TALÂK SÛRESİ
-1-
يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ إِذَا طَلَّقْتُمُ النِّسَاء فَطَلِّقُوهُنَّ لِعِدَّتِهِنَّ وَأَحْصُوا الْعِدَّةَ وَاتَّقُوا اللَّهَ رَبَّكُمْ لَا تُخْرِجُوهُنَّ مِن بُيُوتِهِنَّ وَلَا يَخْرُجْنَ إِلَّا أَن يَأْتِينَ بِفَاحِشَةٍ مُّبَيِّنَةٍ وَتِلْكَ حُدُودُ اللَّهِ وَمَن يَتَعَدَّ حُدُودَ اللَّهِ فَقَدْ ظَلَمَ نَفْسَهُ لَا تَدْرِي لَعَلَّ اللَّهَ يُحْدِثُ بَعْدَ ذَلِكَ أَمْرًا
Yâ eyyuhen nebiyyu izâ tallaktumun nisâe fe tallikûhunne li iddetihinne ve ahsûl iddeh vettekûllâhe rabbekum lâ tuhricûhunne min buyûtihinne ve lâ yahrucne illâ en yetîne bi fâhişetin mubeyyineh ve tilke hudûdullâh ve men yeteadde hudûdallâhi fe kad zaleme nefseh lâ tedrî leallallâhe yuhdısu bade zâlike emrâ
yâ eyyuhâ en nebiyyu | : ey nebi, haber getiren, hakikatin haberini veren, bildiren |
izâ tallaktum | : bırakmak, ilişkiyi kesmek, bağını çözmek, salıvermek |
el nisae | : nefsini tanıma yolunda olan, kadın |
fe tallikû-hunne | : boşayın, bırakın, ilişkiyi kesme, bağını çözün, onlar |
Li iddeti-hinne | : için, belirli dönem, bekleme müddeti, sayılmış, onlar, |
ve ahsû el iddete | : sayılı, belirli, bir müddet beklemek, hakikatlere uygunluk, |
ve ittekû | : fenalar düşmekten sakınmak ortak koşmamak |
Allah Rabbe kum | : rabbiniz Allah, sizi vücudlandıran, |
lâ tuhricû-hunne | : çıkarmayın, bitirmeyin, dışarı atmayın |
min buyûti-hinne | : evlerinden, makamlarından, bulundukları yerlerden |
ve lâ yahrucne | : yok, çıkmak, çıkmayın, gitmeyin, dışarı yok, çağırma |
İlla en yetîne | : değil, ancak, başka, gelmek, gelmeyin, bulunmayın |
bi fâhişetin | : fahşa hali, günah, büyüklük, fena hal, ben benim demek, |
mubeyyinetin | : açık, açıkça, gösterilen, apaçık bir şekilde, |
ve tilke hududu Allahi | : bu, hudutlar, sınırlar, Allahın |
Ve men yeteadde | : kim aşar |
Hudûde Allahi | : hudut, sınır, Allahın |
Fe kad zaleme | : işte o, zalimlerden oldu. |
nefse-hu | : kendi nefsini, o, |
la tedri | : yok, bilmek, kendini bilmezse |
Lealle Allahe | : umulur ki anlarsınız, Allah |
yuhdisu | : düzenler, ihdas eden, ortaya koyan, ortaya çıkış, |
bade zâlike emre | : bundan sonra, emir, iş, işleyiş, |
1- Ey Hakikati bildiren! Nefsini tanıma yolunda olanları bırakacağınız zaman, artık onları hakikatlere uygunluk ölçüsünde belirli bir dönem içinde bırakın ve bir müddet bekleyin. Sizi vücudlandıran Allah’a karşı fenalara düşmekten sakının, ortak koşmayın. Bulundukları makamlardan onları dışarı atmayın. Onlar da apaçık fena hallerde bulunmasınlar, hakikatlerden dışarı çıkmasınlar. İşte bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa, o nefsini bilmezse, işte o zalimlerden olur. Umulur ki bundan sonra bütün varlıktaki işleyişin, bütün varlığı ortaya koyanın Allah olduğunu anlarsınız.
-2-
فَإِذَا بَلَغْنَ أَجَلَهُنَّ فَأَمْسِكُوهُنَّ بِمَعْرُوفٍ أَوْ فَارِقُوهُنَّ بِمَعْرُوفٍ وَأَشْهِدُوا ذَوَيْ عَدْلٍ مِّنكُمْ وَأَقِيمُوا الشَّهَادَةَ لِلَّهِ ذَلِكُمْ يُوعَظُ بِهِ مَن كَانَ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَمَن يَتَّقِ اللَّهَ يَجْعَل لَّهُ مَخْرَجًا
Fe izâ belagne ecelehunne fe emsikûhunne bi marûfin evfârikûhunne bi marûfin ve eşhidû zevey adlin minkum ve ekîmûş şehâdete lillâh zâlikum yûazu bihî men kâne yûminu billâhi vel yevmil âhir ve men yettekıllâhe yecal lehu mahrecâ
fe izâ belağna | : böylece, geldi, artık erişti, ulaştı. |
ecele-hunne | : belirli süre, vaktin sonu, onlar, |
fe emsikû hunne | : bundan sonra, tutun, sarın, onlar, |
bi maruf | : maruf, bilgili, uygun, arif olan, |
ev fârikû hunne | : veya, ayrılın, fark edin, kavramak, onlar, |
bi marûfin | : nezaket, iyilik, adaletle, hakka uygun, güzellik, bilgili, |
ve eşhidû zevey | : şahit olsun, bilsin, tanık, sahip, ile birlikte, |
Adlin minkum | : adalet, doğru olan, sizden, |
ve ekimu | : yerine getirmek, dosdoğru bir hal, her an, devamlı, |
eş şehâdete li Allahi | : şahitlik, tanıklık, bilmek, Allah için |
Zâlikum yuazu bi hi | : işte bu, vaaz, tebliğ, öğütsel konuşun, onunla |
Men kâne yuminu bi Allah | : kim, kimse, oldu, inanan, iman, Allah |
ve el yevmi el âhiri | : bundan sonra, sonraki güne, son günde |
ve men yetteki | : kim fena hallerinden sakınır |
Allâh yecal | : Allah, yapar, kılar, |
lehu mahrece | : ona, yol gösterir, yükselme, anlamak |
2- Böylece onlar belirli bir süreye ulaştıktan sonra, artık onları uygun bir halde ya da onları ariflerden olacak, fark edecek bir halde tutun ve sizinle birlikte hakikatlere dosdoğru şahit olsunlar. Allah’ı dosdoğru bilenlerden olun. İşte o hakikatler için her zaman öğütsel konuşun. Kim Allah’a iman ederse ve sonuna inanırsa ve kim fena hallere düşmekten sakınırsa, Allah onu makamlarında yükseltir.
-3-
وَيَرْزُقْهُ مِنْ حَيْثُ لَا يَحْتَسِبُ وَمَن يَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ فَهُوَ حَسْبُهُ إِنَّ اللَّهَ بَالِغُ أَمْرِهِ قَدْ جَعَلَ اللَّهُ لِكُلِّ شَيْءٍ قَدْرًا
Ve yerzukhu min haysu lâ yahtesib ve men yetevekkel alâllâhi fe huve hasbuh innallâhe bâligu emrih kad cealallâhu li kulli şeyin kadrâ
ve yerzuk-hu | : rızık, faydalandırılır, hikmet, verecektir, ona verir, |
min haysu | : yerden, cinsinden, bakımında, anlamında, açısından |
lâ yahtesibu | : hesaba katmadı, hiç düşünmediği yerden |
ve men yetevekkel ala Allah | : kim, tevekkül, bütün varlığıyla teslim olmak, Allah’a |
fe huve hasbu hu | : o zaman o yeterli, kâfi, karşılıksız, |
İnne Allahe | : muhakkak, Allah, |
baliğu | : gerçekleştiren, sürdürür, tamamlar, gelişmiş, erişmiş, |
Emri hi | : iş, işleyiş, varlığın işleyişi, hüküm, o |
kad ceale | : oldu, yapan, kılan, düzenleyen, |
Allâhu li kulli şeyin | : Allah, bütün her şeydeki |
kadre | : ölçü, düzen, incelik, ölçünün sahibidir. |
3- O, hiç düşünmediği, anlayamadığı hakikatlerden faydalandırılır. Kim varlığının sahibinin Allah olduğunu idrak edip, bütün varlığıyla teslim olursa, bundan sonra ona O yeter. Muhakkak ki Allah bütün varlıktaki işleyişi gerçekleştirendir, bütün varlığı düzenleyendir ve Allah bütün her şeydeki ölçünün sahibidir.
-4-
وَاللَّائِي يَئِسْنَ مِنَ الْمَحِيضِ مِن نِّسَائِكُمْ إِنِ ارْتَبْتُمْ فَعِدَّتُهُنَّ ثَلَاثَةُ أَشْهُرٍ وَاللَّائِي لَمْ يَحِضْنَ وَأُوْلَاتُ الْأَحْمَالِ أَجَلُهُنَّ أَن يَضَعْنَ حَمْلَهُنَّ وَمَن يَتَّقِ اللَّهَ يَجْعَل لَّهُ مِنْ أَمْرِهِ يُسْرًا
Vellâî yeisne minel mahîdı min nisâikum inirtebtum fe iddetuhunne selâsetu eşhurin vellâî lem yahıdn ve ulâtul ahmâli eceluhunne en yadane hamlehunn ve men yettekıllâhe yecal lehu min emrihî yusrâ
ve ellâî | : kim, onlar, |
yeisne | : umutsuz, rahatsız, sıkıntı, çaresiz, kesilme, |
min el mahîdı | : hayz, akmak, hayz hali, kirlilik, temizlenme, |
min nisâi-kum | : nefsini tanıma yolunda olan, kadınlarınız |
İn irtebtum | : düzenlemek, yardım, tedirgin, zahmetli |
Fe iddetu-hunne | : iddet, müddeti, bekleme, belli bir zamana kadar onlar |
Selâsetu | : üç, akıcı ifade, anlaşılır, ahenkli ifade, birliğe ulaşma |
eşhurin | : aylar, açığa çıkan, şehir, meşhur, ortaya çıkarmak, |
ve ellâî lem yahidne | : kim, onlar, değil, başka, üretmek, hayız, temizlenmek, |
ve ulâtu el ahmali | : onlar, yüklü olan, taşıyan, sahip çıkan, yüklenen, |
ecelu-hunne | : süreleri, sonu, müddetleri, belirli sürede, onlar, |
en yadane | : bırakmak, kurtulmak, doğuşlar, irfaniyet, |
hamle-hunne | : yükleri, taşıdıkları, sahip çıkma, onların, |
ve men yetteki | : kim, takva, fenalara düşmekten sakınmak |
Allâhe yecal lehu | : Allah’ta, yapar, kılar, bulur, ona |
min emri hi | : ona, işleyiş, iş, ona, kendine ait işleyişi, |
yusren | : kolaylık, rahatlık, |
4- Nefsini tanıma yolunda olanlardan kim kirlilikten temizlenme konusunda umutsuzluğa düşerse, siz de tedirgin olursanız, artık hakikatler açığa çıkıncaya kadar, birliği anlayıncaya kadar onlara yardım edin, bir müddet bekleyin. Onlar temizlenen kimselerden olsunlar ve kendilerine nisbet ettikleri yüklerini bıraksınlar, ecelleri gelinceye kadar hakikatleri taşısınlar. Kim fenalara düşmekten sakınırsa, Allah kendine ait olan tüm varlıktaki işleyişi anlama konusunda ona kolaylık kılar.
-5-
ذَلِكَ أَمْرُ اللَّهِ أَنزَلَهُ إِلَيْكُمْ وَمَن يَتَّقِ اللَّهَ يُكَفِّرْ عَنْهُ سَيِّئَاتِهِ وَيُعْظِمْ لَهُ أَجْرًا
Zâlike emrullâhi enzelehû ileykum ve men yettekıllâhe yukeffir anhu seyyiâtihî ve yuzım lehû ecrâ
Zâlike emru Allahi | : işte bu, işte bu kâinat, emir, hüküm, işleyiş, Allah |
enzele-hû ileykum | : sundu, indirdi, o, size, sizdeki, kendinizde |
ve men yetteki Allahe | : kim, takva, fenalara düşmekten sakınan, Allah |
Yukeffir anhu | : örter, örtülür, onun |
seyyiati hi | : günahları, fenaları, kötülük, hata, yanlışları, |
ve yuzım lehu ecren | : artırır, onun ecirleri, karşılıkları, |
5- İşte bunlar size sunulan Allah’ın tüm varlıktaki işleyişinin hakikatleridir. Kim Allah’a karşı fenalara düşmekten sakınırsa, onun fenaları örtülür ve onun hakikatleri anlamadaki karşılıkları artar.
-6-
أَسْكِنُوهُنَّ مِنْ حَيْثُ سَكَنتُم مِّن وُجْدِكُمْ وَلَا تُضَارُّوهُنَّ لِتُضَيِّقُوا عَلَيْهِنَّ وَإِن كُنَّ أُولَاتِ حَمْلٍ فَأَنفِقُوا عَلَيْهِنَّ حَتَّى يَضَعْنَ حَمْلَهُنَّ فَإِنْ أَرْضَعْنَ لَكُمْ فَآتُوهُنَّ أُجُورَهُنَّ وَأْتَمِرُوا بَيْنَكُم بِمَعْرُوفٍ وَإِن تَعَاسَرْتُمْ فَسَتُرْضِعُ لَهُ أُخْرَى
Eskinû hunne min haysu sekentum min vucdikum ve lâ tudârrûhunne li tudayyikû aleyhinn ve in kunne ulâti hamlin fe enfikû aleyhinne hattâ yeda’ne hamle hunn fe in erda’ne lekum fe âtûhunne ucûre hunn ve’temirû beynekum bi ma’rûf ve in teâsertum fe se turdıu lehû uhrâ.
eskinû hunne | : onların mesken, iskan, yaşadıkları yer, makam, |
min haysu | : yerden, cinsinden, bakımında, anlamında, açıdan |
sekentum | : yaşam yeri, mesken, bulunduğu yer, makam, |
min vucdi-kum | : kendi gücünüz, kendisinin olduğu yer, bulunan, varlık, |
ve lâ tudârrû-hunne | : zarar vermeyin, incitmeyin, onlar |
li tudayyikû aleyhinne | : için, sıkıntılar, müşkülleri, yardımcı, darlık, onları |
ve in kunne ulati hamlin | : eğer, oldu, onlar, yüklü, hamile, taşıyan, |
Fe enfikû aleyhinne | : öyleyse infâk edin, verin, size verdiklerimizden |
Hattâ yadane | : hatta bırakıncaya kadar |
hamle- hunne | : yükleri, taşıdıkları, onlar, |
fe in erdane lekum | : eğer, emzirmek, beslemek, yararlandırmak, sizin |
fe âtû-hunne | : o taktirde, o zaman onlara verin, yardım, |
ucûre-hunne | : ecirleri, ücretleri, karşılıkları, onlar |
ve itemirû beyne kum | : hareket eder, sarsılır, aranızda, görüşün |
bi marûfin | : marufla, bilgili, ariflik, hakka uygun olmak, iyilik |
ve in teâsertum | : eğer bir güçlüğünüz olursa, zorlanırsanız |
Fe se turdıu lehu | : o zaman emzirme, yaralandırma, yardım, onu, |
uhra | : başkası, başka biri, |
6- Onları hakikatleri anlayıncaya kadar kendi bulunduğunuz makamlarda bekletin ve onlara müşkilleri için yardımcı olun, onları incitmeyin. Eğer onlar hakikatleri taşıyabilirlerse, size verilenlerden onlara verin, hatta yüklerini bırakıncaya kadar onlara vermeye devam edin. Eğer sizden yararlanmak isterlerse, artık onlara onların karşılığını verin. Aranızda bir ariflik ölçüsüyle görüşüp, birbirinize yardım edin. Eğer bir güçlüğünüz olursa, bir başkasının ona yardım etmesine izin verin.
-7-
لِيُنفِقْ ذُو سَعَةٍ مِّن سَعَتِهِ وَمَن قُدِرَ عَلَيْهِ رِزْقُهُ فَلْيُنفِقْ مِمَّا آتَاهُ اللَّهُ لَا يُكَلِّفُ اللَّهُ نَفْسًا إِلَّا مَا آتَاهَا سَيَجْعَلُ اللَّهُ بَعْدَ عُسْرٍ يُسْرًا
Li yunfık zû seatin min seatih ve men kudire aleyhi rızkuhu fel yunfik mimmâ âtâhullâh lâ yukellifullâhu nefsen illâ mâ âtâhâ, seyec’alullâhu ba’de usrin yusrâ
Li yunfik zu | : infak etsin, vermek, teslim etmek, sahip, zat, |
seatin | : kapasite, genişlik, güç, imkânları, varlığı, |
min seati hi | : genişlik, kapasite, varlığı, nitelikleri, o |
ve men kudire aleyhi | : kim, ölçülü, ölçüyle, ona, |
rızku hu | : rızk, fayda, yarar, o |
Fe li yunfik | : bundan sonra, infak etsin, versin, teslim etsin, |
mimma ata hu Allah | : ona verilen şeyden, Allah |
la yukellifu Allahu | : istemez, mükellef tutmaz, sorumlu tutmaz, Allah |
Nefsen illa | : nefs, kimse, insan, den başka |
Ma âtâ-hâ | : ona verdiği şey, |
se yacelu | : yaptı, kılacak, verecek, |
Allâhu bade usrin yusren | : Allah, zorluktan sonra kolaylık |
7- O kendi varlığındaki nitelikleri anlasın, nitelikleri sahibine teslim etsin. Ona bir ölçüyle rızkını vereni idrak etsin. Bundan sonra Allah’ın ona verdiği şeyleri infak etsin. Allah bir kimseye verdiği şeyden başka bir sorumluk yüklemez. Allah her zorluktan sonra kolaylığı var edendir.
-8-
وَكَأَيِّن مِّن قَرْيَةٍ عَتَتْ عَنْ أَمْرِ رَبِّهَا وَرُسُلِهِ فَحَاسَبْنَاهَا حِسَابًا شَدِيدًا وَعَذَّبْنَاهَا عَذَابًا نُّكْرًا
Ve keeyyin min karyetin atet an emri rabbihâ ve rusulihî fe hâsebnâhâ hisâben şedîden ve azzebnâhâ azâben nukrâ
ve keeyyin min karyetin | : nice, kaç tane, beldeler, ülkeler |
atet | : itaat etmedi, uymamak, reddetmek, anlayamamak, |
an emri | : iş, emir, hüküm, |
rabbi-hâ | : Rableri, kendilerini vücudlandıran, |
ve rusuli-hî | : resuller, hakikati gösterenler, o |
fe hâsebnâ-hâ | : bundan dolayı, hesap, turasızlık, biz, o |
Hisâben şediden | : hesap, tutarsızlık, şiddetli, güçlü, daha fazla |
ve azzebnâ-hâ | : azap, sıkıntı, biz, onu |
Azâben nukren | : şiddetli, azap, sıkıntı, korkunç, kötü, fena, değişik, |
8- Nice beldelerdeki kimseler; kendilerini vücudlandıranı, tüm varlıktaki işleyişi anlayamadılar ve o hakikatleri gösterenlere de uymadılar. Bundan dolayı onlar, Bizi anlamamakla, bir tutarsızlık içinde tutarsızlıklarda kaldılar ve onlar Bizi anlamamakla, değişik sıkıntılarla sıkıntılarda kaldılar.
-9-
فَذَاقَتْ وَبَالَ أَمْرِهَا وَكَانَ عَاقِبَةُ أَمْرِهَا خُسْرًا
Fe zâkat ve bâle emrihâ ve kâne âkıbetu emrihâ husrâ
Fe zakat vebale | : böylece tattı, duydu hissetti, uğradı, vebal, kötü netice, |
emri-hâ | : iş, hüküm, o |
ve kane akıbet | : oldu, akıbet, sonuç, |
emr hâ husr | : iş, çalışma, o, hüsran, kaybetmek |
9- Böylece onlar çalışmalarında bir vebale uğradılar ve onlar çalışmalarının sonucunda hüsranda kaldılar.
-10-
أَعَدَّ اللَّهُ لَهُمْ عَذَابًا شَدِيدًا فَاتَّقُوا اللَّهَ يَا أُوْلِي الْأَلْبَابِ الَّذِينَ آمَنُوا قَدْ أَنزَلَ اللَّهُ إِلَيْكُمْ ذِكْرًا
E addallâhu lehum azâben şedîden fettekûllâhe yâ ulîl elbâb ellezîne âmenû, kad enzelallâhu ileykum zikrâ
Eadde Allahu lehum | : hazırlanmış, vardır, Allah, onlara |
Azaben şediden | : azap, sıkıntı, güçlü, daha fazla |
Fe ittekü Allahe | : artık, fenalara düşme sakınmak, Allah |
Ya ulî el elbâbi | : ey, yüce akıl sahipleri, hakk üzere aklını işleten |
Ellezîne amenu | : o kimseler, iman edenler |
Kad enzele | : oldu, indirdi, açığa çıkardı, sunulan hakikatler, |
Allah İleykum zirken | : Allah, size, sizde, zikri, anmak, hatırlamak, |
10- Allah’ı anlayamayanlara daha fazla sıkıntılar vardır. Ey hakk üzere aklını işletenler! Artık fenalara düşmekten sakının Allah’a ortak koşmayın, Allah’ın sizdeki zikrini anlayın, sunulan hakikatlerle iman edenlerden olun.
-11-
رَّسُولًا يَتْلُو عَلَيْكُمْ آيَاتِ اللَّهِ مُبَيِّنَاتٍ لِّيُخْرِجَ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ وَمَن يُؤْمِن بِاللَّهِ وَيَعْمَلْ صَالِحًا يُدْخِلْهُ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا قَدْ أَحْسَنَ اللَّهُ لَهُ رِزْقًا
Resûlen yetlû aleykum âyâtillâhi mubeyyinâtin li yuhricellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti minez zulumâti ilen nûr ve men yû’min billâhi ve ya’mel sâlihan yudhilhu cennâtin tecrî min tahtihel enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ kad ahsenallâhu lehu rızkâ
Resûlen | : resul, hakikati gösteren, |
yetlu aleykum | : okuyor, açıklıyor, sizlere |
âyâti allâhi | : delil, işaret, Allah’ın âyetlerini, delillerini, |
Mubeyyinâtin | : apaçık hakikatler açıklamak, aydınlatan, kesin delillerle |
li yuhrice | : çıkarması için, açığa çıkması, hakikatlerin açığa çıkması |
Ellezîne amenu | : o kimseleri, onlar, inananlar |
ve amilû es sâlihâti | : salih amel, dosdoğru hakk yolunda çalışan, iyi amel |
min ez zulumâti | : karanlıklardan |
ilâ en nûri | : nura, aydınlığa |
ve men yumin bi allahi | : kim iman eder, inanır, Allah |
ve yamel salihan | : amel eder, çalışır, yapar, Salih iş, iyi amel, |
yudhil-hu cennatin | : onu dahil eder, koyar, cennetlere |
Terci min tahti-hâ | : onun altında nehirler vardır, akıp giden ilim |
Hâlidîne fiha ebeden | : yaşamak, durmak, kalacak olanlar orada sonsuza kadar |
kad ahsene | : kavuştu, en güzeli oldu, kutlu mübarek, kutsal |
Allâhu lehu rızkan | : Allah, onun, rızkı, hikmet, nimet, lütuf, fayda, yarar, |
11- Cehaletin karanlığından hakikatlerin aydınlığına çıkmanız için, inanan kimselerden olmanız ve dosdoğru hakk yolunda çalışanlardan olmanız için, hakikatlerin apaçık açığa çıkması için, Allah’ın ayetlerini resul sizlere açıklıyor. Kim Allah’a iman ederse, dosdoğru hakk yolunda çalışırsa, o huzur bulur, onun makamında akıp giden bir ilim vardır, devamlı o hallerde kalmak vardır. Ona Allah’ın lütuflarından güzellikler vardır.
-12-
اللَّهُ الَّذِي خَلَقَ سَبْعَ سَمَاوَاتٍ وَمِنَ الْأَرْضِ مِثْلَهُنَّ يَتَنَزَّلُ الْأَمْرُ بَيْنَهُنَّ لِتَعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ وَأَنَّ اللَّهَ قَدْ أَحَاطَ بِكُلِّ شَيْءٍ عِلْمًا
Allâhullezî halaka seba semâvâtin ve minel ardı mislehunn yetenezzelul emru beynehunne li ta’lemû ennallâhe alâ kulli şey’in kadîrun ve ennallâhe kad ehâta bi kulli şey’in ilmâ
Allâhu ellezi halaka | : Allah ki o yarattı, halketti, varedendir |
seba semavatin | : yedi, ulvi makam, gökler, yücelikler, bir yücelik |
ve min el ardı | : ve arzdan, yerden, yeryüzünü |
misle-hunne | : onların misli kadar, onların benzerlerini, onlar gibi |
Yetenezzelu | : iner, tenezzül eder, açığa çıkar, kendini gösterir, |
el emru | : işleyiş, hükümler, |
beyne-hunne | : onların arasında, onlarda, tüm varlıkta |
li talemû enne Allah | : bilin ki Allah |
alâ kulli şeyin kadırun | : Bütün her şeydeki kudret, |
Ve enne Allahe | : muhakkak ki Allah |
kad ehata | : ihata etti, kuşattı, kavrama |
bi kulli şeyin ilmen | : bütün her şeydeki ilim, |
12- Allah O dur ki, gökleri ve yeri ve onlardaki her şeyi bir yücelik içinde varedendir. Tüm varlıkta işleyişiyle her an kendini gösterendir. Bilin ki Allah, bütün her şeydeki kudrettir ve muhakkak ki Allah bütün her şeyi ilmiyle ihata edendir.