ŞÛRÂ SÛRESİ
-1-
حم
Ha, mim | : zat, hu, zati ilahiye, nokta, Allah, kâmil insan, mümin, |
1- Hâ, Mîm
-2-
عسق
Ayn sin kaf | : ayniyet, ta kendisi, sıfatlar, insan, fenafillâh, ufuk, |
2- Ayn, Sîn, Kâf
-3-
كَذَلِكَ يُوحِي إِلَيْكَ وَإِلَى الَّذِينَ مِن قَبْلِكَ اللَّهُ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
Kezâlike yûhî ileyke ve ilellezîne min kablikellâhul azîzul hakîm
Kezâlike | : işte, işte tüm bu varlık, her şey, hem de, |
yuhi ileyke | : vahyeden, hakikatleri bildiren, Hayy olan, sana |
ve ilâ ellezîne min kabli ke | : senden öncekilere de |
Allâhu el aziz | : Allah, tüm değerlerin yüce sahibi, |
el hakim | : tüm varlığa hâkim olan, hüküm hikmet sahibi |
3- İşte tüm bu varlıktan, sana da ve senden öncekilere de hakikatleri bildiren Allah; tüm sıfatların yüce sahibidir, tüm varlığa hâkim olandır.
-4-
لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظِيمُ
Lehu mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ard ve huvel aliyyul azîm
Lehu ma fi el semavat | : onun, göklerde ne varsa |
Ve mâ fi el ard | : yerde ne varsa |
Ve huve el aliyyu | : o, ilmin sahibi, |
el azim | : karar sahibi, yüce, azimet, kudretli, |
4- Göklerde ne varsa ve yerde ne varsa her şey O’nundur ve O ilmin sahibidir, varlığı var etmedeki karar sahibidir.
-5-
تَكَادُ السَّمَاوَاتُ يَتَفَطَّرْنَ مِن فَوْقِهِنَّ وَالْمَلَائِكَةُ يُسَبِّحُونَ بِحَمْدِ رَبِّهِمْ وَيَسْتَغْفِرُونَ لِمَن فِي الْأَرْضِ أَلَا إِنَّ اللَّهَ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ
Tekâdus semâvâtu yetefattarne min fevkıhinne vel melâiketu yusebbihûne bi hamdi rabbihim ve yestagfirûne li men fîl ard e lâ innellâhe huvel gafûrur rahîm
Tekâdu | : hemen, olup duruyor, takdir, oluş, sunulmak, |
el semavat | : ulvi âlem, gök, |
yetefattarne | : yarılıp açılma, varoluş, açığa çıkma, yaratılış, |
Min fevkı hinne | : üstünde, yüksek derece, yüksek makam, onların |
ve el melâiketu | : tüm kuvveler, güç, her varlıktaki güç, |
yusebbihune | : yüzmek, dolaşmak, hareket eden, tecelli eden, |
Bi Hamdi | : hamd, tüm niteliklerin sahibi, |
rabbi-him | : rab, vücudlandıran, onlar, kendileri, |
ve yestagfirûne | : mağfiret, tertemiz lütufları sunan, |
li men fi el ard | : kimseler için, yeryüzü, toprak, |
E la inne | : öyle değil midir? Gerçek bu değil midir? |
Allah huve | : Allah, O |
el gafur | : mağfiret edendir, tertemiz lütufları sunan |
el rahim | : rahim olan, varlığı özünden var eden |
5- Yüksek makamlarda olanlar; varoluşun Ulvi Âlem’den her an açığa çıktığını, kendilerini vücudlandıranı, tüm niteliklerin sahibini, her an tecelli edeni, her varlıktaki gücü bilirler ve yeryüzündeki kimseler için tertemiz lütuflar sunanı bilirler. Allah O’dur ki; tüm varlığı özünden var edendir, tertemiz lütufları sunandır. Gerçek bu değil midir?
-6-
وَالَّذِينَ اتَّخَذُوا مِن دُونِهِ أَولِيَاء اللَّهُ حَفِيظٌ عَلَيْهِمْ وَمَا أَنتَ عَلَيْهِم بِوَكِيلٍ
Vellezînettehazû min dûnihî evliyâllâhu hafîzun aleyhim ve mâ ente aleyhim bi vekîl
ve ellezîne ittehazu | : o kimseler, çekilmek, dönmek, sığınmak, edinmek, |
Min duni hi | : den başka, zanna dayalı şeyler, |
evliya Allahu | : dost, Allah |
Hafîzun aleyhim | : muhafaza eden, gözeten, koruyan, onları, kendileri, |
ve mâ ente aleyhim | : sen değilsin, onlara, onların üzerine, |
bi vekil | : vekil, sorumlu olan, koruyan, başkasının işine gören, |
6- Allah’ ı bırakıp ta başkalarını evliya edinen kimseler ise, kendilerini koruyanı bilemezler. Sen onlara vekil olacak değilsin.
-7-
وَكَذَلِكَ أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ قُرْآنًا عَرَبِيًّا لِّتُنذِرَ أُمَّ الْقُرَى وَمَنْ حَوْلَهَا وَتُنذِرَ يَوْمَ الْجَمْعِ لَا رَيْبَ فِيهِ فَرِيقٌ فِي الْجَنَّةِ وَفَرِيقٌ فِي السَّعِيرِ
Ve kezâlike evhaynâ ileyke kurânen arabiyyen li tunzire ummel kurâ ve men havlehâ ve tunzire yevmel cemi lâ reybe fîh ferîkun fîl cenneti ve ferîkun fîs saîr
ve kezâlike | : işte böyle, işte bu görünen, böylece, |
evhayna ileyke | : vahyettik, bildirdik, hayat verdik, sunduk, sana |
Kuran | : okunan şey, kâinat kitabı, hakikatlerin sözleri, |
arabiyyen | : anlaşılır dil, anlaşılır bir şekilde, |
li tunzire | : uyarman için, hakikatleri açıklayıp uyarmak, |
em el kura | : aslı, asıl, gerçek, köy, eski anlayışlarında kalan, |
ve men havle ha | : kim, kimse, onun etrafında, etrafındaki, |
ve tunzire | : uyaran, açıklayan, açıkladığın hakikatlerden, |
yevme el cemi | : gün, vakit, zaman, an, birlik, toplamak, bir arada, |
la reybe fihi | : yok, şüphe etmesinler, o hakikatler hakkında, |
ferikun fî el cenneti | : onların bir kısmı, cennet, huzur içinde |
ve ferîkun | : bir kısım, fırka, |
fi es sairi | : ötekileştirme halinde, öbürü görmek, öteki, |
7- Anlaşılır bir şekilde tüm kâinat kitabını sana sunduk. Eski anlayışlarını gerçek bilenlere ve onların etrafındaki kimselere, hakikatleri açıklayıp uyarma içinde ol. Artık tüm varlığın her an bir bütünlük içinde olduğu hakikatini onlara açıkla. O hakikatler hakkında şüphe etmesinler. Onların bir kısmı hakikatleri anlayıp huzur bulur ve bir kısmı da ötekileştirmenin cehaletinde kalır.
-8-
وَلَوْ شَاء اللَّهُ لَجَعَلَهُمْ أُمَّةً وَاحِدَةً وَلَكِن يُدْخِلُ مَن يَشَاء فِي رَحْمَتِهِ وَالظَّالِمُونَ مَا لَهُم مِّن وَلِيٍّ وَلَا نَصِيرٍ
Ve lev şâallâhu le cealehum ummeten vâhıdeten ve lâkin yudhilu men yeşâu fî rahmetih vez zâlimûne mâ lehum min velîyyin ve lâ nasîr
ve lev şae Allahu | : eğer, oldu, kaldı, şayet, istek, arzu, irade, Allah |
Le cealehum | : elbette, kıldı, yaptı, düzenledi, sundu, onlar, her şey |
ummete vahidet | : ümmet, topluluklar, tek millet, benzer özellik, bir |
ve lâkin yudhilu | : lakin, bundan sonra, dahil olur, girer, o halde olur, |
men yeşau | : kim, kimse, ister, isteyen, |
fi rahmet hi | : rahmet, fayda veren, o |
ve el zâlimûne | : zalimler, zulüm edenler, |
ma lehum | : onlar değil |
Min veliyyin | : dost |
ve la nasirin | : yok, yardımcı |
8- Bir birlik içinde, benzer özellikler halinde onların düzenlenmesi Allah’ın isteğinden başka bir şey değildir. Bundan sonra O’nun rahmetini anlamak isteyen kimse, o hakikatlere dahil olur. Zalimler dost olanlar değildir ve yardımları da yoktur.
-9-
أَمِ اتَّخَذُوا مِن دُونِهِ أَوْلِيَاء فَاللَّهُ هُوَ الْوَلِيُّ وَهُوَ يُحْيِي المَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Emittehazû min dûnihî evliyâe fallâhu huvel velîyyu ve huve yuhyîl mevtâ ve huve alâ kulli şeyin kadîr
Em ittehazû | : yoksa, edindiler, sarıldılar, kaldılar, |
min dunihi evliya | : ondan başka, dostlar, |
Fe allâhu huve el veliyyu | : oysa, Allah, o dur, dost olan |
ve huve yuhyi | : o, hayat verendir, |
el mevta | : ölümü verendir, sınırlayan, |
ve huve ala kulli şeyin kadir | : o, bütün her şeydeki kudrettir, |
9- Yoksa O’ndan başka dostlar mı edindiler? Oysa Allah; O’dur dost olan ve O’dur hayat veren, ölümü sunan ve O bütün her şeydeki kudrettir.
-10-
وَمَا اخْتَلَفْتُمْ فِيهِ مِن شَيْءٍ فَحُكْمُهُ إِلَى اللَّهِ ذَلِكُمُ اللَّهُ رَبِّي عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَإِلَيْهِ أُنِيبُ
Ve mahteleftum fîhi min şeyin fe hukmuhû ilallâh zâlikumullâhu rabbî aleyhi tevekkeltu ve ileyhi unîb
Ve ma ihtelef tum | : şey, ne, değil, aykırılık ayrılık, farklılık, siz, |
fî-hi min şeyin | : bütün her şeyde olan, bir şey hakkında, |
Fe hukmu-hu ila Allah | : hüküm, kural, hâkim, gerçek, Allaha ait |
Zâlikum Allahu | : işte o, işte bu, Allah, |
rabbi aleyhi | : rabbim, vücudlandıran, o, ona |
Tevekkeltu | : ona, tüm varlığıyla teslim olmak, |
ve ileyhi unib | : ona, yönelmek, inabe, |
10- Siz bir konu hakkına ihtilâfa düştüğünüzde, onun gerçeğini Allah’ta arayın. İşte, beni vücudlandıran Allah’tır, tüm varlığımla O’na teslim oldum ve O’na yöneldim, deyin.
-11-
فَاطِرُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ جَعَلَ لَكُم مِّنْ أَنفُسِكُمْ أَزْوَاجًا وَمِنَ الْأَنْعَامِ أَزْوَاجًا يَذْرَؤُكُمْ فِيهِ لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ
Fâtırus semâvâti vel ard ceale lekum min enfusikum ezvâcen ve minel enâmi ezvâcâ yezreukum fîh leyse ke mislihî şeyun ve huves semîul basîr
Fâtıru | : yaratan, vücuda getiren, var eden, |
el semavat ve el ardı | : gökleri ve yerleri |
Ceale lekum | : düzenledi, sizleri, |
min enfusi kum | : kendi aranızda |
ezvâcen | : eşler, sınıf, türler, denk, çeşitler, birlik, |
ve min el enâmi | : varlık, hayvan, mahlûkat, hareketli olan, eşler |
ezvacen | : eşler, sınıf, türler, denk, çeşitler, birlik, |
yezreu-kum | : sizi çoğaltıp yayar |
Fi hi Leyse | : orada, değil, |
Ke misli hi şeyun | : onun benzeri gibi, misli, bir şey |
ve huve el semiu | : ondandır, işitme, |
el basiru | : görme |
11- Gökleri ve yeri vareden, kendi aranızda sizleri çeşit çeşit düzenleyen, tüm mahlûkatı çeşitlendiren, sizi çoğaltıp yayan O’dur. O’nun benzeri gibi hiçbir şey yoktur ve işitme, görme O’ndandır.
-12-
لَهُ مَقَالِيدُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَن يَشَاء وَيَقْدِرُ إِنَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
Lehu mekâlîdus semâvâti vel ard yebsutur rızka li men yeşâu ve yakdir innehu bi kulli şeyin alîm
Lehu mekalidu | : onun, anahtar, hazine, kilit, değerler, |
el semavat ve el ard | : gökler ve yer, |
Yebsutu | : genişletir, ferah, döşenmiş, anlamak, |
el rızkı | : rızık, nimet, sıfat |
Li men yeşau | : kimse, kim, isteyen, ister, |
ve yakdiru | : ölçü, düzen, plan, takdir eder, var eden, |
inne-hu bi kulli şeyin | : muhakkak ki o bütün her şey, |
alim | : ilmin sahibi, ilmiyle var eden, |
12- Tüm değerler O’na aittir. Gökleri ve yeri sıfatlarıyla yayıp döşeyendir ve varlığın varoluşundaki takdir sahibidir. İsteyen kimseler için hakikatlere ulaşmak vardır. Muhakkak ki O bütün her şeydeki ilmin sahibidir.
-13-
شَرَعَ لَكُم مِّنَ الدِّينِ مَا وَصَّى بِهِ نُوحًا وَالَّذِي أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ وَمَا وَصَّيْنَا بِهِ إِبْرَاهِيمَ وَمُوسَى وَعِيسَى أَنْ أَقِيمُوا الدِّينَ وَلَا تَتَفَرَّقُوا فِيهِ كَبُرَ عَلَى الْمُشْرِكِينَ مَا تَدْعُوهُمْ إِلَيْهِ اللَّهُ يَجْتَبِي إِلَيْهِ مَن يَشَاء وَيَهْدِي إِلَيْهِ مَن يُنِيبُ
Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ en ekîmûd dîne ve lâ teteferrekû fîh kebure alel muşrikîne mâ ted’ûhum ileyh allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb
Şerea | : hakikate uygun, ilahi kanun, usul içinde açıklama, |
Lekum min el dini | : sizlere, dinin, yaratılış yasaları, varoluş yasaları, |
mâ vassâ bi hi Nûh | : vasiyet edildi, onu, hakikatleri, Nûh |
ve ellezî | : onu, ki o, hakikatleri, varoluş yasaları, |
evhay na ileyke | : vahyettik, bildirdik, sunduk, hayat verdik, biz, sana |
ve mâ vassay nâ | : vasiyet ettik, tavsiye, biz, |
bihi ibrahim | : onu, o hakikatleri, İbrahim |
ve mûsâ ve isa | : Mûsâ ve İsâ |
en ekîmû | : dosdoğru, ayakta tutma, diri tutma, ikame etmeleri |
el dine | : din, varlığın yaratılış yasaları, |
ve lâ teteferrekû fi hi | : ayrılığa, fırka düşmeyin, onda |
Kebure | : ağır, zor geldi |
alâ el muşrikîne | : müşriklere, ortak koşanlar, |
mâ tedû- | : uymadılar, davete uymadılar, onlar, |
İleyhi Allâhu | : ona, ona yönelmek, Allah, |
yectebi | : yücelik, seçmek, seçkin, tercih etmek, |
İleyhi men yeşau | : ona, kendinde, kim ister, isteyen kimse |
ve yehdî ileyhi | : yol gösterme, hidayet, ulaşmak, ona, |
men yunibu | : kim, kimse, yönelen, her şeyiyle yönelen |
13- Nûh’a varoluş yasalarını bir usûl içinde açıklanması vasiyet edildi ve İbrâhîm’e de o hakikatleri açıklaması vasiyet edildi. Sana da o hakikatleri açıklamanı vahyettik. Mûsâ’ya ve İsa’ya da, dini dosdoğru anlatmaları ve onda fırkalara ayrılmayın diye söylemelerini bildirdik. Fakat ortak koşanlara bu hakikatler zor geldi. Onlar bu hakikatlere uymadılar. Artık isteyen kimse; Allah’ın hakikatlerini anlamayı tercih eder, O’na yönelir. Her şeyiyle O’na yönelen kimseye hakikatlere ulaşmak vardır.
-14-
وَمَا تَفَرَّقُوا إِلَّا مِن بَعْدِ مَا جَاءهُمُ الْعِلْمُ بَغْيًا بَيْنَهُمْ وَلَوْلَا كَلِمَةٌ سَبَقَتْ مِن رَّبِّكَ إِلَى أَجَلٍ مُّسَمًّى لَّقُضِيَ بَيْنَهُمْ وَإِنَّ الَّذِينَ أُورِثُوا الْكِتَابَ مِن بَعْدِهِمْ لَفِي شَكٍّ مِّنْهُ مُرِيبٍ
Ve mâ teferrekû illâ min badi mâ câehumul ilmu bagyen beynehum ve lev lâ kelimetun sebekat min rabbike ilâ ecelin musemmen le kudıye beynehum, ve innellezîne ûrisûl kitâbe min ba’dihim le fî şekkin minhu murîb
ve mâ teferrekû | : şey, ne, değil, ayrılık, fırka, ikilik, dağılma |
İlla min badi | : başka, sadece, sonra, ardından, |
ma cae hum | : şey, ne, değil, gelen, yapan, sunulan, onlar, |
el ilmi | : ilim, bilgi, |
bagyen beyne hum | : hasetlik, kıskançlık, zulüm, aralarında, onlarda, |
ve lev lâ kelimetun | : olmasaydı, kelime, tecelliler, söz, |
sebakat | : geçti, önceki, bir önceki |
min rabbi-ke | : Rabbinin |
ilâ ecelin musemmen | : bir ecele, belli bir zaman içinde, belirlenen vakit, |
Le kudiye beyne hum | : kada, takdir, yerine getirme, işleyiş, icabet, aralarında, |
ve inne ellezîne urise | : muhakkak ki onlar, varis, verilen, bırakılan, bildirilen |
El kitabe min badi-him | : kitap, varlık kitabı, yazılı olan, onlardan sonra |
Le fi şekk minhu | : içinde, ikilik, şüpheler, tereddüt, ondan, onun hakkında |
murib | : kuşku, endişe verici, şüphelendirici, rahatsız, |
14- Aralarında bir kıskançlık içinde olan kimseler; onlara gelen ilmi anlayamadılar, sonra da fırkalara bölündüler. Eğer önceden onlara sunulan Rabbinin kelimelerini yok saymasalardı, belli bir zaman içinde anlasalardı, elbette onlar aralarında hakikatlere icabet ederlerdi. Muhakkak ki onlardan sonra da kitabın hakikatlerini bildiren kimseler olacaktır. Elbette, yine şüpheler içinde kalanlar, sunulan hakikatleri endişe verici bulanlar olacaktır.
-15-
فَلِذَلِكَ فَادْعُ وَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ وَلَا تَتَّبِعْ أَهْوَاءهُمْ وَقُلْ آمَنتُ بِمَا أَنزَلَ اللَّهُ مِن كِتَابٍ وَأُمِرْتُ لِأَعْدِلَ بَيْنَكُمُ اللَّهُ رَبُّنَا وَرَبُّكُمْ لَنَا أَعْمَالُنَا وَلَكُمْ أَعْمَالُكُمْ لَا حُجَّةَ بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمُ اللَّهُ يَجْمَعُ بَيْنَنَا وَإِلَيْهِ الْمَصِيرُ
Fe li zâlike fedu vestekım kemâ umirt ve lâ tettebi ehvâehum ve kul âmentu bi mâ enzelallâhu min kitâb ve umirtu li adile beynekum, allâhu rabbunâ ve rabbukum lenâ amâlunâ ve lekum a’mâlukum, lâ huccete beynenâ ve beynekum allâhu yecmeubeynenâ ve ileyhil masîr
fe li zâlike fedu | : işte, artık, bunun için, davet et |
ve istekım kema umirte | : istikamet üzere ol, emrolunduğun gibi |
ve lâ tettebi | : tabî olma, uymak, takip etmek |
ehvae hum | : onların heva heveslerine, çıkarına göre davranmak, |
Ve kul amentu | : de, anlat, iman ettim, inandım, |
bi mâ enzele | : sunulan, indirilen şey |
Allâhu min kitabin | : Allah’ın kitabından |
ve umirtu | : ben emrolundum |
li adile beyne kum | : için, adil, adalet, dosdoğru, sizin aranızda |
Allahu rabbu-nâ | : Allah, rabbimiz, bizi de vücudlandıran, |
ve rabbu-kum | : sizi de vücudlandıran, |
Lena amâlu-nâ | : bize ait, bizim amellerimiz |
ve lekum amalu kum | : sizin amelleriniz size |
lâ huccete | : hüccet, senet, iddia, çekişme yoktur, |
Beyne na ve beyne-kum | : bizim ve sizin aranızda, |
Allah yecmeu beyne nâ | : Allah, birlik, toplayan, bizleri, |
ve ileyhi el masiru | : ona dönüş, |
15- İşte bunun için sen; hep hakikatlere davet et, emrolunduğun gibi dosdoğru ol, onların hevalarına uyma. De ki: Allah’ın kitabından sunulan şeylere iman ettim, ben sizin aranızda adalet için emrolundum. Allah sizi de vücudlandırandır ve bizi de vücudlandırandır. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz sizedir. Sizinle bizim aramızda bir iddialaşma olmaz. Allah bizleri bir bütünlük içinde tutandır ve dönüş O’nadır.
-16-
وَالَّذِينَ يُحَاجُّونَ فِي اللَّهِ مِن بَعْدِ مَا اسْتُجِيبَ لَهُ حُجَّتُهُمْ دَاحِضَةٌ عِندَ رَبِّهِمْ وَعَلَيْهِمْ غَضَبٌ وَلَهُمْ عَذَابٌ شَدِيدٌ
Vellezîne yuhâccûne fîllâhi min badi mestucîbe lehu huccetuhum dâhıdatun inde rabbihim ve aleyhim gadabun ve lehum azâbun şedîd
ve ellezîne yuhaccune | : onlar, tartışan, anlaşmazlık, |
Fi Allah min badi | : Allah hakkında, uzak, sonradan |
ma estucibe | : şey, ne, değil, icabet edilen, uyulan, |
Lehu huccet-hum | : ona, hüccet, delilleri, tez, iddia, onlar, |
dahidatun | : batıl, geçersiz, boş, |
inde rabbi-him | : ona ait, katında, yanında, rabb, onlar |
ve aleyhim gadabun | : onlar, halleri, öfke, hiddet |
ve lehum azabun şedid | : onlar, azap, sıkıntı, şiddetli, daha fazla |
16- Allah hakkında tartışan kimselerden uzak dur. Onlar Rabbe ait hakikatler hakkında batıl şeyler içindedirler. Onlara hakikatler delilleriyle sunulduğu halde icabet etmezler ve onlar bir öfke halindedirler ve onlar daha fazla sıkıntılarda kalırlar.
-17-
اللَّهُ الَّذِي أَنزَلَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ وَالْمِيزَانَ وَمَا يُدْرِيكَ لَعَلَّ السَّاعَةَ قَرِيبٌ
Allahullezî enzelel kitâbe bil hakkı vel mîzân ve mâ yudrîke lealles sâate karîb
Allâhu ellezi | : Allah, ki o, |
enzele | : indiren, veren, sunan, |
el kitabe | : kitap, hakikatler, varlık kitabı |
bi el hakkı | : hak ile, gerçek, |
ve el mizane | : bir ölçü, mizan, akıl, idrak, |
ve mâ yudrîke | : şey, ne, değil, idrak et, anla, |
leale el saat | : umulur ki, zaman, vakit, an, belli zaman, |
karib | : yakın, yakınlık, |
17- Varlığı bir kitap olarak, hakk ile ve bir ölçüyle sunan Allah’tır. Sana sunulan şeyleri idrak eden ol, umulur ki belli bir zaman içinde o yakınlığı anlarsın.
-18-
يَسْتَعْجِلُ بِهَا الَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِهَا وَالَّذِينَ آمَنُوا مُشْفِقُونَ مِنْهَا وَيَعْلَمُونَ أَنَّهَا الْحَقُّ أَلَا إِنَّ الَّذِينَ يُمَارُونَ فِي السَّاعَةِ لَفِي ضَلَالٍ بَعِيدٍ
Yestacilu bihellezîne lâ yûminûne bihâ, vellezîne âmenû muşfikûne minhâ ve yalemûne ennehel hakk e lâ innellezîne yumârûne fîs sâati le fî dalâlin baîd
Yestacilu biha ellezine | : acele eden, sabır etmeyen, kimseler |
lâ yûminûne biha | : yok, mümin, inanmazlar, ona, o hakikatlere |
vellezîne amenu | : onlar, inanırlar, inanan kimseler, |
müşfikun minha | : huşu, sevgi dolu, müşfik, ondan, o hakikatler |
ve yalemûne | : bilirler, |
enne ha el hakk | : onun olduğu, hak, gerçek, hakikat |
e lâ inne ellezine | : bununla birlikte, kimseler, |
yumarun | : kuşku, şüphe, bozmak, kavga |
Fî el saati | : içinde, zaman, vakit, an, |
le fi dalalin | : elbette, dalalet, ayrılmak, sapmak, çıkan, |
baid | : uzaklaşan, |
18- Acele eden, sabretmeyen kimselerin o hakikatlere inanmaları yoktur. İnanan kimseler ise sevgi dolu, huşu içindedirler ve onlar hakikatleri bilirler. Bununla birlikte zamanlarını kavga, bozgunculuk içinde geçiren kimseler, elbette dalalet içinde kalırlar, hakikatlerden uzaklaşırlar.
-19-
اللَّهُ لَطِيفٌ بِعِبَادِهِ يَرْزُقُ مَن يَشَاء وَهُوَ الْقَوِيُّ العَزِيزُ
Allâhu latîfun bi ibâdihî yerzuku men yeşâu ve huvel kavîyyul azîz
Allâhu latifun | : Allah, lütuf, nitelik, sıfatlandıran, gizli, hoş, |
bi ibâdi-hi | : kulluk, kul olan, tüm varlık, o |
yerzuku | : rızıklandıran, sıfatlandıran, |
men yeşâu | : kim, kimse, isteyen kimse, arzu eden, |
ve huve el kaviyyu | : o, kudret, güçlü, dayanıklı, sağlam, |
el aziz | : tüm değerlerin yüce sahibi |
19- Allah kullarındaki lütufların sahibidir. İsteyen kimse; kendini sıfatlandıranın ve tüm varlığı sapasağlam tutanın, tüm değerlerin yüce sahibinin O olduğunu anlar.
-20-
مَن كَانَ يُرِيدُ حَرْثَ الْآخِرَةِ نَزِدْ لَهُ فِي حَرْثِهِ وَمَن كَانَ يُرِيدُ حَرْثَ الدُّنْيَا نُؤتِهِ مِنْهَا وَمَا لَهُ فِي الْآخِرَةِ مِن نَّصِيبٍ
Men kâne yurîdu harsel âhireti nezid lehu fî harsih ve men kâne yurîdu harsed dunyâ nûtihî minhâ ve mâ lehu fîl âhireti min nasîb
Men kane yuridu | : kim, kimse, oldu, ister, diler, arzu eder, |
Harse | : ekin, hasat, doğuş, kazanç, işlemek, çalışmak, |
el ahireti | : sonunda |
Nezid lehu fi harsi hi | : artmak, alır, o çalışmasının karşılığını, |
ve men kane yuridu | : kim, oldu, ister, diler, arzu eder, |
Harse el dünya | : ekin, hasat, kazanç, çalışmak, dünya, yaşam, |
nûti-hi min ha | : vermek, veririz, sunarız, ona, ondan, |
ve ma lehu | : fakat, şey, ne, değil, yoktur, ona |
fî el ahireti | : sonunda, |
min nasibin | : bir nasip, pay, elde edebildiği şey |
20- Kim hakikatleri anlamayı arzular ve bir çalışma içinde olursa, o sonunda çalışmasının karşılığını alır ve kim dünyalık bir kazanç elde etmeyi isterse o da onu alır, fakat sonunda hakikatler hakkında onun bir nasibi yoktur.
-21-
أَمْ لَهُمْ شُرَكَاء شَرَعُوا لَهُم مِّنَ الدِّينِ مَا لَمْ يَأْذَن بِهِ اللَّهُ وَلَوْلَا كَلِمَةُ الْفَصْلِ لَقُضِيَ بَيْنَهُمْ وَإِنَّ الظَّالِمِينَ لَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ
Em lehum şurekâu şeraû lehum mined dîni mâ lem yezen bihillâh ve lev lâ kelimetul faslı le kudiye beynehum ve innez zâlimîne lehum azâbun elîm
Em lehum şurekau | : yoksa, onlar, ortaklar, |
şerau | : izah eden, açıkladı, yol kılan, emir, |
Lehum min el dini | : onlara, dinleri, din edindikleri, yasalar, |
Ma lem yezen | : şey, ne, değil, izin yok, ruhsat, müsaade, yetkili, |
bi hi Allah | : onda, onu, o konu hakkında, Allah |
ve lev lâ kelimetu | : olmasaydı, yok saydılar, kelime, sözler, tecelli, |
el faslı | : ayırma, bölüm, |
Le kudiye | : yapmak, işleyiş, yerine getirme, hüküm, takdir, |
beyne hum | : aralarında |
Ve inne el zâlimîne | : muhakkak, zalimler, zulüm edenler, |
Lehum azabun elim | : onlara, acı bir azaptadır, sıkıntıda |
21- Onların din diye edindikleri şey, onlara ortak koşmayı mı emrediyor? Onlar her şeyde yetkili olanın Allah olduğunu anlayamadılar ve hakikatlerin sözlerini yok saydılar ve onlar aralarında tüm varlıktaki işleyiş hakkında ayrıldılar. Muhakkak ki zalimlere acı sıkıntılar vardır.
-22-
تَرَى الظَّالِمِينَ مُشْفِقِينَ مِمَّا كَسَبُوا وَهُوَ وَاقِعٌ بِهِمْ وَالَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فِي رَوْضَاتِ الْجَنَّاتِ لَهُم مَّا يَشَاؤُونَ عِندَ رَبِّهِمْ ذَلِكَ هُوَ الْفَضْلُ الكَبِيرُ
Terez zâlimîne muşfikîne mimmâ kesebû ve huve vâkıun bihim vellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti fî ravdâtil cennât lehum mâ yeşâûne inde rabbihim zâlike huvel fadlul kebîr
Tera el zâlimîne | : görürsün, zulmedenleri, haksızlık, |
Müşfikine | : müşfik, şefkatli, sevecen, |
mimmâ kesebu | : hangi, şeyden, kazanma, edindikleri şey, |
ve huve vakıun bi him | : o vuku, olgu, olay, davranış, onların gerçeği budur |
ve ellezîne amenu | : iman edenler |
ve amilû es sâlihâti | : salih amel, dosdoğru hakk yolunda çalışanlar |
Fi ravdâti | : içinde, bahçeler, rahatlık huzur bulacağı yer, |
el cennet lehum | : cennet, huzur, onlara, |
Mâ yeşaune | : şey, ne, değil, isteyen, istemezler, |
inde rabbi him | : katında, yanında, ona ait, rabb, onlar |
Zalike huve | : işte, bu, o, |
el fadlu el kebîr | : büyük erdemlilik, fazilet, incelik, |
22- Zulmedenleri görürsün, bir şey kazanmış gibi sevinirler. Onların olguları budur. İman edenler ve dosdoğru hak yolunda çalışanlar ise, onlar huzur buldukları yerdedirler. Onlar Rabbe ait olan hakikatlerden başka bir şey istemezler. İşte büyük erdemlilik budur.
-23-
ذَلِكَ الَّذِي يُبَشِّرُ اللَّهُ عِبَادَهُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ قُل لَّا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ أَجْرًا إِلَّا الْمَوَدَّةَ فِي الْقُرْبَى وَمَن يَقْتَرِفْ حَسَنَةً نَّزِدْ لَهُ فِيهَا حُسْنًا إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ شَكُورٌ
Zâlikellezî yubeşşirullâhu ibâdehullezîne âmenû ve amilûs sâlihât kul lâ eselukum aleyhi ecren illel meveddete fîl kurbâ ve men yakterif haseneten nezid lehu fîhâ husnâ innellâhe gafûrun şekûr
Zâlike ellezi yubeşşir | : işte bu, onlara müjdeleyen, sevindiren, ümit veren |
Allah ibâde-hu | : Allah, onun kulları, |
ellezine amenu | : iman edenler, |
ve amilû es sâlihâti | : iyi çalışma, dosdoğru hakk yolunda çalışanlar |
Kul lâ eselukum | : de, sizden istemez, sormazlar, siz, |
aleyhi ecren | : ona, o halde olan, ona karşı, ücret, karşılık, |
İlla el meveddete | : sadece, ancak, vardır, sevgi, muhabbet, aşk |
fi el kurba | : içinde, yakınlık, yakın olmak, |
ve men yakterif | : kim işlerse, kararlı olursa, bulunursa, |
hasenet | : iyilik, güzellik, iyi haller, |
nezid lehu fiha | : arttırma, çoğalma, ona, |
husna | : iyilik, güzellikler, |
İnne Allah gafurun | : muhakkak Allah, bağışlayan, mağfiret eden, |
şekurun | : şükredilendir |
23- İşte bu; iman edenlerin ve dosdoğru hakk yolunda çalışanların ve Allah’ın kulu olduğunu anlayanların sevinçleridir. De ki: O halde olanlar sizden bir karşılık da istemezler, sadece bir aşk ile yakınlık içindedirler. Kim iyiliklerde bulunursa, onun güzellikleri çoğalır. Muhakkak ki Allah bağışlayandır, şükredilendir.
-24-
أَمْ يَقُولُونَ افْتَرَى عَلَى اللَّهِ كَذِبًا فَإِن يَشَأِ اللَّهُ يَخْتِمْ عَلَى قَلْبِكَ وَيَمْحُ اللَّهُ الْبَاطِلَ وَيُحِقُّ الْحَقَّ بِكَلِمَاتِهِ إِنَّهُ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ
Em yekûlûnefterâ alâllâhi kezibâ fe in yeşeillâhu yahtim alâ kalbik ve yemhullâhul bâtıla ve yuhıkkul hakka bi kelimâtih innehu alîmun bi zâtis sudûr
Em yekulune iftera | : ya da, söyleyen, konuşanlar, uydurdu, asılsız |
Ala Allah keziben | : için, karşı, Allah, yalanları aktaran, |
Fe in yeşei | : böylece, eğer, dilerse, bunda devam eden |
Allah Yahtim | : Allah, mühür, kapanır, idrak edemez, |
ala kalbi ke | : kalbi, idrak, sen, kalpleri, kalbiniz, |
ve yemhu Allah | : siler, yok eder, Allah, |
el batıla | : asılsız olan, temelsiz, batıl, boş şey, yalan |
ve yuhıkku el hakk | : gerçekleşir, hak ile, gerçek, hakikat, |
bi kelimatih | : o sözler, kelimeleri, onun |
İnne hu alim | : muhakkak, o, ilmin sahibi, ilmiyle var eden, |
bi zâti el sudûri | : gönüllerin sahibi |
24- Allah hakkında asılsız şeyler söyleyenler, yalanları aktaranlar, eğer bu hallerini devam ettirirlerse kalbleri Allah’ı idrak edemez. Allah hakkında boş şeylerin bir hükmü yoktur. Hakikatin sözlerini gerçek olarak ortaya koyan O’dur. Muhakkak ki O ilmin sahibidir, gönüllerin sahibidir.
-25-
وَهُوَ الَّذِي يَقْبَلُ التَّوْبَةَ عَنْ عِبَادِهِ وَيَعْفُو عَنِ السَّيِّئَاتِ وَيَعْلَمُ مَا تَفْعَلُونَ
Ve huvellezî yakbelut tevbete an ibâdihî ve yafû anis seyyiâti ve yalemu mâ tefalûn
ve huve ellezi yakbel | : o, ki o, kabul eden, uygunluk, |
El tevbe | : pişman olup dönen, hata yapmamak için söz veren, |
an ibâdi-hi | : kulları, kul, o |
ve yafû an el seyyiat | : affeder, günahlar, kötülük, |
ve yalemu | :ilmin sahibidir, ilmiyledir, |
ma tefalune | : yaptığınız şey, yapamazsınız, |
25- Ki O, bir yanlıştan pişman olup dönen kullarının tövbelerini kabul edendir ve günahları affedendir ve yaptığınız şeylerdeki ilmin sahibidir.
-26-
وَيَسْتَجِيبُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَيَزِيدُهُم مِّن فَضْلِهِ وَالْكَافِرُونَ لَهُمْ عَذَابٌ شَدِيدٌ
Ve yestecîbullezîne âmenû ve amilûs sâlihâti ve yezîduhum min fadlih vel kâfirûne lehum azâbun şedîd
ve yestecîbu | : icabet eden, uyan, karşılık veren, |
ellezine amenu | : iman edenler |
ve amilû es sâlihâti | : salih amel, dosdoğru hak yolunda çalışanlar |
ve yezîdu-hum | : artar, arttıran, çoğaltan, |
min fadli hi | : erdemlilik, fazilet, lütuf, |
ve el kâfirûne | : hakikati görmemezlikten gelen, kabul etmeyen |
Lehum azabun şedid | : onlar şiddetli bir sıkıntıdadır, daha fazla |
26- İman eden ve dosdoğru hakk yolunda çalışanlara karşılıklarını verendir ve onların erdemliliğini artırandır. Hakikatleri kabul etmeyenler ise, daha fazla sıkıntılardadır.
-27-
وَلَوْ بَسَطَ اللَّهُ الرِّزْقَ لِعِبَادِهِ لَبَغَوْا فِي الْأَرْضِ وَلَكِن يُنَزِّلُ بِقَدَرٍ مَّا يَشَاء إِنَّهُ بِعِبَادِهِ خَبِيرٌ بَصِيرٌ
Ve lev besetallâhur rızka li ibâdihî le begav fîl ardı ve lâkin yunezzilu bi kaderin mâ yeşâu innehu bi ibâdihî habîrun basîr
ve lev besata Allah | : eğer, genişleme, fazla, Allah, |
El rızka li ibâdi-hi | : rızk, yaşam için gerekli olan nitelikler, kullarına |
Le begav fi el ardı | : taşkınlık yapma, azgınlık, yeryüzünde- yaşamlarında |
ve lâkin yunezzilu | : fakat, indirir, sunar, |
bi kader | : bir ölçü ile |
mâ yeşâu | : şey, ne, değil, isteyen, dilek, istek, |
İnne hu bi ibâdihi | : muhakkak, o, kullarının |
habirun | : bildiren, haber veren, |
basirun | : basiret, kalbi görüş, |
27- Eğer kulların yaşayabilmesi için gerekli olan nitelikleri Allah geniş tutsaydı, yeryüzünde daha fazla taşkınlık içinde olurlardı. Fakat her şey bir ölçü ile sunulur. O’nun isteğinden başka bir şey yoktur. Muhakkak ki O kullarına hakikatleri bildirendir, basiret verendir.
-28-
وَهُوَ الَّذِي يُنَزِّلُ الْغَيْثَ مِن بَعْدِ مَا قَنَطُوا وَيَنشُرُ رَحْمَتَهُ وَهُوَ الْوَلِيُّ الْحَمِيدُ
Ve huvellezî yunezzilul gayse min badi mâ kanetû ve yenşuru rahmeteh ve huvel velîyyul hamîd
ve huvellezî yunezzilu | : o ki, indirir, sunar, veren, |
el gays | : yağmur, varlığa verilen rahmet, yardım |
min badi | : sonra, ardından, sonrası, bundan sonra, |
ma kanetu | : ümitsiz olmak, |
ve yenşuru rahmete hu | : yayar, genişletir, bol, rahmetini, o |
ve huve el veliyyu | : o, dost olan, veli, sahip, malik, dost, |
el hamidu | : tüm niteliklerin sahibi, tüm sıfatların sahibi, |
28- Ki O’dur tüm varlığa rahmetini sunan. Bundan sonra ümitsiz olmayın. O’nun rahmeti geniştir. Dost olan, tüm niteliklerin sahibi olan O’dur.
-29-
وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَثَّ فِيهِمَا مِن دَابَّةٍ وَهُوَ عَلَى جَمْعِهِمْ إِذَا يَشَاء قَدِيرٌ
Ve min âyâtihî halkus semâvâti vel ardı ve mâ besse fîhimâ min dâbbeh ve huve alâ cem’ihim izâ yeşâu kadîr
ve min âyâti-hi | : onun ayetleri, delilleri, işaretleri, |
halkı | : halkiyet, yaratılış, |
el semavat ve el ardı | : gökler, yerler |
ve mâ besse fi hima | : şey, yayıldı, dağılan, var olan, orada |
min dâbbetin | : hayvandan, canlıdan, tüm varlıklar, hareketli, yaşayan |
ve huve alâ cemi-him | : o, üzerine, için, toplama, bir araya gelme, bütün, onlar |
İzâ yeşau | : eğer, ise, olduğu zaman, isteyen, dileyen, gösteren, |
kadirun | : kudretiyle, güçlü olan, |
29- Göklerin ve yerin yaratılması ve orada varolan tüm varlıklar O’nun delilleridir ve onların bir birlik içinde olması O’nun kudretini gösterir.
-30-
وَمَا أَصَابَكُم مِّن مُّصِيبَةٍ فَبِمَا كَسَبَتْ أَيْدِيكُمْ وَيَعْفُو عَن كَثِيرٍ
Ve mâ esâbekum min musîbetin fe bi mâ kesebet eydîkum ve yafû an kesîr
ve mâ esabekum | : size bir şey isabet etse, temas, felaket, olay |
min musibet | : isabet eden şey, dokunan, değen, dert, felaket |
Fe bi mâ kesebet | : sebebiyle, kazandı, yarar |
eydi kum | : ellerinizle, yapılan şey |
ve yafû en kesirin | : affeder, çoğunu, geniş |
30- Size isabet edenler, kendi yaptığınız şeylerin karşılığıdır ve çoğu da affedilir.
-31-
وَمَا أَنتُم بِمُعْجِزِينَ فِي الْأَرْضِ وَمَا لَكُم مِّن دُونِ اللَّهِ مِن وَلِيٍّ وَلَا نَصِيرٍ
Ve mâ entum bi mucizîne fîl ard ve mâ lekum min dûnillâhi min veliyyin ve lâ nasîr
ve mâ entum | : siz değilsiniz |
bi mucizîne | : acizlik, güçsüzlük, geri bırakan, gücü yetmeyen, |
fi el ardı | : yeryüzü |
ve mâ lekum | : yoktur, size, |
min duni Allah | : Allah’tan başka |
min veliyyin | : bir dost, veli |
ve la nasirin | : yok, yardımcı |
31- Siz yeryüzünde bir acizlik içinde değilsiniz ve size Allah’tan başka bir dost ve yardımcı yoktur.
-32-
وَمِنْ آيَاتِهِ الْجَوَارِ فِي الْبَحْرِ كَالْأَعْلَامِ
Ve min âyâtihil cevâri fîl bahri kel alâm
ve min ayati hi | : onun ayetleri, işaretleri, |
el cevari | : akıcı, gemi, giden, akıp giden |
Fî el bahri ke | : içinde, sonsuzluk, deniz, bilge kişi, |
el alami | : âlem, tüm varlık, yükseklik, yüksek yerler |
32- Sonsuzluk içinde akıp giden tüm varlık O’nun ayetleridir.
-33-
إِن يَشَأْ يُسْكِنِ الرِّيحَ فَيَظْلَلْنَ رَوَاكِدَ عَلَى ظَهْرِهِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِّكُلِّ صَبَّارٍ شَكُورٍ
İn yeşe yuskinir rîha fe yazlelne revâkide alâ zahrih inne fî zâlike le âyâtin li kulli sabbârin şekûr
İn yeşe | : eğer, istek, dilek, isteseler, isteyen, arzu eden, |
yuskin | : sakin, sükûnet, hareketsiz, |
el riha | : rüzgâr, hareketli olan, esip giden, |
Fe yazlelne | : böylece olurlar, durur, |
revakide | : hareket etmeyen, sabit duran, tüm varlığı tutan |
alâ zahri-hi | : arka yüzünde, iç alem, dışta, ileri, geri, arka, sırt, o, |
İnne fi zalike le ayetin | : muhakkak ki, bunun içinde, delil, ayet, işaret |
Li kulli sabbarin | : hepsi, sabredenler için, |
şekurin | : nimetlerin sahibini bilip teslim etme |
33- Eğer isteselerdi; hareketsiz olan, hareketli olan tüm varlığa bakarlar, böylece tüm varlığın arka yüzünde varlığı tutanı anlarlardı. Muhakkak ki işte bunların içinde sabredenler için, nimetlerin sahibini bilip teslim edenler için işaretler vardır.
-34-
أَوْ يُوبِقْهُنَّ بِمَا كَسَبُوا وَيَعْفُ عَن كَثِيرٍ
Ev yûbıkhunne bimâ kesebû ve yafu an kesîr
Ev yûbık hunne | : yok olur gider, helak olmak, |
bima kesebu | : şeyler, kazanmak, edinmek, |
ve yafu an kesirin | : muaf, affeder, bağışladı, kaybolur, çoğu, kesret, |
34- Onları helake sürükleyen şey, edindikleri şeyler yüzündendir ve çoğu da affedilir.
-35-
وَيَعْلَمَ الَّذِينَ يُجَادِلُونَ فِي آيَاتِنَا مَا لَهُم مِّن مَّحِيصٍ
Ve yalemellezîne yucâdilûne fî âyâtinâ mâ lehum min mahîs
ve yaleme ellezine | : bilenler, bilirler, onlar, |
yucadillune | : mücadele eden, gayret eden, |
Fi âyâti-nâ | : ayetlerimiz için, delil, işaret, |
ma lehum min mahis | : değil, şey, ne, onlara, kaçacak yer, kurtulmak, |
35- Ayetlerimizi anlamak için gayret gösteren kimseler, hakikatleri bilenlerdir. Onlar o hakikatleri anlamaktan kaçmazlar.
-36-
فَمَا أُوتِيتُم مِّن شَيْءٍ فَمَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَمَا عِندَ اللَّهِ خَيْرٌ وَأَبْقَى لِلَّذِينَ آمَنُوا وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ
Fe mâ ûtîtum min şeyin fe metâul hayâtid dunyâ ve mâ ındallahi hayrun ve ebkâ lillezîne âmenû ve alâ rabbihim yetevekkelûn
Fe ma uti tum min şeyin | : işte böylece, size verilen şey, bir şey |
Fe matau | : meta, fayda, geçinmelik, faydalanma, |
el hayâti ed dunyâ | : dünya hayatı, yaşam, |
ve mâ inde Allah hayrun | : şey, ne, değil, katında, ona ait, Allah, hayırlı, |
ve ebkâ | : bâki, huzur veren, daha kalıcı, |
li ellezine amenu | : iman edenler için |
ve alâ rabbihim | : Rab’lerine, kendilerini vücudlandıran |
yetevekkelun | : tevekkül, sahibini bilip teslim olma |
36- Size verilen şeyler dünya hayatında geçinmeniz içindir ve bütün bunların Allah’a ait olan şeyler olduğunu bilmeniz, sizin için daha hayırlıdır ve iman edenler için gönüllerde daha kalıcı olandır ve onlar kendilerini vücudlandıranı bilip, her şeyiyle teslim olanlardır.
-37-
وَالَّذِينَ يَجْتَنِبُونَ كَبَائِرَ الْإِثْمِ وَالْفَوَاحِشَ وَإِذَا مَا غَضِبُوا هُمْ يَغْفِرُونَ
Vellezîne yectenibûne kebâirel ismi vel fevâhışe ve izâ mâ gadıbûhum yagfirûn
ve ellezîne yectenibune | : ve onlar, kaçınırlar, sakınırlar, |
kebâire el ismi | : büyük, büyüklük, günahlar |
ve el fevâhışe | : fuhuş, haddini aşan, ben benim demek, çirkinlik |
ve izâ ma gadıbu | : öfkeli, hiddetli, halde olmaz, |
hum yagfirun | : onlar, affedici, merhametli |
37- Ve onlar; günahlardan, büyüklenmekten ve haddini aşmaktan sakınırlar ve hiddetli halde olmaktan kaçınırlar, onlar affedicidirler.
-38-
وَالَّذِينَ اسْتَجَابُوا لِرَبِّهِمْ وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ وَأَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ
Vellezînestacâbû li rabbihim ve ekâmus salâte ve emruhum şûrâ beynehum ve mimmâ rezaknâhum yunfikûn
ve ellezîne istacabu | : onlar, icabet ederler, uyarlar, dönelrler, |
li rabbihim | : için, rabb, efendi, vücudlandıran, onlar |
ve ekâmu el salate | : her an salât üzere olmak, bağlılık şuuru |
ve emru-hum | : işler, çalışmalar, hüküm, onların işleri, |
şura | : şura, istişare, ortak karar almak için konuşma, |
beyne hum | : aralarında, onlar |
ve mimmâ rezakna hum | : o şeyden, rızk, sıfatlar, onlara verilen nimetler |
yunfikûne | : infak ederler, verirler, |
38- Ve onlar; hep Rabbine icabet ederler ve her an Hakk’a bağlılık şuuru üzere hareket ederler. Onlar işlerini; aralarında toplanıp konuşarak, ortak bir karar alarak yaparlar. Onlara verilen nimetlerimizin sahibini bilip infak ederler.
-39-
وَالَّذِينَ إِذَا أَصَابَهُمُ الْبَغْيُ هُمْ يَنتَصِرُونَ
Vellezîne izâ esâbehumul bagyuhum yentesırûn
ve ellezîne iza esabe hum | : onlar, isabet ettiği zaman |
el bagyu hum | : saldırı, tecavüz, haddi aşma, onlar, |
yentesırune | : yardımlaşır |
39- Onların başlarına bir şey geldiğinde, onlara bir saldırı olduğunda, onlar yardımlaşırlar.
-40-
وَجَزَاء سَيِّئَةٍ سَيِّئَةٌ مِّثْلُهَا فَمَنْ عَفَا وَأَصْلَحَ فَأَجْرُهُ عَلَى اللَّهِ إِنَّهُ لَا يُحِبُّ الظَّالِمِينَ
Ve cezâu seyyietin seyyietun misluhâ fe men afâ ve asleha fe ecruhu alâllâh innehu lâ yuhıbbuz zâlimîn
ve cezâu seyyietin | : ceza, karşılık, günah, kötülük |
Seyyietun mislu ha | : bir kötülük, misli, benzeri, eş, tıpkısı, |
Fe men afa | : sonrada kim affetti ve ıslah etti |
ve asleha | : ıslah, temizlenmek, iyileştirmek, düzeltmek, |
Fe ecru hu alâ allâhi | : böylece onun ecri, Allah’a ait, ilgili, |
inne-hu la yuhıbbu | : muhakkak ki, doğrusu, o, yok sevgi, aşk, muhabbet |
el zalimin | : zalimler, zulümde olan, kötülük içinde olan |
40- Bir kötülüğün karşılığı onun benzeri bir kötülüktür. Fakat kim affederse ve hatasını anlar kendini düzeltirse, böylece onun ecri Allah’a aittir. Muhakkak ki o zalimlerde ise bir sevgi yoktur.
-41-
وَلَمَنِ انتَصَرَ بَعْدَ ظُلْمِهِ فَأُوْلَئِكَ مَا عَلَيْهِم مِّن سَبِيلٍ
Ve le men intesare bade zulmihî fe ulâike mâ aleyhim min sebîl
ve le men intesare | : kim, zafer, kazanma, yardım, sonra zulme, ona |
bade zulmi hi | : sonra, daha sonra, ardından, zulüm, ona |
Fe ulaike | : böylece, artık, işte onlar |
mâ aleyhim min sebil | : olmaz, onlara, hakikat yolu, bir yol |
41- Kim yardım eder sonra da zulüm ederse, işte bu halde olanların hakikate giden bir yolu olmaz.
-42-
إِنَّمَا السَّبِيلُ عَلَى الَّذِينَ يَظْلِمُونَ النَّاسَ وَيَبْغُونَ فِي الْأَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ أُوْلَئِكَ لَهُم عَذَابٌ أَلِيمٌ
İnnemes sebîlu alellezîne yazlimûnen nâse ve yebgûne fîl ardı bi gayril hakk ulâike lehum azâbun elîm
İnnemâ el sebilu | : ancak, fakat, yol, gittiği yol, |
ala ellezine | : üzerine, karşı, için, o kimseler, |
yazlimune en nâse | : haksızlı edenler, zulüm eden, insanlar |
ve yebgûne fi el ardı | : zorbalık yapan, isteyen, yeryüzünde |
bi gayri el hakkı | : dışında, başka, haksız yere, hakkın dışına çıkan, |
Ulâike lehum azabun elim | : işte onlar, acı bir sıkıntıdadır |
42- İnsanlara haksızlık eden kimselerin gittiği yolda ve yeryüzünde zorbalık yapanlara, hakikatten başka şeyler içinde olanlara, işte onlara acı sıkıntılar vardır.
-43-
وَلَمَن صَبَرَ وَغَفَرَ إِنَّ ذَلِكَ لَمِنْ عَزْمِ الْأُمُورِ
Ve le men sabere ve gafere inne zâlike le min azmil umûr
ve le men sabere | : gerçekten, elbette, kim sabreder |
ve gafere | : bağışlar, af eder |
İnne zalike | : doğrusu, muhakkak, işte bu, o, |
le min azmi el umur | : elbette, gerçekten, büyük bir iş, özellik |
43- Gerçekten kim sabreder ve bağışlayıcı olursa, muhakkak ki işte bu elbette büyük bir özelliktir.
-44-
وَمَن يُضْلِلِ اللَّهُ فَمَا لَهُ مِن وَلِيٍّ مِّن بَعْدِهِ وَتَرَى الظَّالِمِينَ لَمَّا رَأَوُا الْعَذَابَ يَقُولُونَ هَلْ إِلَى مَرَدٍّ مِّن سَبِيلٍ
Ve men yudlilillâhu fe mâ lehu min velîyin min badih ve terez zâlimîne lemmâ reevul azâbe yekûlûne hel ilâ mereddin min sebîl
ve men yudlili Allah | : kim, kimse, dalalet, doğru yoldan çıkmak, Allah |
Fe mâ lehu min veliyin | : işte, bundan sonra, onun için yoktur, bir dost |
min badi-hi | : ondan sonra, bundan sonra |
ve terâ el zalimin | : görürsün, zulüm edenleri |
Lemmâ reevu el azabe | : gördükleri zaman, oldukları, sıkıntı, azap, |
Yekûlûne | : derler, |
hel ila mereddin | : var mı, meret, sıkıntı, kurtuluş yolu |
Min sebilin | : bir yol, |
44- Kim Allah’ın doğru yolundan çıkarsa, işte bundan sonra onun bir dostu olmaz. Zulüm edenleri görürsün ki, onlar bir azap gördükleri zaman derler ki: Bu sıkıntıdan bir kurtuluş yolu var mı?
-45-
وَتَرَاهُمْ يُعْرَضُونَ عَلَيْهَا خَاشِعِينَ مِنَ الذُّلِّ يَنظُرُونَ مِن طَرْفٍ خَفِيٍّ وَقَالَ الَّذِينَ آمَنُوا إِنَّ الْخَاسِرِينَ الَّذِينَ خَسِرُوا أَنفُسَهُمْ وَأَهْلِيهِمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ أَلَا إِنَّ الظَّالِمِينَ فِي عَذَابٍ مُّقِيمٍ
Ve terâhum yuredûne aleyhâ hâşiîneminez zulli yenzurûne min tarfin hafîy ve kâlellezîne âmenû innel hâsirînellezîne hasirû enfusehum ve ehlîhim yevmel kıyâmeh e lâ innez zâlimîne fî azâbin mukîm
ve terâ hum | : görürsün, onlar, o halde olanlar, |
yuredune | : reddeden, teklif, arz, sunma |
Aleyhâ haşine | : ona, boynu bükük, alçalma, uzaklaşma, |
Min el zulli | : zillet, gölge, gaflet |
yenzurune | : bakarlar, bakıp göremeyen, |
Min tarfin hafiy | : taraf, kendi anlayışı, çıkarı, bakış, gizli, saklı, sinsi, |
ve kâle ellezine amaneu | : dedi, iman edenler |
İnne el hasirin | : muhakkak, kayıp, hüsran, başarısız, |
ellezine hasir | : hüsranda olanlar, kaybedenler, başarısız, |
enfuse-hum | : kendileri |
ve ehli him | : aile, yakın, ehil olan, onlar |
yevme el kıyâmeti | : zaman, dirilik, hakikatin ortaya çıkışı, ölünceye kadar |
e lâ inne el zalimin | : muhakkak zalimler, kötülük yapanlar |
Fî azabin | : içinde, sıkıntı, azap, |
mukimin | : devamlı, yerleşik, ikame, hep o halde bulunmak, |
45- O halde olanları görürsün ki; onlar gaflete boyun eğmiş, hakikatleri reddeden durumundadırlar, sinsi bir halde kendi çıkarlarına göre bakarlar. İman edenler der ki: Muhakkak ki kaybedenler; kendilerine de ve yakınlarını da, ölünceye kadar kaybettiren kimselerdir. Muhakkak ki zalimlerin durduğu yer, hep azabın içinde olmak değil midir?
-46-
وَمَا كَانَ لَهُم مِّنْ أَوْلِيَاء يَنصُرُونَهُم مِّن دُونِ اللَّهِ وَمَن يُضْلِلِ اللَّهُ فَمَا لَهُ مِن سَبِيلٍ
Ve mâ kâne lehum min evliyâe yensurûnehum min dûnillâh Ve men yudlilillâhu fe mâ lehu min sebîl
ve mâ kâne lehum | : olmadı, yoktur, onların |
min evliya | : bir dost, dostları, |
yensurûne-hum | : onlara yardım eder |
min dûni allâhi | : Allah’tan başka |
ve men yudlili Allah | : kim, hakikatlerinin dışına çıkan, yoldan çıkan, Allah |
Fe mâ lehu min sebil | : artık, değil, yok, ona, hakikate giden bir yol |
46- Onlara Allah’tan başka yardım edecek dostları da olmaz. Allah yolundan ayrılan bir kimse, artık o hakikatin yolunda değildir.
-47-
اسْتَجِيبُوا لِرَبِّكُم مِّن قَبْلِ أَن يَأْتِيَ يَوْمٌ لَّا مَرَدَّ لَهُ مِنَ اللَّهِ مَا لَكُم مِّن مَّلْجَأٍ يَوْمَئِذٍ وَمَا لَكُم مِّن نَّكِيرٍ
İstecîbû li rabbikum min kabli en yetiye yevmun lâ meredde lehu minallâh mâ lekum min melcein yevme izin ve mâ lekum min nekîr
İstecîbû | : icabet edin, uyun, |
li rabbi kum | : rabbinize |
min kabli en yetiye | : den önce, gelmeden, gelmesi, |
yevmun | : gün, zaman, vakit, an |
lâ meredde lehu | : kaçınılmaz, ölüm günü, ölüm vakti |
min Allâh | : Allah’tan, Allah tarafından, size olmaz |
ma lekum | : değil, şey, ne, size, size olmaz, |
min melcein | : bir sığınak, kurtulacak yer, |
Yevme izin | : gün, vakit, zaman, her an, yetkili, icazet, |
ve mâ lekum min nekirin | : değil, siz, olmayın, bir inkâr, |
47- O ölüm vakti size gelmeden önce sizi vücudlandırana icabet edin. Size hiçbir zaman Allah’tan başka sığınacak bir yer yoktur ve siz bir inkâr içinde olmayın.
-48-
فَإِنْ أَعْرَضُوا فَمَا أَرْسَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَفِيظًا إِنْ عَلَيْكَ إِلَّا الْبَلَاغُ وَإِنَّا إِذَا أَذَقْنَا الْإِنسَانَ مِنَّا رَحْمَةً فَرِحَ بِهَا وَإِن تُصِبْهُمْ سَيِّئَةٌ بِمَا قَدَّمَتْ أَيْدِيهِمْ فَإِنَّ الْإِنسَانَ كَفُورٌ
Fe in aredû fe mâ erselnâke aleyhim hafîzâ in aleyke illel belâgu ve innâ izâ ezaknal insâne minnâ rahmeten feriha bihâ ve in tusibhum seyyietun bi mâ kaddemet eydîhim fe innel insâne kefûr
Fe in aredu | : bundan sonra, eğer, yüz çevirme, uzaklaşma |
Fe mâ ersel nâ ke | : değil, göndermek, bildirmek, biz, sen, |
aleyhim hafız | : onlara, üzerlerine, koruyucu, muhafaza eden, |
in aleyke el belagu | : sadece, senin vazifen, tebliğ, açıklamak, |
ve innâ iza ezakna | : doğrusu biz, olduğunda, tatmak, hissetme, |
el insane | : insan, |
minnâ rahmeten | : bizden, bir rahmet, , |
feriha biha | : ferah, rahatlık, huzur, sevinme, onunla |
Ve in tusib hum seyyietun | : şayet onlara isabet eder, bir kötülük |
bi-mâ kaddemet eydi him | : sebebiyle, kendi elleriyle yaptıklarından dolayı |
Fe inne el insane | : işte o zaman, insan, |
kefurun | : görmemezlikten gelir örter, |
48- Bundan sonra eğer hakikatlerden yüz çevirirlerse; sen onları koruyacak, Bizi zorla bildirecek değilsin. Sen sadece hakikatleri tebliğ et. İnsanlar rahmetimizden bir şey hissettiği zaman ona sevinir ve şayet kendi elleriyle yaptığı şeyler sebebiyle ona kötülük isabet etse, işte o zaman insan hakikatleri görmemezlikten geliverir.
-49-
لِلَّهِ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ يَخْلُقُ مَا يَشَاء يَهَبُ لِمَنْ يَشَاء إِنَاثًا وَيَهَبُ لِمَن يَشَاء الذُّكُورَ
Lillâhi mulkus semâvâti vel ard yahluku mâ yeşâu yehebu li men yeşâu inâsen ve yehebu li men yeşâuz zukûr
li allâhi mulku | : Allah’ındır, mülk, hükümranlık, |
el semavat vel ard | : gökler ve yer |
Yahluku | : halk edendir, yaratır, var eder, |
ma yeşau | : şey, ne, değil, ister, diler |
yehebu | : bağışlama, ihsan, verir, hibe, |
li men yeşau | : kim, diler, istek, irade, |
inasen | : dişilik, kızlar, |
ve yehebu | : hibe eder, bağışlar, ihsan eder, verir, |
li men yeşau | : kim, ister, diler, irade eder, |
el zukura | : erkek, zeker, eril |
49- Göklerin ve yerin hükümranı Allah’tır, dilediği şeyi halkedendir. Kimine dişilik ihsan edilmesi O’nun iradesindendir ve kimine erkeklik ihsan edilmesi O’nun iradesindendir.
-50-
أَوْ يُزَوِّجُهُمْ ذُكْرَانًا وَإِنَاثًا وَيَجْعَلُ مَن يَشَاء عَقِيمًا إِنَّهُ عَلِيمٌ قَدِيرٌ
Ev yuzevvicuhum zukrânen ve inâsâ ve yecalu men yeşâu akîmâ innehu alîmun kadîr
Ev yuzevvicu hum | : çift, eş olan, beraberlik, bir arada, zevc, onlar |
Zukrânen ve inasen | : erkek ve dişiler |
ve yecalu | : sunar, verir, kılar, yapar |
men yeşau | : kim, kimse, ister, isteyen, |
akime | : steril, arınma, neticesiz, boş, hakikatten uzak |
inne-hu alimun | : muhakkak ki o, ilmiyle var edendir, ilmin sahibi, |
kadirun | : kudret, güç |
50- Erkek ve dişi, onları eş olarak bir arada bulunduran O’dur. Hakikatten uzakken hakikati anlamayı isteyen kimseye ilmini sunar. Muhakkak ki O ilmiyle gücünü gösterendir.
-51-
وَمَا كَانَ لِبَشَرٍ أَن يُكَلِّمَهُ اللَّهُ إِلَّا وَحْيًا أَوْ مِن وَرَاء حِجَابٍ أَوْ يُرْسِلَ رَسُولًا فَيُوحِيَ بِإِذْنِهِ مَا يَشَاء إِنَّهُ عَلِيٌّ حَكِيمٌ
ve mâ kâne li beşerin en yukellimehullâhu illâ vahyen ev min verâi hıcâbin ev yursile resûlen fe yûhıye bi iznihî mâ yeşâu innehu aliyyun hakîm
ve mâ kâne li beşerin | : yoktur, olmaz, bir beşer, insan |
en yukellime-hu Allah | : onunla konuşması, Allah |
İllâ ve hay | : ancak, hay, diri, vahiy, bildirir, |
ev min verai hicab | : yada, veya, varlık perdesinin ardından, |
Ev yursile | : veya gönderilen, bildiren, ortaya çıkan, irsal, |
fe yuhiye | : böylece, gösteren, artık, vahy, bildiren, diri olan, |
bi izni-hi | : izni ile, yetkili, icazet, o, |
ma yeşau | : ne, şey, değil, ister, diler, arzu eder, var ettiği her şey |
inne-hu aliyyun | : muhakkak ki o, ilmiyle yüce olan, |
hakim | : hüküm hikmet sahibi, hâkim olan, |
51- Allah’ın bir insan ile konuşması olmaz. O varlık perdesinin ardından veya ortaya çıkıp duran her varlıktan her an hakikatleri bildirir. Öyle ki O, yetkisini varettiği her şeyden her an gösterir. Muhakkak ki O, ilmiyle yüce olandır, tüm varlığa hâkim olandır.
-52-
وَكَذَلِكَ أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ رُوحًا مِّنْ أَمْرِنَا مَا كُنتَ تَدْرِي مَا الْكِتَابُ وَلَا الْإِيمَانُ وَلَكِن جَعَلْنَاهُ نُورًا نَّهْدِي بِهِ مَنْ نَّشَاء مِنْ عِبَادِنَا وَإِنَّكَ لَتَهْدِي إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ
Ve kezâlike evhaynâ ileyke rûhan min emrinâ mâ kunte tedrî mel kitâbu ve lel îmânu ve lâkin cealnâhu nûren nehdî bihî men neşâu min ibâdinâ ve inneke le tehdî ilâ sırâtın mustekîm
ve kezâlike | : işte böylece, işte, |
ev hay na ileyke | : diri olan, bildirdik, gösterdik, sen, sana |
Ruhan | : ruh, öz, tüm varlığın geldiği kaynak, hulasa, |
min emri-na | : emrimiz, işimiz, işleyişimiz, hüküm, |
mâ kunte tedri | : bilmiyordun, idrak etmiyordun |
ma al kitabu | : değil, şey, ne, kitap nedir |
ve lâ imanu | : olmaz, değil, yok, iman, |
ve lâkin ceal na hu | : fakat, lakin, işte, yaptık, kıldık, düzenledik, o |
nuren | : nur, aydınlık, hakikatler, |
nehdi | : biz, kılavuz, yol gösteririz, |
bihi men neşau | : onunla, hakikatlerimiz, ona, kim, kimse, isteriz, dileriz |
min ibadi na | : kulluk, bir kul, biz, |
ve inne-ke | : muhakkak sen, |
le tehti | : elbette, huda, ulaşmak, yönelten, kılavuz, sevk eden, |
İla sırâtın mustekîmin | : dosdoğru hakikatin yoluna |
52- İşte sende diri olan Biziz. Tüm varlıktaki işleyişimiz Ruhumuzdan gelir. Sen kitap nedir bilmiyordun ve imanın da yoktu. İşte sen, tüm varlığı nurumuzla düzenlediğimizi anladın. Kim; Bizim kulumuz olduğunu, irademizi anlamayı isterse, o hakikatlerimizle yol gösterici olduğumuzu anlar. Muhakkak ki sen, elbette o dosdoğru hakikatin yoluna sevk edensin.
-53-
صِرَاطِ اللَّهِ الَّذِي لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ أَلَا إِلَى اللَّهِ تَصِيرُ الأمُورُ
Sırâtıllâhillezî lehu mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ard e lâ ilâllâhi tesîrul umûr
sırâtı Allâh | : yol, ona giden yol, Allah |
Ellezî lehu | : ki onundur |
fi el semevat | : göklerdekiler, göklerde olan |
ve ma fi el ard | : bütün her şey, ne varsa, yerde olan, |
e lâ ila Allah | : değil mi, yok, Allah |
tesir el umur | : olup duran işler, varlıkta olan işleyiş, döner, dolaşır, |
53- Göklerde olan ve yerde olan ne varsa, her şey Allah’ın yoludur. Tüm varlıkta her an olan işleyiş Allah’a ait değil midir?