TÂ-HÂ SÛRESİ
-1-
طه
Tâ, hâ
Tâ hâ | : Halkiyet, tecelliler, zat, hu, |
1- Tâ, Hâ
-2-
مَا أَنزَلْنَا عَلَيْكَ الْقُرْآنَ لِتَشْقَى
Mâ enzelnâ aleykel kurâne li teşkâ
mâ enzel-nâ aleyke | : sunmadık, indirmedik, sana, sen |
El kuran | : ilahi kelime, kâinat kitabı, okunan şey, |
li teşka | : güçlük, sıkıntı, şaki, ikilik, şüphe, öfke, benlik, |
2- Sana kâinat kitabını ikiliğe düşüp sıkıntılarda kalman için sunmadık.
-3-
إِلَّا تَذْكِرَةً لِّمَن يَخْشَى
İllâ tezkireten li men yahşâ
İlla tezkireten | : ancak, öğüt, anlamak, anmak, hatırlamak, tekrarlamak |
li men yahşa | : kimse için, saygı duyan, huşu, alçak gönüllü, tevazü, |
3- Ancak düşünüp hakikatleri anlaman, tevazu içinde olan kimselerden olman için sunduk.
-4-
تَنزِيلًا مِّمَّنْ خَلَقَ الْأَرْضَ وَالسَّمَاوَاتِ الْعُلَى
Tenzîlen mimmen halakal arda ves semâvâtil ulâ.
Tenzîlen | : indirilen, kısım kısım sunmak, bir kısmını açığa çıkarmak |
mimmen halaka | : kimse, nesne, halkedilen, yaratma, varoluş |
El ard ve el semavat | : yer ve gök, ulvi âlem, |
el ula | : yüce, ulu, yüksek, sonsuz |
4- Kısım kısım açığa çıkan her şey, yeri ve sonsuz semayı halk edendendir.
-5-
الرَّحْمَنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى
Er rahmânu alel arşistevâ.
el rahman | : varlığı rahmetiyle saran, nuruyla saran, |
ala el arş | : arş, her yer, |
isteva | : istikamet, kuşatma, sarma |
5- Nuruyla bütün her yeri sarandır.
-6-
لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا وَمَا تَحْتَ الثَّرَى
Lehu mâ fis semâvâti ve mâ fîl ardı ve mâ beynehumâ ve mâ tahtes serâ
Lehu mâ fî es semâvâti | : onundur, semalar da ne varsa |
ve mâ fî el ardı | : yeryüzünde ne varsa |
ve mâ beyne-humâ | : onlarda olan şeyler |
ve mâ tahte el serâ | : altında, toprağın, |
6- Göklerde ve yerde ne varsa ve onlarda olan her şey ve toprağın altındaki şeyler de hep O’nundur.
-7-
وَإِن تَجْهَرْ بِالْقَوْلِ فَإِنَّهُ يَعْلَمُ السِّرَّ وَأَخْفَى
Ve in techer bil kavli fe innehu yalemus sirre ve ahfâ.
ve in techer | : aleni, sesli, yüksek sesli, açıkça, açıkladığın, |
bi el kavli | : söz, söylemek, hakikatleri anlatmak, bilgiler, |
Fe inne-hu yalemu | : sonra, ya da, muhakkak o, ilmin sahibi |
El sirre | : görünmeyen, sır, bilmediğin, gizli hakikat, |
ve ahfâ | : açıkta olmayan, gizli, bilinmeyen, manası kapalı, |
7- Senin açıkladığın bilgilerdeki, ya da görünmeyen ve bilinmeyen her şeydeki ilmin sahibi muhakkak ki O’dur.
-8-
اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ لَهُ الْأَسْمَاء الْحُسْنَى
Allâhu lâ ilâhe illâ huve, lehul esmâul husnâ.
Allâh la ilahe illa huve | : Allah, ilah yoktur, o vardır |
Lehu el esmâu | : onun, isimler, tecelliler, işaretler, |
el husnâ | : onun, güzellikler, iyi olan, |
8- Allah’tan başka bir güç yoktur. İsimlerdeki güzellikler O’nundur.
-9-
وَهَلْ أَتَاكَ حَدِيثُ مُوسَى
Ve hel etâke hadîsu mûsâ.
ve hel etake | : geldi mi, sunuldu, geldi değil mi? |
hadis Mûsâ | : söz, bilgisi, haber, hikâye, olay, Mûsâ |
9- Mûsâ’nın yaşadığı olayların bilgisi sana geldi değil mi?
-10-
إِذْ رَأَى نَارًا فَقَالَ لِأَهْلِهِ امْكُثُوا إِنِّي آنَسْتُ نَارًا لَّعَلِّي آتِيكُم مِّنْهَا بِقَبَسٍ أَوْ أَجِدُ عَلَى النَّارِ هُدًى
İz reâ nâren fe kâle li ehlihimkusû innî ânestu nâren leallî âtîkum minhâ bi kabesin ev ecidu alen nâri hudâ
iz reâ naren | : gördüğünde, anladı, nur, ateş, aydınlık, yüce olan, |
Fe kâle ehli hi | : böylece, dedi, ailesine, ehline, |
umkusu | : beklemek, durmak, anlamak için beklemek, |
İnnî anestu | : muhakkak ki ben, gördüm, fark ettim, |
naren | : ışık, nur, ateş |
Lealli atikum | : umulur ki, size getiririm, |
minha kabes | : ondan bir kor, öğrenmek, öğretmek, bilgiye ulaşmak |
Ev ecidu | : ya da, bulurum, rastlarım |
ala en nar huden | : nur üzere, nur hakkında, bir yol, |
10- Bir nurun varlığını anladığında, ailesine demişti ki: O nuru anlamak için bekleyin, fark ettiğim o nurdan umarım ki size bir bilgi getiririm ya da o nur üzere bir yol bulurum.
-11-
فَلَمَّا أَتَاهَا نُودِي يَا مُوسَى
Fe lemmâ etâhâ nûdiye yâ mûsâ
fe lemmâ etaha | : böylece, oraya geldiğinde, ulaştığında, |
nudiye ya Mûsâ | : nida edildi, duydu, seslenildi, Mûsâ |
11- Böylece o nura ulaştığında, o kutsal nidayı işitti: Ey Mûsâ!
-12-
إِنِّي أَنَا رَبُّكَ فَاخْلَعْ نَعْلَيْكَ إِنَّكَ بِالْوَادِ الْمُقَدَّسِ طُوًى
İnnî ene rabbuke fehla naleyk inneke bil vâdil mukaddesi tuvâ
İnnî ene rabb ke | : muhakkak ki ben, senin Rabbinim, vücudlandıran, |
Fehla naley-ke | : artık, bırak, nalın, sana ait olan, nisbet ettiklerin, dünya meyli |
inne-ke bi el vadi | : elbette sen, vadi, yer, yol, tarz, usûl, |
el mukaddesi | : mukaddes, kutsal, temiz, pak, değerli, |
tuva | : övülmüş, sena edilmiş, değerli, toplama, birlik yolu, |
12- Seni vücudlandıran şüphesiz Benim. Artık dünyaya olan meylini, kendine nispet ettiklerini bırak. Elbette sen, mukaddes bir yol olan birlik yolu üzeresin.
-13-
وَأَنَا اخْتَرْتُكَ فَاسْتَمِعْ لِمَا يُوحَى
Ve enahtertuke festemi li mâ yûhâ.
ve ene ahtertu-ke | : ben, seçmek, aramak, tercih, sen beni aradın |
fe istemi | : öyleyse dinle, kulak ver, işit, anla, |
li ma yuha | : vahyolunan şey, sunulan, işaretler, hız, |
13- Sen Beni bir arayışla aradın. Öyleyse tüm kâinattan vahyolunan şeyi dinle.
-14-
إِنَّنِي أَنَا اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا أَنَا فَاعْبُدْنِي وَأَقِمِ الصَّلَاةَ لِذِكْرِي
İnnenî enallâhu lâ ilâhe illâ ene fa’budnî ve ekımis salâte li zikrî.
inne-nî ene Allah | : muhakkak ben, Allah’ım, el lah, görünmeyen güç, |
lâ ilâhe illa ene | : ilâh yoktur, ben varım |
fe abud-nî | : bundan sonra, öyleyse bana kul ol |
ve ekımı el salat | : her an salât üzere ol, bağlılık şuuru, birlik, |
li zikri | : zikir içinde, anmak, anlatmak, |
14- İlah yoktur, sadece Ben varım, muhakkak ki ben Allah’ım. Bundan sonra Benim kulum olduğunu bil ve her an Bana bağlı olmanın şuuruyla hareket et. Hakikatleri anlama, anma içinde ol.
-15-
إِنَّ السَّاعَةَ ءاَتِيَةٌ أَكَادُ أُخْفِيهَا لِتُجْزَى كُلُّ نَفْسٍ بِمَا تَسْعَى
İnnes sâate âtiyetun ekâdu uhfîhâ li tuczâ kullu nefsin bimâ tesâ
İnne el saat atiyetun | : muhakkak, o vakit, o zaman, saat, gelecek |
Ekadu | : oldu, iste, çalış, takdir, istek |
uhfi ha | : gizli, içinde olan güç, görünmeyen, o |
li tuczâ | : için, karşılık, aradığının karşılığı, |
kullu nefsin | : bütün nefisler, herkes, |
bima tesa | : gayreti çalışma, arama, arayış |
15- Muhakkak ki hakikati anlayacağın o vakit gelecektir. Aradıklarına karşılık bulmak için, içindeki o gücü anlamaya çalış. Herkes hakikatleri anlamak için gayret göstersin.
-16-
فَلاَ يَصُدَّنَّكَ عَنْهَا مَنْ لاَ يُؤْمِنُ بِهَا وَاتَّبَعَ هَوَاهُ فَتَرْدَى
Fe lâ yesuddenneke anhâ men lâ yuminu bihâ vettebea hevâhu fe terdâ
Fe la yesuddenne ke anha | : bundan sonra seni alıkoymasın, engel, ondan |
men la yuminu biha | : inanmayan kimse, ona |
ve ittebea heva hu | : tâbi oldu, hevalarına, çıkarına, boş şeylere |
Fe terdâ | : bozulma, yazık olmak, kötüleşir, helak olmak, |
16- O hakikatlere inanmayan kimseler ve hevalarına tâbi olanlar, seni hakikatlerin arayışından alıkoymasın, yoksa kendine yazık edersin.
-17-
وَمَا تِلْكَ بِيَمِينِكَ يَا مُوسَى
Ve mâ tilke bi yemînike yâ mûsâ.
ve mâ tilke | : şey, ne, değil, nedir, |
bi yeminike | : sağ, sağlamlık, doğru, gerçek, sağ el, |
ya Mûsâ | : ya Mûsâ |
17- Doğru diye bilip taşıdığın o şey nedir ya Mûsâ?
-18-
قَالَ هِيَ عَصَايَ أَتَوَكَّأُ عَلَيْهَا وَأَهُشُّ بِهَا عَلَى غَنَمِي وَلِيَ فِيهَا مَآرِبُ أُخْرَى
Kâle hiye asây etevekkeu aleyhâ ve ehuşşu bihâ alâ ganemî ve liye fîhâ meâribu uhrâ.
Kâle hiye asaye | : dedi, asamdır, bilip taşıdığım, bildiklerim, deynek |
Etevekkeu aleyha | : dayanırım, yaslanırım, hareket ederim, ona, onunla |
ve ehuşşu bi ha | : kırılgan, dökülen, beslenme, fikir, zekâ, onunla, |
ala ganem | : koyun, davar, ganimet, yaşam için gerekli nimet |
ve liye fiha | : benim için, onda, |
mearibu uhra | : fayda, yarar, daha başka |
18- Dedi ki: Benim bilip taşıdığımdır, dayanağımdır ve onunla yaşam için gerekli nimetlere ulaşırım, benim için onda başka faydalar da vardır.
-19-
قَالَ أَلْقِهَا يَا مُوسَى
Kâle elkıhâ yâ mûsâ
Kâle elkı ha | : dedik, bildirdik, onu at, bırak, terk et, |
ya Mûsâ | : ey, ya, ya Mûsâ |
19- O bilip taşıdıklarını bırak ya Mûsâ, diye bildirdik.
-20-
فَأَلْقَاهَا فَإِذَا هِيَ حَيَّةٌ تَسْعَى
Fe elkâhâ fe izâ hiye hayyetun tesâ
Fe elke ha | : böylece, bıraktı, attı, onu, böylece, o zaman, o |
fe iza hiye | : böylece, artık, o zaman, o, |
Hayyetun | : yaşayan, yaşam, canlılık, dirilik, terzi, yılan, hayvanlaşma |
tesa | : arayış, arayan, isteyen, hareket eden, iktidar, güç, |
20- Böylece o bilip taşıdıklarını bıraktı. Artık o yaşamın hakikatini arayan olmuştu.
-21-
قَالَ خُذْهَا وَلَا تَخَفْ سَنُعِيدُهَا سِيرَتَهَا الْأُولَى
Kâle huzhâ ve lâ tehaf se nuîduhâ sîretehel ûlâ.
Kâle huz ha | : dedik, almak, çekmek, ara, gir, iste, |
ve la tehaf | : çekinme, korkma, |
se nuidu-hâ | : vereceğiz, yapacağız, sunacağız, onu döndüreceğiz |
sirete-hâ | : iç yüzü, iç alem, suretin manası, durumu, |
el ula | : ilk, birinci |
21- Bildirdik: O hakikatleri ara ve hiç korkmadan arayışına devam et. Görünen âlemin ilk doğduğu kaynağın o hakikatini sana sunacağız.
-22-
وَاضْمُمْ يَدَكَ إِلَى جَنَاحِكَ تَخْرُجْ بَيْضَاء مِنْ غَيْرِ سُوءٍ آيَةً أُخْرَى
Vadmum yedeke ilâ cenâhıke tahruc beydâe min gayri sûin âyeten uhrâ.
Vadmum yedeke | : gir, koy, sok, içine gir, anla, elini, gücünü, |
ila cenahıke | : kanat, kol, sıfat, bağlandığın yer |
Tahruc beydea | : çıkar, dışarı, beyaz, tertemiz, anlam, |
min gayri suin | : gayrı, fena, kötü, fenalardan geçmek, |
Ayeten uhra | : ayetler, işaret, delil, başka, diğer, |
22- İçindeki seni vareden bağlı olduğun o gücü anla. Diğer delillerimizle fenalardan geçerek o gücü tertemiz bir halde ortaya çıkar.
-23-
لِنُرِيَكَ مِنْ آيَاتِنَا الْكُبْرَى
Li nuriyeke min âyâtinel kubrâ.
li nuriye-ke | : nuru, aydınlığı, sana göstermemiz için |
min ayati na | : ayetlerimiz, işaretlerimiz, delillerimiz |
el kubrâ | : büyük, yüce, ulu, |
23- Sen ayetlerimizin yüceliğini anlayıp nurumuz üzere ol.
-24-
اذْهَبْ إِلَى فِرْعَوْنَ إِنَّهُ طَغَى
İzheb ilâ firavne innehu tagâ.
İzheb ila firavne | : git, firavuna, kibirli olan, |
İnne hu taga | : elbette, şüphesiz, o, hadi aşan, büyüklük taslayan |
24- Meâli 1: “Firavuna git, şüphesiz o büyüklük taslayanlardandır.”
24- Meâli 2: “Firavunluğunu yok et, şüphesiz o hâl büyüklük, kibir, taşkınlık, haddi aşma halleridir.”
-25-
قَالَ رَبِّ اشْرَحْ لِي صَدْرِي
Kâle rabbişrah lî sadrî
Kale rabbi | : dedi, rabbim, |
işrah | : genişlet, aç, hakikatleri şerh et, |
li sadr | : gönlümü |
25- Dedi ki: Rabbim hakikatlerinle gönlümü genişlet.
-26-
وَيَسِّرْ لِي أَمْرِي
Ve yessir lî emrî
ve yessir | : kolaylaştır, anlamamı sağla, |
li emri | : işleyişini, emir, hüküm, yasa, |
26- İşleyişini anlamamı sağla.
-27-
وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِّن لِّسَانِي
Vahlul ukdeten min lisânî.
Vahlu | : çöz, düzelt, akıcılık ver, konuşma izni |
el ukdeten | : tutukluk, karışık, düğüm, konuşma yasağı |
min lisani | : konuşma, dil, lisanımı, |
27- Hakikatlerini anlatmam için konuşmama netlik, akıcılık ver.
-28-
يَفْقَهُوا قَوْلِي
Yefkahû kavlî.
Yefkahû kavli | : anlasınlar, idrak etsinler, sözlerimi |
28- Sözlerimi anlasınlar.
-29-
وَاجْعَل لِّي وَزِيرًا مِّنْ أَهْلِي
Vecal lî vezîren min ehlî.
Ve eceal li vezir | : kıl, yap, yardımcı, vezir, |
min ehli | : ehlimden, ailemden |
29- Ehlimden bana bir yardımcı kıl.
-30-
هَارُونَ أَخِي
Hârûne ahî.
Hârûne ahi | : Hârûn, hara ait, kelam sevgisi, kardeşim |
30- Kardeşim Hârûn’u.
-31-
اشْدُدْ بِهِ أَزْرِي
Uşdud bihî ezrî.
Uşdud bihi ezri | : kuvvetlendir, artır, onunla, gücümü |
31- Onunla gücümü artır.
-32-
وَأَشْرِكْهُ فِي أَمْرِي
Ve eşrikhu fî emrî.
ve eşrik-hu | : yardımcı, ortak, onu ortak kıl, |
fi emri | : işleyiş, işimde, görevimde, hüküm, |
32- İşleyişini anlatmamda onu bana ortak kıl.
-33-
كَيْ نُسَبِّحَكَ كَثِيرًا
Key nusebbihake kesîrâ
Key nusebbiha ke | : ki, için, tesbih, anmak, fiil sıfat zatının hakikatleri, seni, |
kesiren | : çok, çeşitli, geniş, bol, |
33- Ki böylece seni daha çok analım.
-34-
وَنَذْكُرَكَ كَثِيرًا
Ve nezkureke kesîrâ
ve nezkure ke | : zikretmek, hatırlamak, anlatmak, seni, |
kesiren | : daha çok |
34- Ve seni daha çok hatırlayalım.
-35-
إِنَّكَ كُنتَ بِنَا بَصِيرًا
İnneke kunte binâ basîrâ
inne-ke kunte bina | : muhakkak ki sensin, bize |
basiren | : basiret veren, anlama yeteneği, içini dışını bildirme |
35- Muhakkak ki sensin bize basiret veren.
-36-
قَالَ قَدْ أُوتِيتَ سُؤْلَكَ يَا مُوسَى
Kâle kad ûtîte suleke yâ mûsâ.
Kâle kad utike | : dedik, bildirdik, verilmiştir, |
suleke ya Mûsâ | : istedikleriniz, arzuladıkların, ya, ey, Mûsâ |
36- Bildirdik: Ya Mûsâ! Bu arzuladıkların sana verilmiştir.
-37-
وَلَقَدْ مَنَنَّا عَلَيْكَ مَرَّةً أُخْرَى
Ve lekad menennâ aleyke merreten uhrâ.
ve lekad menenna eleyke | : andolsun, doğrusu, nimetler, lutuflar, sana |
Merreten uhra | : kez, kere, daha başka, |
37- Doğrusu sana daha başka nimetlerde verilmiştir.
-38-
إِذْ أَوْحَيْنَا إِلَى أُمِّكَ مَا يُوحَى
İz evhaynâ ilâ ummike mâ yûhâ.
iz evhaynâ | : vahy etmiştik, |
ila ummike ma yuha | : asliyetinden, annenden, vahyolunan |
38- Hani annene vahyolunan şeyi vahy etmiştik.
-39-
أَنِ اقْذِفِيهِ فِي التَّابُوتِ فَاقْذِفِيهِ فِي الْيَمِّ فَلْيُلْقِهِ الْيَمُّ بِالسَّاحِلِ يَأْخُذْهُ عَدُوٌّ لِّي وَعَدُوٌّ لَّهُ وَأَلْقَيْتُ عَلَيْكَ مَحَبَّةً مِّنِّي وَلِتُصْنَعَ عَلَى عَيْنِي
Enıkzifîhi fît tâbûti fakzifîhi fîl yemmi felyulkıhil yemmu bis sâhıli yehuzhu aduvvun lî ve aduvvun lehu ve elkaytu aleyke mehabbeten minnî ve li tusnea alâ aynî.
en ekzıfîhi | : onu koymasını, bırakmasını, |
fi el tabut | : sandığa, makam, dönüp gelinecek yer |
fe ekzıfihi fi el yemmi | : sonra onu bırak, denize, derya, bahir, akıp gidene |
fe li yulki-hi el yemmu | : böylece onu çıkarsın, atsın, derya, bahir, nehir |
bi el sâhıli yehuz hu | : sahile, kıyı, onu alır, alacak |
Aduv li ve aduv lehu | : bana düşman olan ve onun düşmanı |
ve elkaytu aleyke | : attım, verdim, var ettim, sana |
Mehabbeten minni | : sevgi, muhabbet, kendimden, benden |
ve li tusnea | : yetiştirilmen için, olgunlaşma, kemalat bulması, |
ala ayni | : gözler, bakış, gözlemleme |
39- Onu makamına koymasını, sonra onu akıp gidene bırakmasını. Böylece o akıp giden onu sahile bırakır, Bana düşmanlık eden ve ona düşman olacak olan onu alır. Tüm varlığı gözlemleyerek Beni anlaman, kemalat bulman için, kendi sevgimden sana verdim.
-40-
إِذْ تَمْشِي أُخْتُكَ فَتَقُولُ هَلْ أَدُلُّكُمْ عَلَى مَن يَكْفُلُهُ فَرَجَعْنَاكَ إِلَى أُمِّكَ كَيْ تَقَرَّ عَيْنُهَا وَلَا تَحْزَنَ وَقَتَلْتَ نَفْسًا فَنَجَّيْنَاكَ مِنَ الْغَمِّ وَفَتَنَّاكَ فُتُونًا فَلَبِثْتَ سِنِينَ فِي أَهْلِ مَدْيَنَ ثُمَّ جِئْتَ عَلَى قَدَرٍ يَا مُوسَى
İz temşî uhtuke fe tekûlu hel edullukum alâ men yekfuluh fe recanâke ilâ ummike key takarre aynuhâ ve lâ tahzen ve katelte nefsen fe necceynâke minel gammi ve fetennâke futûnâ fe lebiste sinîne fî ehli medyene summe cite alâ kaderin yâ mûsâ.
iz temşî uhtu ke | : yürümüştü, kız kardeşin |
Fe tekulu | : böylece dedi, |
hel edul-kum | : delil olayım mı, yol göstermeyim mi, yardım |
Ala men yekfulu-hu | : emin, sağlamak, ona kefil olacak kimse |
Fe recanâ-ke | : böylece, seni geri döndürdük, |
ila ummi ke | : annene, asliyetine |
Key takarre aynu-hâ | : diye, kabul etmek, tanıma, gözü aydın olsun, sevinsin |
ve lâ tahzene | : yok, üzülmek, kederlenmesin, mahzun olmasın |
ve katelte nefsen | : sen öldürdün, bir nefsi, bir kişiyi |
Fe necceynâ ke | : böylece, bizde necat buldun, |
min el gam | : gam, keder, sıkıntı, müşküller |
ve fetennâ-ke futunen | : sen bizi arayan oldun, bir arayışla, sınavlar, arayış |
Fe lebiste sinin | : böylece kaldın, senelerce, yıllarca, |
fi ehl medyen | : meyden halkı, |
summe cite | : sonra sen geldin, o hale geldin |
alâ kaderin ya Mûsâ | : ölçü, kader, takdir, ey Mûsâ |
40- Kız kardeşin de ardınca yürümüştü. Böylece dedi ki: Onu emin olarak yetiştirecek olanı size göstereyim mi? Böylece seni annene geri döndürdük. Ki onun gözleri önünde olman ve mahzun olmaması için. Sen bir kişiyi öldürmüştün. Sonra da müşkilli hallerinden Bizde necat buldun ve bir arayışla Bizi arayan oldun. Sonra da Medyen halkı içinde senelerce kaldın. Ya Mûsâ! Sonra da sen hakkın takdirini anlayacak bir hâle geldin.
-41-
وَاصْطَنَعْتُكَ لِنَفْسِي
Vastana’tuke li nefsî.
ve astanatu-ke | : sentez, yetiştirme, varlığın birliğini anlama, sen, |
li nefsi | : için, nefsi, can, kendi, zatı, ben, |
41- Sen Beni anlayanlardan, anlatacaklardan oldun.
-42-
اذْهَبْ أَنتَ وَأَخُوكَ بِآيَاتِي وَلَا تَنِيَا فِي ذِكْرِي
İzheb ente ve ehûke bi âyâtî ve lâ teniyâ fî zikrî.
İzheb ente | : gidin, sen |
ve ehuke bi ayati | : kardeşin, ayetler, deliller, işaret |
ve lâ teniyâ | : gevşek davranmayın, ihmal etmeyin, |
fi zikri | : zikrim için, anmak, |
42- Sen ve kardeşin delillerle gidin ve Beni anmak için gevşek davranmayın.
-43-
اذْهَبَا إِلَى فِرْعَوْنَ إِنَّهُ طَغَى
İzhebâ ilâ firavne innehu tagâ.
İzheb ila firavne | : git, firavuna, kibirli olan, |
İnne hu taga | : elbette, şüphesiz, o, hadi aşan, büyüklük taslayan |
43- Firavuna git, şüphesiz o büyüklük taslayanlardandır.
-44-
فَقُولَا لَهُ قَوْلًا لَّيِّنًا لَّعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ أَوْ يَخْشَى
Fe kûlâ lehu kavlen leyyinen leallehu yetezekkeru ev yahşâ
Fe kula lehu | : sonra, söyle, anlat, ona, |
kavlen leyyinen | : söz, yumuşak, nezaket |
lealle-hu yetezekkeru | : umulur ki o, varlığın sahibini anlar, |
Ev yahşa | : veya saygı duyar |
44- Sonra da ona nezaketle hakikatleri söyle. Umulur ki o varlığın sahibini anlamak için düşünür ya da saygı duyar.
-45-
قَالَا رَبَّنَا إِنَّنَا نَخَافُ أَن يَفْرُطَ عَلَيْنَا أَوْ أَن يَطْغَى
Kâlâ rabbenâ innenâ nehâfu en yefruta aleynâ ev en yatgâ
Kâlâ rabbe na | : dediler, rabbimiz, |
inne na nehafu | : doğrusu, gerçekten, biz, korkmak, çekinmek, |
en yefruta aleyna | : ifrat, aşırı davranması, taşkınlık, aşırıya kaçmak |
ev en yatga | : ya da öfkelenme, azgınlık, kızgınlık, |
45- Dediler ki: Rabbimiz! Onun bize karşı taşkınlık etmesinden ya da öfkelenmesinden korkuyoruz.
-46-
قَالَ لَا تَخَافَا إِنَّنِي مَعَكُمَا أَسْمَعُ وَأَرَى
Kâle lâ tehâfâ innenî meakumâ esmau ve erâ.
Kâle la tehafa | : dedi, korkmayın |
inne-nî mea kuma | : muhakkak ki ben, birlikte, beraber, sizler |
Esmau ve erâ | : işitme ve görmek |
46- Korkmayın, muhakkak ki Ben her an sizlerdeyim, işittirenim ve gördürenim.
-47-
فَأْتِيَاهُ فَقُولَا إِنَّا رَسُولَا رَبِّكَ فَأَرْسِلْ مَعَنَا بَنِي إِسْرَائِيلَ وَلَا تُعَذِّبْهُمْ قَدْ جِئْنَاكَ بِآيَةٍ مِّن رَّبِّكَ وَالسَّلَامُ عَلَى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدَى
Fetiyâhu fe kûlâ innâ resûlâ rabbike fe ersil meanâ benî isrâîle ve lâ tuazzibhum kad cinâke bi âyetin min rabbik ves selâmu alâ menittebeal hudâ
Fe etiyâ-hu | : böylece, o halde, ona gidin, |
fe kula | : sonrada, böylece, söyleyin, anlatın, |
innâ resula | : muhakkak biz, resul, hakikati gösteren, |
rabbike | : rab, vücudlandıran, sen, |
Fe ersil mea-nâ | : artık, gönder, bizimle beraber, |
beni israil | : İsrailoğulları, Yakuboğulları, Allah’ın kulları, |
ve lâ tuazzib-hum | : onlara azap etme |
Kad cina ke bi | : olmuştu, oldu, geldik, sana getiren olduk |
Ayetin | : ayet, işaret, delil, |
min rabbi-ke | : Rabbinden, seni vücudlandıran, |
ve es selâmu | : selam, selamet, esenlik, barış sizinle olsun, kurtuluş |
alâ men ittebea | : tâbi olanlara, uyanlara, |
el huda | : yol gösteren, rehber, kılavuz, |
47- Böylece ona gidin, sonra da deyin ki: Şüphesiz bizi de seni de vücudlandıranı anlatmak için açığa çıktık. Bundan sonra İsrail oğullarını bizimle beraber gönder ve onlara azap etme. Seni vücudlandıranın sendeki delillerini sana sunmak için geldik ve yol göstericiye tâbi olan kimselerin kurtulacağını bildirmeye geldik.
-48-
إِنَّا قَدْ أُوحِيَ إِلَيْنَا أَنَّ الْعَذَابَ عَلَى مَن كَذَّبَ وَتَوَلَّى
İnnâ kad ûhıye ileynâ ennel azâbe alâ men kezzebe ve tevellâ.
İnnâ kad uhıye ileyna | : muhakkak, oldu, vahyolunan, bildirildi, bize |
enne el azâbe ala | : azabın olduğu |
men kezzebe | : yalanlayan kimse |
ve tevella | : hakikatlere yüz çeviren |
48- Muhakkak ki yalanlarda kalanların ve hakikatlere yüz çevirenlerin üzerine sıkıntılar olacağı bize bildirildi.
-49-
قَالَ فَمَن رَّبُّكُمَا يَا مُوسَى
Kâle fe men rabbikumâ yâ mûsâ.
Kâle fe men rabbi kuma | : dedi, sizin rabbiniz kimdir |
Ya Mûsâ | : ya Mûsâ |
49- Firavun dedi ki: Ya Mûsâ! Sizin Rabbiniz kimdir?
-50-
قَالَ رَبُّنَا الَّذِي أَعْطَى كُلَّ شَيْءٍ خَلْقَهُ ثُمَّ هَدَى
Kâle rabbunellezî atâ kulle şey’in halkahu summe hedâ
Kâle rabbu na | : dedi, rabbimiz, bizi vücudlandıran, |
Ellezi atâ | : ki o verdi, lütfetti, ihsan etti, |
Atâ kule şeyin halka hu | : bütün her şeyi, halkeden, vareden, yaratan |
summe heda | : sonra, hakikatlere ulaştırandır, tecellileriyle yol gösteren |
50- Dedi ki: Bizi vücudlandırandır. Ki O’dur bütün her şeyi tecellileriyle halk eden. Sonra da tüm varlıktaki tecellileriyle yol gösteren.
-51-
قَالَ فَمَا بَالُ الْقُرُونِ الْأُولَى
Kâle fe mâ bâlul kurûnil ûlâ.
Kâle fe ma balu | : dedi, öyleyse, durum, hakkında, ne halde |
El kuruni el ula | : nesil, önceki |
51- Firavun dedi ki: Öyleyse daha önceki nesillerin durumu ne olacak?
-52-
قَالَ عِلْمُهَا عِندَ رَبِّي فِي كِتَابٍ لَّا يَضِلُّ رَبِّي وَلَا يَنسَى
Kâle ilmuhâ inde rabbî fî kitâb lâ yadıllu rabbî ve lâ yensâ
Kâle ilmu ha | : dedi, ilim, o |
inde rabbi | : rabbin katında, ona ait, |
fî kitâbin | : kitabın içinde, varlık kitabının içinde, |
la yadıllu rabbi | : yok, yanlış, sapma, rabbi, vücudlandıran, |
ve la yensâ | : ihmal yoktur, önemseme, unutmaz |
52- Dedi ki: Bütün varoluştaki ilim Rabbime aittir. Varlık kitabının içinde hakikatler vardır. Bizleri vücudlandıranda yanlış yoktur ve ihmal yoktur.
-53-
الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ الْأَرْضَ مَهْدًا وَسَلَكَ لَكُمْ فِيهَا سُبُلًا وَأَنزَلَ مِنَ السَّمَاء مَاء فَأَخْرَجْنَا بِهِ أَزْوَاجًا مِّن نَّبَاتٍ شَتَّى
Ellezî ceale lekumul arda mehden ve seleke lekum fîhâ subulen ve enzele mines semâi mâe fe ahrecnâ bihî ezvâcen min nebâtin şettâ
Ellezi ceale lekum | : ki o, kılan, düzenleyen, sizleri, |
el ard mehde | : yeryüzü, yayan, döşek |
ve seleke lekum | : açtı, soktu, girdi, size, |
fiha subulen | : orada yollar |
ve enzele | : indirdi, sundu, verdi, |
min el semai mae | : gökten, sema, su |
Fe ahrec-nâ | : böylece, çıkardık, |
bihi ezvacen | : onunla, tür, cins, çeşit, |
min nebâtin | : bitkiden, nebattan, ürünler, |
şetta | : çeşit çeşit, farklı |
53- Ki O’dur sizleri düzenleyen. Yeryüzünü yayan ve orada size yollar veren ve gökten suyu indiren, sonra da onunla farklı türlerde nebatlar ortaya çıkaran.
-54-
كُلُوا وَارْعَوْا أَنْعَامَكُمْ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِّأُوْلِي النُّهَى
Kulû verav enâmekum inne fî zâlike le âyâtin li ulîn nuhâ
Kulû | : beslenmek, fayda, yarar, |
ve erav | : yeme, beslenmek, otlatma, |
ename kum | : hayvanlarınız, |
İnne fî zâlike le ayetin | : muhakkak, işte bunların içinde ayetler vardır |
Li ulin nuha | : düşünüp akıl edenler için |
54- Beslenin ve hayvanlarınızı da besleyin. Muhakkak ki işte bunların içinde düşünüp akıl edenler için ayetler vardır.
-55-
مِنْهَا خَلَقْنَاكُمْ وَفِيهَا نُعِيدُكُمْ وَمِنْهَا نُخْرِجُكُمْ تَارَةً أُخْرَى
Minhâ halaknâkum ve fîhâ nuîdukum ve minhâ nuhricukum târeten uhrâ
min-hâ halakna kum | : oradan, yarattık, varettik, ortaya çıkardık, siz |
ve fîhâ nuidu kum | : oraya, döneceksiniz, iade, topraktan gelip toprağa dönme |
ve min-ha nuhricukum | : ondan, oradan, varoluş, ortaya çıkarmak, sizler |
Târeten uhra | : hep, defa, bazen, durum, başka, diğer |
55- Sizi oradan ortaya çıkardık ve sizi oraya döndüreceğiz ve sizi oradan ortaya çıkardığımız gibi başkalarını da hep çıkaracağız.
-56-
وَلَقَدْ أَرَيْنَاهُ آيَاتِنَا كُلَّهَا فَكَذَّبَ وَأَبَى
Ve lekad ereynâhu âyâtinâ kullehâ fe kezzebe ve ebâ.
ve lekad ereyna | : andolsun, doğrusu, ona gösterdik, sunduk, |
Ayetina kulle ha | : delillerimiz, ayetler, işaret, onun hepsi, bütün, |
Fe kezzebe | : buna rağmen, yalanladı |
ve eba | : atalarının inancında kalmak, diretti, |
56- Doğrusu ona bütün delillerimizle hakikatleri sunduk. Buna rağmen yalanladı ve atalarının inancında kaldı.
-57-
قَالَ أَجِئْتَنَا لِتُخْرِجَنَا مِنْ أَرْضِنَا بِسِحْرِكَ يَا مُوسَى
Kâle e citenâ li tuhricenâ min ardınâ bi sihrike yâ mûsâ.
Kâle e cite na | : dedi, bize mi geldin, |
li tuhrice na | : bizi çıkarmak için |
min ard nâ | : yurdumuzdan, toprak, biz, |
bi sihrike ya Mûsâ | : sihir, cazibe, etkilemek, ya Mûsâ |
57- Dedi ki: Ya Mûsâ! Bizi etkileyerek topraklarımızdan çıkarmak için mi geldin?
-58-
فَلَنَأْتِيَنَّكَ بِسِحْرٍ مِّثْلِهِ فَاجْعَلْ بَيْنَنَا وَبَيْنَكَ مَوْعِدًا لَّا نُخْلِفُهُ نَحْنُ وَلَا أَنتَ مَكَانًا سُوًى
Fe le netiyenneke bi sıhrin mislihî fecal beynenâ ve beyneke mevıden lâ nuhlifuhu nahnu ve lâ ente mekânen suvâ
Fe le netiyenne-ke bi | : bundan sonra mutlaka sana getireceğiz, sunacağız |
Sıhrin misli hi | : bir sihir, etki, daha etkili olan, |
fe ecal | : haydi, böylece, yap, tayin et, |
beynena ve beyneke | : bizimle, senin aranda |
mevıden | : tarih, randevu, buluşma zamanı |
la nuhlifu-hu nahnu | : yok, anlaşmazlık, caymamak, ihtilaf, o, biz |
ve la ente mekan | : yok, değil, sen, mekân, yer, |
suven | : uygun, eşit, |
58- Bundan sonra elbette biz de sana daha etkili olanı sunacağız. Haydi, seninle bizim aramızda, bizim de caymayacağımız ve senin de caymayacağın, uygun bir yerde bir buluşma zamanı tayin et.
-59-
قَالَ مَوْعِدُكُمْ يَوْمُ الزِّينَةِ وَأَن يُحْشَرَ النَّاسُ ضُحًى
Kâle mevıdukum yevmuz zîneti ve en yuhşeren nâsu duhâ
Kâle mevıdukum | : dedi, tarih, buluşma zamanı, randevu, sizin |
yevmu el zineti | : ziynet günü, süs, sıfat, bayram günü, |
ve en yuhşere el nas | : toplanması, toplanması, insanlar, |
duhan | : aydınlanma, kuşluk |
59- Dedi ki: Sizinle buluşma zamanı bayram günü, her yerin aydınlanıp insanların bir araya toplandığı vakittir.
-60-
فَتَوَلَّى فِرْعَوْنُ فَجَمَعَ كَيْدَهُ ثُمَّ أَتَى
Fe tevellâ firavnu fe cemea keydehu summe etâ.
Fe tevella firavnu | : böylece, döndü, ardına döndü, gitti, firavun |
Fe cemea | : sonrada, topladı |
keyde hu | : tartışma, kavga, münazara, mücadele etme, hile |
Summe eta | : sonra, geldi |
60- Böylece firavun döndü gitti. Sonra da o tartışmaya girecek olanları topladı, sonra geldi.
-61-
قَالَ لَهُم مُّوسَى وَيْلَكُمْ لَا تَفْتَرُوا عَلَى اللَّهِ كَذِبًا فَيُسْحِتَكُمْ بِعَذَابٍ وَقَدْ خَابَ مَنِ افْتَرَى
Kâle lehum mûsâ veylekum lâ tefterû alallâhi keziben fe yushıtekum bi azâb ve kad hâbe menifterâ
Kâle lehum Mûsâ | : dedi, onlara, Mûsâ, |
veyl kum | : yazık size |
la tefterû | : yok, iftira, uydurma, |
ala Allah | : Allah’a karşı, Allah hakkında |
kezibe | : yalan, aktarılan yalan |
Fe yushıte-kum bi azab | : haram, yok eder, sarar, sizi, sıkıntı, azap |
ve kad habe | : oldu, heba, hüsran, kayıp, |
men iftera | : kim, kimse, iftira, uydurma |
61- Mûsâ onlara dedi ki: Allah hakkında bir şey uydurmayın, yalanları aktarmayın, eğer bunu yaparsanız yazıklar olsun size. Böyle yaparsanız sizler bir azabın içinde kalırsınız ve kim iftira ederse o kaybedenlerden olur.
-62-
فَتَنَازَعُوا أَمْرَهُم بَيْنَهُمْ وَأَسَرُّوا النَّجْوَى
Fe tenâzeû emrehum beynehum ve eserrûn necvâ.
Fe tenazeu | : böylece, tartışma, görüşme, istişare, |
emr hum | : görev, iş, onlar, |
beyne-hum | : aralarında |
ve eserrû en necva | : gizli, kapalı, sır, fısıltılı gizli konuşma |
62- Böylece onlar, kendi aralarında ve kapalı bir şekilde fısıltılı olarak konuşarak istişare yaptılar.
-63-
قَالُوا إِنْ هَذَانِ لَسَاحِرَانِ يُرِيدَانِ أَن يُخْرِجَاكُم مِّنْ أَرْضِكُم بِسِحْرِهِمَا وَيَذْهَبَا بِطَرِيقَتِكُمُ الْمُثْلَى
Kâlû in hâzâni le sâhirâni yurîdâni en yuhricâkum min ardıkum bi sihrihimâ ve yezhebâ bi tarîkatikumul muslâ
Kalu en hazani | : dediler, bu ikisi, bunlar, |
le sahiran | : elbette, etkileyen, maskara, sihirbaz |
Yuridani | : istiyorlar, |
en yuhricâ-kum | : çıkarmak, atmak, gitmek, siz, |
min ardıkum | : yurdunuzdan, topraklarınızdan, |
bi sihr hima | : sihir, etkileri ile, ikisi, |
ve yezhebâ bi | : gideriyor, yok ediyor, ortadan kaldırmak, |
tarikati-kum | : tarikatınız, yolunuz, siz, |
el musla | : üstün, ala olan, uygun, |
63- Dediler ki: Bu ikisi mutlaka bildikleriyle etkileyen kişilerdir, sizleri etkileyerek yurdunuzdan çıkarmak istiyorlar ve sizin o üstün olan tarikatınızı yok etmek istiyorlar.
-64-
فَأَجْمِعُوا كَيْدَكُمْ ثُمَّ ائْتُوا صَفًّا وَقَدْ أَفْلَحَ الْيَوْمَ مَنِ اسْتَعْلَى
Fe ecmiû keydekum summetû saffâ ve kad eflehal yevme menistalâ
Fe ecmiu | : artık, toplamak, bir araya getirmek, |
keyd kum | : kavga, tartışma, hile, mücadele, siz |
summe atû saffen | : sonra gelin, saf, saf olun, sıra ile |
ve kad efleha | : oldu, felah, zafer, |
El yevm | : gün, vakit, zaman, |
men istalâ | : kim, üstünlük, yüce olan |
64- Artık sizler tartışmak için toplanın, sonra saflar halinde olun ve kim o zaman üstün gelirse zafer onundur.
-65-
قَالُوا يَا مُوسَى إِمَّا أَن تُلْقِيَ وَإِمَّا أَن نَّكُونَ أَوَّلَ مَنْ أَلْقَى
Kâlû yâ mûsâ immâ en tulkıye ve immâ en nekûne evvele men elkâ
Kâlû ya Mûsâ | : dediler, ya Mûsâ |
ve immâ en tulkiye | : atmak, ortaya koyacaksın, bırakmak, sunan |
ve immâ en nekune | : ya da olması, |
Evvele | : ilk, önce, evvel, |
men elkâ | : bırakan, veren, ortaya koyan, atan kimse, sunan |
65- Dediler ki: Ya Mûsâ! Önce sen mi bildiklerini ortaya koyacaksın yoksa biz mi koyalım?
-66-
قَالَ بَلْ أَلْقُوا فَإِذَا حِبَالُهُمْ وَعِصِيُّهُمْ يُخَيَّلُ إِلَيْهِ مِن سِحْرِهِمْ أَنَّهَا تَسْعَى
Kâle bel elkû fe izâ hıbâluhum ve ısıyyuhum yuhayyelu ileyhi min sıhrihim ennehâ tes’â
Kâle bel elku | : dedi, hayır, buyrun, önce, bırakın, ortaya koyun, atın |
Fe iza hıbâlu-hum | : fakat, onların bağları, ipleri, bağlandıkları, |
ve asıy hum | : taşıdıkları, bildikleri, |
yuhayelu ileyhi | : bir hayalden ibaret, ona |
min sıhri him | : sihirleri, etkileri, etkilendikleri, |
enne ha tesa | : hızlı yürüme, aktarmak, söz taşıma, gammaz |
66- Mûsâ dedi ki: Önce siz ortaya koyun. Fakat onların bağlandıkları şeyler ve taşıdıkları, etkilendikleri şeyler, bir hayalden ibaret, duyduklarını aktarmadan ibaret.
-67-
فَأَوْجَسَ فِي نَفْسِهِ خِيفَةً مُّوسَى
Fe evcese fî nefsihî hîfeten mûsâ.
Fe evcese | : böylece, hissetmek, dokunmak, |
fi nefsihi | : nefsine, kendisine, öz varlığı, |
Hifeten Mûsâ | : çekinme, korku, Mûsâ |
67- Sonra Mûsâ nefsinde bir çekinme hissetti.
-68-
قُلْنَا لَا تَخَفْ إِنَّكَ أَنتَ الْأَعْلَى
Kulnâ lâ tehaf inneke entel a’lâ.
Kulna la tehaf | : söyledik, dedik, hissettirdik, korkma, çekinme, |
İnne ke ente el ala | : elbette sen, yüceliği, üstün olanı bilen sensin |
68- Muhakkak ki sen yüce olanı bilensin çekinme, diye hissettirdik.
-69-
وَأَلْقِ مَا فِي يَمِينِكَ تَلْقَفْ مَا صَنَعُوا إِنَّمَا صَنَعُوا كَيْدُ سَاحِرٍ وَلَا يُفْلِحُ السَّاحِرُ حَيْثُ أَتَى
Ve elkı mâ fî yemînike telkaf mâ sanaû innemâ sanaû keydu sâhır ve lâ yuflihus sâhıru haysu etâ
ve elkı | : at, bırak, sun, |
ma fi yemini ke | : doğru, hak, noksansız, hakikatler, sağ el |
Telkaf | : yakalama, kaybolma, |
ma sanau | : yaptıkları şey, tuzak, uydurma şey, |
İnnemâ sanau | : fakat, uydurulan şey, yaptıkları şey, |
Keyd | : tartışma, hile, |
sahir | : etki, tesir, sihir, maskara |
ve la yufli-hu | : felaha eremez, başarı, kurtuluşa eremez, iflah olmaz |
el sahiru | : etkileyen, tesir, maskara, sihir, |
haysu eta | : nereden, geldi, gelen, |
69- Sen bildiğin o yüceliği doğruluk içinde sun. Elbette uydurdukları şeylerle tartışıp tesir yapmak isteyenler, uydurdukları şeylerle yakalandılar ve o hâllerle tesir etmek isteyenler, nerede olursa olsun başarıya ulaşamazlar.
-70-
فَأُلْقِيَ السَّحَرَةُ سُجَّدًا قَالُوا آمَنَّا بِرَبِّ هَارُونَ وَمُوسَى
Fe ulkıyes seharatu succeden kâlû âmennâ bi rabbi hârûne ve mûsâ
Fe ulkiye | : atıldılar, ayrılma, bırakan, sunan, |
el seharatu | : tesir yapmak isteyenler, çevresini etkileyenler, |
secede | : teslim olma |
Kâlû amenna bi rabbi | : dediler, inandık, iman ettik, rabbine |
Hârûn ve Mûsâ | : Hârûn, Mûsâ |
70- Böylece çevresindeki kimseleri etkileyenler, kendi bildiklerini bırakarak teslim oldular. Dediler ki: Biz Mûsâ ve Hârûn’un anlattığı Rabbe inandık.
-71-
قَالَ آمَنتُمْ لَهُ قَبْلَ أَنْ آذَنَ لَكُمْ إِنَّهُ لَكَبِيرُكُمُ الَّذِي عَلَّمَكُمُ السِّحْرَ فَلَأُقَطِّعَنَّ أَيْدِيَكُمْ وَأَرْجُلَكُم مِّنْ خِلَافٍ وَلَأُصَلِّبَنَّكُمْ فِي جُذُوعِ النَّخْلِ وَلَتَعْلَمُنَّ أَيُّنَا أَشَدُّ عَذَابًا وَأَبْقَى
Kâle âmentum lehu kable en âzene lekum innehu le kebîrukumullezî allemekumus sihr fe le ukattıanne eydiyekum ve erculekum min hilâfin ve le usallibennekum fî cuzûın nahli ve le ta’lemunne eyyunâ eşeddu azâben ve ebkâ.
Kâle amentum lehu kabl | : dedi, siz iman ettiniz, ona, önce, |
en âzene lekum | : benim izin vermem, size |
inne-hu le kebir kum | : muhakkak o, elbette, büyük, yüce, siz |
Ellezi alleme-kum | : size öğretti, ki o size öğretti, |
el sıhra | : etki, tesir, etkilemek, etkisi altına almak, |
Le ukattıanne eydiye kum | : elbette kestireceğim, elleriniz, güçleriniz |
ve erculekum | : ayaklarınız, gittiğiniz yol, |
min hilafin | : karşılıklı, ihtilaf, aykırı, ayrı ayrı |
ve le usallibenne-kum | : mutlaka sizi asacağım |
Fi cuzûı en nahli | : içinde, dalları, hurma ağacının gövdesi |
ve le talemunne | : mutlaka öğreneceksiniz |
eyyu-nâ eşeddu | : hangimiz, daha güçlü, daha fazla, kuvvetli |
Azaben | : azap, sıkıntı |
ve ebkâ | : daha kalıcı olan, bâki olan |
71- Firavun dedi ki: Ben size izin vermeden önce ona inandınız. Muhakkak o sizden yücedir ki o bildikleriyle tesir ederek size öğretti. Artık yakında bileceksiniz, sizlerin ellerinizi ve ayaklarınızı ayrı ayrı kestireceğim ve elbette sizleri hurma ağaçlarına astıracağım ve elbette hangimiz azabıyla daha güçlü ve daha kalıcı öğreneceksiniz.
-72-
قَالُوا لَن نُّؤْثِرَكَ عَلَى مَا جَاءنَا مِنَ الْبَيِّنَاتِ وَالَّذِي فَطَرَنَا فَاقْضِ مَا أَنتَ قَاضٍ إِنَّمَا تَقْضِي هَذِهِ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا
Kâlû len nusireke alâ mâ câenâ minel beyyinâti vellezî fataranâ fakdi mâ ente kâd innemâ takdî hâzihil hayâted dunyâ
Kâlû len nusire ke | : dediler, asla, seni tercih etmeyiz, |
ala ma cae-na | : gelen, sunan, gelenlere karşı, gelmeyen, biz |
min el beyyinâti | : apaçık açıklamalar, hakikatleri delillerle açıklayan |
ve ellezi fatara na | : ki o, oluşturan, vücudlandıran, bizi yaratan |
fe kada | : artık, sonra, yap, hükmeden, takdir eden, işleyen |
ma ente kada | : sen değilsin, yapan, yargıç, hükümlerin sahibi, takdir, |
İnnema takdi hazihi | : ancak, sadece, doğrusu, yaparsın, geçersin, bitirme, bu |
el hayate ed dunyâ | : dünya hayatı, yaşam, |
72- Dediler ki: Bize hakikatleri delilleriyle apaçık açıklamaktan başka bir şey için gelmeyen kimseye karşı ve bizi yaratana karşı seni tercih etmeyiz. Sonra varlıktaki işleyişin sahibi olan, varoluşta hüküm sahibi olan sen değilsin. Doğrusu sen de bu dünya hayatından geçer gidersin.
-73-
إِنَّا آمَنَّا بِرَبِّنَا لِيَغْفِرَ لَنَا خَطَايَانَا وَمَا أَكْرَهْتَنَا عَلَيْهِ مِنَ السِّحْرِ وَاللَّهُ خَيْرٌ وَأَبْقَى
İnnâ âmennâ bi rabbinâ li yagfire lenâ hatâyânâ ve mâ ekrehtenâ aleyhi mines sihr vallâhu hayrun ve ebkâ
İnnâ amenna | : muhakkak ki biz, inandık, iman ettik |
bi rabbi na | : rabbimize, bizi vücudlandırana, |
li yagfire lena | : mağfiret etmesi, arındıran, bizi, |
hataya na | : hatalarımız, yanlışlarımız, |
ve mâ ekrehte-nâ | : kerih şeyler, çirkin şeyler biz |
Aleyhi min el sihri | : ona, ona karşı, sihir, etki, tesir |
ve Allah hayrun | : Allah, hayırlı, iyilik |
ve ebka | : bâki olan, sonsuz olan, |
73- Şüphesiz biz, bizi vücudlandırana iman ettik. Yaptığımız hatalarımız için ve insanları etkilemek için bize yaptırdığın çirkin şeylere karşı, Allah bize mağfiret etsin ve Allah hayırlı olandır ve bâki olandır.
-74-
إِنَّهُ مَن يَأْتِ رَبَّهُ مُجْرِمًا فَإِنَّ لَهُ جَهَنَّمَ لَا يَمُوتُ فِيهَا وَلَا يَحْيى
İnnehu men yeti rabbehu mucrimen fe inne lehu cehennem lâ yemûtu fîhâ ve lâ yahyâ.
inne-hu men yeti | : muhakkak o, kim gelirse, kalırsa, |
rabbe hu | : rabbine, onu vücudlandırana, |
mucrimen | : fenalarda kalan, günahkâr, suçlu olarak |
Fe inne lehu | : artık, bundan sonra, elbette, ona, |
cehennem | : cehaletin cehennemi, yakıp yıkıcı haller, |
lâ yemût fiha | : ölüm, yok, orada, o hallerde, |
ve la yahya | : canlanmaz, diriliği anlayamaz, |
74- Şüphesiz kim Rabbine karşı fenalarda kalırsa, artık o cehaletin cehennemindedir. O hallerde ölümü de anlayamaz diriliği de anlayamaz.
-75-
وَمَنْ يَأْتِهِ مُؤْمِنًا قَدْ عَمِلَ الصَّالِحَاتِ فَأُوْلَئِكَ لَهُمُ الدَّرَجَاتُ الْعُلَى
Ve men yetihî muminen kad amiles sâlihâti fe ulâike lehumud derecâtul ulâ.
ve men yeti hi muminen | : kim gelir, anlar, ona, mümin, emin, inanan |
Kad amile es sâlihâti | : oldu, iyi ameller, salih ameller |
Fe ulaike lehum | : böylece, işte onlar |
El derecatu el ula | : derece, makam, mertebe, yüksek, yüce |
75- Kim iyi amellerde olur, mümin olarak O’nun yolunda hareket ederse, işte onlar yüce mertebelere ulaşırlar.
-76-
جَنَّاتُ عَدْنٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا وَذَلِكَ جَزَاء مَن تَزَكَّى
Cennâtu adnin tecrî min tahtihel enhâru hâlidîne fîhâ ve zâlike cezâu men tezekkâ
Cennatu adnin | : cennet, huzur, adn, tecellilerin sahibinine teslim |
Terci min tahti-hâ el enhar | : vardır, akar, makamında, orada, altından, nehir, ilim |
Hâlidîne fiha | : devamlı, orada, ebedi, devamlı o hallerde olmak, |
ve zâlike cezau | : işte bu, karşılık, |
men tezakka | : kim, kimse, temizlenen, temizlik, |
76- Tüm tecellilerin sahibine teslim olmanın huzuruna ulaşırlar, makamlarında bir ilim üzeredirler, devamlı o hallerdedirler. İşte tertemiz olan kimselerin karşılığı budur.
-77-
وَلَقَدْ أَوْحَيْنَا إِلَى مُوسَى أَنْ أَسْرِ بِعِبَادِي فَاضْرِبْ لَهُمْ طَرِيقًا فِي الْبَحْرِ يَبَسًا لَّا تَخَافُ دَرَكًا وَلَا تَخْشَى
Ve lekad evhaynâ ilâ mûsâ en esri bi ibâdî fadrib lehum tarîkan fîl bahri yebesâ lâ tehâfu dereken ve lâ tahşâ
ve lekad evhayna ila Mûsâ | : andolsun, doğrusu, vahyettik, hissiyat verdik, Mûsâ |
en esri | : gece yürümesi, karanlıktan aydınlığa ilerleme |
bi ibadi | : kullarımla |
fe edrib lehum | : vur, darbe, sarsılma, vurgu, onlara, |
tarikan | : yol, rota, güzergâh |
Fi el bahri | : bahr, derya, sonsuzluk, deniz, bilgili, bilge |
yebesen | : kuru, ıslaklıktan kuru, gitmek |
lâ tehâfu dereken | : korkma, gerisinde, geçmişinden korkma, |
ve la tahşa | : endişe, kaygı |
77- Doğrusu Mûsâ’ya: Kullarımla karanlıktan aydınlığa ilerle, onlara hakikatleri vurgula, bilgelik içinde yol al, geçmişinden korkma ve endişelenme, diye hissiyat verdik.
-78-
فَأَتْبَعَهُمْ فِرْعَوْنُ بِجُنُودِهِ فَغَشِيَهُم مِّنَ الْيَمِّ مَا غَشِيَهُمْ
Fe etbeahum firavnu bi cunûdihî fe gaşiyehum minel yemmi mâ gaşiyehum
Fe etbea hum firavnu | : sonra, tâbi oldu, takip, firavun, kibirli, |
bi cunudi-hi | : asker, varlık, ordu, güç, onun |
Fe gaşiye hum | : böylece, saran, kaplayan, afet, kuşatılan, onlar, |
min el yem | : derya, umman, deniz, |
ma gaşiye-hum | : değil, saran, kaplayan, kuşatılan, onlar |
78- Sonra firavun güçleriyle onları takip etti. Böylece bir deryanın varlığı onları sarıverdi. Onlar ise neyle sarılı olduklarını bilemediler.
-79-
وَأَضَلَّ فِرْعَوْنُ قَوْمَهُ وَمَا هَدَى
Ve edalle firavnu kavmehu ve mâ hedâ
ve edalle firavnu | : dalalet, sapma, yanlış, yalanlar, firavun, |
kavm hu | : kavmini |
ve ma heda | : yol gösteremedi, rehber olamadı, kılavuz, |
79- Firavun, kavmini dalalette bıraktı ve hakikate yol gösteremedi.
-80-
يَا بَنِي إِسْرَائِيلَ قَدْ أَنجَيْنَاكُم مِّنْ عَدُوِّكُمْ وَوَاعَدْنَاكُمْ جَانِبَ الطُّورِ الْأَيْمَنَ وَنَزَّلْنَا عَلَيْكُمُ الْمَنَّ وَالسَّلْوَى
Yâ benî isrâîle kad enceynâkum min aduvvikum ve vâadnâkum cânibet tûril eymene ve nezzelnâ aleykumul menne ves selvâ.
yâ benî isrâîle | : ey İsrailoğulları, yakubun oğulları, |
Kad enceynâ-kum | : oldu, bizde necat buldunuz, sizi kurtardık |
min aduvvi-kum | : kötülük hallerin, düşmanlık halleri, siz |
ve vaad na kum | : vaad, söz, bir işi düzenleme, siz |
Canibe | : taraf, her taraf, cihet, yön, her yön, |
el tur | : tur, gönül, sıfatlar, sıfatlarla donatılmış vücud, aşama, |
el eymene | : sağ, doğru, dosdoğru, hak, |
ve nezzelnâ aleykum | : indirdik, sunduk, size |
El men | : ilahi hissiyat, helva |
ve el selvâ | : rahatlık, konfor, huzur, bal, bıldırcın, |
80- Ey İsrailoğulları! Siz, tüm düşmanlık hallerine karşı Bizde necat bulanlardan oldunuz ve siz, dosdoğru bir şekilde sıfatlarla donatılmış vücudunuzu, her cihetle Bizim düzenlediğimizi anladınız ve size ilahi hissiyatı ve huzuru sunduk.
-81-
كُلُوا مِن طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ وَلَا تَطْغَوْا فِيهِ فَيَحِلَّ عَلَيْكُمْ غَضَبِي وَمَن يَحْلِلْ عَلَيْهِ غَضَبِي فَقَدْ هَوَى
Kulû min tayyibâti mâ rezaknâkum ve lâ tatgav fîhi fe yahılle aleykum gadabî ve men yahlil aleyhi gadabî fe kad hevâ.
Kulu min tayyibat | : yeyin, beslenin, yararlanma, temiz olan |
ma rezak na kum | : sizi rızık, nimet, sıfat, biz |
ve la tatgav fihi | : yok, taşkın, azgınlık yapmayın, orada |
Fe yahılle aleykum | : iner, dahil olur, o hallerde olur, girer, size, |
gadab | : öfke, hiddet |
ve men yahlil aleyhi | : kim, kimse, olursa, girerse, ona, |
gadab | : öfke, hiddet, şiddet, |
Fe kad heva | : böylece, oldu, heva, uydurma, çıkar üzere olma |
81- Bizim sizi nimetlendirdiğimiz şeylerden tertemiz olarak yararlanın ve orada taşkınlık yapmayın, sonra da hiddetli hallerde olmayın. Kim hiddetli hallerde olursa, böylece o kendi hevasında olur.
-82-
وَإِنِّي لَغَفَّارٌ لِّمَن تَابَ وَآمَنَ وَعَمِلَ صَالِحًا ثُمَّ اهْتَدَى
Ve innî le gaffârun li men tâbe ve âmene ve amile sâlihan summehtedâ.
ve inni le gafur | : ben, elbette, arındırmak, mağfiret |
li men tabe | : kimse, hatalarını anlayıp pişman olan, tevbe, |
ve âmene | : iman, inanan |
ve amile sâlihan | : dosdoğru hak yolunda çalışan |
Summe ihtede | : sonra, hep, ardından, yol bulan, |
82- Yaptığı hatalardan pişmanlık duyup dönen kimseler için, ben elbette mağfiret edenim. İman edenler ve dosdoğru hakk yolunda çalışanlar hep hakk yolundadırlar.
-83-
وَمَا أَعْجَلَكَ عَن قَوْمِكَ يَا مُوسَى
Ve mâ aceleke an kavmike yâ mûsâ.
ve mâ acele-ke | : değil, acele, çabuk, sen, sana |
an kavmi-ke ya Mûsâ | : seni kavmin, ya Mûsâ |
83- Ya Mûsâ! Kavmin hakkında acele etme.
-84-
قَالَ هُمْ أُولَاء عَلَى أَثَرِي وَعَجِلْتُ إِلَيْكَ رَبِّ لِتَرْضَى
Kâle hum ulâi alâ eserî ve aciltu ileyke rabbi li terdâ.
Kâle hum ulai ala eser | : dedi, onlar, iz, işaret, delil |
ve aciltu ileyke | : acele ettim, sana, |
rabbi | : rabbim, |
li terda | : rıza, gönül inanması |
84- Dedi ki: Rabbim! Senin hakikatlerinin gönlüme yerleşmesi için acele ettim, onlar da bu işaretler üzere olsunlar.
-85-
قَالَ فَإِنَّا قَدْ فَتَنَّا قَوْمَكَ مِن بَعْدِكَ وَأَضَلَّهُمُ السَّامِرِيُّ
Kâle fe innâ kad fetennâ kavmeke min badike ve edallehumus sâmiriyy
Kale | : dedik, bildirdik, hissiyat verdik, |
fe inna kad fetenna | : oldu, yaptık, sınama, anlamaya çalışma, biz |
kavme-ke min badi ke | : senin kavmin, senden sonra |
ve edalle-hum | : onları dalalete düşürdü, hakikatlerden saptırdı, |
el samiriy | : samir, gecede kalan, gaflette olan, |
85- Senin kavmin senden sonra Bizi anlamayı bıraktı ve samiri onları dalalete sürükledi, diye bildirdik.
-86-
فَرَجَعَ مُوسَى إِلَى قَوْمِهِ غَضْبَانَ أَسِفًا قَالَ يَا قَوْمِ أَلَمْ يَعِدْكُمْ رَبُّكُمْ وَعْدًا حَسَنًا أَفَطَالَ عَلَيْكُمُ الْعَهْدُ أَمْ أَرَدتُّمْ أَن يَحِلَّ عَلَيْكُمْ غَضَبٌ مِّن رَّبِّكُمْ فَأَخْلَفْتُم مَّوْعِدِي
Fe recea mûsâ ilâ kavmihî gadbâne esifâ kâle yâ kavmi e lem yaıdkum rabbukum vaden hasenâ e fe tâle aleykumul ahdu em eredtum en yahılle aleykum gadabun min rabbikum fe ahleftum mevıdî.
Fe recea Mûsâ | : böylece, geri döndü, rucu etti, Mûsâ, |
ila kavmihi | : kavmine |
Gadbâne esifen | : öfkeyle, üzüntü, üzgün olarak |
Kale yâ kavmi | : dedi, ey kavmim, |
e lem yaıdkum | : olmadı mı, size vaadlerim, sözlerim, |
rabbu-kum | : Rabbiniz, |
vaden hasenen | : vaad, yerine getirme, güzel, iyilik |
e fe tale aleykum | : buna rağmen, uzun, süre, size |
el ahdu | : ahd, sözleşme, |
em eredtum | : yoksa siz istediniz mi? |
en yahılle | : girmek, dahil olma, o hallerde kalmak, |
Aleykum gadabun | : sizde, öfke, hiddet |
min rabbi-kum | : Rabbinizden |
Fe ahlef tum | : böylece, ayrılığa, ihtilafa düştünüz, |
mevıdi | : vaad, söz, verilen söz, |
86- Böylece Mûsâ kavmine öfkeli, üzgün olarak döndü. Dedi ki: Ey kavmim! Size vaad ettiklerim olmadı mı? Rabbinizden güzellikler bulmadınız mı? Size olan sözlerimin yerine gelmesi yoksa uzun mu sürdü? Yoksa siz öfkeli hallerinizi mi istiyorsunuz? Siz Rabbinizi terk edip, sonra da sözlerinizi unutup ayrılıklara mı düşüyorsunuz?
-87-
قَالُوا مَا أَخْلَفْنَا مَوْعِدَكَ بِمَلْكِنَا وَلَكِنَّا حُمِّلْنَا أَوْزَارًا مِّن زِينَةِ الْقَوْمِ فَقَذَفْنَاهَا فَكَذَلِكَ أَلْقَى السَّامِرِيُّ
Kâlû mâ ahlefnâ mevıdeke bi melkinâ ve lâkinnâ hummilnâ evzâren min zînetil kavmi fe kazefnâhâ fe kezâlike elkâs sâmiriyy
Kâlû ma ahlefna | : dediler, biz ayrılık, ihtilaf, |
mevıd ke | : vaad, sözümüzden, sana verdiğimiz söz, |
bi melki-nâ | : mülk, sahip, isteğimizle, güç, |
ve lâkin-nâ hummil na | : lakin, fakat, biz, bize yüklenen, bizim taşıdığımız |
Evzâren | : ağırlıklar, yük, yüce olan, |
min zinet | : zinet, değerler, süsler, |
el kavmi | : kavim, topluluk, kimseler, |
Fe kazefnâ-hâ | : sonrada, biz onları attık, bıraktık, |
Fe kezâlike elka | : işte böylece, attı, bıraktık, |
el samiriy | : samiri, gecede kalan, gaflette olan |
87- Dediler ki: Sana verdiğimiz sözden kendi isteğimizle ayrılan olmadık. Kavmimize sunulan değerleri, o yücelikleri biz taşıdık. Fakat samiri, o değerleri bırakmamızı söyledi, sonra da biz onları bıraktık.
-88-
فَأَخْرَجَ لَهُمْ عِجْلًا جَسَدًا لَهُ خُوَارٌ فَقَالُوا هَذَا إِلَهُكُمْ وَإِلَهُ مُوسَى فَنَسِيَ
Fe ahrece lehum ıclen ceseden lehu huvârun fe kâlû hâzâ ilâhukum ve ilâhu mûsâ fe nesiy
Fe ahrece lehum | : böylece, çıkardı, çıktı, o hale çıktılar, onlara, |
ıclen | : tapınma, put, ayrılma, sürme, sürgün, buzağı, |
Ceseden lehu | : ceset, heykel, ten, gövde, hareketsiz, idraksiz, ona, |
huvarun | : bağırma, öğürme, eski cehaletine dönme, |
Fe kalu haza ilâhu-kum | : sonrada, işte, dediler, budur, sizin ilahınız |
ve ilahu Mûsâ | : ilah, Mûsâ, |
fe nesiye | : unuttu |
88- Böylece onlar, bir tapınma heykeli ortaya çıkarıp, eski cehalet hallerine döndüler. Sonra da dediler ki: İşte sizin ilahınız ve Mûsâ’nın da unuttuğu ilahı budur.
-89-
أَفَلَا يَرَوْنَ أَلَّا يَرْجِعُ إِلَيْهِمْ قَوْلًا وَلَا يَمْلِكُ لَهُمْ ضَرًّا وَلَا نَفْعًا
E fe lâ yerevne ellâ yerciu ileyhim kavlen ve lâ yemliku lehum darren ve lâ nefâ
e fe lâ yerevne | : hâlâ bakıp ta görmezler mi? Anlamazlar mı? |
ellâ yerciu | : hareket edemeyen, geri dönemeyen, |
ileyhim kavlen | : onlara, seslenmek |
ve lâ yemliku | : gücü yetmez, malik değil, kendine sahip değil |
Lehum darren | : onları, koruyamayan |
ve la nefan | : faydası da olmayan |
89- Hareket edemeyen, onlara seslenemeyen ve kendine sahip olamayan, onları koruyamayan ve faydası da olmayan şeyi hâlâ bakıp ta görmezler mi?
-90-
وَلَقَدْ قَالَ لَهُمْ هَارُونُ مِن قَبْلُ يَا قَوْمِ إِنَّمَا فُتِنتُم بِهِ وَإِنَّ رَبَّكُمُ الرَّحْمَنُ فَاتَّبِعُونِي وَأَطِيعُوا أَمْرِي
Ve lekad kâle lehum hârûnu min kablu yâ kavmi innemâ futintum bih ve inne rabbekumur rahmânu fettebiûnî ve etîû emrî.
ve lekad kale lehum Hârûn | : andolsun, doğrusu, dedi, onlara, Hârûn |
min kablu | : daha önce, |
ya kavmi | : ey kavmim |
İnnemâ futintum bihi | : sadece, sınama, arayış, siz, onunla |
ve inne rabb kum | : muhakkak, rabbiniz, |
el rahman | : nuruyla saran, rahmetiyle saran |
fe ittebiû-nî | : artık bana tâbi olun, takip edin, uyun, |
ve etiu emr | : itaat edin, uyun, emr, hüküm, işleyiş, |
90- Doğrusu Hârûn da onlara daha önce demişti ki: Ey kavmim! Siz bu şeyde mi çare ararsınız. Muhakkak ki Rabbiniz tüm varlığı rahmetiyle sarandır. Öyleyse anlattıklarıma uyun ve hükümlere itaat edin.
-91-
قَالُوا لَن نَّبْرَحَ عَلَيْهِ عَاكِفِينَ حَتَّى يَرْجِعَ إِلَيْنَا مُوسَى
Kâlû len nebreha aleyhi âkifîne hattâ yercia ileynâ mûsâ.
Kâlû len nebreha | : dediler, asla, bırakmak, ayrılmak |
Aleyhi akifin | : ona, hep ibadet eden, tüm vaktini veren, |
Hatta yerci | : hatta, kadar, oluncaya kadar, dönüp gelecek |
ileyna Mûsâ | : bize, Mûsâ |
91- Dediler ki: Mûsâ bize dönüp gelinceye kadar, asla ona olan ibadetimizden vazgeçmeyiz.
-92-
قَالَ يَا هَارُونُ مَا مَنَعَكَ إِذْ رَأَيْتَهُمْ ضَلُّوا
Kâle yâ hârûnu mâ meneake iz reeytehum dallû
Kale ya Hârûn | : dedi, Mûsâ dedi, ey Hârûn, |
ma meneake | : men etmedin, mani olmadın, seni, |
iz reeyte-hum | : onları gördüğün zaman, |
dallu | : dalalet, hakikatlerden kendi anlayışına sapmak |
92- Mûsâ dedi ki: Ya Hârûn! Hakikatleri bırakıp, kendi anlayışlarına saptıklarını gördüğünde, sen neden onlara engel olmadın?
-93-
أَلَّا تَتَّبِعَنِ أَفَعَصَيْتَ أَمْرِي
Ellâ tettebian e fe asayte emrî.
ellâ tettebia-ni | : niçin, değil, tâbi olamak, takip, uymak, ben |
e fe asayte emri | : yoksa asi mi oldun, hükümleri mi unuttun? |
93- Niçin beni takip etmedin? Yoksa Hakk’ın hükümlerini mi unuttun?
-94-
قَالَ يَا ابْنَ أُمَّ لَا تَأْخُذْ بِلِحْيَتِي وَلَا بِرَأْسِي إِنِّي خَشِيتُ أَن تَقُولَ فَرَّقْتَ بَيْنَ بَنِي إِسْرَائِيلَ وَلَمْ تَرْقُبْ قَوْلِي
Kâle yebneumme lâ tehuz bi lıhyetî ve lâ bi resî innî haşîtu en tekûle ferrakte beyne benî isrâîle ve lem terkub kavlî.
Kâle ya ibne umme | : dedi, ey anamın oğlu, |
la tehuz bi lıhyeti | : tutma, çekme, alma, sakalımı |
ve la bi resi | : yok, başımı, saçımı yapma |
in-nî haşitu | : ben korktum, endişe ettim, tedirgin oldum, |
en tekule | : söylemenden, anlatma |
Ferrak te | : ayrılık, bölünmek, sen, |
beyne beni israil | : İsrailoğulları arasında, yakuboğulları, |
ve lem terkub kavli | : beklemedin, gözetmedin, söz, söylem |
94- Hârûn dedi ki: Ey Anamın oğlu! Sakalımı çekme ve saçımı da çekme. Ben, İsrail oğullarının arasında ayrılık çıkardın demenden ve onları gözetlemediğimi söylemenden endişe ettim.
-95-
قَالَ فَمَا خَطْبُكَ يَا سَامِرِيُّ
Kâle fe mâ hatbuke yâ sâmiriy
Kâle fe ma hatbu ke | : dedi, ne dedin, vaaz, hitap ettin, söyledin, sen |
yâ sâmiriyyu | : ey Samiri |
95- Dedi ki: Ya samiri! Sen onlara ne vaaz ettin?
-96-
قَالَ بَصُرْتُ بِمَا لَمْ يَبْصُرُوا بِهِ فَقَبَضْتُ قَبْضَةً مِّنْ أَثَرِ الرَّسُولِ فَنَبَذْتُهَا وَكَذَلِكَ سَوَّلَتْ لِي نَفْسِي
Kâle basurtu bi mâ lem yabsurû bihî fe kabadtu kabdaten min eserir resûli fe nebeztuhâ ve kezâlike sevvelet lî nefsî.
Kâle basurtu bima | : dedi, ben gördüm, şeyler |
lem yabsurû bihi | : göremediler, onu, |
Fe kabadtu kabdaten | : Sonra, kavradım, avuçladım, aldım, çektim, |
Min eseri | : izinden, eser, işaret, husus, anlattıklarından, eserleri, |
el resûli | : resul, hakikati gösteren, |
Fe nebeztu-hâ | : sonra, onu attım, bıraktım, anlattım, ret, onu |
ve kezâlike sevelet | : işte böyle, böylece, güzel, hoş, gösterdi, |
li nefsi | :nefs için, kendim için, kendime, |
96- Dedi ki: Ben onların göremediği şeyleri gördüm. Böylece Resulün izinden çektim kavradım, sonra da onu anlattım. İşte bunu yapmak nefsime hoş geldi.
-97-
قَالَ فَاذْهَبْ فَإِنَّ لَكَ فِي الْحَيَاةِ أَن تَقُولَ لَا مِسَاسَ وَإِنَّ لَكَ مَوْعِدًا لَّنْ تُخْلَفَهُ وَانظُرْ إِلَى إِلَهِكَ الَّذِي ظَلْتَ عَلَيْهِ عَاكِفًا لَّنُحَرِّقَنَّهُ ثُمَّ لَنَنسِفَنَّهُ فِي الْيَمِّ نَسْفًا
Kâle fezheb fe inne leke fîl hayâti en tekûle lâ misâse ve inne leke mevıden len tuhlefeh vanzur ilâ ilâhikellezî zalte aleyhi âkifâ le nuharrikannehu summe le nensifennehu fîl yemmi nesfâ
Kâle fe izhep | : dedi, öyleyse, git, |
Fe inne leke fî el hayati | : bundan sonra, sana, hayatta |
en tekûle | : senin söylemen, söyleyeceksin, |
la misasa | : ellemeyin, dokunmayın, yaklaşmayın |
ve inne leke meviden | : muhakkak, sana, söz verme vaad, tarih, buluşma |
len tuhlefe-hu | : asla, başarısız, olunmayacak |
ve unzur ila ilahi ke | : bak, ilahına |
Ellezî zalte aleyhi | : ki onu sen var ettin, ona |
akifen | : ibadet eden, hep ibadet halinde olmak, tapınmak |
le nuharrik enne-hu | : elbette, yakmak, onu |
Summe le nensif | : sonra, darmadağın etme, parçalama |
enne-hu | : elbette onu, doğrusu onu, |
fî el yemi nefsen | : denizde, savurma, darmadağın etme, |
97- Mûsâ dedi ki: Öyleyse git buradan. Bundan sonra yaşadığın müddetçe sen, bana yaklaşmayın diyeceksin ve muhakkak ki senin sözüne uyanlar asla başarılı olamayacaklar. Bak ilahına ki, onu sen var ettin, hep ona ibadet ettin. Elbette onu yakacağız, sonra darmadağın edip denize savuracağız.
-98-
إِنَّمَا إِلَهُكُمُ اللَّهُ الَّذِي لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ وَسِعَ كُلَّ شَيْءٍ عِلْمًا
İnnemâ ilâhukumullâhullezî lâ ilâhe illâ hûve vesia kulle şeyin ilmâ
İnnemâ ilahu kum | : sadece, ancak, ilah, sizin |
Allâh ellezî | : Allah ki o |
lâ ilâhe illa huve | : ilâh yoktur, o vardır |
Vesia kulle şeyin | : kaplamış, sarmış, kuşatmış, bütün her şeyi, |
ilmen | : ilmiyle |
98- Ancak sizin ilahınız Allah’tır, ilah yoktur, O vardır, O bütün her şeyi ilmiyle kuşatandır.
-99-
كَذَلِكَ نَقُصُّ عَلَيْكَ مِنْ أَنبَاء مَا قَدْ سَبَقَ وَقَدْ آتَيْنَاكَ مِن لَّدُنَّا ذِكْرًا
Kezâlike nakussu aleyke min enbâi mâ kad sebak ve kad âteynâke min ledunnâ zikrâ
Kezalike nakussu aleyke | : işte böyle, anlatıyoruz, aktarma, sana |
min enbâi | : haberleri, bilgileri, |
ma kad sebaka | : geçmiş olanların |
ve kad âteynâ-ke | : oldu, sana verdik, sunduk, sen, sana |
min ledun-nâ | : bize ait, katımızdan, |
zikren | : zikir, hakikatlerimiz, anmak, hatırlamak, |
99- Geçmiş olanların haberlerini işte böyle sana aktarıyoruz ve sana tüm varlıktan Bize ait olan hakikatleri sunuyoruz.
-100-
مَنْ أَعْرَضَ عَنْهُ فَإِنَّهُ يَحْمِلُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وِزْرًا
Men arada anhu fe innehu yahmilu yevmel kıyâmeti vizrâ
Men arada anhu | : kim, yüz çevirme, reddetme |
Fe inne-hu yahmilu | : muhakkak o, taşır, yüklenir |
yevme el kıyameti | : hakikatin ortaya çıktığı gün, ölünceye kadar, |
vizra | : vebal, yazık |
100- Kim hakikatlerden yüz çevirirse, muhakkak ki o ölünceye kadar bir vebal içinde olur.
-101-
خَالِدِينَ فِيهِ وَسَاء لَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ حِمْلًا
Hâlidîne fîh ve sâe lehum yevmel kıyâmeti hımlâ
Hâlidîne fihi | : devamlı, o halde, onda |
ve sae lehum | : kötü olan, onlar |
yevme el kıyameti | : hakikatlerin ortaya çıkışı, ölüm vakti, |
hımlen | : yüklenilen, taşıma |
101- O hâlde olanlar devamlı o hâlin içindedirler ve onlar ölünceye kadar o kötü hâli taşırlar.
-102-
يَوْمَ يُنفَخُ فِي الصُّورِ وَنَحْشُرُ الْمُجْرِمِينَ يَوْمَئِذٍ زُرْقًا
Yevme yunfehu fîs sûri ve nahşurul mucrimîne yevme izin zurkâ
Yevme yunfe hu | : gün, an, her an, vakit, zaman, üfleme, nefes, |
fi el sur | : o, içine, sur, suretlerin, vücudlar, bedenler, |
ve nahşuru | : toplayacağız, ortaya çıkma, birlik, |
el mücrimin | : fenalarda kalan, hatalar yapan, günahkâr, zararlı haller |
yevme izin | : gün, vakit, zaman, her zaman, |
zurkan | : morarmış, anlamamış, yetkili, haller, |
102- Suretlerin içinde her an üfleyip duran O’dur. Fenalarda kalanlar, birliğin Bize ait olduğunu hiçbir zaman anlayamazlar.
-103-
يَتَخَافَتُونَ بَيْنَهُمْ إِن لَّبِثْتُمْ إِلَّا عَشْرًا
Yetehâfetûne beynehum in lebistum illâ aşrâ
Yetehafetune beynehum | : gizlice konuşan, fısıldaşma, dedikodu, aralarında, |
in lebistum | : tereddüt, dış elbise, suret, karıştırma, şüpheye düşmek |
illa aşren | : ancak, sadace, vardır, on, kısım, gurup |
103- Suretlerde kalıp şüphe içinde kalanlar; ancak guruplaşırlar, dedikodular içinde kalırlar.
-104-
نَحْنُ أَعْلَمُ بِمَا يَقُولُونَ إِذْ يَقُولُ أَمْثَلُهُمْ طَرِيقَةً إِن لَّبِثْتُمْ إِلَّا يَوْمًا
Nahnu alemu bimâ yekûlûne iz yekûlu emseluhum tarîkaten in lebistum illâ yevmâ
nahnu alemu bima | : biz, ilmin sahibi, ilmiyle var eden, şeyler, |
Yekulune iz yekûlu | : söyledikleri, söylediği zaman, dedikleri |
emselu-hum | : emsal, örnek, benzer, uygun, onlar, |
tarikaten | : tarikat, yol, gidilen yol, |
in lebistum | : tereddüt, suret, karıştırma, şüpheye düşme, dış elbise |
illâ yevmen | : sadece, ancak, gün, vakit |
104- Söyleyip konuştukları şeylerdeki ilmin sahibi Biziz. Onların benzerleri de o yolda vakitlerini ancak suretlerde kalıp şüpheler içinde geçirdiler.
-105-
وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الْجِبَالِ فَقُلْ يَنسِفُهَا رَبِّي نَسْفًا
Ve yeselûneke anil cibâli fe kul yensifuhâ rabbî nesfâ
ve yeselune ke | : sana soruyorlar, |
an el cibal | : dağlar, büyüklük taslayan, |
fe kul yensifuha | : de, dağılma, dökülme, yıkılma, savrulma, patlatma |
rabbi | : rabb, vücudlandıran, |
nesfa | : dağılma, yıkılma, savrulma |
105- Sana büyüklük taslayanları soruyorlar. De ki: Onlar kendilerini vücudlandıranı anlayamazlar, yıkılıp giderler.
-106-
فَيَذَرُهَا قَاعًا صَفْصَفًا
Fe yezeruhâ kâan safsafâ
Fe yezeru ha | : böylece, bırakın, bekleme |
kaan safsaf | : dip, uzaklaşma düz, boş arazi, israf, bilgisiz, |
106- Böylece onlar boş bilgisiz bir hâlde hakikatlerden uzaklaşırlar.
-107-
لَا تَرَى فِيهَا عِوَجًا وَلَا أَمْتًا
Lâ terâ fîhâ ivecen ve lâ emtâ
la tere fiha | : yok, göremezsin, onda, |
ivecen, avec | : çarpık, eğri büğrü, doğruluk yok |
ve la emten | : yok, iniş çıkış, tümsek, yükseklik, büyüklük, |
107- O hâllerde kalanları hakikatleri arar göremezsin, doğru hareket etmezler ve onlar büyüklük taslama hâllerini bırakmazlar.
-108-
يَوْمَئِذٍ يَتَّبِعُونَ الدَّاعِيَ لَا عِوَجَ لَهُ وَخَشَعَت الْأَصْوَاتُ لِلرَّحْمَنِ فَلَا تَسْمَعُ إِلَّا هَمْسًا
Yevme izin yettebiûned dâıye lâ ivece leh ve haşeatil asvâtu lir rahmâni fe lâ tesmeu illâ hemsâ
yevme izin | : gün, her an, vakit, zaman, her zaman, |
yettebiune | : tabi olurlar, uyarlar, takip ederler |
El daıye lehu | : davet, çağrı, onun, |
la ivece | : yok, çarpıklık yok, eğri büğrü, doğruluk içinde |
ve haşeati el asvat | : boyun eğen, teslim, sesler kısılır |
li el rahman | : nuruyla saran, rahmetiyle saran |
Fe la tesmeu | : artık, işitemezsin, |
illa hemsen | : sadece, fısıltı, gizli ses, gizi bir sesleniş, |
108- Çağrıya tâbi olanlar ise, her zaman doğruluk içindedirler. Bütün her yeri rahmetiyle saranın dışında ki tüm sesler kısılır, artık gizli bir seslenişin dışında bir şey işitemezsin.
-109-
يَوْمَئِذٍ لَّا تَنفَعُ الشَّفَاعَةُ إِلَّا مَنْ أَذِنَ لَهُ الرَّحْمَنُ وَرَضِيَ لَهُ قَوْلًا
Yevme izin lâ tenfauş şefâatu illâ men ezine lehur rahmânu ve radıye lehu kavlâ
yevme izin | : o vakit, o zaman, her an, yetkili olan, icazet, |
la tenfau | : yok, yarar, fayda, |
el şefaat | : şefaat, birliğe götüren, birleştiren, |
İlla men ezine | : ancak, dışında, kim, izin, yetki, icazet, müsaade |
Lehu el rahmanu | : ona Rahman, her yeri rahmetiyle saran, nuruyla saran |
ve radıye | : mutlu, huzur, razı oldu, |
lehu kavlen | : ona, söz, sözleşme |
109- O vakit rahmetiyle her yeri sarandan başkasının; yetkisi, şefaati, faydası yoktur. Ve verdiği söze uyanlarda bir huzur vardır.
-110-
يَعْلَمُ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلَا يُحِيطُونَ بِهِ عِلْمًا
Yalemu mâ beyne eydîhim ve mâ halfehum ve lâ yuhîtûne bihî ılmâ
Yalemu | : ilmin sahibi, bilir, |
ma beyne eydihim | : önlerinde olan şey, ellerindeki güç |
ve mâ halfe-hum | : onların arkasındakiler, |
ve la yuhtûne bihi | : kaplama, sarma, çevreleme, ihata edemez, onu, |
ilmen | : ilimle, ilmiyle |
110- Onların önlerinde olan ve arkalarında olan her şeydeki ilmin sahibi O’dur ve O’ndan başka ilmiyle her yeri kaplayan yoktur.
-111-
وَعَنَتِ الْوُجُوهُ لِلْحَيِّ الْقَيُّومِ وَقَدْ خَابَ مَنْ حَمَلَ ظُلْمًا
Ve anetil vucûhu lil hayyil kayyûm ve kad hâbe men hamele zulmâ
ve aneti | : teslim aldı, tuttu, helak, tasarlama, boyun eğdi, |
el vucuhu | : yüzler, gerçek, |
li el hayyi | : diri olan, hay, canlı, |
el kayyum | : diriliği ile sürüp giden, yöneten, ayakta tutan, |
ve kad habe | : olmuştu, oldu, kayıp eden, heba, anlayamayan, |
men hamele zulmen | : yüklenen kimse, taşıyan kimse, zulüm, kötülük yapan |
111- Bütün yüzleri tutan, diri olandır, bütün varlığı diriliği ile tutup sürüp gidendir. Zulüm hallerini taşıyan kimseler ise bu hakikati anlayamazlar.
-112-
وَمَن يَعْمَلْ مِنَ الصَّالِحَاتِ وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَلَا يَخَافُ ظُلْمًا وَلَا هَضْمًا
Ve men yamel mines sâlihâti ve huve muminun fe lâ yehâfu zulmen ve lâ hadmâ
ve men yamel min el salihat | : kim, Salih amel, çalışma, iyi çalışma, |
ve huve muminun | : o, mümin, emin, |
Fe la yehafu zulmen | : artık, yok, korku, çekinme, zulüm, haksızlık |
ve la hadmen | : yok, olmaz, tahrip eden, kayıp, zarar, haksızlık, |
112- Her kim Salih amelde olup ve o müminlerdense, artık o zalimlerden korkmaz ve kaybeden olmaz.
-113-
وَكَذَلِكَ أَنزَلْنَاهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا وَصَرَّفْنَا فِيهِ مِنَ الْوَعِيدِ لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ أَوْ يُحْدِثُ لَهُمْ ذِكْرًا
Ve kezâlike enzelnâhu kurânen arabîyyen ve sarrafnâ fîhi minel vaîdi leallehum yettekûne ev yuhdisu lehum zikrâ
ve kezâlike enzelna hu | : böylece, biz onu indirdik, sunduk |
Kurânen | : Kuran, kâinat kitabı, okunan şey, |
arabiyyen | : anlaşılır bir şekilde, |
ve sarrafna | : açıkladık, yönelttik, gerçeği anlamak, |
fihi minel vaidi | : onun içinde, vaad, sözler, gerçekleşen, açığa çıkarmak |
lealle-hum yettekune | : umulur ki, onlar, takva, fenalardan sakınma |
Ev yuhdisu | : ya da, böylece, yahut, oluşur, gerçekleşir, |
lehum zikren | : onlar, zikir, hatırlatma, anma, öğüt, ibret |
113- İşte, kâinat kitabını anlaşılır bir şekilde sunduk ve açığa çıkardığımız her şeyin içinde gerçeği sunduk. Umulur ki onlar fenalardan sakınır, ortak koşmazlar. Böylece onlar, hakikatleri anlama, anma üzere olurlar.
-114-
فَتَعَالَى اللَّهُ الْمَلِكُ الْحَقُّ وَلَا تَعْجَلْ بِالْقُرْآنِ مِن قَبْلِ أَن يُقْضَى إِلَيْكَ وَحْيُهُ وَقُل رَّبِّ زِدْنِي عِلْمًا
Fe teâlallâhul melikul hak ve lâ tacel bil kurâni min kabli en yukdâ ileyke vahyuhu ve kul rabbi zidnî ılmâ
Fe teala Allah | : böylece, gerçek, Allah yücedir |
el meliku | : melik, tüm mülkü sahibi, idare eden, |
el hakk | : hakk olan, gerçek olan, her varlıkta var olan, |
ve la tacel | : acele etme, |
bi el kuran | : okunan şeyler, kuran için, kâinat kitabı, |
min kabli en yukda | : daha önce, kada, yerine gelme, anlama, takdirini, tamam |
İleyke vahyu-hu | : sana, vahyi, bildirdiğimiz, her varlıktan sunduğumuz |
ve kul rabbi | : de, söyle, rabbim |
zıdni ılmen | : ilmimi artır |
114- Gerçek olan Allah’tır, tüm kâinatı idare edendir, her varlıkta varolandır. Kâinat kitabını anlamak için acele etme, sana her varlıktan bildirdiğimiz hakikatleri anlamaya gayret göster ve Rabbim benim ilmimi arttır, de.
-115-
وَلَقَدْ عَهِدْنَا إِلَى آدَمَ مِن قَبْلُ فَنَسِيَ وَلَمْ نَجِدْ لَهُ عَزْمًا
Ve lekad ahidnâ ilâ âdeme min kablu fe nesîye ve lem necid lehu azmâ
ve lekad | : andolsun, doğrusu, gerçek olan şu ki, |
Ahid na | : sözleşme, Tevhid ilmi, yazılı hakikatler, yazdık, mukavele |
ila Adem | : Âdem’e, Âdem’in bedenine, İnsana, |
min kablu | : daha önce, yaratılışında, doğmadan önce |
Fe nesiye | : fakat, unuttu, görevini unuttu, |
ve lem necid lehu | : olmadı, bize karşı, bulmadık, olmadı, onu, |
azmen | : azimli, kararlı, |
115- Gerçek olan şu ki, doğmadan önce Âdem’in bedenine tüm hakikatlerimizi yazdık. Fakat o kendine bakmayı unuttu ve Bizi anlamada kararlı olamadı.
-116-
وَإِذْ قُلْنَا لِلْمَلَائِكَةِ اسْجُدُوا لِآدَمَ فَسَجَدُوا إِلَّا إِبْلِيسَ أَبَى
Ve iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs ebâ.
ve iz kulna | : demiştik, bildirdik, hissiyat verdik, |
li el melaiket | : demiştik, melek, güç, kuvve, her varlıktaki güç, |
Escudu li Adem | : secde, teslimiyet, Âdem’e |
Fe secedu | : böylece, tüm varlığıyla teslim oldu, secde etti, |
illa iblis | : ancak, iblis, suretlerde kalan, dış elbise, |
eba | : uymadı, yapmadı, kaçındı, |
116- Âdem’e; tüm varlıktaki gücü anla, tüm varlığınla bir teslimiyet içinde ol, diye bildirdik. Böylece o tüm varlığıyla teslim oldu. Ancak, varlığın dış yüzünde kalıp iç yüzünü göremeyen, tüm varlıktaki gücü anlayamayan ise, teslim olmaktan kaçınır.
-117-
فَقُلْنَا يَا آدَمُ إِنَّ هَذَا عَدُوٌّ لَّكَ وَلِزَوْجِكَ فَلَا يُخْرِجَنَّكُمَا مِنَ الْجَنَّةِ فَتَشْقَى
Fe kulnâ yâ âdemu inne hâzâ aduvvun leke ve li zevcike fe lâ yuhricennekumâ minel cenneti fe teşkâ.
Fe kulna ya adem | : sonrada, dedik, bildirdik, ey Âdem |
İnne haza | : şüphesiz, bu, o haller, iblislik hâli, surette kalma |
aduvvun | : düşman, |
Leke ve li zevci-ke | : sen ve eşin, aynı yolda olan, cins, tür, benzer, |
Fe la yuhricenne-kumâ | : yok, değil, ayırmasın, sakın sizleri çıkarmasın |
min el cenneti | : cennet, huzurdan, |
fe teşka | : şaki, küfür, eşkıya, hiddetli, ikiliğe düşme |
117- Ey Âdem! Şüphesiz o haller senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın o hâller sizi hakikatlerin huzurundan ayırmasın, yoksa ikiliğe düşenlerden olursunuz, diye bildirdik.
-118-
إِنَّ لَكَ أَلَّا تَجُوعَ فِيهَا وَلَا تَعْرَى
İnne leke ellâ tecûa fîhâ ve lâ tarâ
İnne leke | : muhakkak, senin için, |
ella | : değil, olmaz, yoktur, başka, |
tecua | : açlık, istek, sıkıntı, doyma, |
fiha | : orada, o huzurda, o hakikatlerde, |
ve la tara | : yok, çıplak, soymak, suret, |
118- Muhakkak ki senin için o huzurda bir sıkıntı yoktur ve surette kalmak yoktur.
-119-
وَأَنَّكَ لَا تَظْمَأُ فِيهَا وَلَا تَضْحَى
Ve enneke lâ tazmeu fîhâ ve lâ tadhâ.
ve enne-ke | : muhakkak sen, |
la tazmeu fiha | : susamaz, hep doymuş, isteğin olmaz, orada |
ve lâ tadhâ | : yok, yanmak, azap, sıkılmak, cehaletin sıkıntısı, |
119- Muhakkak ki o huzurda başka bir isteğin olmaz ve cehaletin sıkıntısı yoktur.
-120-
فَوَسْوَسَ إِلَيْهِ الشَّيْطَانُ قَالَ يَا آدَمُ هَلْ أَدُلُّكَ عَلَى شَجَرَةِ الْخُلْدِ وَمُلْكٍ لَّا يَبْلَى
Fe vesvese ileyhiş şeytânu kâle yâ âdemu hel edulluke alâ şeceretil huldi ve mulkin lâ yeblâ.
Fe vesvese ileyhi | : böylece, vesvese, fısıltı, ona, |
el şeytan | : şeytani haller, kötülük çıkar halleri, |
Kale yâ âdemu | : dedi, ey Âdem |
hel edullu-ke ala | : sana göstereyim, haber vereyim, |
Ala şecereti el huldi | : ağaç, soy, asalet, sonsuz, ebedi devam edecek |
ve mulkin | : saltanat, mülk, |
la yebla | : sona ermeyecek, tükenmeyen, bâki olan |
120- Fakat şeytani halleri ona fısıldadı. Dedi ki: Ey Âdem! Ebedi devam edecek olan ve tükenmeyecek olan saltanatı sana göstereyim mi?
-121-
فَأَكَلَا مِنْهَا فَبَدَتْ لَهُمَا سَوْآتُهُمَا وَطَفِقَا يَخْصِفَانِ عَلَيْهِمَا مِن وَرَقِ الْجَنَّةِ وَعَصَى آدَمُ رَبَّهُ فَغَوَى
Fe ekelâ minhâ fe bedet lehumâ sevâtuhumâ ve tafıkâ yahsıfâni aleyhimâ min varakıl cenneti ve asâ âdemu rabbehu fe gavâ.
Fe ekela minha | : böylece, yediler, o tuzağa düştüler, ondan |
Fe bedet lehumâ | : böylece, açıldı, göründü, onların, ikisinin |
sevatu-humâ | : ezmek, vuruş, avret, ayıp olan, kusurlu, onlar |
ve tafıka | : başlamak, koyulmak, |
yahsıfani | : örtüyor, yakışacak şekilde, arayış, |
Aleyhima | : üzerlerine, |
min varak | : kagıt, örtü, koruma, yaprak, koruyucu olan |
el cennet | : cennet, huzur |
ve asa adem | : isyan, asi oldu, ikiliğe düştü, itiatsiz, Âdem, |
rabb hu | : rabbine |
Fe gava | : sonrada, taşkınlık etti, azdı, yoldan çıktı, itaat |
121- Böylece o hallerin tuzağına düştüler. Sonra da onların kusurlu halleri açığa çıktı. Tekrar huzurun koruyuculuğu üzerlerinde olsun diye, bir arayışa koyuldular. Âdem Rabbine karşı ikiliğe düştü, böylece taşkınlık etti.
-122-
ثُمَّ اجْتَبَاهُ رَبُّهُ فَتَابَ عَلَيْهِ وَهَدَى
Summectebâhu rabbuhu fe tâbe aleyhi ve hedâ.
Summe icteba hu | : sonra, o seçkin olana yöneldi, icabet etti, |
rabb hu | : rabbine yöneldi, vucudlandıran |
Fe tâbe aleyhi | : böylece, tövbe, yaptıklarından pişmanlık duyma, |
ve heda | : hakka yol bulma, hidayet bulma |
122- Sonra o seçkin olana, onu vücudlandırana yöneldi, böylece yaptıklarına pişman olup tövbe etti ve Hakk’a yol buldu.
-123-
قَالَ اهْبِطَا مِنْهَا جَمِيعًا بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ فَإِمَّا يَأْتِيَنَّكُم مِّنِّي هُدًى فَمَنِ اتَّبَعَ هُدَايَ فَلَا يَضِلُّ وَلَا يَشْقَى
Kâlehbitâ minhâ cemîan badukum li ba’dın aduvv fe immâ yetiyennekum minnî huden fe menittebea hudâye fe lâ yadıllu ve lâ yeşkâ.
kale ihbita minha | : dedi, inin oradan, düşer, o hakikatlerden |
cemian | : hepiniz, hepsi, |
badu-kum li badın | : bazınız, bazınıza, birbirinize, |
aduv | : düşmanlık, |
Fe imma yetiyenne-kum | : artık, size mutlaka gelecek, gelir, |
minni huden | : benim, hidayet, yol gösteren, hakkın yolunu gösteren |
Fe men ittebea | : artık, kim tâbi olursa, uyarsa, |
hudaye | : hakk yoluna, rehbere, |
Fe la yadıllu | : işte, dalalette kalmaz, sapmak, |
ve la yeşka | : ve şaki, hiddetli olmaz, ikilik |
123- Birbirlerine düşmanlık edenlerin hepsi, o hakikatlerin idrakinden düşer. Size mutlaka Benim yolumu gösterecek olan biri gelir. Artık kim Hakk’ın yoluna tâbi olursa, işte o dalalette kalmaz ve ikiliğe düşmez, diye bildirdik.
-124-
وَمَنْ أَعْرَضَ عَن ذِكْرِي فَإِنَّ لَهُ مَعِيشَةً ضَنكًا وَنَحْشُرُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ أَعْمَى
Ve men arada an zikrî fe inne lehu maîşeten danken ve nahşuruhu yevmel kıyâmeti amâ.
ve men arada | : kim, red, ayrılma, yüz çevirme, uzaklaşma, |
an zikri | : zikrimden, anmaktan, hakikatleri anlamak, |
Fe inne lehu maişet | : artık, elbette, onun, yaşayış, yaşama, ömür, |
danke | : zorlanır, sıkıntı, darlık, |
ve nahşuru-hu | : biz, toplanma, birlik, o |
yevme el kıyameti | : ölünceye kadar, hakikatlerin ortaya çıktığı gün |
ama | : hakikati göremeyen, bir körlük içinde olan, |
124- Kim hakikatlerimizi anlamaktan yüz çevirirse, elbette onun ömrü sıkıntılar içinde geçer ve o birliğimizi anlayamaz ve ölünceye kadar hakikatleri anlamada bir körlük içinde kalır.
-125-
قَالَ رَبِّ لِمَ حَشَرْتَنِي أَعْمَى وَقَدْ كُنتُ بَصِيرًا
Kâle rabbi lime haşertenî amâ ve kad kuntu basîrâ
Kâle rabb lem | : dedi, rabbim, neden, niçin, |
haşerteni ama | : ortaya çıkardın, haşrettin, birlik, hakikat körü |
ve kad kuntu basiran | : olmuştu, oldum, gören, basiret |
125- Dedi ki: Rabbim! Ben gören biri olduğum halde, neden senin birliğinin hakikatlerini göremedim.
-126-
قَالَ كَذَلِكَ أَتَتْكَ آيَاتُنَا فَنَسِيتَهَا وَكَذَلِكَ الْيَوْمَ تُنسَى
Kâle kezâlike etetke âyâtunâ fe nesîtehâ ve kezâlikel yevme tunsâ.
Kale kezalike | : dedi, bildirildi, işte tüm varlıktan, |
atetke | : sana geldi, sunuldu |
ayet na | : ayetlerimiz, işaret, delil, |
Fe nesite-hâ | : fakat, sen onu unuttun |
ve kezalike el yevm | : işte böylece, vakit, zaman, gelip geçen zaman, |
tunsa | : unuttun, unutkanlıkla geçirdin, |
126- Ayetlerimiz sana tüm varlıktan sunuldu, fakat sen onu görmeyi unuttun ve işte böylece vaktini unutkanlıkla geçirdin, diye bildirildi.
-127-
وَكَذَلِكَ نَجْزِي مَنْ أَسْرَفَ وَلَمْ يُؤْمِن بِآيَاتِ رَبِّهِ وَلَعَذَابُ الْآخِرَةِ أَشَدُّ وَأَبْقَى
Ve kezâlike neczî men esrefe ve lem yumin bi âyâti rabbih ve le azâbul âhıreti eşeddu ve ebkâ.
ve kezâlike neczi | : işte böylece, karşılık, |
men esref | : taşkınlık, israf, boş şeyler içinde olan kimse |
ve lem yumin bi ayeti | : inanmaz, ayetlere, işaret, |
rabb hi | : rabbinin |
ve le azabu el ahıret | : azap, sıkıntı, sonunda, |
eşeddu | : daha fazla, şiddetli, |
ve ebka | : baki, devamlı, kalıcı, |
127- Rabbinin ayetlerine inanmayanlara, vaktini boş şeylerde geçirenlere, sonunda kalıcı olan şiddetli sıkıntılar vardır. İşte böyledir onların karşılığı.
-128-
أَفَلَمْ يَهْدِ لَهُمْ كَمْ أَهْلَكْنَا قَبْلَهُم مِّنَ الْقُرُونِ يَمْشُونَ فِي مَسَاكِنِهِمْ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِّأُوْلِي النُّهَى
E fe lem yehdi lehum kem ehleknâ kablehum minel kurûni yemşûne fî mesâkinihim inne fî zâlike le âyâtin li ulîn nuhâ
e fe lem yehdi lehum | : hâlâ hakka yol bulmazlar mı? onlar |
Kem ehlek-nâ | : niceleri, bizi anlamayıp helak oldu, |
kabl hum | : onlardan öncekiler, öncekiler |
Min el kuruni yemşûne | : nesillerden, dolaşmak |
Fi mesâkini-him | : meskenlerinde, bulundukları yerlerde, onlar |
İnne fi zâlike le ayetin | : muhakkak, işte bunda, ayetler, işaretler |
Li uli | : için, yüce, sahip, aklı başında olan, aklını işleten, |
en nuha | : yasak, nehyedilen, fenalardan sakınan |
128- Hâlâ onlar Hakk’a yol bulamazlar mı? Onlar bulundukları yerlerde dolaşmazlar mı? Daha önceki nesillerden de Bizi anlayamayıp helak olan nicelerini görmezler mi? Muhakkak ki işte bunların içinde, fenalardan sakınıp, aklını işletenler için işaretler vardır.
-129-
وَلَوْلَا كَلِمَةٌ سَبَقَتْ مِن رَّبِّكَ لَكَانَ لِزَامًا وَأَجَلٌ مُسَمًّى
Ve lev lâ kelimetun sebekat min rabbike le kâne lizâmen ve ecelun musemmâ
ve lev la kelimetun | : eğer, ise, şayet, yok, kelime, tecelli, ilahi sözler, |
sebekat | : geçti, ilerde, önce, öncelik, |
min rabbi-ke | : Rabbinden, |
Le kane lizamen | : elbette, mutlaka, oldu, gerekli, zorunlu, luzumlu, |
ve ecelun musemmen | : ecel, vade, müddet, süre, belirli |
129- Eğer önceliklerini Rabbinin kelimelerini anlamaya verselerdi, elbette kendilerine gerekli olanı bilirlerdi ve belirli olan vakitlerini hakk üzere geçirirlerdi.
-130-
فَاصْبِرْ عَلَى مَا يَقُولُونَ وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ قَبْلَ طُلُوعِ الشَّمْسِ وَقَبْلَ غُرُوبِهَا وَمِنْ آنَاء اللَّيْلِ فَسَبِّحْ وَأَطْرَافَ النَّهَارِ لَعَلَّكَ تَرْضَى
Fasbir alâ mâ yekûlûne ve sebbih bi hamdi rabbike kable tulûış şemsi ve kable gurûbihâ ve min ânâil leyli fe sebbih ve etrâfen nehâri lealleke terdâ.
fe ısbir | : artık, bundan sonra, sabret, sabırlı ol, |
ala ma yekulune | : söylenen şeylere |
ve sebbih | : tesbih et, fiil, sıfat, zatının tecellilerini an, |
bi hamd | : hamd, tüm niteliklerin sahibi, |
rabb ke | : rabbin, seni vücudlandıran, |
Kabl tuluı el şemsi | : önce, güneşin doğuş, gün doğumu |
ve kabl gurubi na | : önce, batışı |
ve min ânâi el leyl | : her an, vakit, gece, |
fe sebbih | : artık tesbih et, tecellilerini anla, |
ve etrâfen nehâri | : etrafında, boyunca, her tarafında, gündüz |
Lealleke terda | : umulur ki, rıza, uygun, hoşluk, tatmin, kemalat |
130- Bundan sonra söylenen şeylere sabret. Güneşin doğuşundan önce ve batmadan önce seni vücudlandıranın; tüm nitelliklerin de sahibi olduğunu anla, tecellilerini idrak et. Gecenin her anında ve gündüz vakti de etrafındaki her varlıkta ki tecellileri idrak et. Umulur ki kemalâta ulaşırsınız.
-131-
وَلَا تَمُدَّنَّ عَيْنَيْكَ إِلَى مَا مَتَّعْنَا بِهِ أَزْوَاجًا مِّنْهُمْ زَهْرَةَ الْحَيَاةِ الدُّنيَا لِنَفْتِنَهُمْ فِيهِ وَرِزْقُ رَبِّكَ خَيْرٌ وَأَبْقَى
Ve lâ temuddenne ayneyke ilâ mâ mettânâ bihî ezvâcen minhum zehretel hayâtid dunyâ li neftinehum fîhi ve rızku rabbike hayrun ve ebkâ.
ve la temudne | : yok, özenme, uzatma, sağlamak, çevir, |
ayneyke | : bakışını, gözünü, ayniyet, göz, benzer, |
ila ma metaa na bihi | : faydalandırdık, sıfatlandırdık, metaa, ona, |
Ezvacen min hum | : eşler, sınıflar, guruplar, aynı yolda olan, onlardan |
Zehrete | : süs, zinet, çıkar, şan, makam, |
el hayâti ed dunyâ | : dünya hayatı, yaşam, |
li neftine-hum fihi | : sınama, anlamak için, sıkıntı hâli, arayış, onda |
ve rızk rabb ke hayr | : yarar, nimet, rabbinin, hayırlı, iyilik, |
ve ebka | : baki, devamlı, ebedi, daimi, sonsuz, |
131- Verdiğimiz sıfatlarla, yaşamlarında; şan, makam, çıkar peşinde olan guruplardan bakışını çevir, onların hallerine özenme. Onların halleri sıkıntı halidir. Rabbinin hakikatlerinden yararlanmak daha hayırlıdır ve daha bâkidir.
-132-
وَأْمُرْ أَهْلَكَ بِالصَّلَاةِ وَاصْطَبِرْ عَلَيْهَا لَا نَسْأَلُكَ رِزْقًا نَّحْنُ نَرْزُقُكَ وَالْعَاقِبَةُ لِلتَّقْوَى
Vemur ehleke bis salâti vastabir aleyhâ lâ neseluke rızkâ nahnu nerzukuk vel âkıbetu lit takvâ.
ve emr | : işleyiş, hüküm, yasalar, |
ehleke | : senin ehlin, sana yakın olan |
bi el salâti | : hep hakka bağlı olma, bir olma, salât üzere olma |
ve istabir aleyha | : sabırlı ol, sabret, ona |
la neselu-ke | : yok, istemiyoruz, sen, |
rızkan | : rızık, fayda, yarar, nimet, lütuf, |
Nahnu nerzuku-ke | : biz, rızıkz, nimet, sıfat, yarar, lütuf, sen |
ve el akıbetu | : sonuç, sonunda, akıbeti güzel, |
li el takva | : takva, fenalardan sakınma ortak koşmamak |
132- Sana yakın olanlara; her varlıktaki işleyişi, her an Hakk’a bağlı olduklarını ve sabırlı olmayı anlat. Senden bir rızık istemiyoruz, seni de rızıklandıran Biziz. Fenalardan sakınan, Allah’a ortak koşmayanların akıbetleri güzeldir.
-133-
وَقَالُوا لَوْلَا يَأْتِينَا بِآيَةٍ مِّن رَّبِّهِ أَوَلَمْ تَأْتِهِم بَيِّنَةُ مَا فِي الصُّحُفِ الْأُولَى
Ve kâlû lev lâ ye’tînâ bi âyetin min rabbih e ve lem tetihim beyyinetu mâ fîs suhufil ûlâ.
ve kâlû levla yetina | : dediler, olsaydı ya, olmaz mı, bize getirir, |
bi ayet | : işaret, delil, ayetler |
min rabbi-hî | : Rabbinden |
e ve lem teti-him | : onlara gelmedi mi, sunulmadı mı? |
beyyinet | : apaçık deliller, tüm varlıktan sunulan apaçık deliller |
ma fî es suhufi | : sahifeler içinde, varlıktaki sayfalar, |
el ula | : öncekiler, ilk, evvelki |
133- Dediler ki: Rabbinden bir delille bize gelseydi ya. Tüm varlıktan apaçık deliller onlara sunulmadı mı? Öncekiler de o sayfaların içinden ulaştığı hakikatleri aktarmadılar mı?
134-
وَلَوْ أَنَّا أَهْلَكْنَاهُم بِعَذَابٍ مِّن قَبْلِهِ لَقَالُوا رَبَّنَا لَوْلَا أَرْسَلْتَ إِلَيْنَا رَسُولًا فَنَتَّبِعَ آيَاتِكَ مِن قَبْلِ أَن نَّذِلَّ وَنَخْزَى
Ve lev ennâ ehleknâhum bi azâbin min kablihî le kâlû rabbenâ lev lâ erselte ileynâ resûlen fe nettebia âyâtike min kabli en nezille ve nahzâ.
ve lev enna ehlekna hum | : eğer, ise, biz, helak, yazık etmek, biz, onlar |
Bi azabin min kabli-hî | : bir azap, sıkıntı, daha önce, ondan önce, sonra, |
Le kalu rabbena | : elbette, dediler, rabbimiz |
lev lâ erselte ilayna | : olmaz mı, gönderseydin, irsal, açığa çıkarsaydın, bize, |
resul | : resul, hakikati gösteren, |
Fe nettebia | : böylece, tâbi oluruz, uyarız, |
ayatike | : işaretlerine, delillerine, senin ayetlerine, |
min kabl en nezil | : önce, daha önce, zelil, sarsılmak, horluk, |
ve nahza | : rezil, alçalma, aşağılanmak, kayıp, |
134- Eğer onlar, Bizi anlayamazlarsa kendilerine yazık ederler. Sonra da bir azapta kaldıklarında, elbette derler ki: Rabbimiz! Biz zelil olmadan ve bir kayıp içinde kalmadan, bir Resul gönderseydin, senin ayetlerine tâbi olsaydık olmaz mıydı?
135-
قُلْ كُلٌّ مُّتَرَبِّصٌ فَتَرَبَّصُوا فَسَتَعْلَمُونَ مَنْ أَصْحَابُ الصِّرَاطِ السَّوِيِّ وَمَنِ اهْتَدَى
Kul kullun muterebbisun fe terabbesû, fe se talemûne men ashâbus sırâtıs seviyyi ve menihtedâ.
Kul kullun muterebbis | : de, herkez, bekleyenler, arayanlar, gözlemleyenler, |
Fe terabbesû | : öyleyse, bekleyin, gözlemleyin, arayın, |
Fe se talemûne | : artık, yakında bileceksiniz, belki bilirsiniz, |
Men ashâbu | : kim, ashab, sahip, ehil olan |
es sırâtı es seviyyi | : Sıratı Mustakîm, dosdoğru yolda olan |
ve men ihteda | : kim, hakka yol buldu |
135- De ki: Hakikatleri arayıp gözlemleyenler gibi siz de arayıp gözlemleyin. Dosdoğru yolda olup hakikatlere ehil olan kimdir ve hakka yol bulan kimdir, belki yakında bilirsiniz.