûne : elbette, yetişilenler, yakalayanlar,

 

61- Böylece iki topluluk birbirini görünce, Mûsâ’nın ashabı dedi ki: Bizi yakaladılar mı?

 

-62-

قَالَ كَلَّا إِنَّ مَعِيَ رَبِّي سَيَهْدِينِ

Kâle kellâ, inne maiye rabbî seyehdîn

Kâle kella : dedi, hayır, ,
inne maiye rabbi : elbette, muhakkak, beraber, benimle, rabbim
se yehdi ni : bana yol gösterecektir,

 

62- Dedi ki: Hayır, muhakkak ki Rabbim benimledir, bana yol gösterecektir.

 

-63-

فَأَوْحَيْنَا إِلَى مُوسَى أَنِ اضْرِب بِّعَصَاكَ الْبَحْرَ فَانفَلَقَ فَكَانَ كُلُّ فِرْقٍ كَالطَّوْدِ الْعَظِيمِ

Fe evhaynâ ilâ mûsâ enıdrib bi asâkel bahr fenfeleka fe kâne kullu firkın ket tavdil azîm

Fe evhayna ila Mûsâ : böylece, vahyettik, Mûsâ ya
en ıdrib : darbe, vurgulamak, sarsmak, yürüme,
bi asake : bildiklerin, taşıdıkların, asan, dayanağın,
el bahr : deniz, sonsuzluk, bilgili kimse, âlim, bilen,
fe infelek : sonra, infilak, yarıldı, açıldı
fe kane kullu fırkın : sonra, oldu, hepsi, fırak, bölük, parça,
ke el tavdi : yücelik içinde, dağ, sebat etme,
el azim : kararlılık, büyük, yüce

 

63- Böylece Mûsâ’ya: Bildiklerini taşıdıklarını vurgulamasını, bilge bir kişi olarak yol almasını vahyettik. Böylece gidecekleri yollar açıldı, sonra bütün hepsi bir kararlılık içinde yol aldı.

 

-64-

وَأَزْلَفْنَا ثَمَّ الْآخَرِينَ

Ve ezlefnâ semmel âharîn

ve ezlefnâ : yaklaştırdık, yakınlaştırdık,
seme el aharin : oraya, diğerleri, başkaları,

 

64- Ve diğerlerini de oraya yakınlaştırdık.

 

-65-

وَأَنجَيْنَا مُوسَى وَمَن مَّعَهُ أَجْمَعِينَ

Ve enceynâ mûsâ ve men meahû ecmaîn

ve encey na Mûsâ : kurtuluş, necat bulmak, selamet, biz, Mûsâ
ve men mau hu ecmain : kimseler, onunla beraber, hepsi, birlikte, toplu

 

65- Mûsâ ve onunla birlikte olanlar, Bizde kurtuluşa ulaştılar.

-66-

ثُمَّ أَغْرَقْنَا الْآخَرِينَ

Summe agrakna el âharîn

Summe agrakna : sonra, boğuldular, gark, biz, hakikatlerimiz,
el ahirin : diğerleri

 

66- Sonra diğerleri Bizi anlayamayıp, kendi cehaletlerinde boğulup gittiler.

 

-67-

إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَةً وَمَا كَانَ أَكْثَرُهُم مُّؤْمِنِينَ

İnne fî zâlike le âyeh ve mâ kâne ekseruhum muminîn

İnne fi zalike : muhakkak işte bunların içinde
le ayeten : elbette, ayetler, deliller, işaretler
ve ma kane ekser hum : olmadı, onların çoğu,
muminin : müminlerden, emin olan,

 

67- Muhakkak ki işte bunların içinde elbette deliller vardır. Fakat onların çoğu müminlerden olamadı.

 

-68-

وَإِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ

Ve inne rabbeke le huvel azîzur rahîm

ve inne rabbeke : muhakkak, rabbin, seni vücudlandıran,
Le huve el aziz : elbette, o tüm varlığın yüce sahibi,
el rahim : rahim olan, varlığı özünden var eden,

 

68- Muhakkak ki seni vücudlandıran; elbette varlıktaki tüm niteliklerin yüce sahibidir, tüm varlığı özünden var edendir.

 

-69-

وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَأَ إِبْرَاهِيمَ

Vetlu aleyhim nebee ibrâhîm

ve etlu aleyhim : oku, aktar, anlat, onlara,
nebee ibrâhîm : haber, bilgi, ibrâhîm

 

69- İbrâhîm’in haberini de naklet onlara.

 

-70-

إِذْ قَالَ لِأَبِيهِ وَقَوْمِهِ مَا تَعْبُدُونَ

İz kâle li ebîhi ve kavmihî mâ tabudûn

iz kâle : demişti, babasına
li ebi hi ve kavmi hi : babasına ve onun kavmine
ma tabudun : ne, şey, kulluk, tapmak

 

70- O babasına ve kavmine demişti ki: Siz neye kulluk ediyorsunuz?

 

-71-

قَالُوا نَعْبُدُ أَصْنَامًا فَنَظَلُّ لَهَا عَاكِفِينَ

Kâlû nabudu asnâmen fe nezallu lehâ âkifîn

Kâlû nabudu : dediler, biz kulluk, tapma,
asnamen : putlar, suretler, sanem,
Fe nezallu leha : kalmak, devam ederiz, bağlı kalan, ona,
akifin : hep bağlılık, hep kulluk eden, yönelen, devamlı

 

71- Dediler ki: Biz putlara kulluk ederiz, böylece hep onlara bağlı kalırız.

 

-72-

قَالَ هَلْ يَسْمَعُونَكُمْ إِذْ تَدْعُونَ

Kâle hel yesmeûnekum iz tedûn

Kâle hel yesmeun kum : dedi, sizleri işitirler mi?
iz tedûne : isteme, talep, yönelme, dua ettiğiniz zaman

 

72- Dedi ki: Yöneldiğiniz zaman sizi işitirler mi?

 

-73-

أَوْ يَنفَعُونَكُمْ أَوْ يَضُرُّونَ

Ev yenfeûnekum ev yedurrûn

Ev yenfeune kum : veya öyle mi, size fayda
Ev yedurrun : veya zarar, tutan, sahip, tutan, koruyan, mekan, oda

 

73- Size bir yardımı veya bir koruyuculuğu var mı?

 

-74-

قَالُوا بَلْ وَجَدْنَا آبَاءنَا كَذَلِكَ يَفْعَلُونَ

Kâlû bel vecednâ âbâenâ kezâlike yefalûn

Kalu bel vecedna : dediler, hayır, biz bulduk,
abae na : atalarımız
Kezalike yefalun : böyle, yapıyorlar

 

74- Dediler ki: Hayır, biz atalarımızı böyle yapıyorlar bulduk.

 

-75-

قَالَ أَفَرَأَيْتُم مَّا كُنتُمْ تَعْبُدُونَ

Kâle e fe raeytum mâ kuntum tabudûn

Kale e fe raeytum : dedi, öyleyse, bakıp ta görmez misiniz?
Mâ kuntum tabudun : ne, şey, kulluk, tapınma, ibadet

 

75- Dedi ki: Öyleyse bakıp ta görmez misiniz? Neye kulluk ediyorsunuz?

 

-76-

أَنتُمْ وَآبَاؤُكُمُ الْأَقْدَمُونَ

Entum ve âbâukumul akdemûn

Entum ve abaukum : siz ve atalarınız,
el akdemun : geçmiş eski tapınma, önceden beri,

 

76- Sizin ve atalarınızın, önceden beri neye taptığınızı düşünmez misiniz?

 

-77-

فَإِنَّهُمْ عَدُوٌّ لِّي إِلَّا رَبَّ الْعَالَمِينَ

Fe innehum aduvvun lî illâ rabbel âlemîn

Fe inne hum aduvvun : o zaman, muhakkak onlar, düşman
Li illa rabbe el alemine : benim için, ancak, rab, âlemler, varlığı vücudlandıran

 

77- Muhakkak ki onlar düşmandır. Benim için ancak âlemlerin Rabbi vardır.

 

 

 

 

-78-

الَّذِي خَلَقَنِي فَهُوَ يَهْدِينِ

Ellezî halakanî fe huve yehdîn

Ellezi halaka ni : ki o, halk eden, yaratan beni
fe huve yehdin : o, bana yol gösterendir

 

78- Ki O beni halkedendir, sonra O bana yol gösterendir.

 

-79-

وَالَّذِي هُوَ يُطْعِمُنِي وَيَسْقِينِ

Vellezî huve yutımunî ve yeskîn

ve ellezi huve yutımu ni : ki o, besleyen, taam, yemek, besinin sindirimi, beni
ve yeski-ni : beni sulayan, içiren, suyun vücuda dağılımı, sindirimi

 

79- Ki O’dur beni besleyen ve beni sulayan.

 

-80-

وَإِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْفِينِ

Ve izâ maridtu fe huve yeşfîn

ve iza maridtu : hastalandığımda, müşküllerimde
Fe huve yeşfi-ni : o, bana şifa verir, iyi olma, hastalıktan kurtulma

 

80- Müşkillerimde O’dur bana şifa veren.

 

-81-

وَالَّذِي يُمِيتُنِي ثُمَّ يُحْيِينِ

Vellezî yumîtunî summe yuhyîn

ve ellezi yumitu ni : ki o, öldürme, sınırlama,
Summe yuhyi-ni : sonra, hayat veren, ben deki diriliğin sahibi

 

81- Ki O’dur beni sınırlandıran, sonra bendeki diriliğin sahibi.

 

-82-

وَالَّذِي أَطْمَعُ أَن يَغْفِرَ لِي خَطِيئَتِي يَوْمَ الدِّينِ

Vellezî atmeu en yagfira lî hatîetî yevmed dîn

ve ellezi atmeu : ki o, ummak, istemek, beklemek,
En yağfiri : mağfiret, arınmak,
li hatieti : benim hatalarım,
yevme el din : gün, zaman, her an, varlığın yaratılış yasaları,

 

82- Hatalarımda mağfiret beklediğimdir. Yaratma yasalarıyla her an varlığa sahip olandır.

 

-83-

رَبِّ هَبْ لِي حُكْمًا وَأَلْحِقْنِي بِالصَّالِحِينَ

Rabbi heb lî hukmen ve elhıknî bis sâlihîn

Rabbi heb : Rabbim, bağışla, ver, bahşet,
li hukm  : hikmet, varlığın yaratılış sırları, ilahi düşünce,
ve elhık-nî : beni ilhak et, dahil et,
bi el salihin : salih, dosdoğru olanlardan eyle

 

83- Rabbim! Bana varlığın yaratılışını anlayacak ilahi düşünceyi bağışla ve beni dosdoğru hakk yolunda çalışanlardan eyle.

 

-84-

وَاجْعَل لِّي لِسَانَ صِدْقٍ فِي الْآخِرِينَ

Vecal lî lisâne sıdkın fîl âhırîn

ve e ceale : kıl, yap, eyle,
li lisan sıdkın : konuşan, lisan sahibi, doğru konuşan,
Fi el ahırine : içinde, sonrakiler, gelecek, diğer, başka

 

84- Beni doğru sözler söyleyenlerden eyle. Bu gelecek olanlar için de örnek olsun.

 

-85-

وَاجْعَلْنِي مِن وَرَثَةِ جَنَّةِ النَّعِيمِ

Vecalnî min veraseti cennetin naîm

ve e ceale-ni  : beni kıl, eyle,
min veraset : varis, miras, veraset, her şey ona ait,
Cenneti : cennet, huzur, bahçe,
el naimi : bolluk, nimetler, tüm nitelikler, sıfatlar,

 

85- Bendeki tüm niteliklerin, sana ait olduğunun idrakine varmanın huzurunu nasib kıl.

-86-

وَاغْفِرْ لِأَبِي إِنَّهُ كَانَ مِنَ الضَّالِّينَ

Vagfir li ebî innehu kâne mined dâllîn

Vagfir li ebi : mağfiret et, arındır, babamı,
inne hu : muhakkak o
Kane el dalalin : kendi anlayışlarında kalan oldu, dalalette,

 

86- Babama mağfiret eyle, o hakikatleri bırakıp kendi anlayışında kalan oldu.

 

-87-

وَلَا تُخْزِنِي يَوْمَ يُبْعَثُونَ

Ve lâ tuhzinî yevme yûbasûn

ve la tuhzi-ni : mahzun etme, beni
Yevme yubasun : gün, an, diriliş, diri olan, ölü kalplerin dirilişi

 

87- Her an her şeydeki diriliğin sana ait olduğunun idrakinden beni mahrum etme.

 

-88-

يَوْمَ لَا يَنفَعُ مَالٌ وَلَا بَنُونَ

Yevme lâ yenfau mâlun ve lâ benûn

Yevme la yenfau : gün, o gün, ölüm vakti,
La yenfau malun : faydası yok, mal, kendine ait değerler,
ve la benune : olmaz, yoktur, evlatların, çoçukların

 

88- O ölüm vakti, malın faydası yoktur ve evlatların da yoktur.

 

-89-

إِلَّا مَنْ أَتَى اللَّهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ

İllâ men etâllâhe bi kalbin selîm

İlla men eta Allah : hariç, sadece, vardır, kim, itaat, Allah
Bi kalbin selim : ile, kalb, selim, samimi, doğru, dürüst

 

89- Sadece samimi kalble kim Allah’a itaat etmişse o huzurludur.

 

-90-

وَأُزْلِفَتِ الْجَنَّةُ لِلْمُتَّقِينَ

Ve uzlifetil cennetu lil muttekîn

ve uzlifeti : yakın getirilir, yaklaştırıldı,
el cennet : cennet, huzur, bahçe, mutluluk,
li el muttekîne : takva sahiplerine için, fenalardan sakınan ortak koşmayan

 

90- Fenalardan sakınan, Allah’a ortak koşmayanlar için huzur yakınlaştırılır.

 

-91-

وَبُرِّزَتِ الْجَحِيمُ لِلْغَاوِينَ

Ve burrizetil cahîmu lil gâvîn

ve burrizeti : bariz, apaçık meydanda,
el cahim : kendine varlık nisbet eden, cehalet benliği,
li el gavine : eziyet edenler, zalim, tek başına, benlik hali, azgınlar için,

 

91- Apaçık bir benlik içinde, kendine varlık isnat edenler vardır.

 

-92-

وَقِيلَ لَهُمْ أَيْنَ مَا كُنتُمْ تَعْبُدُونَ

Ve kîle lehum eyne mâ kuntum tabudûn

ve kîle lehum eyne : denir, onlara, nerede,
Ma kuntum tabudun : kulluk ettiğiniz şeyler

 

92- Onlara denir ki: Kulluk ettiğiniz şeyler nerede?

 

-93-

مِن دُونِ اللَّهِ هَلْ يَنصُرُونَكُمْ أَوْ يَنتَصِرُونَ

Min dûnillâh hel yensurûnekum ev yentesırûn

min duni Allah : den başka, ona ait, Allah,
hel yensurunkum : mi, olan, nasıl, size yardım,
Ev yentesırûne : kendilerine yardım, zafer, ödül

 

93- Allah’ı bırakıp ta zanna dayalı yöneldiğiniz şeylerin, kendilerine yardımı yokken size mi yardımı olacak?

-94-

فَكُبْكِبُوا فِيهَا هُمْ وَالْغَاوُونَ

Fe kubkıbû fîhâ hum vel gâvun

Fe kebkeb fi ha hum : böylece, men etmek, yüz üstü, döne döne düşme, yenilmiş
ve el gavune : eziyet etme, zalimlik, benlik taslama, azgınlık

 

94- Böylece onlar benlik taslamanın o hâllerinde döner dururlar.

 

-95-

وَجُنُودُ إِبْلِيسَ أَجْمَعُونَ

Ve cunûdu iblîse ecmeûn

ve cunudu : ordular, güç, bütün varlık, varlık,
iblise : libas, dış elbise, sûrette kalan sîretini görmeyen
ecmeun : hepsi, tümü

 

95- Varlığın sûretinde kalıp sîretini göremeyenlerin hepsi o haldedirler.

 

-96-

قَالُوا وَهُمْ فِيهَا يَخْتَصِمُونَ

Kâlû ve hum fîhâ yahtesımûn

Kâlû : dediler,
ve hum fiha yahtesımun : onlar, orada, çekişme, tartışma, kavga

 

96-97- Ve onlar orada bir kavga halinde derler ki:

 

-97-

تَاللَّهِ إِن كُنَّا لَفِي ضَلَالٍ مُّبِينٍ

Tallâhi in kunnâ le fî dalâlin mubîn

Tallâhi in kunna : Allah’a yemin olsun, biz olduk, nasıl, ne, kadar
Le fi dalal : elbette, hakikatleri bırakıp kendi yalanlarına sapan,
mubînin : açıkça, apaçık

 

Allah’a yemin olsun ki biz apaçık hakikatleri bırakıp, kendi yalanlarına sapanlardan olmuşuz.

 

-98-

إِذْ نُسَوِّيكُم بِرَبِّ الْعَالَمِينَ

İz nusevvîkum bi rabbil âlemîn

İz nusevvi kum : olmuştu, eşit, eş koşmak, siz,
Bi rabbi el âlemîne : ile, rab, âlemler, tüm varlığı vücudlandıran

 

98- Âlemlerin Rabbine eş koşanlardan olmuşuz.

 

-99-

وَمَا أَضَلَّنَا إِلَّا الْمُجْرِمُونَ

Ve mâ edallenâ illel mucrimûn

ve ma edalle na : olmadı, sapmak, cehalete sapmak, bizi
İlla el mucrimune : den başka, sadece, suçlular, fenalarda kalan, günah

 

99- Fenalarda kalanlardan başkası bizi hakikatlerden saptırmadı.

 

-100-

فَمَا لَنَا مِن شَافِعِينَ

Fe mâ lenâ min şâfiîn

Fe ma lena : bundan sonra, olmaz, yok, bize,
min şafin : bir şefaat, şifa, kurtuluş

 

100- Bundan sonra bize bir kurtuluş olmaz.

 

-101-

وَلَا صَدِيقٍ حَمِيمٍ

Ve lâ sadîkın hamîm

Ve la sadıkın : yok, olmaz, dost, sadık, doğru olan,
hamim : samimi, candan, sıcaklık veren, sıcak,

 

101- Ve samimi candan dostlar olmaz.

-102-

فَلَوْ أَنَّ لَنَا كَرَّةً فَنَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ

Fe lev enne lenâ kerraten fe nekûne minel muminîn

fe lev enne lena kerraten : keşke olsaydı, bizim için, bir kere daha
Fe nekune min el muminin : olurduk, müminler

 

102- Keşke bizim için bir kere daha fırsat olsaydı, o zaman biz müminlerden olurduk.

 

-103-

إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَةً وَمَا كَانَ أَكْثَرُهُم مُّؤْمِنِينَ

İnne fî zâlike le âyeh ve mâ kâne ekseruhum muminîn

İnne fi zalike : muhakkak işte bunların içinde
le ayeten : elbette, ayetler, deliller, işaretler
ve ma kane ekser hum : olmadı, onların çoğu,
muminin : müminlerden, emin olan,

 

103- Muhakkak ki işte bunların içinde elbette deliller vardır. Fakat onların çoğu müminlerden olamadı.

 

-104-

وَإِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ

Ve inne rabbeke le huvel azîzur rahîm

ve inne rabbeke : muhakkak, rabbin, seni vücudlandıran,
Le huve el aziz : elbette, o tüm varlığın yüce sahibi,
el rahim : varlığı özünden var eden, rahim olandır.

 

104- Muhakkak ki seni vücudlandıran; elbette varlıktaki tüm niteliklerin yüce sahibidir, tüm varlığı özünden var edendir.

 

-105-

كَذَّبَتْ قَوْمُ نُوحٍ الْمُرْسَلِينَ

Kezzebet kavmu nûhınil murselîn

Kezzebet kavmu Nûh : yalanladı, kavmi, Nûh
el murselîne : gönderilenler, görevli, hakikatleri gösteren,

 

105- Nûh’un kavmi de hakikatleri gösterenleri yalanladı.

-106-

إِذْ قَالَ لَهُمْ أَخُوهُمْ نُوحٌ أَلَا تَتَّقُونَ

İz kâle lehum ehûhum nûhun e lâ tettekûn

İz kale lehum ehu Nûh : olduğunda, dedi, onlardan kardeşi Nûh, kendilerinden
E la tettekun : neden, yok dikkatli, fenaları bırakmıyor

 

106- Kendilerinden olan Nûh onlara dedi ki: Neden fenalardan sakınmıyorsunuz?

 

-107-

إِنِّي لَكُمْ رَسُولٌ أَمِينٌ

İnnî lekum resûlun emîn

İnnî lekum : ben, sizin için, size
resul emin : hakikatleri gösteren, resul, güvenilir, emin

 

107- Ben size hakikatleri gösteren, güvenebileceğiniz biriyim.

 

-108-

فَاتَّقُوا اللَّهَ وَأَطِيعُونِ

Fettekûllâhe ve etîûn

Fe etteku Allah : artık, fenalardan sakınmak ortak koşmamak, Allah,
ve etiun : itaat, uymak, dinlemek,

 

108- Artık fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın ve beni dinleyin.

 

-109-

وَمَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَى رَبِّ الْعَالَمِينَ

Ve mâ eselukum aleyhi min ecr in ecriye illâ alâ rabbil âlemîn

ve ma eselu-kum aleyhi : sizden istemiyorum, ona
Min ecrin : bir ecir, ücret, karşılık,
in ecriye : ancak, sadece, eğer, karşılık, benim ecrim, ücret
İlla ala rabbi el alemine : sadece, ancak, âlemlerin rabbi, tüm varlığı vücudlandıran,

 

109- Ben bu sözlerime karşı sizden bir karşılık istemiyorum. Bana karşılık sadece Âlemlerin Rabbi’ndendir.

-110-

فَاتَّقُوا اللَّهَ وَأَطِيعُونِ

Fettekûllâhe ve etîûn

Fe etteku Allah : artık, fenalardan sakınmak ortak koşmamak, Allah,
ve etiun : itaat, uymak, dinlemek,

 

110- Artık fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın ve beni dinleyin.

 

 

-111-

قَالُوا أَنُؤْمِنُ لَكَ وَاتَّبَعَكَ الْأَرْذَلُونَ

Kâlû e numinu leke vettebeakel erzelûn

Kâlû e numinu leke : dediler, sana inanır mıyız?
ve ittebea-ke : sana tâbi oldular,
el erzelun : rezil, basit, aşağılık

 

111- Dediler ki: Sana basit insanlar tâbi olmuşken, sana inanır mıyız?

 

-112-

قَالَ وَمَا عِلْمِي بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ

Kâle ve mâ ilmî bimâ kânû yamelûn

Kâle ve ma ilmi bima : dedi, yok, olmaz, ilim, bilgi, şey hakkında
kanu yamelune : yapmış oldukları

 

112- Dedi ki: Onların yapmış oldukları şeyler hakkında bir bilgim olmaz.

 

-113-

إِنْ حِسَابُهُمْ إِلَّا عَلَى رَبِّي لَوْ تَشْعُرُونَ

İn hısâbuhum illâ alâ rabbî lev teşurûn

in hısâbu-hum : muhakkak onların hesabı,
illa ala rabb : ancak, rabbimedir
Lev teşurune : keşke, şuurlu, farkında olsaydınız, arif olma

 

113- Onların hesabı ancak Rabbimedir. Keşke kendinize ve çevrenize arif olabilseydiniz.

-114-

وَمَا أَنَا بِطَارِدِ الْمُؤْمِنِينَ

Ve mâ ene bi târidil muminîn

ve ma ene bi tard : ben değilim, uzaklaştırma, itme, bırakma,
el müminin : müminler, inananlar, emin olanlar,

 

114- Ben inananları uzaklaştıracak değilim.

 

-115-

إِنْ أَنَا إِلَّا نَذِيرٌ مُّبِينٌ

İn ene illâ nezîrun mubîn

in ene illa : ben sadece, biriyim, ancak,
nezir mubin : uyarıcı, açıkça, hakikati açıkça açıklayıp uyaran

 

115- Ben sadece hakikatleri apaçık açıklayıp uyaran biriyim.

 

-116-

قَالُوا لَئِن لَّمْ تَنتَهِ يَا نُوحُ لَتَكُونَنَّ مِنَ الْمَرْجُومِينَ

Kâlû le in lem tentehi yâ nûhule tekûnenne minel mercûmîn

Kâlû le in lem tentehi  : dediler, bitirmezsen, vazgeçmezsen,
Ya Nûh le tekunen : ey Nûh, sen muhakkak olacaksın,
min el mercûmin : taşlananlardan, kovulan, uzaklaştırılan,

 

116- Dediler ki: Ey Nûh! Eğer sen bu anlattıklarından vazgeçmezsen, elbette kovulanlardan olacaksın.

 

-117-

قَالَ رَبِّ إِنَّ قَوْمِي كَذَّبُونِ

Kâle rabbi inne kavmî kezzebûn

Kâle rabbi inna kavmi : dedi, rabbim, kavmim
kezzebû-ni : beni yalanladı

 

117- Dedi ki: Rabbim! Kavmim beni yalanladı.

 

-118-

فَافْتَحْ بَيْنِي وَبَيْنَهُمْ فَتْحًا وَنَجِّنِي وَمَن مَّعِي مِنَ الْمُؤْمِنِينَ

Feftah beynî ve beynehum fethan ve neccinî ve men maiye minel muminîn

fettah : açmak, hüküm, darlıktan kurtaran, açığa çıkaran,
beyni ve beyne hum : benimler onların arasında
ve necci-nî : beni kurtar, necat, selamet
ve men maiye : kimseler, benimle beraber olan,
min el müminin : müminler, inananlar,

 

118- Benimle onlar arasında hakikatleri açığa çıkar. Beni ve benimle beraber olan inanan kimseleri selamete ulaştır.

-119-

فَأَنجَيْنَاهُ وَمَن مَّعَهُ فِي الْفُلْكِ الْمَشْحُونِ

Fe enceynâhu ve men meahu fîl fulkil meşhûn

Fe enceyna hu : böylece, kurtuluş, necat bulan, selamet, biz, o
Ve men mea-hu : kim, kimse, onunla beraber
fi el fulki : sonsuzluk, ulviyet, gemi, yol alma, aktarılma,
el meşhuni : dolu, dopdolu, hakikatleri taşıma,

 

119- Böylece o ve onunla beraber olanlar Bizde necat buldular, hakikatlerin ağırlığını taşıyıp sonsuzluğun sahibine yol aldılar.

 

-120-

ثُمَّ أَغْرَقْنَا بَعْدُ الْبَاقِينَ

Summe agraknâ badul bâkîn

Summe agrak na : sonra, boğulmak, cehaletinde boğulmak, biz
badu el bakin : geçmiş cehaletinde kalan, geride kalanlar

 

120- Sonra da geçmiş cehaletlerinde kalanların hepsi, Bizi anlayamayıp kendi cehaletlerinde boğuldular.

 

-121-

إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَةً وَمَا كَانَ أَكْثَرُهُم مُّؤْمِنِينَ

İnne fî zâlike le âyeh ve mâ kâne ekseruhum muminîn

İnne fi zalike : muhakkak işte bunların içinde
le ayeten : elbette, ayetler, deliller, işaretler
ve ma kane ekser hum : olmadı, onların çoğu,
muminin : müminlerden, emin olan,

 

121- Muhakkak ki işte bunların içinde elbette deliller vardır. Fakat onların çoğu müminlerden olamadı.

 

-122-

وَإِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ

Ve inne rabbeke le huvel azîzur rahîm

ve inne rabbeke : muhakkak, rabbin, seni vücudlandıran,
Le huve el aziz : elbette, o tüm varlığın yüce sahibi, niteliklerin yüce sahibi
el rahim : varlığı özünden var eden, rahim olandır.

 

122- Muhakkak ki seni vücudlandıran; elbette varlıktaki tüm niteliklerin yüce sahibidir, tüm varlığı özünden var edendir.

 

-123-

كَذَّبَتْ عَادٌ الْمُرْسَلِينَ

Kezzebet âdunil murselîn

Kezzebet ad : yalanladı, Âd kavmi,
el murselin : resuller, hakikatleri gösterenler,

 

123- Âd kavmi de Resulleri yalanladı.

 

-124-

إِذْ قَالَ لَهُمْ أَخُوهُمْ هُودٌ أَلَا تَتَّقُونَ

İz kâle lehum ehûhum hûdun e lâ tettekûn

iz kâle lehum : olduğunda, dedi, onlar,
ehu hum Hud : onlardan, kardeşi, kendilerinden, Hûd
e lâ tettekûne : neden, yok dikkatli, fenaları bırakmıyor

 

124- Kendilerinden olan Hûd onlara dedi ki: Neden fenalardan sakınmıyor, Allah’a ortak koşuyorsunuz.

 

-125-

إِنِّي لَكُمْ رَسُولٌ أَمِينٌ

İnnî lekum resûlun emîn

İnnî lekum resul emin : ben, sizin için, hakikati gösteren, güvenilir

 

125- Ben size hakikatleri gösteren, güvenebileceğiniz biriyim.

 

-126-

فَاتَّقُوا اللَّهَ وَأَطِيعُونِ

Fettekûllâhe ve etîûn

Fe etteku Allah : artık, fenalardan sakınmak ortak koşmamak, Allah,
ve etiun : itaat, uymak, dinlemek,

 

126- Artık fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın ve beni dinleyin.

 

-127-

وَمَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَى رَبِّ الْعَالَمِينَ

Ve mâ eselukum aleyhi min ecr in ecriye illâ alâ rabbil âlemîn

ve ma eselu-kum aleyhi : sizden istemiyorum, ona
Min ecrin in ecriye : bir ecir, ücret, karşılık, benim ecrim, karşılığım
İlla ala rabbi el alemine : sadece, ancak, âlemlerin rabbine

 

127- Ben bu sözlerime karşı sizden bir karşılık istemiyorum. Bana karşılık sadece Âlemlerin Rabbi’ndendir.

 

-128-

أَتَبْنُونَ بِكُلِّ رِيعٍ آيَةً تَعْبَثُونَ

E tebnûne bi kulli rîın âyeten tabesûn

E tebnune bi kulli : bina, büyüklük, yücelik, hepiniz,
riın : tepe, gurur
Âyeten : ayet, delil, işaret
tabesun : boşuna, abes görmek, önemsememek,

 

128- Hepiniz bir gurur içinde büyükleniyorsunuz, ayetleri önemsemiyorsunuz.

 

-129-

وَتَتَّخِذُونَ مَصَانِعَ لَعَلَّكُمْ تَخْلُدُونَ

Ve tettehızûne mesânia leallekum tahludûn

ve tettehızûne : ediniyorsunuz, sarılıyorsunuz, almak,
mesania : iki çift, tekrar, rütbeler, makam
Leallekum tahludun : umuyorsunuz ki, ebediyen yaşayacaksınız

 

129- Ebediyen yaşamayı umuyor, kendinizi makam sahibi görüyorsunuz.

 

-130-

وَإِذَا بَطَشْتُم بَطَشْتُمْ جَبَّارِينَ

Ve izâ betaştum betaştum cebbârîn

ve izâ betaştum : yakalanma, sarılıyorsunuz,
Betaştum : yakalanma, sarılma,
cebbarin : zorbalık, zulüm, güç,

 

130- Zorbalıklara sarıldıkça sarılıyorsunuz.

 

-131-

فَاتَّقُوا اللَّهَ وَأَطِيعُونِ

Fettekûllâhe ve etîûn

Fe etteku Allah : artık, fenalardan sakınmak ortak koşmamak, Allah,
ve etiun : itaat, uymak, dinlemek,

 

131- Artık fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın ve beni dinleyin.

 

-132-

وَاتَّقُوا الَّذِي أَمَدَّكُم بِمَا تَعْلَمُونَ

Vettekûllezî emeddekum bimâ talemûn

ve itteku ellezi : takva, fenalardan sakının, ortak koşmayın, ki o
Emed kum : hazır, var etme, yardım, siz,
bima talemune : şeyler, nitelikler, bilin, siz biliyorsunuz

 

132- Fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın. Ki O sizi var edendir, size verdiği nitelikleri bilin.

 

-133-

أَمَدَّكُم بِأَنْعَامٍ وَبَنِينَ

Emeddekum bi enâmin ve benîn

emedde-kum : hazır, var etme, yardım, size,
bi enamin : hareketli, hayvanlar, varlık,
ve benine : çoçuk, evlat, akıllı, tetbirli, temkinli

 

133- Sizi hareketli olarak var edendir ve temkinli olmayı verendir.

 

-134-

وَجَنَّاتٍ وَعُيُونٍ

Ve cennâtin ve uyûn

ve cennâtin : bahçe, cennet, huzur,
ve uyunin : ayniyet, pınar, benzerlik, bakış, gözler

 

134- Huzuru ve benzerlikleri sunandır.

 

-135-

إِنِّي أَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ عَظِيمٍ

İnnî ehâfu aleykum azâbe yevmin azîm

İnni ehafu aleykum : ben, korkuyorum, siz
Azâbe yevmin azim : azap, sıkıntı, gün, vakit, zaman, büyük

 

135- Ben sizin her zaman büyük sıkıntılar içinde olmanızdan korkarım.

 

-136-

قَالُوا سَوَاء عَلَيْنَا أَوَعَظْتَ أَمْ لَمْ تَكُن مِّنَ الْوَاعِظِينَ

Kâlû sevâun aleynâ e vaazte em lem tekun minel vâızîn

Kâlû seavun aleyna : dediler, eşit, fark etmez, bize
e vaazte : senin vaazın, söylem, öğüt
Em lem tekun min el vaızın : sen olmazsın, vaaz veren, öğüt veren

 

136- Dediler ki: Senin öğüt vermenin bize bir anlamı yok, sen bize öğüt veren olamazsın.

 

-137-

إِنْ هَذَا إِلَّا خُلُقُ الْأَوَّلِينَ

İn hâzâ illâ hulukul evvelîn

İn haza illa huluk : eğer, ancak, sadece, başka, ortaya koyma,
el evvel : öncekiler, evvelki,

 

137- Bu sadece öncekilerin ortaya koyduğu şeylerdir.

-138-

وَمَا نَحْنُ بِمُعَذَّبِينَ

Ve mâ nahnu bi muazzebîn

ve mâ nahnu : değiliz, biz,
bi muazzebin : sıkıntılarda kalan, azap,

 

138- Ve biz sıkıntılarda kalacak da değiliz.

 

-139-

فَكَذَّبُوهُ فَأَهْلَكْنَاهُمْ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَةً وَمَا كَانَ أَكْثَرُهُم مُّؤْمِنِينَ

Fe kezzebu hu fe ehlek na hum inne fî zâlike le âyeh ve mâ kâne ekseruhum muminîn

Fe kezzebu hu  böylece, yalanlanmak, inanmamak, o
Fe ehlek na hum  helak, yazık etmek, yıkılmak, bitmek, halkiyeti anlamamak, biz, onlar
İnne fi zalike  muhakkak, işte bunların içinde
le ayeten  elbette, ayetler, deliller, işaretler
ve ma kane ekser hum  olmadı, onların çoğu
muminin  müminlerden, emin olan

 

139- Böylece onlar, onu yalanladılar, Bizi anlayamadılar. Bunların içinde elbette deliller vardır. Ve onların çoğu müminlerden olamadı.

-140-

وَإِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ

Ve inne rabbeke le huvel azîzur rahîm

ve inne rabbeke : muhakkak, rabbin, seni vücudlandıran,
Le huve el aziz : elbette, o tüm varlığın yüce sahibi,
el rahim : varlığı özünden var eden, rahim olandır.

 

140- Muhakkak ki seni vücudlandıran; elbette varlıktaki tüm niteliklerin yüce sahibidir, tüm varlığı özünden var edendir.

 

-141-

كَذَّبَتْ ثَمُودُ الْمُرْسَلِينَ

Kezzebet semûdul murselîn

Kezzebet semud : yalanladı, semud,
el murselin : resuller, hakikati gösterenler,

 

141- Semud kavmi de hakikatleri gösterenleri yalanladı.

 

-142-

إِذْ قَالَ لَهُمْ أَخُوهُمْ صَالِحٌ أَلَا تَتَّقُونَ

İz kâle lehum ehûhum sâlihun e lâ tettekûn

iz kâle lehum : olduğunda, dedi,
ehu hum salih : onlardan kardeşi salih, kendilerinden
e lâ tettekûne : neden, fenalardan sakınmak Allah’a ortak koşmak

 

142- Kendilerinden olan Salih onlara dedi ki: Neden fenalardan sakınmıyor, Allah’a ortak koşuyorsunuz.

 

-143-

إِنِّي لَكُمْ رَسُولٌ أَمِينٌ

İnnî lekum resûlun emîn

İnnî lekum : ben, sizin için, size,
resul emin : hakikati gösteren, resul, güvenilir, emin olunan

 

143- Ben size hakikatleri gösteren, güvenebileceğiniz biriyim.

 

-144-

فَاتَّقُوا اللَّهَ وَأَطِيعُونِ

Fettekûllâhe ve etîûn

Fe etteku Allah : artık, fenalardan sakınmak ortak koşmamak, Allah,
ve etiun : itaat, uymak, dinlemek,

 

144- Artık fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın ve beni dinleyin.

 

-145-

وَمَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَى رَبِّ الْعَالَمِينَ

Ve mâ eselukum aleyhi min ecr in ecriye illâ alâ rabbil âlemîn

ve ma eselu-kum aleyhi : sizden istemiyorum, ona
Min ecrin in ecriye : bir ecir, ücret, karşılık, benim ecrim, karşılığım
İlla ala rabbi el alemine : sadece, ancak, âlemlerin rabbine

 

145- Ben bu sözlerime karşı sizden bir karşılık istemiyorum. Bana karşılık sadece Âlemlerin Rabbi’ndendir.

 

-146-

أَتُتْرَكُونَ فِي مَا هَاهُنَا آمِنِينَ

E tutrakûne fî mâ hâhunâ âminîn

E tutrakun : bırakılacaksınız, terk, ayrılmak
Fi ma hahuna eminin : içinde, değil, şey, ne, orada, burada, emin, güvenli

 

146- Siz burada güven içinde olmak varken hakikatlerden ayrılıyorsunuz.

 

-147-

وَجَنَّاتٍ وَعُيُونٍ

Ve cennâtin ve uyûn

ve cennâtin : bahçe, cennet, huzur,
ve uyunin : göz, ayniyet, pınar, benzer, görmek,

 

147- Huzurdan ve hakikatleri görmekten

 

-148-

وَزُرُوعٍ وَنَخْلٍ طَلْعُهَا هَضِيمٌ

Ve zurûın ve nahlin taluhâ hedîm

ve zuruın : ekin, kültür, bilgiye ulaşma, genişlik, düğme, irfaniyet,
Ve nahlin talu-ha : teklik, doğan, öncü, çiçeği, tohumu, bağışlanan, özü,
hedim : açılmış

 

148- ve irfaniyetten ve tekliğin açılmış seyrinden uzaklaşıyorsunuz

 

-149-

وَتَنْحِتُونَ مِنَ الْجِبَالِ بُيُوتًا فَارِهِينَ

Ve tenhıtûne minel cibâli buyûten fârihîn

ve tenhıtune : oyma, yontma, girme,
min el cibal : dağlar, büyüklük
Buyuten farihin : ev, kapatma, maharet, ustaca, gururla, akıllı hayvan

 

149- Dağlarda evler yontuyor, bir gurur içinde kalıyorsunuz.

-150-

فَاتَّقُوا اللَّهَ وَأَطِيعُونِ

Fettekûllâhe ve etîûn

Fe etteku Allah : artık, fenalardan sakınmak ortak koşmamak, Allah,
ve etiun : itaat, uymak, dinlemek,

 

150- Artık fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın ve beni dinleyin.

 

-151-

وَلَا تُطِيعُوا أَمْرَ الْمُسْرِفِينَ

Ve lâ tutîû emral musrifîn

ve la tutiu emr : yok, itaat,  işleyiş, emr, buyruk,
el müsrifin : müsrif, taşkınlık, aşırılık,

 

151- Taşkınlık oluşturacak buyruklara itaat etmeyin.

 

-152-

الَّذِينَ يُفْسِدُونَ فِي الْأَرْضِ وَلَا يُصْلِحُونَ

Ellezîne yufsidûne fîl ardı ve lâ yuslihûn

Ellezine yufsidun : o kimseler, fesat, bozguncu, arabozucu, ikilik,
fi el ard : yeryüzü
ve la yuslihûne : yok, ıslah, uygunluk, düzgünlük

 

152- O halde olan kimseler yeryüzünde ikilik çıkarırlar ve düzgün hareket etmezler.

 

-153-

قَالُوا إِنَّمَا أَنتَ مِنَ الْمُسَحَّرِينَ

Kâlû innemâ ente minel Mûsâhharîn

Kâlû innema ente : dediler, ancak sen,
Min el Mûsâhharîne : maskara, büyülenmiş kimseler, büyülenenler

 

153- Dediler ki: Sen büyülenmişsin.

-154-

مَا أَنتَ إِلَّا بَشَرٌ مِّثْلُنَا فَأْتِ بِآيَةٍ إِن كُنتَ مِنَ الصَّادِقِينَ

Mâ ente illâ beşerun mislunâ feti bi âyetin in kunte mines sâdikîn

Mâ ente : sen değilsin,
illa beşer mislu na : ancak, sadece, beşer, insan, bizim gibi
Feti bi ayetin : öyleyse getir, sun, bir ayet, delil, işaret,
İn kunte min el sadikîne : sadıklardan, doğru sözlülerden isen

 

154- Sen de bizim gibi bir beşerden başka bir şey değilsin. Eğer doğru söyleyenlerdensen bir ayet getir.

 

-155-

قَالَ هَذِهِ نَاقَةٌ لَّهَا شِرْبٌ وَلَكُمْ شِرْبُ يَوْمٍ مَّعْلُومٍ

Kâle hâzihî nâkatun lehâ şirbun ve lekum şirbu yevmin malûm

Kâle hazihi nakatun : dedi, bu, dişi deve,
leha şerib : o, içmek, içsin,
ve lekum şerib : siz, için, beslenin, yararlanın,
yevm malum : vakit, zaman, gün, bilinen

 

155- Dedi ki: İşte bu dişi deve, o da sizin gibi bir ayettir, belli bir vakit sudan siz için, belli bir vakit o içsin.

-156-

وَلَا تَمَسُّوهَا بِسُوءٍ فَيَأْخُذَكُمْ عَذَابُ يَوْمٍ عَظِيمٍ

Ve lâ temessûhâ bi sûin fe yehuzekum azâbu yevmin azîm

ve la temessu-ha bi suin : ona dokunmayın, temas, kötülük
Fe yehuze-kum : o zaman, sizi alır, sarar, yakalar, o hal
Azâbu yevmin azim : bir azap, sıkıntı, vakit, gün, büyük

 

156- Ve ona kötülük için temas etmeyin. O zaman sizi büyük bir sıkıntı sarıverir.

-157-

فَعَقَرُوهَا فَأَصْبَحُوا نَادِمِينَ

Fe akarûhâ fe asbahû nâdimîn

Fe akaru ha : sonra onu kestiler
Fe asbahu nadimin : böylece, sonra, oldu, pişman

 

157- Fakat onu kestiler, sonra da pişmanlık duydular.

-158-

فَأَخَذَهُمُ الْعَذَابُ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَةً وَمَا كَانَ أَكْثَرُهُم مُّؤْمِنِينَ

Fe ehazehumul azâb inne fî zâlike le âyeh ve mâ kâne ekseruhum muminîn

Fe ehaze hum el azabu : sardı, yakaladı, kaldı, onlar, o hal, azap, sıkıntı
İnne fi zalike : muhakkak işte bunların içinde
le ayeten : elbette, ayetler, deliller, işaretler
ve ma kane ekser hum : olmadı, onların çoğu,
muminin : müminlerden, emin olan,

 

158- Hakikatleri dinlemediklerinden dolayı onlar sıkıntılarda kaldılar. Muhakkak ki işte bunların içinde elbette deliller vardır. Fakat onların çoğu müminlerden olamadı.

 

-159-

وَإِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ

Ve inne rabbeke le huvel azîzur rahîm

ve inne rabbeke : muhakkak, rabbin, seni vücudlandıran,
Le huve el aziz : elbette, o tüm varlığın yüce sahibi,
el rahim : varlığı özünden var eden,

 

159- Muhakkak ki seni vücudlandıran; elbette varlıktaki tüm niteliklerin yüce sahibidir, tüm varlığı özünden var edendir.

 

-160-

كَذَّبَتْ قَوْمُ لُوطٍ الْمُرْسَلِينَ

Kezzebet kavmu lûtınil murselîn

Kezzebet kavm Lût : tekzip etti, yalanladı, Lût, kavmi
el murselin : hakikatleri gösteren, hakikatleri anlatan,

 

160- Lût kavmide hakikatleri gösterenleri yalanladı.

 

-161-

إِذْ قَالَ لَهُمْ أَخُوهُمْ لُوطٌ أَلَا تَتَّقُونَ

İz kâle lehum ehûhum lûtun e lâ tettekûn

iz kâle lehum ehu hum Lût : olduğunda, dedi, onlardan kardeşi Lût, kendilerinden
e lâ tettekûne : neden, yok dikkatli, fenaları bırakmıyor

 

161- Kendilerinden olan Lût onlara demişti ki: Neden fenalardan sakınmıyorsunuz?

 

-162-

إِنِّي لَكُمْ رَسُولٌ أَمِينٌ

İnnî lekum resûlun emîn

İnnî lekum : ben, sizin için, size,
resul emin : hakikati gösteren, resul, güvenilir, emin olunan

 

162- Ben size hakikatleri gösteren, güvenebileceğiniz biriyim.

 

-163-

فَاتَّقُوا اللَّهَ وَأَطِيعُونِ

Fettekûllâhe ve etîûn

Fe etteku Allah : artık, fenalardan sakınmak ortak koşmamak, Allah,
ve etiun : itaat, uymak, dinlemek,

 

163- Artık fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın ve beni dinleyin.

 

-164-

وَمَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَى رَبِّ الْعَالَمِينَ

Ve mâ eselukum aleyhi min ecr in ecriye illâ alâ rabbil âlemîn

ve ma eselu-kum aleyhi : sizden istemiyorum, ona
Min ecrin in ecriye : bir ecir, ücret, karşılık, benim ecrim, karşılığım
İlla ala rabbi el alemine : sadece, ancak, âlemlerin rabbine

 

164- Ben bu sözlerime karşı sizden bir karşılık istemiyorum. Bana karşılık sadece Âlemlerin Rabbi’ndendir.

 

-165-

أَتَأْتُونَ الذُّكْرَانَ مِنَ الْعَالَمِينَ

E tetûnez zukrâne minel âlemîn

e tetûne : olacak, gidiyor, giriyor, geliyor, hareket ediyorsunuz
el zekr en : erkek, gurur, farklı, üstün
min el alemine : âlemler, topluluklar, insanlar

 

165- Topluluklar içinde erkeklik taslama hâliyle hareket ediyorsunuz.

-166-

وَتَذَرُونَ مَا خَلَقَ لَكُمْ رَبُّكُمْ مِنْ أَزْوَاجِكُم بَلْ أَنتُمْ قَوْمٌ عَادُونَ

Ve tezerûne mâ halaka lekum rabbukum min ezvâcikum bel entum kavmun âdûn

ve tezerun : bırakma, terk, ayrılmak
Ma halak lekum : ne, şey, halk, yaratma, sizi,
rabbu-kum : Rabbiniz
min ezvâci-kum : eş, aynı yolda, cins, eş, tür, denk, siz,
Bel entum kavm adun : hayır, siz, haddi aşan, sapmış, bir kavim

 

166- Rabbinizin sizi nasıl halk ettiğini anlamayı bırakıyorsunuz. Siz eşler halinde var edildiniz. Hayır, siz haddi aşan bir kavimsiniz.

 

-167-

قَالُوا لَئِن لَّمْ تَنتَهِ يَا لُوطُ لَتَكُونَنَّ مِنَ الْمُخْرَجِينَ

Kâlû le in lem tentehi yâ lûtu le tekûnenne minel muhracîn

 

Kâlû le in lem tentehi : dediler, bitirmezsen, vazgeçmezsen,
ya Lût : ey Lût
Le tekunen : elbette, olacaksın,
min el mercûmin : uzklaştırılan, taşlananlardan, kovulan

 

167- Dediler ki: Ey Lût! Eğer sen bu anlattıklarından vazgeçmezsen, elbette kovulanlardan olacaksın.

 

-168-

قَالَ إِنِّي لِعَمَلِكُم مِّنَ الْقَالِينَ

Kâle innî li amelikum minel kâlîn

Kâle inni li ameli kum : dedi, ben, sizin yaptıklarınızdan
min el kalin : utanma, tiksinme, nefret, katılmama

 

168- Dedi ki: Ben sizin yaptıklarınıza katılmıyorum.

 

-169-

رَبِّ نَجِّنِي وَأَهْلِي مِمَّا يَعْمَلُونَ

Rabbi neccinî ve ehlî mimmâ yamelûn

Rabbi necci ni : Rabbim, kurtuluş, selamet, beni
ve ehli mimma yamelun : halkım, insanlarım, şey, nesne, yapıyorlar

 

169- Rabbim! Beni ve ailemi bunların yaptıkları şeylerden kurtar.

 

-170-

فَنَجَّيْنَاهُ وَأَهْلَهُ أَجْمَعِينَ

Fe necceynâhu ve ehlehû ecmaîn

Fe necceyna hu : böylece, o, bizim kurtuluşumuza ulaştı, selamet
ve ehlehu ecmain : onun ehli, ailesi, halk, hepsi, bütün ailesi

 

170- Böylece o ve bütün ailesi Bizde selamet buldu.

 

-171-

إِلَّا عَجُوزًا فِي الْغَابِرِينَ

İllâ acûzen fîl gâbirîn

İlla acuzen : ancak, başka, acizlik, kabiliyetsiz, idraksiz, gücsüz,
fi el gabirin : geride kalanlar

 

171- Bir acizlik içinde geride kalanlar başka.

 

-172-

ثُمَّ دَمَّرْنَا الْآخَرِينَ

Summe demmernel âharîn

Summe demerna : sonra, dumur, dağılıp gitme, kaybetme, körelme,
el aharin : diğer, başka,

 

172- Sonra diğerleri Bizi anlamamanın halinde körelip gittiler.

 

-173-

وَأَمْطَرْنَا عَلَيْهِم مَّطَرًا فَسَاء مَطَرُ الْمُنذَرِينَ

Ve emtarnâ aleyhim matarâ fe sâe matarul munzerîn

ve emtarna aleyhim : yağmur, afet, sel, rahmetimiz, onların üzerinde,
matara : rahmet, yağmur
Fe sae mataru : böylece, kötü, fena, yağmur, rahmet
el munzerine : uyarılanlar, çağrı yapılanlar

 

173- Onların üzerindeki rahmetimizi rahmetleri saymışlardı. Böylece hakikatlere çağrı yapıp uyarılanlar, rahmeti kötülüklerde kullanmışlardı.

 

-174-

إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَةً وَمَا كَانَ أَكْثَرُهُم مُّؤْمِنِينَ

İnne fî zâlike le âyeh ve mâ kâne ekseruhum muminîn

İnne fi zalike : muhakkak işte bunların içinde
le ayeten : elbette, ayetler, deliller, işaretler
ve ma kane ekser hum : olmadı, onların çoğu,
muminin : müminlerden, emin olan,

 

174- Muhakkak ki işte bunların içinde elbette deliller vardır. Fakat onların çoğu müminlerden olamadı.

 

-175-

وَإِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ

Ve inne rabbeke le huvel azîzur rahîm

ve inne rabbeke : muhakkak, rabbin, seni vücudlandıran,
Le huve el aziz : elbette, o tüm varlığın yüce sahibi, niteliklerin yüce sahibi
el rahim : varlığı özünden var eden,

 

175- Muhakkak ki seni vücudlandıran; elbette varlıktaki tüm niteliklerin yüce sahibidir, tüm varlığı özünden var edendir.

 

-176-

كَذَّبَ أَصْحَابُ الْأَيْكَةِ الْمُرْسَلِينَ

Kezzebe ashâbul eyketil murselîn

Kezebe ashab el eyketi : yalanladı, eyke halkı,
el murselin : hakikatleri anlatan, hakikatleri gösteren,

 

176- Eyke halkı da hakikatleri gösterenleri yalanladı.

 

-177-

إِذْ قَالَ لَهُمْ شُعَيْبٌ أَلَا تَتَّقُونَ

İz kâle lehum şuaybun e lâ tettekûn

 

iz kâle lehum şuaybun : olduğunda, dedi, şuayb
e lâ tettekûne : neden, fenaları bırakmıyor, sakınmıyor sunuz?

 

177- Şuayb onlara dedi ki: Neden fenalardan sakınmıyor musunuz?

 

-178-

إِنِّي لَكُمْ رَسُولٌ أَمِينٌ

İnnî lekum resûlun emîn

İnnî lekum : ben, sizin için, size,
resul emin : hakikati gösteren, resul, güvenilir, emin olunan

 

178- Ben size hakikatleri gösteren, güvenebileceğiniz biriyim.

 

-179-

فَاتَّقُوا اللَّهَ وَأَطِيعُونِ

Fettekûllâhe ve etîûn

Fe etteku Allah : artık, fenalardan sakınmak ortak koşmamak, Allah,
ve etiun : itaat, uymak, dinlemek,

 

179- Artık fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın ve beni dinleyin.

 

-180-

وَمَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَى رَبِّ الْعَالَمِينَ

Ve mâ eselukum aleyhi min ecr in ecriye illâ alâ rabbil âlemîn

ve ma eselu-kum aleyhi : sizden istemiyorum, ona
Min ecrin in ecriye : bir ecir, ücret, karşılık, benim ecrim, karşılığım
İlla ala rabbi el alemine : sadece, ancak, alemlerin rabbi, tüm varlığı vücudlandıran

 

180- Ben bu sözlerime karşı sizden bir karşılık istemiyorum. Bana karşılık sadece Âlemlerin Rabbi’ndendir.

 

-181-

أَوْفُوا الْكَيْلَ وَلَا تَكُونُوا مِنَ الْمُخْسِرِينَ

Evfûl keyle ve lâ tekûnû minel muhsirîn

Evfu el keyle : ifa edin, yapın, yerine getirin, ölçü,
ve la tekunu min el muhsirin : olmayın, eksik tutmak, azaltmak,

 

181- Ölçülü davranın ve eksik tutmayın.

 

-182-

وَزِنُوا بِالْقِسْطَاسِ الْمُسْتَقِيمِ

Vezinû bil kıstâsil mustekîm

Vezinu bi el kıstas : tartma, hesaplama, ölçü, değere ulaşma,
el mustekim : dosdoğru,

 

182- Bir değere ulaşmak için dosdoğru hesaplayın.

 

-183-

وَلَا تَبْخَسُوا النَّاسَ أَشْيَاءهُمْ وَلَا تَعْثَوْا فِي الْأَرْضِ مُفْسِدِينَ

Ve lâ tebhasun nâse eşyâehum ve lâ tasev fîl ardı mufsidîn

ve la tebhasu el nas : eksiltmeyin, kısmayın, haklarını, insanlar
Eşyae hum : şey, eşya, nesne, onlar,
ve la tasev : yok, bozgunculuk, fesatlık, azgınlık,
fî el ardı mufsidin : yeryüzünde, bozgunculuk, ikilik, arabozuculuk

 

183- İnsanların hakkı olan şeyleri vermemezlik yapmayın ve bozgunculuk yapmayın, yeryüzünde ikilik çıkarmayın

 

-184-

وَاتَّقُوا الَّذِي خَلَقَكُمْ وَالْجِبِلَّةَ الْأَوَّلِينَ

Vettekûllezî halakakum vel cibilletel evvelîn

ve itteke ellezi : takva, fenalardan sakının ortak koşmayın, ki o,
halak kum : halkeden, vareden, yaratan, siz,
ve el cibillete : bicim, şekil, huy, yaradılış, topluluk, nesil,
el evvelin : önceki, evvelki

 

184- Sizi ve sizden önceki toplulukları da halkedene karşı fenalardan sakının, ortak koşmayın.

 

-185-

قَالُوا إِنَّمَا أَنتَ مِنَ الْمُسَحَّرِينَ

Kâlû innemâ ente minel Mûsâhharîn

Kâlû innema ente : dediler, ancak, doğrusu, sen,
Min el Mûsâhharîne : maskara, büyülenmiş kimseler, büyülenenler

 

185- Dediler ki: Sen büyülenmişsin.

 

-186-

وَمَا أَنتَ إِلَّا بَشَرٌ مِّثْلُنَا وَإِن نَّظُنُّكَ لَمِنَ الْكَاذِبِينَ

Ve mâ ente illâ beşerun mislunâ ve in nazunnuke le minel kâzibîn

Mâ ente illa beşer misluna : sen değil, ancak, sadece, beşer, insan, bizim gibi
Ve in nazunnu-ke : biz seni zannediyoruz, sanıyoruz, düşünüyoruz
Le min el kâzibîne : elbette, yalancılardan

 

186- Sen de bizim gibi bir beşerden başka bir şey değilsin ve biz senin elbette yalancı olduğunu zannederiz.

 

-187-

فَأَسْقِطْ عَلَيْنَا كِسَفًا مِّنَ السَّمَاء إِن كُنتَ مِنَ الصَّادِقِينَ

Fe eskıt aleynâ kisefen mines semâi in kunte mines sâdıkîn

Fe eskıt aleyna kisefen : öyleyse, düşür, sun, üzerimize, parça, dolu, kesafet
min es semai : gökyüzü, sema, ulvi âlem,
in kunte min el sadıkin : doğru söylediğini iddia ediyorsan,

 

187- Eğer sen doğru sözlülerdensen, gökyüzünün doluluğundan bir şey sun bize.

 

-188-

 قَالَ رَبِّي أَعْلَمُ بِمَا تَعْمَلُونَ

Kâle rabbî alemu bi mâ tamelûn

Kale rabbi alemu : dedi, rabbim, vücudlandıran, ilmiyle var eden, ilmin sahibi
Bi ma tamelune : bir şey, yapıyorsunuz, var edemezsiniz, yapamazsınız

 

188- Dedi ki: Siz bir şey var edemezsiniz, Rabbimdir ilmiyle var eden.

 

-189-

 فَكَذَّبُوهُ فَأَخَذَهُمْ عَذَابُ يَوْمِ الظُّلَّةِ إِنَّهُ كَانَ عَذَابَ يَوْمٍ عَظِيمٍ

Fe kezzebûhu fe ehazehum azâbu yevmiz zulleh innehu kâne azâbe yevmin azîm

Fe kezeb hu : böylece, onlar yalanlar, sonr, onları sardı, kuşattı
fe ehaze hum : böylece, sarıldı, kaldı, onlar
Azabu yevmi el zullet : azap, sıkıntı, gölge, cehalet, aşağılanma
innehu kane : doğrusu o, oldu,
azab yevm azim : azap, sıkıntı, gün, vakit, büyük

 

189- Böylece onu yalanladılar. Sonra da onlar cehaletin sıkıntılarında kaldılar. Doğrusu o hâl her zaman büyük bir azaptır.

 

-190-

إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَةً وَمَا كَانَ أَكْثَرُهُم مُّؤْمِنِينَ

İnne fî zâlike le âyeh ve mâ kâne ekseruhum muminîn

İnne fi zalike : muhakkak işte bunların içinde
le ayeten : elbette, ayetler, deliller, işaretler
ve ma kane ekser hum : olmadı, onların çoğu,
muminin : müminlerden, emin olan,

 

190- Muhakkak ki işte bunların içinde elbette deliller vardır. Fakat onların çoğu müminlerden olamadı.

 

-191-

وَإِنَّ رَبَّكَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ

Ve inne rabbeke le huvel azîzur rahîm

ve inne rabbeke : muhakkak, rabbin, seni vücudlandıran
Le huve el aziz : elbette, o tüm varlığın yüce sahibi,
el rahim : varlığı özünden var eden,

 

191- Muhakkak ki seni vücudlandıran; elbette varlıktaki tüm niteliklerin yüce sahibidir, tüm varlığı özünden var edendir.

 

-192-

وَإِنَّهُ لَتَنزِيلُ رَبِّ الْعَالَمِينَ

Ve innehu le tenzîlu rabbil âlemîn

ve innehu le tenzil : muhakkak ki o, inzal, gelme, ortaya çıkma, geliş,
rabb el alemin : âlemlerin rabbi, tüm varlığı vücudlandıran

 

192- Muhakkak ki o geliş tüm varlığı vücudlandırandandır.

 

-193-

نَزَلَ بِهِ الرُّوحُ الْأَمِينُ

Nezele bihir rûhul emîn

Nezele bi hi : indirdi, gelen, sunulan, onu,
el ruh : ruh, can, tüm sistemin geldiği yer,
el emin : güven, emin olunan, nereden geldiği kesin olan

 

193- O Ruh’dandır onun gelişi, nereden geldiği kesin olandır

 

-194-

عَلَى قَلْبِكَ لِتَكُونَ مِنَ الْمُنذِرِينَ

Alâ kalbike li tekûne minel munzirîn

ala kalbi-ke : senin kalbine, idrakine,
Li tekune : olman için,
min el munzirine : hakikatlere çağrı yapan uyaran,

 

194- Senin idrak sahibi olman, senin hakikatleri açıklayıp uyarıcılardan olman içindir.

 

-195-

بِلِسَانٍ عَرَبِيٍّ مُّبِينٍ

Bi lisânin arabiyyin mubîn

Bi lisanin : lisan ile, dil,
arabiy mubin : apaçık anlaşılır,

 

195- Apaçık anlaşılır bir lisan ile.

 

-196-

وَإِنَّهُ لَفِي زُبُرِ الْأَوَّلِينَ

Ve innehu lefî zuburil evvelîn

ve innehu le : muhakkak, o, elbette
fi Zebur : Zebur, kutsal kitab içinde, ilahi kelam,
el evvel : evvel, önceki

 

196- Muhakkak ki o ilahi kelamlar öncekilere de sunuldu.

 

-197-

أَوَلَمْ يَكُن لَّهُمْ آيَةً أَن يَعْلَمَهُ عُلَمَاء بَنِي إِسْرَائِيلَ

E ve lem yekun lehum âyeten en yalemehu ulemâu benî İsrâîl

E ve lem yekun lehum : olmadı mı, onlara,
ayet : ayet, delil, işaret,
en yaleme-hu : onu bilmesi, hakkı bilmeleri için,
Ulemau : ulemalar, bilginler, ileri gelen, konusuna vâkıf olan
beni israil : İsrailoğulları, Yakubunoğulları

 

197- İsrailoğullarının ulemasına, Hakk’ı bilmeleri için tüm delilleriyle hakikatler sunulmadı mı?

 

-198-

وَلَوْ نَزَّلْنَاهُ عَلَى بَعْضِ الْأَعْجَمِينَ

Ve lev nezzelnâhu alâ badıl acemîn

ve lev nezzelna hu : olsa, eğer, sunduk, hakikatleri sunduk, o
Ala badı el acemine : bir kısmına, acem, başka, başkaları, arap olmayan, iranlı

 

198- Onlardan başkalarına da tüm delilleriyle hakikatleri sunduk.

 

-199-

فَقَرَأَهُ عَلَيْهِم مَّا كَانُوا بِهِ مُؤْمِنِينَ

Fe karaehu aleyhim mâ kânû bihî muminîn

Fe karae hu aleyhim : böylece, okundu, açıklandı, o, onlara
mâ kânû bihi muminin : olmadılar, onlar, mümin, emin olan, inanan, güvenen

 

199- Böylece o hakikatler onlara da okundu, onlar müminlerden olamadılar.

 

-200-

كَذَلِكَ سَلَكْنَاهُ فِي قُلُوبِ الْمُجْرِمِينَ

Kezâlike seleknâhu fî kulûbil mucrimîn

Kezalike selakna hu : işte böyle, sunduk, onu, hakikatleri,
Fi kulubi : kalblerine, idraklarına,
el mucrimîne : günahkâr, fenalarda olanlar

 

200- Fenalarda olanların idraklerine de işte böylece onu sunduk.

 

-201-

لَا يُؤْمِنُونَ بِهِ حَتَّى يَرَوُا الْعَذَابَ الْأَلِيمَ

Lâ yu’minûne bihî hattâ yeravul azâbel elîm

la yuminun bi hi : yok, inanma, inanmazlar, ona,
Hatta yeravu : hatta, görürler,
el azab el elim : acı bir azap, sıkıntı,

 

201- O hakikatlere inanmadılar. Hatta acı sıkıntılar görseler bile.

 

-202-

فَيَأْتِيَهُم بَغْتَةً وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ

Fe yetîyehum bagteten ve hum lâ yeşurûn

Fe yetiye hum : böylece, gelecek, kalır, onlara,
bagteten : aniden, hep, her zaman, ansızın,
Ve hum la yeşurune : onlar, yok, şuur, fark, idrakli, anlayamadılar

 

202- Böylece onlar hep o cehalet hâllerinde kaldılar ve onlar kendilerini ve çevrelerini idrak edemediler

 

-203-

فَيَقُولُوا هَلْ نَحْنُ مُنظَرُونَ

Fe yekûlû hel nahnu munzarûn

Fe yekulu : o zaman, derler, söylerler
Hel nahnu munzarûne : biz mi, geride kalan, eskide kalan, bekletilenler,

 

203- O zaman derler ki: Biz neden eski bildiklerimizde kaldık?

 

-204-

أَفَبِعَذَابِنَا يَسْتَعْجِلُونَ

E fe bi azâbinâ yestacilûn

E fe bi azabi na : yoksa, öyleyse, bizi anlamamanın sıkıntısı,
yestecilun : acele eden, acele davranan,

 

204- Onlar aceleci davranıp, Bizi anlamamanın sıkıntısında kalmadılar mı?

-205-

أَفَرَأَيْتَ إِن مَّتَّعْنَاهُمْ سِنِينَ

E fe raeyte in metta’nâhum sinîn

E fe raeyte : bakıp ta gördün değil mi?
İn mettana-hum : metalandırdık, yararlandırdık, fayda, onlar
sinin : sene, yıl, yaş, yaşadıkları müddet,

 

205- Onlara yaşadıkları müddetçe nasıl faydalar sunduğumuzu gördün değil mi?

 

-206-

ثُمَّ جَاءهُم مَّا كَانُوا يُوعَدُونَ

Summe câehum mâ kânû yûadûn

Summe cae hum : sonra, onlara geldi, sunuldu,
Ma kanu yuadune : şey, oldu, olmadı, sözlerine uymadılar, vaadolundular

 

206- Sonra onlara hakikatler sunuldu, onlar sözlerine uymadılar.

 

-207-

مَا أَغْنَى عَنْهُم مَّا كَانُوا يُمَتَّعُونَ

Mâ agnâ anhum mâ kânû yumetteûn

ma agna an-hum : değil, zenginlik, varlık sahibi, değerler, onlar
Ma kanu yumetteun : şey, oldu, olmadı, fayda, yararlanmak

 

207- Onlar varlığın sahibini anlayamadılar. Hakikatlerden yararlanamadılar.

 

-208-

وَمَا أَهْلَكْنَا مِن قَرْيَةٍ إِلَّا لَهَا مُنذِرُونَ

Ve mâ ehleknâ min karyetin illâ lehâ munzirûn

ve ma ehlekna : değil, helak etmek, yok etmek, zarar vermek, biz
min karyetin : belde, köy, bulunulan yer,
İllâ leha munzirin : sacede, vardır, orada, onu, uyarıcı, hakikatler çağrı yapan

 

208- Biz helak eden değiliz. Bulunduğunuz yerlerde hakikatleri açıklayıp uyaranlar vardır.

 

-209-

ذِكْرَى وَمَا كُنَّا ظَالِمِينَ

Zikrâ, ve mâ kunnâ zâlimîn

Zikra : hatırla, zikret, an, hatırlatmak,
ve ma kunna zalimin : biz değiliz, zülüm eden, zalim, kötülük,

 

209- Hakikatleri hatırlatırlar ve kötülüğün Bizden olmadığını anlatırlar.

 

-210-

 وَمَا تَنَزَّلَتْ بِهِ الشَّيَاطِينُ

Ve mâ tenezzelet bihiş şeyâtîn

ve ma tenezzelet : tenezzül, indirmedi, gelmedi, sunmadı,
bi-hi el şeytan : onu, şeytani haller,

 

210- O hakikatleri şeytani hâllerde olan sunmadı.

 

-211-

وَمَا يَنبَغِي لَهُمْ وَمَا يَسْتَطِيعُونَ

Ve mâ yenbagî lehum ve mâ yestetîûn

ve mâ yenbagi lehum : yakışmaz, olmaz, onlara
ve mâ yestetiune : yapamazlar, muktedir olamazlar, güçleri yetmez

 

211- Hakikatleri sunmak o hâllerde olanlara ait değildir. O hâllerde olanlar bunu yapamazlar.

 

-212-

 إِنَّهُمْ عَنِ السَّمْعِ لَمَعْزُولُونَ

İnnehum anis semi le mazûlûn

inne-hum an el semi : muhakkak ki onlar, işitmekten
Le mazulun : uzaktırlar, men, tecrit, izole

 

212- Doğrusu o hâllerde olanlar hakikatleri işitmekten uzaktırlar.

 

-213-

فَلَا تَدْعُ مَعَ اللَّهِ إِلَهًا آخَرَ فَتَكُونَ مِنَ الْمُعَذَّبِينَ

Fe lâ tedu meallahi ilâhen âhara fe tekûne minel muazzebîn

Fe la tedu : artık, öyleyse, yönelme, edinme,
mea Allah : beraber, birlikte, Allah
İlahen ahara : ilâh, diğer, başka
Fe tekune min el muazzebin : yoksa, olursun, azap, sıkıntı,

 

213- Bundan sonra sakın Allah ile beraber başka ilahlara yönelme. Yoksa sıkıntılarda kalanlardan olursun.

 

-214-

  وَأَنذِرْ عَشِيرَتَكَ الْأَقْرَبِينَ

Ve enzir aşîretekel akrebîn

ve enzir : uyar, hakikatlere çağır,
aşiret ke : topluluk, kabile, akraba, bir arada yaşayanlar,
el akrebin : yakınlarını, yakın olan,

 

214- Yakınlarını ve bir arada yaşadığın insanları, hakikatlere çağrı yaparak uyar.

 

-215-

وَاخْفِضْ جَنَاحَكَ لِمَنِ اتَّبَعَكَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ

Vahfıd cenâhake li menittebeake minel muminîn

vahfıd : indir, koru, tevazü, açığa çıkar
cenaha-ke : varlık, birliğin içinde, kanat, bağ, kol, mevcudiyet
li men ittebea ke : kimseler için, sana tâbi olan, izleyen, uyan, dinleyen,
min el muminine : müminlerden, inananlardan,

 

215- İnananlardan seni izleyen kimselere, mevcudiyetin hakikatlerini tevazü içinde bildir.

 

-216-

فَإِنْ عَصَوْكَ فَقُلْ إِنِّي بَرِيءٌ مِّمَّا تَعْمَلُونَ

Fe in asavke fe kul innî berîun mimmâ tamelûn

Fe in asav ke : bundan sonra, eğeri şayet, sana karşı, isyan,
Fe kul inni beriun : o zaman, söyle, de, uzak durma
Mimma tamelune : yaptığınız şeylerden

 

216- Eğer sana karşı olurlarsa, o zaman ben sizin yaptığınız şeylerden uzağım de.

 

-217-

 وَتَوَكَّلْ عَلَى الْعَزِيزِ الرَّحِيمِ

Ve tevekkel alel azîzir rahîm

ve tevekkel : tevekkül et, varlığın sahibini bilip teslim olmak
Ala el aziz : varlığın yüce sahibi, varlıktaki niteliklerin yüce sahibi
el rahim : özünden var eden,

 

217- Tüm varlığı özünden var eden, varlıktaki tüm niteliklerin yüce sahibi olan Allah’a, tüm varlığınla teslim ol.

 

-218-

الَّذِي يَرَاكَ حِينَ تَقُومُ

Ellezi yerake hine tekûm

Ellezi yera ke : ki o, seni gördürendir,
hine tekumu : her an, o zaman, dirilik

 

218- Ki O her an sende diri olandır, seni gördürendir.

 

-219-

 وَتَقَلُّبَكَ فِي السَّاجِدِينَ

Ve tekallubeke fîs sâcidîn

ve tekallube-ke : senin idrakinin değişimi, kalb, değişken, dalgalanma
Fi el sacidin : içinde, teslim olma, secde,

 

219- Bir teslimiyet içinde senin idrakini bir bilişten diğer bir bilişe ulaştırandır.

 

-220-

إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ

İnnehu huves semîul alîm

inne-hu huve el semiu : muhakkak ki ondan, işitmek,
el alim : ilmin sahibi, ilmiyle var eden,

 

220- Muhakkak ki O, işittirendir, ilmin sahibi olandır.

 

-221-

هَلْ أُنَبِّئُكُمْ عَلَى مَن تَنَزَّلُ الشَّيَاطِينُ

Hel unebbiukum alâ men tenezzeluş şeyâtîn

Hel unebbiu kum : haber vereyim mi, size,
ala men : kimseleri
Tenezzelu : tenezzül eden, düşen, eğilme, teslim olma,
el şeytan : şeytani haller, şeytan, kötülük yapan,

 

221- Size şeytani hâllere teslim olanları haber vereyim mi?

 

-222-

تَنَزَّلُ عَلَى كُلِّ أَفَّاكٍ أَثِيمٍ

Tenezzelu alâ kulli effâkin esîm

Tenezzelu ala kulli : iner, tenezzül, teslim olma, hepsi
Effakin esimin : hep yalan söyleyen, düzenbaz, sahtekâr, fena, günah

 

222- Hep yalanlarda, fena hâllerde kalanların hepsi teslim olur.

 

-223-

 يُلْقُونَ السَّمْعَ وَأَكْثَرُهُمْ كَاذِبُونَ

Yulkûnes sema ve ekseruhum kâzibûn

Yulkune el sema : atma, fırlatmak, uydurma, kulak verirler, dinlerler, işitme
ve ekseru-hum kazibun : onların çoğu, yalancı, yalanlarda kalan,

 

223- Dinledikleri hep uydurmadır ve onların çoğu yalanlardadır.

 

-224-

وَالشُّعَرَاء يَتَّبِعُهُمُ الْغَاوُونَ

Veş şuarâu yettebiuhumul gâvun

ve el şuarau : şairler, hayalperest, aklına geldiği gibi konuşan,
yettebiu-hum : tâbi olur, uyar takip eder, onlara tâbi olurlar,
el gavun : azgınlar, yoldan çıkan, dalalete düşen,

 

224- Ve onlar hayalperestliğe, yoldan çıkıp dalalete düşmeye tâbi olurlar.

 

-225-

أَلَمْ تَرَ أَنَّهُمْ فِي كُلِّ وَادٍ يَهِيمُونَ

E lem tera ennehum fî kulli vâdin yehîmûn

e lem tera enne hum : görmez misin onları,
fî kulli vadin : bütün her yerde, vadilerde,
yehimun : şaşkınlık içinde dolaşmak, kuşku, hayal peşinde

 

225- Görmez misin onları? Bütün her yerde bir şaşkınlık içinde dolaşırlar.

 

-226-

وَأَنَّهُمْ يَقُولُونَ مَا لَا يَفْعَلُونَ

Ve ennehum yekûlûne mâ lâ yefalûn

ve enne-hum yekulune : doğrusu onlar, söylerler
Ma la yefalûne : şey, ne, yapmıyorlar, yapmadıkları şeyler,

 

226- Doğrusu onlar yapmadıkları şeyleri söylerler.

 

-227-

إِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَذَكَرُوا اللَّهَ كَثِيرًا وَانتَصَرُوا مِن بَعْدِ مَا ظُلِمُوا وَسَيَعْلَمُ الَّذِينَ ظَلَمُوا أَيَّ مُنقَلَبٍ يَنقَلِبُونَ

İllellezîne âmenû ve amilus sâlihâti ve zekerûllâhe kesîran ventesarû min badi mâ zulimû ve se yalemullezîne zalemû eyye munkalebin yenkalibûn

illa ellezine amenu : onlar, o kimseler hariç, iman edenler
ve amilu es sâlihâti : salih amel, dosdoğru hakk yolunda çalışanlar
ve zekeru Allah kesiran : zikreder, anar, hatırlar, Allah, çok
ve intesaru : yardım, yardım edilenler
min badi ma zulimu : ondan sonra, zulüm, zulüm değil,
ve se yalemu : bilecekler,
ellezine zalemu : o kimseler, zulmedenler
Eyye munkalebin yenkalibun : hangi, nereye, dönüş yeri, dönecekler

 

227- İman edenler ve dosdoğru hakk yolunda çalışanlar ve Allah’ı çokça hatırlayanlar ve yardım edenler sonra zulüm etmeyenler başka. Zulmeden kimseler nereye dönecekler, döndükleri yer neresi olacak belki yakında bilirler.