TAHRÎM SÛRESİ
-1-
يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ لِمَ تُحَرِّمُ مَا أَحَلَّ اللَّهُ لَكَ تَبْتَغِي مَرْضَاتَ أَزْوَاجِكَ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Yâ eyyuhen nebiyyu lime tuharrimu mâ ehallallâhu lek tebtegî merdâte ezvâcik vallâhu gafûrun rahîm
yâ eyyuhâ en nebiyyu | : ey, nebi, haberci, haber getiren, hakikatleri bildiren, |
Lime tuharrimu | : neden, mahrum, yoksun bırakmak, reddetmek, haram |
Mâ ehalle allahu leke | : şey, ne, helal, uygun, Allah, sen, |
tebtegî | : aramak, istemek, amaçlamak, anlamak istemek |
merdâte | : hoşnutluk, arzu, hastalıktan cehaletten kurtulma, |
ezvâci-ke | : birlikte, aynı yolda, denkler, eşler, sınıflar, türler, sen |
ve Allâhu gafurun | : Allah, mağfiret, lütuflarıyla temizleyen, temizleyen |
rahimun | : rahim olan, varlığı özünden var eden, |
1- Ey Nebi! Allah’ın sana uygun kıldığı şeyi neden kendine haram kılıyorsun. Seninle aynı yolda olanlar bir arzu içinde cehaletten kurtulmayı ve gafur olan, rahim olan Allah’ı anlamak istiyor.
-2-
قَدْ فَرَضَ اللَّهُ لَكُمْ تَحِلَّةَ أَيْمَانِكُمْ وَاللَّهُ مَوْلَاكُمْ وَهُوَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
Kad faradallâhu lekum tehillete eymânikum, vallâhu mevlâkum, ve huvel alîmul hakîm
kad farada Allahu lekum | : oldu, kıldı, farz, icap etmek, zorunlu, Allah, siz |
tehillete | : tecrübe, sözünü tutma, muafiyet, çözülme, uymak, |
eymâni-kum | : yemin, o yolda verilen söz, sağlam duruş, dirilik |
ve allâhu mevlakum | : Allah, mevlanız, yakın, yardımcı, efendi, sahip |
ve huve el alimu | : O, ilmin sahibidir, ilmiyle var eden, |
el hakimu | : hâkim olan, tüm varlığa hakim olan, |
2- Allah size hakikat yolunda verdiğiniz sözlere uymanızı farz kıldı. Allah sizin sahibinizdir ve O ilmiyle varedendir, tüm varlığa hâkim olandır.
-3-
وَإِذْ أَسَرَّ النَّبِيُّ إِلَى بَعْضِ أَزْوَاجِهِ حَدِيثًا فَلَمَّا نَبَّأَتْ بِهِ وَأَظْهَرَهُ اللَّهُ عَلَيْهِ عَرَّفَ بَعْضَهُ وَأَعْرَضَ عَن بَعْضٍ فَلَمَّا نَبَّأَهَا بِهِ قَالَتْ مَنْ أَنبَأَكَ هَذَا قَالَ نَبَّأَنِيَ الْعَلِيمُ الْخَبِيرُ
Ve iz eserren nebiyyu ilâ badı ezvâcihî hadîsâ fe lemmâ nebbeet bihî ve azherehullâhu aleyhi arrefe badahu ve arada an bad fe lemmâ nebbeehâ bihî kâlet men enbeeke hâzâ kâle nebbeeniyel alîmul habîr
ve iz esere | : sırlar, gizli şeyler, işaret, yakalama, eser, |
el nebiyyu | : hakikati bildiren, haber veren, |
ilâ badı ezvaci hi | : bazınızla, birlikte olanlar, aynı yolda olan, eş, o |
Hadîsen | : söz, olay, hadise, hakikatlerin sözleri, bilgileri, |
Fe lemma Nebbeet bihi | : olduğunda, haber verdi ona, bildirdi, ondan |
ve azhere-hu | : zahir, açıkça, görünen, alamet, o, |
Allah aleyhi | : Allah, onlara, onlarda, kendilerinde, |
Arrefe bada hu | : arif oldu, anladı, bazısı |
ve arada an badin | : yüz çevirdi, anlamadı, vazgeçti, bazısı da, |
fe lemmâ nebbea ha | : olduğunda, haber veren, bilgi veren, o |
bi-hî kalet | : onu dedi |
Men enbee ke | : kim, haber veren, bildiren, sen, siz, |
Hâzâ kale nebbeeniye | : bu, bunu dedi haber verdi, söyledi |
el alîmu | : ilmin sahibidir, |
el habiru | : haber veren, varlıktan ilmi bildiren, bilgi veren, |
3- Nebi onunla aynı yolda olanlara hakikatin sözlerinden sırlar verdi. Böylece hakikatlerden bildirdi ve onlardaki Allah’ın tecellilerini gösterdi. Bazıları arif oldu ve bazıları anlamadı. O, hakikatlerin bilgilerini bildirdiği zaman; size bildiren kimdir, size de bana da bildiren ilmin sahibi olandır, tüm varlıktan her an bildirendir, dedi.
-4-
إِن تَتُوبَا إِلَى اللَّهِ فَقَدْ صَغَتْ قُلُوبُكُمَا وَإِن تَظَاهَرَا عَلَيْهِ فَإِنَّ اللَّهَ هُوَ مَوْلَاهُ وَجِبْرِيلُ وَصَالِحُ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمَلَائِكَةُ بَعْدَ ذَلِكَ ظَهِيرٌ
İn tetûbâ ilâllâhi fe kad sagat kulûbukumâ, ve in tezâherâ aleyhi fe innallâhe huve mevlâhu ve cibrîlu ve sâlihul mû’minîn vel melâiketu ba’de zâlike zahîr
İn tetûbâ ila Allahi | : eğer, şayet, tövbe, pişmanlık, Allaha |
fe kad sagat | : çünkü olmuştu, meyletti kaydı, söz dinleyen, kulak veren |
kulûbu-kumâ | : kalpleriniz, anlayışlarınız, |
ve in tezâherâ aleyhi | : eğer yardımlaşırsanız, ona, göstermek, sergilemek |
Fe inne Allahe huve | : o zaman, doğrusu, muhakkak Allah o |
mevlâ-hu | : onun mevlası, efendi, yardımcı, sahip, dost, |
ve cibrîlu | : Cebr, tamir, temizlenmiş akıl, aklın aşk boyutu, aklı resul |
ve sâlihu | : Salih olanlar, iyi olan, yetkili olan, kâmiller, uygun |
el muminîne | : müminler, inananlar |
ve el melâiketu | : her varlıktaki güç, kuvve, |
bade zâlike | : bundan sonra, böylece, |
zahirun | : açıkça, belli, açıkça görünen, yardımcı, görünen varlık |
4- Eğer kalbleriniz hakikatlerden meyledip kayarsa, Allah’a tövbe edin. Eğer birbirinize yardım ederseniz, o yardım arayan muhakkak ki Allah’ın yardımını bulur. Onun, aşkla hakikati arayan temizlenmiş aklı ve kâmil kimseler ve müminler ona yardımcı olur ve böylece o her varlıktaki gücü, apaçık görünen varlığı anlar.
-5-
عَسَى رَبُّهُ إِن طَلَّقَكُنَّ أَن يُبْدِلَهُ أَزْوَاجًا خَيْرًا مِّنكُنَّ مُسْلِمَاتٍ مُّؤْمِنَاتٍ قَانِتَاتٍ تَائِبَاتٍ عَابِدَاتٍ سَائِحَاتٍ ثَيِّبَاتٍ وَأَبْكَارًا
Asâ rabbuhû in tallakakunne en yubdilehû ezvâcen hayren min kunne muslimâtin mû’minâtin kânitâtin tâibâtin âbidâtin sâihâtin seyyibâtin ve ebkârâ
Asâ rabbu hu | : belki, umulur, Rab, vücudlandıran, o, o kimse, |
İn talak kunne | : eğer, şayet, boşadı, bıraktı, eski halini bıraktı, sizden |
en yubdile-hû | : ona değiştirmesi, onun değişmesi, kendini değiştirmesi |
ezvâcen | : birlikte olanlar, denkler, eşler, sınıflar, türler, arkadaş |
Hayren min kunne | : hayırlı, iyi, faydalı, yararlı, güzel haller, sizden |
muslimâtin | : teslim olma yolunda olan, barışa gelen, |
muminâtin | : müminlik yolunda olanlar, |
kânitâtin | : sadık, itaat eden, boyun eğen, |
tâibâtin | : temizlenenler, temiz olmak isteyen, |
âbidâtin | : kul olanlar, yakınlaşanlar, kulluk idrakinde olanlar |
sâihâtin | : seyahat eden, arayan, yolcu, hakikate yolculuk eden |
seyyibâtin | : daha önceki halinden kopmuş, ayrılmış, boşanmış, |
ve ebkâren | : bakir, yeni, tertemiz olan, el değmemiş, |
5- Eğer sizden; eski hâllerini bırakıp, Rabbini anlamak isteyen bir kimse olursa, o aynı yolda olan kimselerle bir değişim içinde olur. Sizden güzel haller içinde olanlarla, teslim olma yolunda olanlarla, müminlik yolunda olanlarla, itaat edenlerle, temizlenenlerle, kulluk idrakinde olanlarla, hakikat yolu üzere olanlarla, daha önceki cehalet hallerinden ayrılmış olanlarla ve tertemiz olanlarla birlikte olur.
-6-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا قُوا أَنفُسَكُمْ وَأَهْلِيكُمْ نَارًا وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ عَلَيْهَا مَلَائِكَةٌ غِلَاظٌ شِدَادٌ لَا يَعْصُونَ اللَّهَ مَا أَمَرَهُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ
Yâ eyyuhellezîne âmenû kû enfusekum ve ehlîkum nâren vakûduhân nâsu vel hicâretu aleyhâ melâiketun gılâzun şidâdun lâ ya’sûnallâhe mâ emerehum ve yef’alûne mâ yu’merûne.
yâ eyyuhâ ellezine amenu | : ey iman edenler, |
Ku | : koruyun, savuşturun, |
enfuse-kum ve ehli kum | : kendinizi ve yakınlarınızı |
naren | : ateş, cehalet ateşi, yakıp yıkıcı haller, |
Vakûdu hâ en nasu | : yakıtı, yakan, insanlar, |
ve el hicâretu aleyha | : taşlaşmış, katılaşmış, duygusuz, ilgisiz, onlarda |
Melâiketun | : varlığı idare eden, her varlıktaki güç, nitelikler, |
gılâzun | : acımasız, merhametsiz, insafsız, kaba davranış, |
şidâdun | : şiddetli, zorbalık halleri, kaba olan, |
lâ yasûne allâhe | : yok, itaatsiz, asi, isyan eden, Allah, |
Ma emere-hum | : ne, şey, emir, düzen, işleyiş, onlar |
ve yefalûne | : yaparlar, yapılacak, |
Ma yumerûne | : şey, ne, değil, emir, sorumluluk, |
6- Ey iman edenler! Kendinizi ve yakınlarınızı; zorbalık hallerinden, merhametsiz davranışlardan, tüm varlığı idare edeni anlamaya karşı duygusuz, ilgisiz hallerden ve insanları yakan cehalet ateşinden koruyun. Allah’a itaatsiz olmayın. Her varlıktaki işleyişi anlayın ve sorumlu olduğunuz şeyleri yapın.
-7-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ كَفَرُوا لَا تَعْتَذِرُوا الْيَوْمَ إِنَّمَا تُجْزَوْنَ مَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ
Yâ eyyuhellezîne keferû lâ ta’tezirûl yevm innemâ tuczevne mâ kuntum ta’melûn
yâ eyyuhâ ellezine keferü | : ey hakikati görmemezlikten gelenler |
lâ tatezirû | : özür yok, bahane yok, mazeret yok |
el yevme | : her zaman, an, gün, bu yolda, , |
İnnema tuczevne | : ancak, sadece, cezalandırılmak, karşılık |
Mâ kuntum tamelune | : siz ne yapıyorsunuz, ne işliyorsunuz, |
7- Ey hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler! Hiçbir zaman mazeretlere sığınmayın. Ne yaparsanız ancak onun karşılığını bulursunuz.
-8-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا تُوبُوا إِلَى اللَّهِ تَوْبَةً نَّصُوحًا عَسَى رَبُّكُمْ أَن يُكَفِّرَ عَنكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ وَيُدْخِلَكُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ يَوْمَ لَا يُخْزِي اللَّهُ النَّبِيَّ وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ نُورُهُمْ يَسْعَى بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَبِأَيْمَانِهِمْ يَقُولُونَ رَبَّنَا أَتْمِمْ لَنَا نُورَنَا وَاغْفِرْ لَنَا إِنَّكَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Yâ eyyuhellezîne âmenû tûbû ilâllâhi tevbeten nasûhâ asâ rabbukum en yukeffire ankum seyyiâtikum ve yudhilekum cennâtin tecrî min tahtihel enhâru, yevme lâ yuhzîllâhun nebiyye vellezîne âmenû meah nûruhum yes’â beyne eydîhim ve bi eymânihim yekûlûne rabbenâ etmim lenâ nûrenâ vagfir lenâ, inneke alâ kulli şey’in kadîr
yâ eyyuhâ ellezine amenu | : ey iman edenler, inananlar, güvenenler |
Tûbû ila Allahi | : tövbe edin, hatasını anlayıp dönmek, Allaha, |
tevbeten | : tövbe, hatasını anlamak, |
nasûhan | : samimi içten dönmek, iptal, temizlemek, kesin dönüş |
Asâ rabbu kum | : umulur ki Rabbiniz, sizi vücudlandıran |
en yukeffire | : örtmesi, kefaret, cezasını çekmek |
Ankum seyyiâti-kum | : sizin, kötülükleriniz, günahlarınız, bütün fenalarınız |
ve yudhile-kum | : dahil eder, koyar, kavuşur, siz, |
cennatin | : cennet, huzur, bahçe |
Tercî min tahti ha el enhar | : vardır, akar, altında nehirler, akıp giden ilim, |
Yevme | : gün, zaman, vakit, |
la yuhzi | : yok, değil, mahzun, hüzün, |
Allah nebiyye | : Allah, haberci, haber veren, hakikatleri bildiren, |
ve ellezîne âmenû | : iman edenler |
mea-hu | : onunla beraber, onlarla beraber, birlikte, |
nuru hum | : nur, aydınlık, hakikatlerin bilgileri, onlar |
yes’â | : isterler, amaçlarlar, koşar, ilerler, hareket eder |
beyne eydî-him | : arasında, önlerinde, yolundadırlar, sağ, diri, doğru, |
ve bi eymâni-him | : diriliğe kavuşanlar, sağ olan, diriliği anlayanlar |
Yekûlûne | : derler, |
rabbe na etmim | : rabbimiz, tamamla, ulaştır, |
Lenâ nure na | : bize, nur, aydınlık, hakikatler, |
ve igfir-lenâ | : mağfiret et, temizlenme, bağışla |
İnne ke | : muhakkak ki sen |
ala kulli şeyin kadir | : bütün her şeydeki kudret |
8- Ey iman edenler! Fenalara bir daha düşmemek için, içten samimi olarak Allah’a tövbe edin. Umulur ki sizi vücudlandıranı anlar, fenalarınız örtülür ve siz huzura kavuşursunuz. Orada makamlarda akıp giden bir ilim vardır. Allah’ın hakikatlerini bildirenlere hiçbir zaman hüzün yoktur. İman edenler ve onlarla birlikte hareket edenler, onlar aydınlanma üzeredirler, onlar her zaman doğrular üzere hareket ederler. Derler ki: Rabbimiz! Bizi aydınlığa ulaştır ve bize mağfiretini anlamamızı sağla, muhakkak ki sen her şeydeki kudretsin.
-9-
يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ جَاهِدِ الْكُفَّارَ وَالْمُنَافِقِينَ وَاغْلُظْ عَلَيْهِمْ وَمَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ وَبِئْسَ الْمَصِيرُ
Yâ eyyuhen nebiyyu câhidil kuffâre vel munâfikîne vagluz aleyhim, ve me’vâhum cehennem ve bi’sel masîr
yâ eyyuhâ en nebiyyu | : ey haber veren, nebi, hakikatleri bildiren, |
câhid | : cihad et, hakikati anlatmak için gayret göster, çaba, çalış |
el kuffâre | : hakikati görmemezlikten gelmek, örtmek |
ve el munâfikîne | : ikiyüzlülük, münafıklık, içi başka dışı başkalık |
ve igluz | : acımasız, merhametsiz, insafsız, kabalık, terbiye dışı |
aleyhim | : onlara, onlarda, kendilerinde, |
ve mevâ-hum | : onların barınacağı yer, sığınacağı yer |
cehennemu | : cehennem, cehaletin cehennemi, yakıcı olan, |
ve bise el masiru | : ne kötü, yer, bulunulan hâl, durum, belirleme, tespit |
9- Ey hakikatleri bildiren! Kendilerinde; kaba davranışlık ve münafıklık ve hakikatleri görmemezlikten gelip örtme hâlleri olanlara, hakikatleri anlatmak için gayret göster. Onların barınağı cehaletin cehennemidir ve ne kötü bir hâldir.
-10-
ضَرَبَ اللَّهُ مَثَلًا لِّلَّذِينَ كَفَرُوا اِمْرَأَةَ نُوحٍ وَاِمْرَأَةَ لُوطٍ كَانَتَا تَحْتَ عَبْدَيْنِ مِنْ عِبَادِنَا صَالِحَيْنِ فَخَانَتَاهُمَا فَلَمْ يُغْنِيَا عَنْهُمَا مِنَ اللَّهِ شَيْئًا وَقِيلَ ادْخُلَا النَّارَ مَعَ الدَّاخِلِينَ
Dareballâhu meselen lillezîne keferûmreete nûhın vemreete lût kânetâ tahte abdeyni min ibâdinâ sâlihayni fe hânetâhumâ fe lem yugniyâ anhumâ minallâhi şey’en ve kîledhulen nâre mead dâhılîn
Darabe Allâhu | : vurgu, çarpıcı olan, sarsıcı, etkili, önemli, Allah |
meselen | : misal, örnek |
li ellezîne keferû | : hakikati görmemezlikten gelenlere |
imreete nûhin | : Nûh’un hanımı |
ve imreete lûtin | : Lût’un hanımı, işleyişi, |
Kânetâ tahte abdeyni | : birlikte, altında, iki kul, kullarımız, |
min ibâdi-nâ salihayni | : kullarımız, iki Salih, salihler, |
Fe hânetâ humâ | : fakat, hainlik, ihanet etti, ikisi, onlar, |
fe lem yugnîyâ | : bu yüzden, fayda bulmadılar |
an-humâ min Allahi şeyen | : Allah’ın hakikatlerinden |
ve kîle edhula | : dendi, öyleydi, oldu, girmek, çekilmek, dahil olmak, |
en nâre mea | : ateş, yakıcı, yakıp yıkıcı, |
Mea el dahiline | : birlikte, beraber, dahil olan, giren, kalan, |
10- Hakikati görmemezlikten gelenlere; Nûh’un hanımı ve Lût’un hanımı Allah’ı anlama konusunda çarpıcı örnektir. Onlar iki Salih kul ile birlikte idiler, fakat onlar ihanet ettiler. Bu yüzden Allah’ın hakikatlerinden fayda bulamadılar ve cehaletin yakıp yıkıcı hallerinde kalanlarla beraber kalanlardan oldular.
-11-
وَضَرَبَ اللَّهُ مَثَلًا لِّلَّذِينَ آمَنُوا اِمْرَأَةَ فِرْعَوْنَ إِذْ قَالَتْ رَبِّ ابْنِ لِي عِندَكَ بَيْتًا فِي الْجَنَّةِ وَنَجِّنِي مِن فِرْعَوْنَ وَعَمَلِهِ وَنَجِّنِي مِنَ الْقَوْمِ الظَّالِمِينَ
Ve dareballâhu meselen lillezîne âmenûmreete firavn iz kâlet rabbibni lî indeke beyten fîl cenneti ve neccinî min fir’avne ve amelihî ve neccinî minel kavmiz zâlimîn
Ve darabe Allâhu | : vurgu, çarpıcı olan, sarsıcı, etkili, önemli, Allah |
meselen | : misal, örnek |
li ellezîne âmenû | : iman edenlere |
Emreete firavne | : hanımı, işleyiş, firavunun |
iz kâlet Rabbi | : demişti, dedi ki, rabbim |
İbni Li inde-ke | : inşa et, senin yanında, senin katında |
Beyten fiy el cennet | : bir ev, içinde, cennet, huzur, |
ve necci-nî min firavne | : beni kurtar, necat ver, firavundan |
ve ameli-hî | : onun yaptıkları, amelleri, çalışmaları, |
ve neci ni | : beni kurtar, necat ver, |
min el kavmi ez zalimine | : kavminden, zalimliklerinden, yanlışları, hataları |
11- İman edenlere ise; firavunun hanımı, Allah’ı anlama konusunda çarpıcı bir örnektir. Dedi ki: Ey Rabbim, beni huzura kavuştur, firavundan ve onun amellerinden beni kurtar ve kavminin zalimliklerinden de beni kurtar.
-12-
وَمَرْيَمَ ابْنَتَ عِمْرَانَ الَّتِي أَحْصَنَتْ فَرْجَهَا فَنَفَخْنَا فِيهِ مِن رُّوحِنَا وَصَدَّقَتْ بِكَلِمَاتِ رَبِّهَا وَكُتُبِهِ وَكَانَتْ مِنَ الْقَانِتِينَ
Ve meryemebnete ımrânelletî ahsanet fercehâ fe nefahnâ fîhi min rûhınâ ve saddekat bi kelimâti rabbihâ ve kutubihî ve kânet minel kânitîn
ve Meryem ibnete imrane | : Meryem, kızı, evladı, İmran |
Elletî ahsenet | : ki o güzel, iyi olan, güzel davranışlarda olan, |
ferce ha | : yarık, çatlak, ikilik, avret, namus, korunan, |
Fe nefahnâ | : artık, sonra, böylece, üfledik |
fî-hi min ruhi na | : onun içine, içindeki, ruhumuzdan |
ve sadakat | : tasdik etti, sadık oldu, dostluk, bağlılık, |
bi kelimâti rabbi ha | : hakikatin sözleri, kelimelerini, tecellilerini, Rabbinin |
ve kutubi-hi | : kitap, yazılı olan, okunan, her varlık bir kitap, o, hak, |
ve kânet min el kanitin | : idi, oldu, içten samimi uyanlardan |
12- İmran kızı Meryem. Ki o güzelce korundu. Böylece o içine Ruhumuzdan üflediğimizi anladı. Rabbinin tecellilerine ve tüm varlığın hakkın kitabı olduğuna sadakatle bağlandı ve içten samimi uyanlardan oldu.