TEVBE SÛRESİ
-1-
بَرَاءةٌ مِّنَ اللّهِ وَرَسُولِهِ إِلَى الَّذِينَ عَاهَدتُّم مِّنَ الْمُشْرِكِينَ
Berâetun minallâhi ve resûlihî ilâllezîne âhedtum minel muşrikîn
Beraetun | : suçsuzluk, aklanma, temizlenme, saf, kurtulma, |
Min Allah | : Allah, Allah’ın, Allah’tan |
ve resuli-hi | : resulü, hakikatleri gösteren, |
ila ellezin | : için, göre, ancak, kimseler, |
ahed tum | : ahd, sözleşme, söz verme, sözüne uyan, siz, |
min el muşrikîne | : ortak koşmak, kendine varlık isnat etmek, şerik koşmak |
1- Allah’ın yüceliğinin yanında kendine varlık isnat edenler; hakikatlerin sözlerine uyan kimseler olduklarında, Allah ve resulünü anladıklarında, şirkten kurtulurlar.
-2-
فَسِيحُواْ فِي الأَرْضِ أَرْبَعَةَ أَشْهُرٍ وَاعْلَمُواْ أَنَّكُمْ غَيْرُ مُعْجِزِي اللّهِ وَأَنَّ اللّهَ مُخْزِي الْكَافِرِينَ
Fesîhû fil ardı erbeate eşhurin ve ealemû ennekum gayru mucizîllâhi ve ennallâhe muhzîl kâfirîn
Fe sıhu | : artık, erimek, arayın, fenadan uzak durup araştırın, dolaşın |
fi el ard | : yeryüzünde |
Erbeate | : dört, rab, rabbe dönen, |
eşher | : aylar, şehir, tanınmış, şöhretli, açığa çıkan tecelliler, |
ve ılemu enne kum | : bilin, arif olun, siz olduğunuzu, kendinizi |
Gayru mucizi Allah | : değil, başka, aciz olan, gücü olmayan, Allah |
ve enne Allâh | : Allah’ın, Allah’ı anlamada, olduğunu |
muhzî | : hüzün, hor hakir, kötü huy, kaybeden, |
el kâfirîne | : hakikatleri örtenler, görmemezlikten gelenler, |
2- Artık yeryüzünde fenalardan uzak durup hakikatleri anlamak için araştırın, açığa çıkan tecellileri anlamak için Rabbinize dönün ve kendinizi bilin. Aciz olan Allah değildir. Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, Allah’ı anlama konusunda kaybetmişliğin içindedirler.
-3-
وَأَذَانٌ مِّنَ اللّهِ وَرَسُولِهِ إِلَى النَّاسِ يَوْمَ الْحَجِّ الأَكْبَرِ أَنَّ اللّهَ بَرِيءٌ مِّنَ الْمُشْرِكِينَ وَرَسُولُهُ فَإِن تُبْتُمْ فَهُوَ خَيْرٌ لَّكُمْ وَإِن تَوَلَّيْتُمْ فَاعْلَمُواْ أَنَّكُمْ غَيْرُ مُعْجِزِي اللّهِ وَبَشِّرِ الَّذِينَ كَفَرُواْ بِعَذَابٍ أَلِيمٍ
Ve ezanun minallâhi ve resûlihî ilân nâsi yevmel haccıl ekberi ennallâhe berîun minel muşrikîne ve resûluhu fe in tubtum fe huve hayrun lekum ve in tevelleytum falemû ennekum gayru mucizîllâh ve beşşirillezîne keferû bi azâbin elîm
ve ezanun min Allah | : çağrı, bir bildiridir, ilan, seslenme, açıkça gösteren, Allah |
ve resuli hi ila el nas | : resul, o, hakikatleri gösteren, insanlara |
yevme | : vakit, zaman, an, |
el haccı | : arayış, yöneliş, ziyaret, niyet, özel maksat, |
el ekberi | : büyük, yüce olan, kutsal, tüm varlıktaki yüceliğin sahibi |
enne Allâh | : muhakkak ki Allah |
Beriun | : uzak olan, anlayamayan, beri olan, |
min el muşrikine | : ortak koşanlar, kendine varlık isnat eden, |
ve resûlu-hu | : resül, o, hakikatleri gösteren, |
fe in tubtum | : artık, bundan sonra, eğer, tövbe, |
fe huve hayrun lekum | : bundan sonra, artık, o, hayırlı, size, sizin için |
Ve in tevelleytum | : eğer, yüz çevirirsiniz, o hallerden yüz çevirme |
fe ılemû enne kum | : artık, bundan sonra, bilin, arif olun, kendinizi, |
gayru mucizi Allâh | : değil, başka, aciz, gücü olmayan, Allah |
ve beşir | : haber ver, bildir, müjdele |
ellezine keferu | : hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler |
bi azâbin elim | : sıkıntı, bir azap ile, acı, elim |
3- Tüm varlık Allah’tan bir bildiridir. O resul, her an O yüce olana yönelmeniz için insanlara hakikatleri bildirir. Muhakkak ki ortak koşanlar, Allah’ı ve o resul’ü anlamaktan uzaktırlar. Bundan sonra yaptığınız fenalıklardan, bir daha o hale düşmemek için tövbe ederseniz ve eğer o hallerden yüz çevirseniz, artık o hallerden uzak durmanız sizin için daha hayırlıdır. Artık kendinizi bilin. Aciz olan Allah değildir. Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlere, acı sıkıntılardan haber ver.
-4-
إِلاَّ الَّذِينَ عَاهَدتُّم مِّنَ الْمُشْرِكِينَ ثُمَّ لَمْ يَنقُصُوكُمْ شَيْئًا وَلَمْ يُظَاهِرُواْ عَلَيْكُمْ أَحَدًا فَأَتِمُّواْ إِلَيْهِمْ عَهْدَهُمْ إِلَى مُدَّتِهِمْ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَّقِينَ
İllâllezîne âhedtum minel muşrikîne summe lem yankusûkum şeyen ve lem yuzâhirû aleykum ehaden fe etimmû ileyhim ahdehum ilâ muddetihim innallâhe yuhıbbul muttekîn
İllâ ellezine ahedtum | : hariç, başka, o kimseler, sözleşme, |
min el muşrikine | : ortak koşanlar, kendine varlık isnat etme |
Summe lem yankusu kum | : eksiklik, nakıslık içinde olmayın, noksan, eksik |
şeyen | : bir şey, eşya, nesne, istemek, |
ve lem yuzahirû aleykum | : değil, yoktur, zahir, dış görünüş, suret, size, |
ehad | : bir, tek |
fe etimmû ileyhim | : böylece, tamamlama, yerine getirme, onlara |
ahde hum | : sözleşme, ahd, söz vermek, onlar |
ilâ muddeti-him | : kadar, için, süre, zaman, müddet, vakit, onlar |
inne Allâh yuhıbbu | : muhakkak, Allah, sevgi, aşk, |
el muttekin | : fenalardan sakınan ortak koşmayan, erdemli |
4- Ortak koşma içindeyken hakikatler için sizinle sözleşen, sonra sizinle beraber herhangi bir şeyde nakıslık içinde olmayan ve birlik yolunda sizinle birlikte suretlerde kalmayan kimseler başka. Böylece hakikatler yolunda söz verenlere, hakikatleri anlama müddetince onlara yardım edin. Muhakkak ki fenalardan sakınıp, ortak koşmayanlar Allah’a sevgiyle bağlıdırlar.
-5-
فَإِذَا انسَلَخَ الأَشْهُرُ الْحُرُمُ فَاقْتُلُواْ الْمُشْرِكِينَ حَيْثُ وَجَدتُّمُوهُمْ وَخُذُوهُمْ وَاحْصُرُوهُمْ وَاقْعُدُواْ لَهُمْ كُلَّ مَرْصَدٍ فَإِن تَابُواْ وَأَقَامُواْ الصَّلاَةَ وَآتَوُاْ الزَّكَاةَ فَخَلُّواْ سَبِيلَهُمْ إِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Fe izânselehal eşhurul hurumu faktulûl muşrikîne haysu vecedtumûhum ve huzûhum vahsurûhum vakudû lehum kulle marsad fe in tâbû ve ekâmûs salâte ve âtûz zekâte fe hallû sebîlehum innallâhe gafûrun rahîm
fe iza inseleha | : artık, değiştirme, sona erdiği, geçtiği zaman, sıyrılma |
el eşheru | : şehir, ay, bir şeyi ortaya çıkarmak, |
el hurumu | : haram, kutsal olan, yasak, |
fe utkulu | : ortadan kaldırın, yok edin, |
el müşrikin | : ortak koşma hali, müşriklik, Allah’a ortak koşmak |
Haysu vecedtumû-hum | : nerede, nasıl, burada, raslama, o hale girme, bulma |
ve huzû-hum | : sarma, çekmek, alma, yakalama, anlatma, onlar |
ve uhsuru hum | : kuşatın, muhasara edin, mücadele, daraltma, onlar |
ve ukudu lehum | : oturmak, beklemek, onlar, |
kulle marsad | : hepsi, gözlemleme, seyretme |
Fe in tâbû | : böylece, eğer, tövbe etme |
ve ekamû es salâte | : her an salât üzere olmak, hakka bağlılık |
ve atu ez zekâte | : temizlenmek, kendindekini paylaşmak, |
Fe hallu sebile-hum | : öyleyse, bırakma, o halde, yoksun, onların yolu |
inne Allâh gafur | : muhakkak ki Allah, mağfiret, tertemiz lütuflar sunan |
rahim | : rahim olan, varlığı özünden var eden, |
5- Böylece ortaya çıkan o kutsal olan hakikatleri anlayıp, cehalet halinden sıyrılıp çıktığınız zaman; artık ortak koşma hallerinizi yok edin ve o halde olanlarla nerede olursa olsun hakikatler ölçüsüyle mücadele edin ve onları hakikatlere çekin ve onlarla hakikatlerle mücadele edin, o halde olanların hepsini bekleyin gözlemleyin. Sonra da eğer fenalara dönmemek üzere tövbe ederlerse ve temizlenme içinde olup kendilerindeki paylaşırlarsa ve her an Hakk’a bağlılık şuuru üzere olurlarsa, o zaman onları hakk yoluna bırakın. Muhakkak ki Allah lütuflarını tertemiz sunandır, varlığı özünden varedendir.
-6-
وَإِنْ أَحَدٌ مِّنَ الْمُشْرِكِينَ اسْتَجَارَكَ فَأَجِرْهُ حَتَّى يَسْمَعَ كَلاَمَ اللّهِ ثُمَّ أَبْلِغْهُ مَأْمَنَهُ ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ قَوْمٌ لاَّ يَعْلَمُونَ
Ve in ehadun minel muşrikînestecâreke fe ecirhu hattâ yesmea kelâmallâhi summe eblighu memenehu zâlike bi ennehum kavmun lâ yalemûn
ve in ehadun | : eğer, biri, tek, sizen biri, birisi, |
min el müşrikin | : ortak koşanlardan, |
istecare-ke | : senden yardım, himaye, korunma |
fe ecir-hu | : böylece, vermek, karşılık, yardım, o |
hatta yesmea | : hatta, işitme, anlama, |
kelâme Allâh | : Allah’ın kelamı, sözü, kelimeleri, tecellileri, |
Summe eblig hu | : sonra, anlatmak, ulaştırmak, o |
ma emin hu | : emin olmak, güven, o |
Zalike bi enne-hum | : işte bu, olmaları sebebiyle, onların, |
Kavmun la yalemun | : topluluk, kavim, kimse, hakikatleri bilmeyen |
6- Eğer ortak koşma hâllerinde olan biri sizden yardım isterse, Allah’ın kelamını işitinceye kadar ona yardım edin. Sonra da o emin oluncaya kadar ona anlatın. İşte bu onların hakikatleri bilemeyen kimselerden olmaları sebebiyledir.
-7-
كَيْفَ يَكُونُ لِلْمُشْرِكِينَ عَهْدٌ عِندَ اللّهِ وَعِندَ رَسُولِهِ إِلاَّ الَّذِينَ عَاهَدتُّمْ عِندَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ فَمَا اسْتَقَامُواْ لَكُمْ فَاسْتَقِيمُواْ لَهُمْ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَّقِينَ
Keyfe yekûnu lil muşrikîne ahdun indallâhi ve inde resûlihî illâllezîne âhedtum indel mescidil harâm fe mâstekâmû lekum festekîmû lehum innallâhe yuhıbbul muttekîn
Keyfe yekunu | : nasıl, olmak, |
li el müşrikin | : ortak koşma, kendine varlık isnat etme |
Ahd inde Allâh | : söz, ahd, katında, yanında, Allah, |
ve inde resul hi | : yanında, ona ait, katında, resul, o |
illa ellezine ahed tum | : başka, ancak, o kimseler, sözleşme, söz veren, siz |
inde el mescidi | : yanında, ona ait, teslim olunan yer, |
el haram | : kutsal olan, yasak olan, |
fe mâ estekâmu lehum | : artık, değiş, şey, ne, yerine getirme, onlar |
fe ıstekimu lehum | : artık, istikamet, doğru gitme, yerine getirme, onlar |
inne Allâh yuhıbbu | : Allah, sevgi, aşk, fenalardan sakınan, erdemli |
el muttekin | : fenalardan sakınan ortak koşmayan, erdemli |
7- Allah’ın yüceliğinin yanında kendine varlık isnat edenler, nasıl söz verebilirler ve o resule nasıl uyabilirler. Ancak kutsal olana bir teslimiyet içinde olup hakikatleri arayanlar başka. Artık onlar eski cehalet hallerinin istikametinde değildirler. Artık onlar dosdoğru hakk yolu üzeredirler. Muhakkak ki fenalardan sakınıp ortak koşmayanlar, Allah’a sevgiyle bağlıdırlar.
-8-
كَيْفَ وَإِن يَظْهَرُوا عَلَيْكُمْ لاَ يَرْقُبُواْ فِيكُمْ إِلاًّ وَلاَ ذِمَّةً يُرْضُونَكُم بِأَفْوَاهِهِمْ وَتَأْبَى قُلُوبُهُمْ وَأَكْثَرُهُمْ فَاسِقُونَ
Keyfe ve in yazherû aleykum lâ yerkubû fîkum illen ve lâ zimmet yurdûnekum bi efvâhihim ve tebâ kulûbuhum ve ekseruhum fâsikûn
Keyfe | : nasıl, durum, |
ve in yazharu aleykum | : eğer, zahir belli olan, açık olan, gösterme, siz, |
la yerkubu fikum | : yok, gözetme, ikna, sizin için |
ela | : teşvik, öyle, makamında, tarif, şu şekilde, tenbih, gibi |
Ve la zimmeten | : yok, mesuliyet, korunması, saklanması, üstünde olan |
Yurdune kum | : hoşnut, razı eder, siz, |
bi efvahi him | : ağızları, konuşmaları ile, sözleri, dilleri ile |
ve teba kulubu-hum | : kapalı, direnme, onların kalpleri, idrakleri, |
ve ekseru-hum | : onların çoğu, |
fasıkun | : hakikatlerden sapan, çıkmak, fenalar içinde olmak |
8- Eğer sizin gösterdiğiniz şekilde, sizin gibi gözlemlemezlerse nasıl hakikatlere yol bulacaklar. Onların koruyup sahiplenmesi de yoktur, onlar konuşmaları ile sizi ikna etmeye çalışırlar ve onların kalbleri hakikatlere karşı kapalıdır ve onların çoğu da hakikatleri bırakıp, kendi cehaletlerine sapanlardır.
-9-
اشْتَرَوْاْ بِآيَاتِ اللّهِ ثَمَنًا قَلِيلاً فَصَدُّواْ عَن سَبِيلِهِ إِنَّهُمْ سَاء مَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ
İşterev bi âyâtillâhi semenen kalîlen fe saddû an sebîlihî innehum sâe mâ kânû yamelûn
İşterev | : sattılar, çıkarları için kullandılar, |
bi ayeti allah | : Allah’ın ayetlerini, işaretleri, delilleri, |
Semenen kalilen | : fiyat, bedel, az, bir miktar |
fe saddû | : böylece, mani olma, men etme, alıkoyma, engel, |
an sebili hi | : onun yolundan, onun hakikatlerinden, |
İnne hum sae | : muhakkak, doğrusu, onlar, kötü, fena, |
Ma kanu yamelun | : yapmadılar, uymadılar, |
9- Allah’ın ayetlerini çıkarları için bir miktar fiyata satanlar, böylece O’nun yolundan alıkoyanlar, işte onlar fenalıklardan başka bir şey yapmazlar.
-10-
لاَ يَرْقُبُونَ فِي مُؤْمِنٍ إِلاًّ وَلاَ ذِمَّةً وَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُعْتَدُونَ
Lâ yerkubûne fî mu’minin illen ve lâ zimmeh ve ulâike humul mutedûn
lâ yerkubûne | : yok, gözlemleme, gözetmezler, izleme, ikna |
Fi müminin ela | : müminler için, teşvik, öyle, makamında, ancak, |
Ve la zimmeten | : yok, mesuliyet, korunması, saklanması, üstünde olan |
ve ulâike hum el mutedun | : işte onlar, haddi aşanlar, saldırgan, zalim kimse, |
10- Müminler gibi onların gözlemlemesi yoktur ve onların koruyup sahiplenmesi de yoktur ve işte onlar saldırgan olanlardır.
-11-
فَإِن تَابُواْ وَأَقَامُواْ الصَّلاَةَ وَآتَوُاْ الزَّكَاةَ فَإِخْوَانُكُمْ فِي الدِّينِ وَنُفَصِّلُ الآيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ
Fe in tâbû ve ekâmus salâte ve âtuz zekâte fe ıhvânukum fîd dîn ve nufassılul âyâti li kavmin yalemûn
Fe in tabu | : artık, bundan sonra, eğer, tövbe, pişmanlık duyup dönme |
ve ekamus salate | : her an salât üzere olan, her an hakka bağlılık, |
ve atuz zekate | : zekât, temizlenmek, zeka, ulaştığı bilgileri verme |
fe ıhvanu-kum | : artık, kardeş, size, sizin gibi |
fi ed dini | : dinde, varlığın yaratılış yasalarında, hükümlerinde |
ve nufassılu el ayati | : ayrı ayrı açıklama, tafsilatlı, ayrıntılı, ayet, işaret, delil |
li kavmin yalemun | : bir kavim için, kimseler, topluluk, bilenler |
11- Bundan sonra eğer fenalara dönmemek üzere pişman olup tövbe ederlerse ve her an Hakk’a bağlılık şuuru ile hareket ederlerse ve temizlenme içinde olup kendilerindekini paylaşırlarsa, bundan sonra varlığın yaratılış yasalarını anlama konusunda sizinle kardeş olurlar. Bilmek isteyen kimseler için ayetler en ince ayrıntısına kadar açıklanmıştır.
-12-
وَإِن نَّكَثُواْ أَيْمَانَهُم مِّن بَعْدِ عَهْدِهِمْ وَطَعَنُواْ فِي دِينِكُمْ فَقَاتِلُواْ أَئِمَّةَ الْكُفْرِ إِنَّهُمْ لاَ أَيْمَانَ لَهُمْ لَعَلَّهُمْ يَنتَهُونَ
Ve in nekesû eymânehum min badi ahdihim ve taanû fî dînikum fe kâtilû eimmetel kufri innehum lâ eymâne lehum leallehum yentehûn
ve in nekasu | : eğer, nakıs, eksik, bozmak, |
eymane hum | : iman, söz, yemin, diri, onlar, |
min badi ahdi him | : sonra, ahd, söz verme, sözleşme, |
ve taan | : kesmek, inat, ayak direme, |
fi dini kum | : din hakkında, yaratılış yasaları hakkında, siz |
fe katilu | : artık, ortadan kaldırma, yok etme, mahv etme |
eimmete el kufri | : imam, lider, ileri giden, önderlik eden, hakikatleri örten |
İnnehum la eymane lehum | : doğrusu onlar, yok, iman, yemin, sağ taraf, and, onlar |
lealle-hum yentehun | : umulur ki, onlar, vazgeçme, bitirme, tamamlama |
12- Eğer onlar verdikleri sözlerde bir nakıslık içinde olurlarsa ve sizinle varlığın yaratılış yasaları hakkında inatlaşırlarsa, artık onlar hakikatleri görmemezlikten gelip örtmede ileri giden, kendini mahvedenlerdir. Doğrusu onların inanmaları yoktur. Umulur ki onlar hatalarından vazgeçerler.
-13-
أَلاَ تُقَاتِلُونَ قَوْمًا نَّكَثُواْ أَيْمَانَهُمْ وَهَمُّواْ بِإِخْرَاجِ الرَّسُولِ وَهُم بَدَؤُوكُمْ أَوَّلَ مَرَّةٍ أَتَخْشَوْنَهُمْ فَاللّهُ أَحَقُّ أَن تَخْشَوْهُ إِن كُنتُم مُّؤُمِنِينَ
E lâ tukâtilûne kavmen nekesû eymânehum ve hemmû bi ihrâcir resûli ve hum bedeûkum evvele merrah e tahşevnehum fallâhu ehakku en tahşevhu in kuntum muminîn
e la tukatillun | : yok mu, değil mi, yok etme, mahvetme, mücadele |
Kavmen nekasu | : kavim, kimseler, nakıs, eksik, durmamak, uymamak, |
eyman hum | : iman, yemin, sağlam, sağ taraf, hareket, güç, onlar, |
Ve hemme bi ihracir | : hemen, yeltenme, çıkarma, dışarı atma, |
resuli | : resul, hakikatleri gösteren, |
ve hum bedeu kum evvele | : onlar, başlangıç, başlayış, ilk, siz, öncelik, ilk |
Meret | : katı, verimsiz, haddi aşan, |
e tahşevne-hum | : saygı, korku, çekinme, onlar |
fe Allâh e hakk | : oysa, halbuki, Allah, hakikat, gerçek, doğru olan |
en tahşev-hu | : saygı, çekinme, ürperme, korkma |
in kuntum muminin | : eğer iseniz, mümin, emin olan, |
13- Onların imanlarında sağlam bir hâlde durmayan kimselerden olması, kendilerini mahvetmek değil midir? Onlar hakikatleri gösterenleri dışarıya atmaya yeltendiler. Siz onlara öncelikle hakikatleri anlatmaya başladınız, onlar ise katı davrandılar, saygılı olmadılar. Fakat gerçek olan Allah’tır. Eğer müminlerdenseniz O’na saygılı olursunuz.
-14-
قَاتِلُوهُمْ يُعَذِّبْهُمُ اللّهُ بِأَيْدِيكُمْ وَيُخْزِهِمْ وَيَنصُرْكُمْ عَلَيْهِمْ وَيَشْفِ صُدُورَ قَوْمٍ مُّؤْمِنِينَ
Kâtilûhum yuazzib hum allâh bi eydîkum ve yuhzihim ve yansurkum aleyhim ve yeşfi sudûre kavmin muminîn
katilu-hum | : katil, öldüren, mahveden, onlar, |
yuazzibi hum | : azap veren, sıkıntı veren, onlar |
Allah bi eydi-kum | : Allah, el, güç, yönelme, kuvvet, hareket, siz |
ve yuhzi-him | : sıkıntı, azap, alçaltır |
ve yansur kum aleyhim | : yardım eden, siz, sizde, üzerinizde |
ve yeşfi | : şifa veren, iyileştiren |
sudur | : gönüllerinde, içlerinde |
kavm müminin | : kavim, topluluk, kimseler, mümin, emin olan, |
14- Onların azap verici o hâlleri onları mahveder. Sizdeki güç Allah’ındır. Sizlerde yardım etme hâli vardır ve onlarda sıkıntı veren hâl vardır. Mümin kimselerin gönüllerinde şifa veren hâl vardır.
-15-
وَيُذْهِبْ غَيْظَ قُلُوبِهِمْ وَيَتُوبُ اللّهُ عَلَى مَن يَشَاء وَاللّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ
Ve yuzhib gayza kulûbihim ve yetûbullâhu alâ men yeşâu vallâhu alîmun hakîm
ve yuzhib | : yok eder, giderir, |
gayza | : öfke, hiddet, |
kulub him | : kalp, idrak, anlamak, onlar |
ve yetubu Allah | : tövbe, yönelme, pişmanlık duyup dönme, allah |
alâ men yeşau | : karşı, için, ancak, üzere, kim, kimse, istek, ister |
ve Allah alim | : Allah, ilmiyle var eden, ilmin sahibi, |
hakim | : hâkim olan, tüm varlığa hâkim olan, |
15- Allah’ı anlamayı isteyen kimse; yaptığı fenalardan pişman olur tövbe ederse, onun kalbinden hiddet yok olur gider ve tüm varlığa ilmiyle hâkim olanın Allah olduğunu anlar.
-16-
أَمْ حَسِبْتُمْ أَن تُتْرَكُواْ وَلَمَّا يَعْلَمِ اللّهُ الَّذِينَ جَاهَدُواْ مِنكُمْ وَلَمْ يَتَّخِذُواْ مِن دُونِ اللّهِ وَلاَ رَسُولِهِ وَلاَ الْمُؤْمِنِينَ وَلِيجَةً وَاللّهُ خَبِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ
Em hasibtum en tutrekû ve lemmâ yalemi allâhu ellezîne câhedû minkum ve lem yettehızû min dûnillâhi ve lâ resûlihî ve lâl mu’minîne velîceh ve allâhu habîrun bi mâ tamelûn
Em hasibtum | : yoksa, hesap, sanma, araştırmak, siz, |
en tutreku | : terk edilme, bırakma, yalnız olma |
ve lemma yalemi Allah | : ne, neler, var, ilmin sahibi, bilen, Allah |
ellezîne câhedû min kum | : mücadele eden, gayret eden, sizden |
ve lem yettehızû | : değil, edinme, almak, çekilmek, |
min dûni Allâh | : ona ait, ondan başka, Allah’tan başkası |
ve la resuli hi | : yok, değil, resul, hakikati gösteren, o |
ve la el muminin | : yok, değil, müminler, |
veliceh | : dost, sırdaş |
ve Allah habirun | : Allah, haber veren, bildiren |
bi ma tamelûne | : yaptığınız şeylerden, amelleriniz, |
16- Yoksa siz, yalnız olduğunuzu mu sandınız? Sizden hakikati anlamak için gayret gösteren kimse, Allah nedir bilir ve Allah’tan başkasına sığınmaz. Onlar için sırdaş o Resulden başkası ve müminlerden başkası değildir. Allah yaptığınız şeylerden hakikatleri haber verir.
-17-
مَا كَانَ لِلْمُشْرِكِينَ أَن يَعْمُرُواْ مَسَاجِدَ الله شَاهِدِينَ عَلَى أَنفُسِهِمْ بِالْكُفْرِ أُوْلَئِكَ حَبِطَتْ أَعْمَالُهُمْ وَفِي النَّارِ هُمْ خَالِدُونَ
Mâ kâne lil muşrikîne en yamurû mesâcid allâhi şâhidîne alâ enfusihim bil kufr ulâike habitat amâluhum ve fîn nâri hum hâlidûn
mâ kâne | : olmazlar, olmadı, |
li el müşrikin | : ortak koşanlar, kendine varlık isnat eden |
en yamuru | : yapmak, gayret, imar, |
mesacide | : teslim olmak, varlığından geçmek, hakkı anlama yeri, |
Allah şâhidîne | : Allah, şahit, bilen, tanımak, tanık |
ala enfusi-him | : kendileri için, kendilerine, onlar, |
bi el kefer | : hakikatleri örtenler, hakikati görmemezliten gelen, |
Ulaike habitat | : işte onlar, bozuk, kötü, beyhude, boş, düzgün değil, |
amalu hum | : onların amelleri, çalışmaları, |
ve fî en nâri hum | : ateşin içinde, ateşte, yakıp yakıcı olan, onlar |
halidin | : devamlı, sürekli, hep o hallerde, |
17- Allah’ın yüceliğinin yanında kendine varlık isnat edenler; Allah’ı tanıma, teslim olma gayretinde olmazlar. Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, ancak kendileri için yaşarlar. İşte onların çalışmaları düzgün değildir ve onlar devamlı ateş içindedirler.
-18-
إِنَّمَا يَعْمُرُ مَسَاجِدَ اللّهِ مَنْ آمَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَأَقَامَ الصَّلاَةَ وَآتَى الزَّكَاةَ وَلَمْ يَخْشَ إِلاَّ اللّهَ فَعَسَى أُوْلَئِكَ أَن يَكُونُواْ مِنَ الْمُهْتَدِينَ
İnnemâ yamuru mesâcid allâhi men âmene billâhi vel yevmil âhıri ve ekâmes salâte ve âtez zekâte ve lem yahşe illâllâhe fe asâ ulâike en yekûnû minel muhtedîn
İnnema yamuru | : ancak, imar eden, bedenlendiren, can veren, gayret eden |
mesâcide Allâh | : mescid, teslim olma, Allah’a yönelme, anlama yeri, |
men âmen bi Allah | : kim, kimse, iman, inanan, Allah |
ve el yevmi el âhiri | : gün, vakit, her vakit, son ana kadar |
ve ekame es salâte | : her an salât üzere olurlar, hakka bağlılık, |
ve ate ez zekâte | : zekat, temeizlenme, ulaştığı bilgileri aktarma, paylaşma, |
ve lem yahşe illa Allah | : yok, değil, korkmak, olmaz, çekinme, saygı, ancak, Allah |
Fe asa ulaike en yekûnû | : artık, yapanlar, işte onlar, olurlar |
min el muhtedîne | : yol bulanlardan, |
18- Ancak Allah’a iman eden kimseler; Allah’a teslimiyet içinde olurlar, kendilerini bedenlendireni bilirler ve son anlarına kadar bu hâlde yaşarlar ve her an Allah’a bağlılık şuuruyla hareket ederler ve temizlenme içinde olup kendilerindekini paylaşırlar ve Allah’a saygıdan başka bir şeyleri yoktur. İşte onlar hakka yol bulanlardır.
-19-
أَجَعَلْتُمْ سِقَايَةَ الْحَاجِّ وَعِمَارَةَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ كَمَنْ آمَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَجَاهَدَ فِي سَبِيلِ اللّهِ لاَ يَسْتَوُونَ عِندَ اللّهِ وَاللّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ
E cealtum sikâyetel hâcci ve ımâratel mescidil harâmi ke men âmene billâhi vel yevmil âhıri ve câhede fî sebilillâh lâ yestevûne indallâh ve allâhu lâ yehdîl kavmez zâlimîn
e ceal tum | : yaptınız mı, kılmak, eylemek, sunmak, |
sikâyete | : su verme, yardım, |
el hacci | : niyet, maksat, Allah’ı aramak, gerçeğe yönelme |
imârate | : yapmak, gayret, |
el mescidi | : teslim olunan yer, tüm varlığıyla teslim olma hakikati, |
el harâm | : kutsal, yasak olan, mutlak olana yönelme |
ke men âmene bi Allah | : gibi, kim, kimse, inanan, iman eden, Allah |
ve el yevmi el âhıri | : son ana kadar, her an, ahir güne |
ve câhede | : mücadele eden, anlamada gayret eden, |
fi sebil Allah | : Allah yolunda |
lâ yestevûne | : yok, bir olma, eşit, aynı müsavi, denk, katı, |
inde Allah | : indinde, ona ait, Allah |
Ve Allah la yehdi | : Allah yok, yol bulma, |
el kavme ez zâlimîne | : zalim kavm zalim kimseler, |
19- Allah’ı anlamak için bir arayışta olanlara yardım ettiniz mi? O kutsal olana teslim olmak için gayret gösterenler, Allah’a iman eden kimseler gibidirler. Son anlarına kadar Allah yolunda hakikatleri anlamak için mücadele ederler. Allah’ın indinde eşitsizlik yoktur. Zalim kimseler Allah’a yol bulamazlar
-20-
الَّذِينَ آمَنُواْ وَهَاجَرُواْ وَجَاهَدُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ أَعْظَمُ دَرَجَةً عِندَ اللّهِ وَأُوْلَئِكَ هُمُ الْفَائِزُونَ
Ellezîne âmenû ve hâcerû ve câhedû fî sebîlillâhi bi emvâlihim ve enfusihim azamu dereceten indallâh ve ulâike humul fâizûn
ellezine âmenû | : iman edenler, |
ve hâcerû | : hicret, göç, cehaletten irfaniyete göç, taşınma, geçme |
ve câhedû | : Allah’ı anlamak için yapılan mücadele |
fî sebîli Allâh | : Allah’ın yolunda, hakikatlerinden, |
bi emvâli-him | : malları ile, bilgileri, değerleri, onlar |
ve enfusi-him | : nefsleri, canları, kendileri, onlar, |
Azamu derecet | : büyük, derece, makam, aşama, |
inde Allâh | : katında, ait, ona ait, Allah |
Ve ulaike hum el faizune | : işte onlar, kazananlar, irfaniyeti artanlar |
20- İman edenler ve cehaletten irfaniyete geçenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla O’nu anlamak için gayret gösterenler, Allah’a ait yüce makamlardadırlar ve işte onlar kazananlardır.
-21-
يُبَشِّرُهُمْ رَبُّهُم بِرَحْمَةٍ مِّنْهُ وَرِضْوَانٍ وَجَنَّاتٍ لَّهُمْ فِيهَا نَعِيمٌ مُّقِيمٌ
Yubeşşiruhum rabbuhum bi rahmetin minhu ve rıdvânin ve cennâtin lehum fîhâ naîmun mukîm
Yubeşşiru hum | : müjde, sevinçli haber, huzur veren bilgi, |
Rabb hum | : Rabb, vücudlandıran, onlar, |
bi rahmet min hu | : rahmet ile, ondan, kendinden |
ve rıdvân | : razı olma, hoşnutluk, memnuniyet, |
ve cennâtin | : cennetler, huzur, zevk |
Lehum fiha | : onlar için, orada, |
naim | : nimetler, bolluk, sıfatlar, |
mukim | : daimi, yerleşik, kaim olan, |
21- Onlar huzur veren bilgilerdedirler. Onlar kendilerini vücudlandıranı bilirler, tüm varlığın onun rahmetiyle sarılı olduğunu bilirler ve onlar bir hoşnutluk içindedirler ve onlar daima nimetlerin idrakinin zevkindedirler.
-22-
خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا إِنَّ اللّهَ عِندَهُ أَجْرٌ عَظِيمٌ
Hâlidîne fîhâ ebedâ innallâhe indehû ecrun azîm
Halidine fiha ebeden | : devamlı o halde kalmak, orada, o halde, ebedi, sonsuz, |
inne Allah | : muhakkak, doğrusu, Allah, |
inde hu ecr azim | : katında, ona ait, ecir, karşılık, büyük, yüce |
22- Devamlı o hâlin içindedirler. Muhakkak ki Allah’a ait olan o yüce karşılık budur.
-23-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تَتَّخِذُواْ آبَاءكُمْ وَإِخْوَانَكُمْ أَوْلِيَاء إَنِ اسْتَحَبُّواْ الْكُفْرَ عَلَى الإِيمَانِ وَمَن يَتَوَلَّهُم مِّنكُمْ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ
Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ tettehızû âbâekum ve ihvânekum evliyâe inistehabbûl kufre alâl îmâni ve men yetevellehum minkum fe ulâike humuz zâlimûn
yâ eyyuhâ ellezine amenu | : ey iman edenler, |
la tettehızu | : yok, uzak durmak, almak, edinmeyin, |
abae kum | : ata, ebeveyn, anne, baba, aile büyükleri, |
ve ıhvane kum | : kardeşleriniz, arkadaşlarınız, |
evliya | : dost olan, |
in istehabbu | : eğer, tercih, sevgi, |
el kufre | : hakikatleri görmemezlikten gelip örtmek, reddetme |
alâ el imani | : iman içinde, inanma içinde, |
Ve men yetevelle hum minkum | : kim, onlara döner, onların anlayışlarına, sizden |
Fe ulaike hum | : bundan böyle, işte onlar, |
el zalimune | : zalimlik, kötülük, kötü hallerde olmak, |
23- Ey iman edenler! Aile büyükleriniz ve kardeşleriniz; eğer hakikatleri görmeyip örtüyorsa, kendi inançlarının tercihinde ve sevgisindeyse, o yolda olanları dost ediniyorlarsa, onların o hallerinden uzak durun. Kim, sizden onların o anlayışlarına dönerse, bundan böyle işte onlar zalimlik içinde olurlar.
-24-
قُلْ إِن كَانَ آبَاؤُكُمْ وَأَبْنَآؤُكُمْ وَإِخْوَانُكُمْ وَأَزْوَاجُكُمْ وَعَشِيرَتُكُمْ وَأَمْوَالٌ اقْتَرَفْتُمُوهَا وَتِجَارَةٌ تَخْشَوْنَ كَسَادَهَا وَمَسَاكِنُ تَرْضَوْنَهَا أَحَبَّ إِلَيْكُم مِّنَ اللّهِ وَرَسُولِهِ وَجِهَادٍ فِي سَبِيلِهِ فَتَرَبَّصُواْ حَتَّى يَأْتِيَ اللّهُ بِأَمْرِهِ وَاللّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ
Kul in kâne âbâukum ve ebnâukum ve ıhvânukum ve ezvâcukum ve aşîretukum ve emvâlunıktereftumûhâ ve ticâratun tahşevne kesâdehâ ve mesâkinu terdavnehâ ehabbe ileykum minallâhi ve resûlihî ve cihâdin fî sebîlihî fe terabbesû hattâ ye’tiyallâhu bi emrihî vallâhu lâ yehdîl kavmel fasikîn
Kul in kane abau kum | : deki, eğer, oldu, ebeveyn, atalar, aile büyükleri |
ve ebnâu kum | : oğullarınız, evlatlarınız, |
ve ıhvan kum | : kardeşleriniz, eş, dost, arkadaşlarınız, |
ve ezvâc kum | : aynı yolda olan, eş olan, eşiniz, tür, cins, |
ve aşiret kum | : halkınızdan |
ve emvalun | : mallar, varlık, değer, edinilen bilgi, |
ıktereftumû hâ | : işlenen, edinme, biriktirme |
ve ticarat | : ticaret, bilgi verme, alış veriş, |
tahşevne kesad ha | : çekinme, isteksiz, durgun, onun |
ve mesâkinu | : mesken, orda durma, |
terdavne ha | : razı olma, hoşa gitme, ondan |
Ehabbe ileykum min Allah | : daha sevimli, sevgili, size, Allahtan |
ve resûli-hi | : resul, hakikati gösteren, o |
ve cihâdin fi sebili hi | : Allah anlamak için gayret gösterme, onun yolunda |
fe terabbesû | : artık, gözlemleyin, bekleyin, gözetleyin |
hattâ yetiye | : hatta, oluncaya kadar, gelme, |
Allâh bi emr hi | : Allah, iş, hüküm, o |
ve Allah lâ yehdî | : Allah, yok, yol bulma |
el kavme el fâsikîne | : kavim, topluluk, insanlar, hakikatlerden sapan, çıkan |
24- De ki: Eğer aile büyükleriniz, oğullarınız, kardeşleriniz, eşiniz, halkınızdan olanlar; edindiğiniz hakikatlerin bilgisini onlara sunduğunuzda çekiniyorlarsa, o hakikatler hakkında isteksiz davranıyorlarsa ve onlar kendi bildiklerinde duruyor ve o kendi halleri; Allah’ın hakikatlerinden, hakikatleri gösterenlerin sunduklarından, Allah yolunda O’nu tanımak için gayret gösterenlerin hallerinden, onlara daha sevimli geliyorsa, o zaman Allah’ın hükümlerini onlar anlayıncaya kadar bekleyin, gözlemleyin. Hakikatlerden kendi cehalet anlayışına sapan kimseler Allah’a yol bulamazlar.
-25-
لَقَدْ نَصَرَكُمُ اللّهُ فِي مَوَاطِنَ كَثِيرَةٍ وَيَوْمَ حُنَيْنٍ إِذْ أَعْجَبَتْكُمْ كَثْرَتُكُمْ فَلَمْ تُغْنِ عَنكُمْ شَيْئًا وَضَاقَتْ عَلَيْكُمُ الأَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ ثُمَّ وَلَّيْتُم مُّدْبِرِينَ
Lekad nasarakumullâhu fî mevâtıne kesîratin ve yevme huneynin iz acebetkum kesretukum fe lem tugni ankum şeyen ve dâkat aleykumul ardu bi mâ rahubet summe velleytum mudbirîn
Lekad nasarakum Allah | : andolsun, doğrusu, yardım, siz, Allah |
fî mevâtıne kesirat | : yerler, birçok yer, müşküllü haller, çok, birçok halde |
ve yevme huneynin | : gün, vakit, vadi, geçmişe duyulan özlem, Huneyn günü |
iz acebet-kum | : icabet, etkinleme, yönelme, |
kesret kum | : çokluk, siz |
fe lem tugni | : sonra, değil, gani değil, fayda, zenginlik, anlayamamak, |
ankum şeyen | : sizden, bir şey |
ve dakat aleykum | : dar gelme, aciz kalma, daralan, size |
el ardu | : yeryüzü, |
bi ma rahubet | : bir şey, değil, ne, karşılama, ağırlama, geniş |
Summe velleytum | : sonra dönüp gitme, eski haline sığınma, |
mudbir | : geçmişine dönme, eski bildikleri, gerisi, |
25- Doğrusu, birçok müşkilli hallerinizde ve geçmişe duyduğunuz özlemlerde, sizin kesrete yönelmenizde, sonra da sizin bir şeyi anlayamadığınız durumda ve sizin aciz kaldığınız durumlarda, yeryüzünde olanları anlamanızda, sonra da geçmişinizdeki eski bildiklerinize dönme halinizin sıkıntısında, sizin yardımcınız Allah’tır.
-26-
ثُمَّ أَنَزلَ اللّهُ سَكِينَتَهُ عَلَى رَسُولِهِ وَعَلَى الْمُؤْمِنِينَ وَأَنزَلَ جُنُودًا لَّمْ تَرَوْهَا وَعذَّبَ الَّذِينَ كَفَرُواْ وَذَلِكَ جَزَاء الْكَافِرِينَ
Summe enzelallâhu sekînetehu alâ resûlihî ve alâl mu’minîne ve enzele cunûden lem terevhâ ve azzebellezîne keferû ve zâlike cezâul kâfirîn
Summe enzele Allah | : sonra, indirdi, veren, sundu, Allah |
sekinete-hu | : huzur, gönül rahatlığı, dinlenme |
alâ resûli-hi | : resulünün üzerine |
ve ala el muminîne | : müminlerin üzerine |
ve enzele cunuden | : indirdi, sundu, verdi, asker, varlık, güç, yardım |
lem terev-hâ | : değil, hayır, görme, bilme, onu göremediğiniz |
ve azzebe ellezine keferu | : azap, sıkıntı, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler |
Ve zalike cezâu | : işte bu, karşılık, ceza, |
el kâfirîne | : hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler |
26- Allah’ın sunduğu şeyleri anlayan o resulün üzerinde ve müminlerin üzerinde, gönül rahatlığı vardır. O’nu bilemiyorken size yardım eden O’dur. Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler ise sıkıntılardadır ve hakikatleri görmemezlikten gelip örtmelerinden dolayı, işte ceza budur.
-27-
ثُمَّ يَتُوبُ اللّهُ مِن بَعْدِ ذَلِكَ عَلَى مَن يَشَاء وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Summe yetûbullâhu min badi zâlike alâ men yeşâu vallâhu gafûrun rahîm
Summe yetubu Allah | : sonra, tövbe, yönelme, hatasını anlamak, Allah |
min badi zâlike | : ondan sonra, daha sonra, bir daha, |
ala men yeşau | : için, göre, karşı, üzere, kim, kimse, ister, isteyen |
Ve Allâh gafur | : Allah, mağfiret eden, arındıran, |
rahim | : tüm varlığı özünden var eden |
27- Bundan sonra isteyen kimse; yaptığı fenalardan pişmanlık duyup, bir daha yapmamak üzere Allah’a yönelirse, mağfiret edenin, tüm varlığı özünden var edenin Allah olduğunu anlar.
-28-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إِنَّمَا الْمُشْرِكُونَ نَجَسٌ فَلاَ يَقْرَبُواْ الْمَسْجِدَ الْحَرَامَ بَعْدَ عَامِهِمْ هَذَا وَإِنْ خِفْتُمْ عَيْلَةً فَسَوْفَ يُغْنِيكُمُ اللّهُ مِن فَضْلِهِ إِن شَاء إِنَّ اللّهَ عَلِيمٌ حَكِيمٌ
Yâ eyyuhâllezîne âmenû innemâl muşrikûne necesun fe lâ yakrabûl mescidel harâme ba’de âmihim hâzâ ve in hıftum ayleten fe sevfe yugnîkumullâhu min fadlihî in şâe innallâhe alîmun hakîm
yâ eyyuha ellezine amenu | : ey iman edenler |
İnnema | : ancak, doğrusu, muhakkak, |
el müşrikun | : ortak koşma, kendine varlık isnat etme, |
neces | : pis, kirli, kötü hal, cehaletin kirliliği, |
fe la yakrabu | : artık, bundan böyle, yok, yakın olmak, yaklaşmayın |
el mescide | : teslim olunan yer, |
el harame | : kutsal olan, yasak olan, |
Bade ami him haza | : sonra, yıllık, avamca, cahalet hallerde olan, o hal |
ve in hıftum | : eğer, korktunuz, çekindiniz, |
ayleten | : yönelme, fakirlik, bilgisizlik |
Fe sevfe | : ileride, yakında, |
yugni kum Allâh | : zengin, varlık sahibi, değerler, bilgili, siz, Allah |
Min fadli hi | : lütuf, nitelik, o, |
in şae | : eğer, şayet, istek, istekli olun, |
inne Allâh alim | : muhakkak, Allah, ilmiyle var eden, ilmin sahibi, |
hakim | : tüm varlığa hâkim olan, hüküm hikmet sahibi |
28- Ey iman edenler! Muhakkak ki Allah’ın yüceliğinin yanında kendine varlık isnat etme hâli kötü bir haldir. Bundan böyle o hâle yaklaşmayın. Cehalet hallerinde olanlar kutsal olana teslimiyet içinde olamazlar. Eğer bilgisiz olmaktan çekiniyorsanız, O’nun lütuflarını anlamakta istekli olun. Allah’ın sizdeki o değerlerini belki yakında anlarsınız. Muhakkak ki Allah, ilmiyle tüm varlığa hâkim olandır.
-29-
قَاتِلُواْ الَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَلاَ بِالْيَوْمِ الآخِرِ وَلاَ يُحَرِّمُونَ مَا حَرَّمَ اللّهُ وَرَسُولُهُ وَلاَ يَدِينُونَ دِينَ الْحَقِّ مِنَ الَّذِينَ أُوتُواْ الْكِتَابَ حَتَّى يُعْطُواْ الْجِزْيَةَ عَن يَدٍ وَهُمْ صَاغِرُونَ
Kâtele ellezîne lâ yuminûne billâhi ve lâ bil yevmil âhıri ve lâ yuharrimûne mâ harramallâhu ve resûluhu ve lâ yedînûne dînel hakkı minellezîne ûtûl kitâbe hattâ yutûl cizyete an yedin ve hum sâgirûn
Katele ellezine | : yazık etme, mahvetme, öldürme, o kimseler |
la yuminune bi Allah | : inanmayan kimseler, ima etmeyen, Allah |
ve la bi el yevmi el âhiri | : yok, kabul etmez, her anları, sonuna kadar, |
ve la yuharrimûne | : yok, haram, mahrum, yoksun, |
mâ harrame allâh | : yok, değil, şey, haram, yasak, kutsal, Allah |
ve resûlu-hu | : resul, hakikati gösteren, o, |
ve la yedinûne | : yok, yönelmezler, istemezler, gelmezler, |
din | : din, yaratılış yasaları, varoluş yasaları, |
el hakk | : gerçek, hak, hakikat, |
min ellezine | : o kimseler, |
utu el kitab | : sunulan, verilen, bildirilen, kitap, yazılı, varlık kitabı |
hatta yeate | : hatta, vermek, teslim etmek, |
el cizyet | : cizye, varlığından vermek, sahibine vermek, |
an yed | : el, güç, kendini hareket ettiren güç, |
ve hum sagirûne | : onlar, alçalmış, kaybetmiş olan |
29- Allah’a iman etmeyen kimseler kendilerine yazık edenlerdir ve onlar son anlarına kadar iman etmezler ve Allah’ın yasak kıldığı şeyleri yasak bilmezler ve o Resulü dinlemezler. O kimselere; tüm varlık kitabından hakikatler sunulur denildiği hâlde, varlığın yaratılış yasalarının hakikatini anlamak için yönelmezler, hatta kendilerini hareket ettiren gücü anlayıp sahibini teslim olmazlar ve onlar kaybedenlerdir.
-30-
وَقَالَتِ الْيَهُودُ عُزَيْرٌ ابْنُ اللّهِ وَقَالَتْ النَّصَارَى الْمَسِيحُ ابْنُ اللّهِ ذَلِكَ قَوْلُهُم بِأَفْوَاهِهِمْ يُضَاهِؤُونَ قَوْلَ الَّذِينَ كَفَرُواْ مِن قَبْلُ قَاتَلَهُمُ اللّهُ أَنَّى يُؤْفَكُونَ
Ve kâletil yahûdu uzeyrunibnullâhi ve kâletin nasârâl mesîh ibnu allâh zâlike kavluhum bi efvâhihim yudâhiûne kavlellezîne keferû min kablu kâtelehumullâh ennâ yufekûn
ve kalet el ya hûdu | : dediler, yalnız biz yol gösteririz diyenler, |
uzeyrun ibnu allâhi | : Üzeyir, oğul, evlat, Allah |
ve kâlet en nasârâ | : dediler, Nasrani, yardımcı olan, |
el mesihu | : mesih, mesh eden, temizleyen, |
ibnu Allâh | : Allah’ın oğlu |
Zâlike kavlu hum | : bu, söyleme, deme, onlar |
bi efvahi-him | : ağzından çıkan, onlar |
Yudâhiûne kavle | : taklit etmek, benzetiyorlar, söyleme, söz |
ellezine keferû min kablu | : hakikatleri görmemezlikten gelen, örten, daha öncede |
Katele hum Allâh | : yazık etme, mahvetme, öldürme, Allah, onlar |
Ennâ yufekun | : nasıl, aldatılma, yalanlarda kalıp aldanma, döndürülme |
30- Yalnız biz yol gösteririz diyenler, Üzeyr Allah’ın oğludur dediler ve yalnız biz yardımcı oluruz diyenler, Mesih Allah’ın oğludur dediler. Onların ağzından çıkan sözler, daha önceki hakikatleri görmemezlikten gelip örtenleri taklit etmektir. Onlar Allah hakkında nasıl da yalanlarda kalıp kendilerine yazık ettiler.
-31-
اتَّخَذُواْ أَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ أَرْبَابًا مِّن دُونِ اللّهِ وَالْمَسِيحَ ابْنَ مَرْيَمَ وَمَا أُمِرُواْ إِلاَّ لِيَعْبُدُواْ إِلَهًا وَاحِدًا لاَّ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ سُبْحَانَهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ
İttehazû ahbârahum ve ruhbânehum erbâben min dûnillâhi vel mesîhabne meryem ve mâ umirû illâ li yabudû ilâhen vâhidâ lâ ilâhe illâ huve subhânehu ammâ yuşrikûn
İttehazû | : sığındılar, aldılar, edindiler |
ahbar hum | : haber, bilgi, alim, din adamları, onlar |
ve ruhbâne-hum | : rahip, keşiş, Allah bizde diyenler, onlar |
Erbaben | : rabbe dönen, ulu, işin ehli, bilginin kaynağı, usta, |
min dûni allâh | : Allah’tan başka |
ve el mesiha | : Mesih, bir şeyi gideren, mesh olunmuş, |
ibne meryeme | : Meryemoğlu, |
ve ma emr | : yok, değil, iş, hüküm, emir, |
İlla li yabudû | : ancak, vardır, kul olmaları, |
ilahen vahiden | : ilah, zat, var eden, tek, bir |
lâ ilâhe illa huve | : yok, ilah, ancak, vardır, o |
subhâne-hu | : o noksan sıfatlardan münezzehtir |
Ammâ yuşrikun | : ama, onlar ortak koşuyorlar, kendine varlık isnat eden |
31- Ve onlar, Allah bizde diyenlerden bilgi edindiler. Allah’tan başka bilginin kaynağı yoktur. Mesih, Meryem’in oğludur. Tek olan Zâta kul olmaktan başka hüküm yoktur. O’ndan başka güç yoktur. O noksan sıfatlardan münezzehtir. Ama onlar Allah’ın yüceliğinin yanında kendilerine varlık isnat ettiler.
-32-
يُرِيدُونَ أَن يُطْفِؤُواْ نُورَ اللّهِ بِأَفْوَاهِهِمْ وَيَأْبَى اللّهُ إِلاَّ أَن يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ
Yurîdûne en yutfîû nûrallâhi bi efvâhihim ve yeballâhu illâ en yutimme nûrahu ve lev kerihel kâfirûn
Yuridune en yuftiu | : istiyorlar, söndürmeye çalışırlar |
nur Allah | : nur, ışık, hakikatler, Allah |
bi efvâhi-him | : ağızdan çıkan söz, onlar |
ve yeba allâh | : reddetme, yük, eski inançlarda kalan, ata, Allah |
İllâ en yutimme nur hu | : ancak, tamamlamak, nur, hakikatler, ışık, o |
Ve lev kerihe | : ise, olsa, kerih, hor görmek, küçük görmek, pis, |
el kâfirûne | : hakikatleri görmemezlikten gelen, hakikati örten |
32- Onlar ağızlarından çıkan sözlerle Allah’ın hakikatlerini söndürmeye çalışırlar ve Allah’ın hakikatlerine karşı eski bildiklerinde kalırlar ve hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, o hakikatleri küçük görseler de, O, nurunu tamamlar.
-33-
هُوَ الَّذِي أَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَلَوْ كَرِهَ الْمُشْرِكُونَ
Huvellezî ersele resûlehu bil hudâ ve dînil hakkı li yuzhirahu alâd dîni kullihî ve lev kerihel muşrikûn
huve ellezî ersele | : O, ki o, gönderdi, sundu, açığa çıktı, |
resul hu | : resul, hakikati gösteren, o |
bi el huda | : yol göstermek, rehber, hidayetle |
ve dini el hakk | : gerçek din, dinin hakikati, |
li yuzhira hu | : için, zahir etmek, ortaya çıkarmak |
ala el din kulli hi | : din, bütün din üzerine, bütün, hepsi |
Ve lev kerihe | : ise, olsa, kerih, hor görmek, küçük görme, hoşlanmama |
el muşrikûne | : ortak koşanlar, |
33- O Resul; ortak koşanlar hoşlanmasalar da, bütün dinlerinin üzerine dinin hakikatini açıklamak ve hakikatlere yol göstermek için açığa çıktı.
-34-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إِنَّ كَثِيرًا مِّنَ الأَحْبَارِ وَالرُّهْبَانِ لَيَأْكُلُونَ أَمْوَالَ النَّاسِ بِالْبَاطِلِ وَيَصُدُّونَ عَن سَبِيلِ اللّهِ وَالَّذِينَ يَكْنِزُونَ الذَّهَبَ وَالْفِضَّةَ وَلاَ يُنفِقُونَهَا فِي سَبِيلِ اللّهِ فَبَشِّرْهُم بِعَذَابٍ أَلِيمٍ
Yâ eyyuhâllezîne âmenû inne kesîran minel ahbâri ver ruhbâni le ye’kulûne emvâlen nâsi bil bâtıli ve yasuddûne an sebîlillâh vellezîne yeknizûnez zehebe vel fıddate ve lâ yunfikûnehâ fî sebîlillâhi fe beşşirhum bi azâbin elîm
ya eyyuhâ ellezine amenu | : ey iman edenler, inananlar |
İnne kesiran | : muhakkak ki çoğu, |
min el ahbar | : haber, haham, bilgi veren, |
ve el ruhbân | : din adamı, Allah bizde diyen, keşişler, rahip, |
le yekulune | : yerler, beslenirler, |
emvâle en nâsi | : insanların malları, değerleri, |
bi el batıl | : boş, haksız, asılsız, temelsiz, |
ve yasuddûne | : engelleme, mani olurlar, |
an sebil Allah | : Allah’ın yolundan, hakikatlerinden |
ve ellezîne yeknizûne | : biriktiren, toplayan, hazine, kimseler |
ez zehebe ve el fıddate | : altın ve gümüş |
ve lâ yunfikûne-hâ | : onu infak etmezler, vermezler, |
fî sebîli allâhi | : Allah yolunda, hakikatleri için |
Fe beşşir hum | : artık, bundan sonra, müjdele, haber ver, bildir |
bi azâbin elîmin | : azap, sıkıntı, elim, acı |
34- Ey iman edenler! Kendini din adamı sayanların çoğu, asılsız temelsiz bilgiler vererek insanların mallarını yerler ve Allah’ın hakikatlerinin anlaşılmasına engel olurlar ve o kimseler altın ve gümüş biriktirirler ve Allah’ın hakikatleri hakkında hiçbir şey de veremezler. Bundan sonra onlara elim bir azabın haberini bildir.
-35-
يَوْمَ يُحْمَى عَلَيْهَا فِي نَارِ جَهَنَّمَ فَتُكْوَى بِهَا جِبَاهُهُمْ وَجُنوبُهُمْ وَظُهُورُهُمْ هَذَا مَا كَنَزْتُمْ لأَنفُسِكُمْ فَذُوقُواْ مَا كُنتُمْ تَكْنِزُونَ
Yevme yuhmâ aleyhâ fî nâri cehenneme fe tukvâ bihâ cibâhuhum ve cunûbuhum ve zuhûruhum hâzâ mâ keneztum li enfusikum fe zûkû mâ kuntum teknizûn
Yevme yuhma aleyha | : gün, her zaman, ısı, sıcaklık, kaynama, onlarda |
fi nari cehenneme | : içinde, cehennem ateşi, yakıp yakıcı olan, |
fe tekye biha | : böylece, mabette toplama, onunla, onda, |
cebhe hum | : ön taraf, cephe, alın, onlar |
ve cunûbu-hum | : onların yanında, yanları, iki taraf, güney, |
ve zuhûru-hum | : ortaya çıkma, zahir olma, arkaları, onlar |
Haza | : bu, bu durum, |
ma kenez tum | : değer değildir, hazine, biriktirme, çıkar, siz |
li enfusi-kum | : kendi nefsleriniz için, kendiniz için, çıkarlarınız için |
fe zuku | : böylece, tatma, zevk, hoşluk, o halde olma, his |
Mâ kuntum teknizun | : değil, sizler için, biriktirme, hazine, değer |
35- Her zaman onların içinde cehennem ateşinin kaynaması vardır. Böylece onlar, önlerinden ve yanlarından ve arkalarından, mabetlerinde insanları toplarlar. Bu durum kendi çıkarlarınız içindir, sizlere bir değer değildir. O halden hoşlansanız da sizler için bir değer değildir.
-36-
إِنَّ عِدَّةَ الشُّهُورِ عِندَ اللّهِ اثْنَا عَشَرَ شَهْرًا فِي كِتَابِ اللّهِ يَوْمَ خَلَقَ السَّمَاوَات وَالأَرْضَ مِنْهَا أَرْبَعَةٌ حُرُمٌ ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ فَلاَ تَظْلِمُواْ فِيهِنَّ أَنفُسَكُمْ وَقَاتِلُواْ الْمُشْرِكِينَ كَآفَّةً كَمَا يُقَاتِلُونَكُمْ كَآفَّةً وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ مَعَ الْمُتَّقِينَ
İnne iddeteş şuhûri indallâhisnâ aşera şehren fî kitâbillâhi yevme halakas semâvâti vel arda minhâ erbeatun hurum zâliked dînul kayyimu fe lâ tazlimû fîhinne enfusekum ve kâtilûl muşrikîne kâffeten kemâ yukâtilûnekum kâffeh valemû ennallâhe meal muttekîn
İnne iddet | : birkaç, çeşit, adet, |
el şehir | : aylar, şeref, ortaya çıkış, |
inde Allah | : yanında, ona ait, katında, Allah |
isna aşera | : iki, ay, kısım, bölüm, on iki, tamamlamak, |
şehr | : şehir, şeref, bir şeyi ortaya çıkarmak |
fî kitâbi Allâh yevme | : içinde, Allah’ın kitabında, gün, vakit, her zaman |
halaka | : halkoluş, yaratılış, varoluş, |
el semâvât ve el ard | : gökleri ve yeri |
minhâ erbeatun | : ondan, dört, rabbe dönmek, dört makam, |
hurum | : muhterem, kutsal olan, haram, |
zalike el dinu | : işte, din, varlığın yaratılış yasaları, |
el kayyimu | : diri olan sürüp giden, gerçek olan, doğru olan, |
fe lâ tazlimû | : artık, yok, zalimlik, zulmetmeyin, kötülük |
Fi hinne | : içinde, burada, orada, nerede, |
enfuse-kum | : nefslerinize, siz, kendinize, kendi çıkarınız için, |
ve katilû | : yoketme, mahvetme, öldürme, mücadele, |
el muşrikîne | : ortak koşan |
Kâffeten kema | : tümü, hepsi, nasıl ki, gibi |
yukatilune-kum kaffeten | : mahvetme, öldürme, mücadele, siz, tümü |
ve alemû enne Allah | : bilin, muhakkak Allah |
mea el muttekîne | : beraber, birlikte, fenalardan sakınıp ortak koşmayanlar |
36- Muhakkak ki ortaya çıkışlardaki çeşitlilik Allah’tandır. Bir şeyin ortaya çıkışı sureten ve sireten olmak üzere iki kısımdır. Göklerin ve yerin varoluşunun hakikatleri, Allah’ın kitabı olan kâinatın içinde her zaman vardır. Kutsal olan, Rabbe dönmektir. İşte varlığın yaratılış yasalarını dosdoğru anlayın. Bundan böyle siz nerede olursanız olun kötülük yapmayın. Ortak koşanlarla, onların sizinle kendi cehaletlerinin mücadelesini verdiği gibi sizde onlarla hakikatlerle mücadele edin. Fenalardan sakınan ortak koşmayanlar, muhakkak ki Allah ile birlikte olduklarını bilirler.
-37-
إِنَّمَا النَّسِيءُ زِيَادَةٌ فِي الْكُفْرِ يُضَلُّ بِهِ الَّذِينَ كَفَرُواْ يُحِلِّونَهُ عَامًا وَيُحَرِّمُونَهُ عَامًا لِّيُوَاطِؤُواْ عِدَّةَ مَا حَرَّمَ اللّهُ فَيُحِلُّواْ مَا حَرَّمَ اللّهُ زُيِّنَ لَهُمْ سُوءُ أَعْمَالِهِمْ وَاللّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ
İnnemân nesîu ziyâdetun fîl kufri yudallu bihillezîne keferû yuhillûnehu âmen ve yuharrimûnehu âmen li yuvâtiû iddete mâ haram allâhu fe yuhillû mâ haram allâh zuyyine lehum sûu a’mâlihim ve allâhu lâ yehdîl kavmel kâfirîn
İnnemâ el nesiu | : ancak, sadece, unutma, terk etme, |
ziyadet | : ziyade, artış |
fî el kufri | : hakikatleri örtenlerin içinde, |
yudallu bihi | : hakikatlerden sapma, dalalette kalan, onda |
ellezîne keferû | : hakikatleri örtenler, görmemezlikten gelen, |
yuhillûne-hu amen | : helal, uygun, halleri, o, tereddüt, yıl, yaş, emin, güven |
ve yuharrimûne-hu | : haram, kutsal, o, |
amen | : yıl, ömür, yaş, emin, güven |
li yuvâtiû | : kolayına gelen, uygun, uydurup uymak, |
iddet | : çeşit, adetler, müddet, |
mâ harrame allâh | : şey, değil, ne, haram, kutsal, muhterem, Allah |
Fe yuhillu | : artık, helal, uygun, |
ma harram allah | : şey, değil, ne, kutsal, haram, Allah |
Zeyn lehum | : süs, güzel görünme, onlar, |
suu amel him | : kötülük, fena, ameller, onlar |
ve Allâh la yehdi | : Allah, yok, yol bulma, anlayamazlar |
el kavme el kafirine | : topluluk, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler |
37- Muhakkak ki hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerin içinde hakikatlerden uzaklaşma, unutmalarında artış vardır. Onlar o yaşantıyı kendilerine helal sayarlar. Allah’ın haram kıldığı şeyleri adetlerine uydurup, yaşamlarında o şeyleri kendilerine helal sayarlar. Böylece Allah’ın haram kıldığı şeyleri kendilerine helal sayarlar. Onların kötü amelleri onlara güzel görünür ve hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler Allah’a yol bulamazlar.
-38-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ مَا لَكُمْ إِذَا قِيلَ لَكُمُ انفِرُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ اثَّاقَلْتُمْ إِلَى الأَرْضِ أَرَضِيتُم بِالْحَيَاةِ الدُّنْيَا مِنَ الآخِرَةِ فَمَا مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا فِي الآخِرَةِ إِلاَّ قَلِيلٌ
Yâ eyyuhâllezîne âmenû mâ lekum izâ kîle lekumunfirû fî sebîlillâhissâkaltum ilâl ard e radîtum bil hayâtid dunyâ minel âhirah fe mâ metâul hayâtid dunyâ fîl âhirati illâ kalîl
yâ eyyuha ellezine amenu | : ey, iman edenler |
Ma lekum | : ne oldu size, siz uymadınız, |
izâ kile lekum | : size denildiği zaman, söylendiğinde |
Lekum infiru | : size, nefer, sefer, arayış, mücadele, |
fi sebil Allah | : Allah yolunda, Allah’ın hakikatleri için, |
Essakal tum | : tercih, ağır basma, yavaş, durma, siz, |
ila el ard | : ancak, yeryüzünde |
E raditum | : razı, kabul, isteme, hoşuna gitme, |
bi el hayât el dunyâ | : dünya hayatına, yaşam, |
min el âhirati | : sonra, sonunda, ahiretten |
Fe ma metâ | : artık, değil, meta, çıkar, mal, fayda |
el hayâti ed dunyâ | : dünya hayatının, yaşam, |
fî el âhirati | : sonunda, ahiret, |
illa kalilun | : ancak, daha az, az bir şey, |
38- Ey iman edenler! Size, Allah yolunda hakikatler için bir arayış içinde olun denildiğinde, size ne oldu ki sonunda yeryüzündeki dünya hayatının isteği sizde daha ağır bastı. Fakat sonunda dünya hayatının faydası ancak az bir şeyden başka bir şey değildir.
-39-
إِلاَّ تَنفِرُواْ يُعَذِّبْكُمْ عَذَابًا أَلِيمًا وَيَسْتَبْدِلْ قَوْمًا غَيْرَكُمْ وَلاَ تَضُرُّوهُ شَيْئًا وَاللّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
İllâ tenfirû yuazzibkum azâben elîmen ve yestebdil kavmen gayrakum ve lâ tedurrûhu şeyâ vallâhu alâ kulli şeyin kadîr
İllâ tenfiru | : ancak, sadece, sefer, arayış, mücadele, |
yuazzibu kum | : azap, sıkıntı veren, siz |
azâben elîmen | : azap, sıkıntı, acı, elim |
ve yestebdi | : değiştiren, farklı hale bürünen, |
el kavmen | : kavim, kişi, topluluk, kimseler, |
gayra kum | : başka, değil, olmayın, sizden, kendiniz, |
ve la tedurru hu şey | : yok, sıkıntı, zarar, hasar, o, şey, bir şey |
ve Allâh ala kulli şey kadir | : Allah, bütün her şeydeki kudrettir, |
39- Acı sıkıntılarla sıkıntılara maruz bırakılsanız da sadece hakikatler için bir arayış içinde olun ve başka kavimlerin cehalet hallerine bürünmeyin ve o cehalet hallerinde zarardan başka bir şey yoktur. Ve Allah bütün her şeydeki kudrettir.
-40-
إِلاَّ تَنصُرُوهُ فَقَدْ نَصَرَهُ اللّهُ إِذْ أَخْرَجَهُ الَّذِينَ كَفَرُواْ ثَانِيَ اثْنَيْنِ إِذْ هُمَا فِي الْغَارِ إِذْ يَقُولُ لِصَاحِبِهِ لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللّهَ مَعَنَا فَأَنزَلَ اللّهُ سَكِينَتَهُ عَلَيْهِ وَأَيَّدَهُ بِجُنُودٍ لَّمْ تَرَوْهَا وَجَعَلَ كَلِمَةَ الَّذِينَ كَفَرُواْ السُّفْلَى وَكَلِمَةُ اللّهِ هِيَ الْعُلْيَا وَاللّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
İlla tensurûhu fe kad nasarahullâhu iz ahracehullezîne keferû sâniyesneyni iz humâ fîl gâri iz yekûlu li sâhibihî lâ tahzen innallâhe meanâ fe enzelallâhu sekînetehu aleyhi ve eyyedehu bicunûdin lem terevhâ ve ceale kelimetellezîne keferûs suflâ ve kelimetullâhi hiyel ulyâ vallâhu azîzun hakîm
İlla tensuru | : ancak, başka, yardım eden |
Fe kad nasara-hu Allâh | : böylece, oldu, yardım, o, Allah |
İz ahrece hu | : ihraç, dışarı çıkarmak, o, hakikati anlatan, |
ellezîne keferû | : hakikatleri örtenler, görmemezlikten gelen, |
sâniye isneyni | : ikinci olan, sonraki, iki, yanında olan, ikincisi, |
İz huma | : olduğunda, onlar, ikisi, |
fî el gari | : mağara, yuva, körfez, sığınma, kararsızlık içinde |
İz yekulu li sahip hi | : dediğinde, sahip, arkadaş, o, |
lâ tahzen | : yok, mahzun, üzülme, |
inne Allâh mea na | : muhakkak ki Allah, bizimle beraber, birlikte |
fe enzele allâh | : böylece, indirdi, verdi, sundu, Allah |
sekînete-hu aleyhi | : huzur, sakinlik, o, üzerine |
ve e yeda-hu bi cunud | : el, tutunma, destek, o, varlık, güç, asker, kuvvet, |
lem terev-hâ | : hayır, yok, irdeleme, düşünme, görme, |
ve ceala kelimete | : kıldı, yaptı, sundu, kelime, söz, tecelli, |
ellezîne keferû | : hakikatleri örten, görmemezlikten gelen, |
el sefil | : yoksul, alt, aşağı, düşük, kaybetmiş, önemsememe |
ve kelimet Allâh | : kelimeler, tecelliler, Allah, |
hiye el ulya | : o, yüce, üstün, üst, |
ve Allâh aziz | : Allah, tüm değerlerin yüce sahibi, sıfatların sahibi, |
hakim | : bütün varlığa hâkim olan |
40- Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, onu dışarı çıkardıklarında, O Allah’ın yardımından başka yardım aramadı. Onun yanında olan arkadaşı kararsızlık içinde olduğunda, o arkadaşına: Üzülme muhakkak ki Allah bizimle birliktedir, demişti. Böylece onlar Allah’ta huzur buldular ve göremedikleri o güce tutundular. Hakikatleri görmemezlikten gelenler ise, Allah’ın kelimelerini önemsemediler. Allah’ın kelimelerini anlayanlar ise, yüce olanın O olduğunu anladılar ve tüm değerlerin yüce sahibinin, bütün varlığa hâkim olanın Allah olduğunu anladılar.
-41-
انْفِرُواْ خِفَافًا وَثِقَالاً وَجَاهِدُواْ بِأَمْوَالِكُمْ وَأَنفُسِكُمْ فِي سَبِيلِ اللّهِ ذَلِكُمْ خَيْرٌ لَّكُمْ إِن كُنتُمْ تَعْلَمُونَ
İnfirû hıfâfen ve sikâlen ve câhidû bi emvâlikum ve enfusikum fî sebîlillâh zâlikum hayrun lekum in kuntum talemûn
İnfirû | : nefer, sefer, yol almak, |
hıfafen | : hafif, yavaş, yavaş, |
ve sikalen | : ağır, dikkatli |
ve cahidu | : mücadele, gayret, hakikatleri anlama gayreti, |
bi emval kum | : mallarınız, değerler, |
ve enfusi-kum | : nefsleriniz, canlarınız, |
fi sebil Allah | : Allah yolunda, hakikatler için, |
Zâlikum hayrun lekum | : işte bu, hayırlı, sizin için |
in kuntum talemûne | : eğer, bilirseniz, idrak edebilirseniz |
41- Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla, hakikatleri anlamak için yavaş yavaş ve dikkatlice ve gayret göstererek yol alın. İşte bu eğer bilirseniz sizin için daha hayırlıdır.
-42-
لَوْ كَانَ عَرَضًا قَرِيبًا وَسَفَرًا قَاصِدًا لاَّتَّبَعُوكَ وَلَكِن بَعُدَتْ عَلَيْهِمُ الشُّقَّةُ وَسَيَحْلِفُونَ بِاللّهِ لَوِ اسْتَطَعْنَا لَخَرَجْنَا مَعَكُمْ يُهْلِكُونَ أَنفُسَهُمْ وَاللّهُ يَعْلَمُ إِنَّهُمْ لَكَاذِبُونَ
Lev kâne aradan karîben ve seferen kâsıden lettebeûke ve lâkin beudet aleyhimuş şukkat ve se yahlifûne billâhi levisteta’nâ le haracnâ meakum yuhlikûne enfusehum vallâhu ya’lemu innehum le kâzibûn
lev kâne aradan | : eğer olsaydı, dünya malı, menfaat |
karibe | : yakınlık |
ve seferen kasıden | : hemen, bir sefer, kolay, rahat, |
le ittebeû-ke | : elbette, elbette sana tabi olurlardı |
ve lâkin beudet aleyhim | : lakin, fakat, ağır, uzak geldi, onlara, üzerlerine |
el şukkatu | : meşakkatli, yorucu |
ve se-yahlifûne bi Allah | : yemin etmek, söz vermek, Allaha |
lev istetanâ | : eğer, şayet, güç yetirseydik |
le harac-nâ | : elbette, çıkardık, ihrac ettik, |
mea kum | : sizinle beraber, birlikte, |
Yuhlikune enfuse-hum | : helak olma, yazık etme, nefslerini, kendilerini |
ve Allâh yalemu | : Allah, ilmin, sahibidir, bilen, |
inne-hum le kazibun | : doğrusu, onlar, elbette yalanlarda kalanlardır. |
42- Eğer yakın olduklarında dünyalık bir menfaatleri olsaydı, elbette sana hemen kolayca tâbi olurlardı. Fakat o hakikat yolundaki yolculuk onlara meşakkatli, ağır geldi. Eğer güç yetirseydik elbette sizinle beraber o yola çıkardık, diye Allah adına yemin ederler. Onlar kendilerine yazık ediyorlar. Allah ilmin sahibidir. Doğrusu onlar elbette yalanlarda kalanlardır.
-43-
عَفَا اللّهُ عَنكَ لِمَ أَذِنتَ لَهُمْ حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَكَ الَّذِينَ صَدَقُواْ وَتَعْلَمَ الْكَاذِبِينَ
Afâllâhu anke lime ezinte lehum hattâ yetebeyyene lekellezîne sadakû ve talemel kâzibîn
afâ Allâh anke | : af, af eden, bağışlayan, Allah, seni, sende, |
lem ezinte lehum | : değil, yetkili, izin, icazet, sen, onlar |
hattâ yetebeyyene leke | : hatta, kadar, belli olma, gösterme, seninki, senin gibi |
ellezine sadakû | : o kimseler, sadık, doğru, |
ve taleme el kâzibîne | : bilirsin, yalanlarda kalanlar |
43- Sen Allah’ın affediciliğini anladın. Sen onların üzerinde yetkili olan değilsin. Sadık olan kimseler, senin gibi kendilerini belli ederler ve sen yalanlarda kalanları da bilirsin.
-44-
لاَ يَسْتَأْذِنُكَ الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ أَن يُجَاهِدُواْ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ وَاللّهُ عَلِيمٌ بِالْمُتَّقِينَ
Lâ yeste’zinukellezîne yu’minûne billâhi vel yevmil âhiri en yucâhidû bi emvâlihim ve enfusihim vallâhu alîmun bil muttakîn
la yestezinu ke | : yok, yetkili olan, sorumlu, izin, müsaade, sen |
ellezine yuminune bi Allah | : o kimseler, iman eden, Allaha |
ve el yevmi el âhiri | : gün, vakit, zaman, son, sonra, |
en yucâhidû | : gayret gösteren, mücadele eden |
Bi emvali him | : malları ile |
ve enfusi-him | : nefsleri, canları, varlıkları |
ve Allâh alimun | : Allah, bilen, ilmin sahibi, |
bi el muttakin | : fenalardan sakınan ortak koşmayanlar |
44- Allah’a iman eden kimseler sana karşı sorumsuzluk yapmazlar. Onlar malları ile ve canları ile son anlarına kadar hakikatler için mücadele ederler ve ilmin sahibi olan Allah’a karşı fenalardan sakınırlar, ortak koşmazlar.
-45-
إِنَّمَا يَسْتَأْذِنُكَ الَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَارْتَابَتْ قُلُوبُهُمْ فَهُمْ فِي رَيْبِهِمْ يَتَرَدَّدُونَ
İnnemâ yestezinukellezîne lâ yuminûne billâhi vel yevmil âhiri vertâbet kulûbuhum fe hum fî raybihim yeteraddedûn
İnnemâ yestezinu ke | : ancak, sorumsuz, kaçan, yetkili, izin, sen, |
ellezine la yuminûne bi Allah | : inanmayan kimseler, inanmayanlar, Allaha |
ve el yevmi el âhiri | : sonlarına, sonlarının gelmesine |
ve irtâbet | : endişeyle bakan, tereddüt, rahatsız olan |
kulubu hum | : kalblerinde, idrak, anlayış, onlar |
Fe hum fi raybi him | : sonra onlar, şüpheleri içinde, şek, |
yeteraddedûne | : tereddüt edip cehaletine dönen, geriye dönen |
45- Ancak, sana karşı sorumsuzluk yapanlar; Allah’a iman etmeyenler, sonlarına inanmayanlar, kalblerinde hakikatlere karşı rahatsızlık taşıyanlar, şüphe içinde kalıp kendi bildiklerine dönenlerdir.
-46-
وَلَوْ أَرَادُواْ الْخُرُوجَ لأَعَدُّواْ لَهُ عُدَّةً وَلَكِن كَرِهَ اللّهُ انبِعَاثَهُمْ فَثَبَّطَهُمْ وَقِيلَ اقْعُدُواْ مَعَ الْقَاعِدِينَ
Ve lev erâdûl hurûce le eaddû lehû uddeten ve lâkin kerih Allâh unbiâse hum fe sebbeta hum ve kîlakudû meal kâidîn
ve lev eradu | : eğer, istek, |
el huruc | : çıkmak, dışarı, açığa çıkan, görünen varlık |
le eaddû lehu uddeten | : elbette, hazırlık, davranış, ona, birkaç, bir dizi |
Ve lakin kerihe Allâh | : lâkin, fakat, kerih, hor, küçük görme, Allah |
İn bease-hum | : ortaya çıkan, var olan, dışa açılma, onlar |
fe sebbeta-hum | : böylece önlemek, engellemek, onları |
ve kile ukuda | : dedi, bildirildi, orada kalmak, o hâlde kalmak |
mea el kaidîne | : birlikte, ile, beraber, oturan, geri kalanlar, |
46- Eğer onlar açığa çıkan varlığı anlamak isteselerdi, elbette ona göre bir davranış içinde olurlardı. Fakat onlar Allah’ın varettiği şeyleri kerih gördüler. Böylece o halleri, onların hakikatleri anlamalarına engel oldu. Onlara; siz de geride kalanlarla birlikte o halde kaldınız diye bildirildi.
-47-
لَوْ خَرَجُواْ فِيكُم مَّا زَادُوكُمْ إِلاَّ خَبَالاً ولأَوْضَعُواْ خِلاَلَكُمْ يَبْغُونَكُمُ الْفِتْنَةَ وَفِيكُمْ سَمَّاعُونَ لَهُمْ وَاللّهُ عَلِيمٌ بِالظَّالِمِينَ
Lev haracû fîkum mâ zâdûkum illâ habâlen ve le evdaû hılâlekum yebgûnekumul fitneh ve fîkum semmâûne lehum vallâhu alîmun biz zâlimîn
lev haracu fi kum | : eğer, çıktı, dışarı, hakikatten çıkana uymak, siz |
mâ zâdû-kum | : değil, artış, artmaz, ziyade olmaz, siz, |
illa habel | : ancak, fenalık, bozukluk, zarar ziyan |
ve le evdau | : elbette, koşma, gayret, dolaşmak, |
hılalekum | : sizin aranızda |
Yebgûne kum | : isterler, siz, |
el fitnete | : fitne, ayartmak, karışıklık, kargaşa, |
Ve fikum semmâûne lehum | : içinizde, aranızda, dinleyenler, onları |
Ve Allâh alimun | : Allah, ilmin sahibi, ilmiyle var eden, |
Bi el zalimin | : zalimler, kötülük içinde olanlar, |
47- Eğer siz; o hallerde kalanlara uyarsanız, sizde fenalıklardan başka bir şey artmaz. Elbette sizin aranızda kargaşa çıkmasını isteyenler dolaşır dururlar ve içinizde onları dinleyenler de vardır. Bir zalimlik içinde olanlar, her şeyi ilmiyle var eden Allah’ı bilemezler.
-48-
لَقَدِ ابْتَغَوُاْ الْفِتْنَةَ مِن قَبْلُ وَقَلَّبُواْ لَكَ الأُمُورَ حَتَّى جَاء الْحَقُّ وَظَهَرَ أَمْرُ اللّهِ وَهُمْ كَارِهُونَ
Lekadibtegûl fîtnete min kablu ve kallebû lekel umûre hattâ câel hakku ve zahere emrullâhi ve hum kârihûn
Lekad ibtegu | : andolsun, maksat, amaç, istekleri, |
el fitne min kabl | : kargaşa, fitne, önceden |
ve kallebû leke | : düzeni bozmak, engel, alt üst, çevirdiler, sana |
el emr | : işler, hüküm, |
Hatta câe el hakku | : hatta, oluncaya, geldi, sunmak, gerçek, hakikat |
ve zahere | : zahir, apaçık görünen, belli, |
emru Allâh | : iş, işleyiş, hüküm, Allah |
ve hum kârihûne | : onlar, kerih gören, küçük gören, hor, hakir, isteksiz |
48- Hakikatleri anlatmak için geldiğinde, varlığın işleyişiyle ilgili hakikatleri anlatmanı engellemek istediler. Doğrusu onların amaçları önceden de kargaşalık çıkarmaktı. Apaçık görünen bu âlem Allah’ın işleyişidir. Fakat onlar varlığı kerih gördüler.
-49-
وَمِنْهُم مَّن يَقُولُ ائْذَن لِّي وَلاَ تَفْتِنِّي أَلاَ فِي الْفِتْنَةِ سَقَطُواْ وَإِنَّ جَهَنَّمَ لَمُحِيطَةٌ بِالْكَافِرِينَ
Ve minhum men yekûlu ezen lî ve lâ teftinnî e lâ fîl fitneti sekatû ve inne cehenneme le muhîtatun bil kâfîrîn
ve minhum men yekulu | : onlardan, kim, kimse, der, söyler, yetki, |
ezen li | : yetki, izin, bana |
ve la teftin ni | : yok, fitneye düşürme, ben |
E la fi el fitneti sekatu | : öyle değil mi, fitnenin içinde, kargaşa, düşme |
Ve inne cehenneme | : muhakkak, cehennem |
le muhitatun | : elbette, ihata edici, kuşatıcı, |
bi el kafirin | : hakikatleri örtenler, görmemezlikten gelen, |
49- Onlardan; bana yetki ver, ben fitneci değilim diyen kimseler vardır. Onlar fitnenin içinde olanlar değil midir? Muhakkak ki hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, cehaletin cehennemiyle kuşatılmışlardır.
-50-
إِن تُصِبْكَ حَسَنَةٌ تَسُؤْهُمْ وَإِن تُصِبْكَ مُصِيبَةٌ يَقُولُواْ قَدْ أَخَذْنَا أَمْرَنَا مِن قَبْلُ وَيَتَوَلَّواْ وَّهُمْ فَرِحُونَ
İn tusıbke hasenetun tesuhum, ve in tusıbke musîbetun yekûlû kad ehaznâ emrenâ min kablu ve yetevellev ve hum ferihûn
in tusıb-ke | : eğer, isabet etme, değme, dokunma, sana, |
hasenetun | : güzel bir şey, iyi olan, |
Tesu hum | : tasalanır, üzer, üzülür, kederlenir, onlar |
ve in tusıb-ke | : eğer, sana isabet ederse, gelirse, |
musibetun | : bir musibet, sıkıntı |
Yekûlû kad ehaz na | : derler, sarılmak, sağlama almak, sarmak, biz, |
emre-nâ min kablu | : işimiz, tedbirimiz, daha önce |
ve yetevellev | : dönüp giderler, kendi bildiklerine dönerler, |
ve hum ferih | : onlar sevinir, övünür, |
50- Eğer sana güzel bir şey isabet ederse, onlar üzülür ve eğer sana bir sıkıntı gelirse, biz önceden işimizi sağlama aldık derler ve sevinerek dönüp giderler.
-51-
قُل لَّن يُصِيبَنَا إِلاَّ مَا كَتَبَ اللّهُ لَنَا هُوَ مَوْلاَنَا وَعَلَى اللّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ
Kul len yusîbenâ illâ mâ keteballâhu lenâ huve mevlânâ ve alâllâhi felyetevekkelil muminûn
Kul len yusibe na | : de, anlat, asla, isabet, temas, etki, biz |
İlla ma ketebe Allâh | : ancak, değil, şey, kitap, yazılan, ilahi söz, Allah |
Lenâ huve Mevla na | : bizim, bize, o, mevlamızdır, sahip, malik, efendi |
ve alâ Allâh | : Allah’a, Allah için, yüce Allah, |
fe li yetevekkeli | : artık, işte, herşeyiyle teslim olan, |
el muminin | : müminler |
51- De ki: Ancak Allah’a ait olan o ilahi sözlerden başka bir şey bizi etkilemez. Bizim sahibimiz O’dur ve yüce olan Allah’tır. İşte müminler bütün her şeyleriyle bir teslimiyet içinde olanlardır.
-52-
قُلْ هَلْ تَرَبَّصُونَ بِنَا إِلاَّ إِحْدَى الْحُسْنَيَيْنِ وَنَحْنُ نَتَرَبَّصُ بِكُمْ أَن يُصِيبَكُمُ اللّهُ بِعَذَابٍ مِّنْ عِندِهِ أَوْ بِأَيْدِينَا فَتَرَبَّصُواْ إِنَّا مَعَكُم مُّتَرَبِّصُونَ
Kul hel terabbesûne binâ illâ ıhdâl husneyeyn ve nahnu neterabbesu bikum en yusîbekumullâhu bi azâbin min indihî ev bi eydînâ fe terabbasû innâ meakum muterabbisûn
kul hel terabbesûne | : anlat, de ki, beklemez misiniz? |
Bina illa ıhda | : bize, bizim ile, biri, yol bulma, |
el husneyeyn | : güzellikler, iyilikler, |
Ve nahnu neterabbesu bikum | : biz, beklemek, istemek, bekliyoruz, size, sizin, |
en yusibe kum | : isabet, dokunma, temas, siz, |
Allah bi azab | : Allah, azap, sıkıntı, |
min indi-hu | : onun indinden, onun tarafından, ona ait, |
Ev bi eydi na | : ya da, veya, gücümüz, mücadele, elimiz, biz, |
fe terabbasû | : artık bekleyin |
İnna mea-kum | : muhakkak, birlikte, beraber, siz, |
muterabbısun | : bekleyen, |
52- De ki: Güzelliklere yol bulmak için bizim gibi beklemez misiniz? Biz, sizin içinde beklemekteyiz. Size bir sıkıntı isabet etse, sıkıntıları giderenin Allah olduğunu bilin ve gücümüzün O’na ait olduğunu bilin. Bundan böyle bekleyin, muhakkak ki biz de sizin gibi beklemekteyiz.
-53-
قُلْ أَنفِقُواْ طَوْعًا أَوْ كَرْهًا لَّن يُتَقَبَّلَ مِنكُمْ إِنَّكُمْ كُنتُمْ قَوْمًا فَاسِقِينَ
Kul enfikû tavan ev kerhen len yutekabbele minkum innekum kuntum kavmen fâsikîn
Kul enfiku | : anlat, harcama, verme, infak edin |
Tavan ev kerhen | : isteyerek ya da isteksiz, gönüllü, gönülsüz |
len yutekabel minkum | : değil, kabul etmek, uygun değil, ölçüsüz, sizin |
İnne kum kuntum | : muhakkak, doğrusu, siz, oldunuz |
kavmen fasikine | : bir kavim, topluluk, sapan, hakikatlerden sapan |
53- De ki: Gönüllü ya da gönülsüz infak etseniz de, doğrusu sizler hakikatleri bırakıp kendi anlayışına sapan kimselerden olduğunuzdan dolayı, sizin infak etmeniz asla bir uygunluk ölçüsünde değildir.
-54-
وَمَا مَنَعَهُمْ أَن تُقْبَلَ مِنْهُمْ نَفَقَاتُهُمْ إِلاَّ أَنَّهُمْ كَفَرُواْ بِاللّهِ وَبِرَسُولِهِ وَلاَ يَأْتُونَ الصَّلاَةَ إِلاَّ وَهُمْ كُسَالَى وَلاَ يُنفِقُونَ إِلاَّ وَهُمْ كَارِهُونَ
Ve mâ meneahum en tukbele minhum nefekâtuhum illâ ennehum keferû billâhi ve bi resûlihî ve lâ yetûnes salâte illâ ve hum kusâlâ ve lâ yunfikûne illâ ve hum kârihûn
ve mâ menea hum | : şey, değil, ne, men etme, reddetme, onlar |
En tekbele minhum | : kabul etme, onaylama, uygun, onlardan, kendileri |
nefekâtu-hum illa | : infak, vermeleri, gider, onlar, ancak |
enne-hum keferu bi Allah | : onlar, hakikatleri örten görmemezlikten gelen, Allah |
ve bi resûli-hi | : resûl, o |
ve la yetûne | : yok, gelmek, uymak, anlamamak, |
el salate illa | : salât, hakka bağlılık, ancak, başka |
Ve hum kusâlâ | : onlar tembel, üşenerek, yavaş, gayret göstermeyen |
ve lâ yunfikûne illa | : yok, verme, infak etme, ancak, başka |
Ve hum kârihûne | : onlar, kerih, hoşlanmayan, hor, küşük görmek, |
54- Ancak onların infak etmelerinin bir uygunluk içinde olmasına, kendileri engel oldular. Çünkü onlar hakikatleri örttüler, Allah’ı görmemezlikten geldiler ve o resul’e uymadılar ve ancak onlar her an Hakk’a bağlı olduklarının o hakikatini anlayamadılar ve onlar hakikatleri anlamak için hiç gayret göstermediler ve onlar hor gördüler.
-55-
فَلاَ تُعْجِبْكَ أَمْوَالُهُمْ وَلاَ أَوْلاَدُهُمْ إِنَّمَا يُرِيدُ اللّهُ لِيُعَذِّبَهُم بِهَا فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَتَزْهَقَ أَنفُسُهُمْ وَهُمْ كَافِرُونَ
Fe lâ tucibke emvâluhum ve lâ evlâduhum innemâ yurîdullâhu li yuazzibehum bihâ fîl hayâtid dunya ve tezheka enfusuhum ve hum kâfirûn
fe lâ tucib-ke | : yok, merak, hoş, imrenme, özenme, sen, |
emval hum | : onların malları, değerleri, varlıkları, |
ve lâ evlâdu-hum | : yok, evlat, onlar |
İnnema yurîdu Allâh | : ancak, sadece, istek, irade, Allah |
li yuazzibe-hum biha | : için, azap, sıkıntı, onlar, onda, o halin içinde |
fî el hayâti ed dunyâ | : dünya hayatında, yaşamlarında, |
ve tezheka | : kayıp, çıkar, anlamayı kaybeden, |
enfusu-hum | : nefsleri, canları, onlar |
ve hum kafirûne | : onlar, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler |
55- Bundan böyle onların mallarına özenme ve onların evlatlarına özenme. Ancak Allah’ın iradesine bağlan. Dünya hayatında onların o sıkıntılı hallerinde olma. Onlar nefislerini anlamayı kaybedenlerdir ve onlar hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerdir.
-56-
وَيَحْلِفُونَ بِاللّهِ إِنَّهُمْ لَمِنكُمْ وَمَا هُم مِّنكُمْ وَلَكِنَّهُمْ قَوْمٌ يَفْرَقُونَ
Ve yahlifûne billâhi innehum le minkum ve mâ hum minkum ve lâkinne hum kavmun yefrakûn
ve yahlifûne bi Allah | : söz verme, yemin ederler, Allaha |
inne-hum le min kum | : oldu, öyle, onlar, elbette, sizden |
ve mâ hum minkum | : değil, onlar, sizden |
ve lakinne-hum | : lakin, fakat onlar |
Kavmun yefrakun | : kimseler, topluluk, firak, ayrılık, ikilikte kalanlar, |
56- Onlar sizin gibi olduklarına dair Allah adına yemin ederler. Onlar sizin gibi değildirler, fakat onlar ikilikte kalanlardır.
-57-
لَوْ يَجِدُونَ مَلْجَأً أَوْ مَغَارَاتٍ أَوْ مُدَّخَلاً لَّوَلَّوْاْ إِلَيْهِ وَهُمْ يَجْمَحُونَ
Lev yecidûne melceen ev magârâtin ev muddehalen le vellev ileyhi ve hum yecmehûn
Lev yecıdune | : eğer, bulma, fark etme, edinme, |
melcen | : sığınak, barınak, |
Ev magarâtin | : ya da mağaralar, sığınak |
Ev mudehal | : ya da, dahil olunan, girilen yer, |
le velev ileyhi | : elbette, yönelme, ona |
Ve hum yecmehûne | : onlar, çabalama, zorlama, gayret gösterme |
57- Eğer sığınacakları bir yer bulsalar ya da bir mağara ya da dâhil olacakları bir yer, hemen onlar oraya yönelirler ve oraya girmek için gayret gösterirler.
-58-
وَمِنْهُم مَّن يَلْمِزُكَ فِي الصَّدَقَاتِ فَإِنْ أُعْطُواْ مِنْهَا رَضُواْ وَإِن لَّمْ يُعْطَوْاْ مِنهَا إِذَا هُمْ يَسْخَطُونَ
Ve minhum men yelmizuke fîs sadakât fe in utû minhâ radû ve in lem yutav minhâ îzâ hum yeshatûn
ve minhum men yelmizu ke | : onlardan, kim, kimse, ayıplama, kınama, sen |
fî el sadakati | : doğruluğun için, sadakatin için, içten, samimiyet |
fe in utu minha | : o zaman, eğer, verildi, sundu, ondan, |
radu | : istek, razı olma, |
Ve in lem yutav min ha | : eğer, değil, vermezler, vazgeçmezler, sunma, ondan |
İza hum yeshatûne | : o zaman, onlar, öfkelenirler, kızarlar |
58- Bir sadâkat içinde dosdoğru hareket ettiğin için, onlardan seni kınayan kimseler vardır. Eğer onlara; siz de istekle böyle olun desen, onlar kendi hallerinde vazgeçmezler, onlar öfkelenirler.
-59-
وَلَوْ أَنَّهُمْ رَضُوْاْ مَا آتَاهُمُ اللّهُ وَرَسُولُهُ وَقَالُواْ حَسْبُنَا اللّهُ سَيُؤْتِينَا اللّهُ مِن فَضْلِهِ وَرَسُولُهُ إِنَّا إِلَى اللّهِ رَاغِبُونَ
Ve lev ennehum radû mâ âtâhumullâhu ve resûluhu ve kâlû hasbunâllâhu se yutinâllâhu min fadlihî ve resûluhû innâ ilâllâhi râgıbûn
ve lev enne hum | : eğer, olsa bile, deselerdi olmazmıy dı, onlar |
radu | : razı, memnun, kabullenmek, |
ma ata hum Allâh | : değil, şey, ne, vermek, sunmak, onlar, Allah |
ve resûlu-hu | : resul, hakikati gösteren, |
ve kalu hasbu-nâ Allâh | : dediler, yetmek, kâfi, biz, Allah |
se yuti na Allâh | : vermek, sunmak, biz, Allah, |
min fadl hi | : lütuf, fazilet, erdem, o |
ve resûlu-hu | : resul, hakikati gösteren, o |
İnnâ ila Allah | : biz, sadece, Allah, |
ragıbun | : istekli, teveccüh, rağbet eden, yönelmek, |
59- Onlar şöyle deselerdi olmaz mıydı? Allah’ın bize verdiklerinden razı olduk ve o resulden de ve deselerdi: Allah bize kâfidir, onun bize verdiği lütuflar yeter ve o resul de kâfidir, biz sadece Allah’a teveccüh ederiz.
-60-
إِنَّمَا الصَّدَقَاتُ لِلْفُقَرَاء وَالْمَسَاكِينِ وَالْعَامِلِينَ عَلَيْهَا وَالْمُؤَلَّفَةِ قُلُوبُهُمْ وَفِي الرِّقَابِ وَالْغَارِمِينَ وَفِي سَبِيلِ اللّهِ وَابْنِ السَّبِيلِ فَرِيضَةً مِّنَ اللّهِ وَاللّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ
İnnemâs sadakâtu lil fukarâi vel mesakîni vel âmilîne aleyhâ vel muellefeti kulûbuhum ve fîr rikâbi vel gârimîne ve fî sebîlillâhi vebnis sebîl farîdaten minallâh vallâhu alîmun hakîm
innemâ el sadakâtu | : muhakkak, doğrusu, sadece, sadık, doğru, içten, |
li el fukara | : fakir, varlığından geçmiş, yoksul |
ve el mesâkîni | : çaresiz, aciz, yoksullar, |
ve el âmilîne aleyha | : amel edenler, çalışan, memur, üzerine, onlarla |
ve el muellefeti | : ilgi duyan, yazar, birleşmiş, toplamış, |
kulub hum | : kalbler, idrakler, bağlılıklar |
ve fî er rikâbi | : boyun, teslim olan, boyun eğen |
ve el gârimîne | : borçlu olan, hakları olan, |
ve fi sebili Allâh | : Allah’ın yolunda, hakikatlerin yolunda, |
vebni el sebil | : yolcu olan, hakikat yolunda yolculuk eden |
Faridaten min Allah | : görev, hizmet, hüküm, farz olarak, Allah |
ve Allâh alim | : Allah, ilmiyle var eden, ilmin sahibi, |
hakim | : hakim olan, hüküm hikmet |
60- Muhakkak ki sadakat: Varlığından geçmiş olanlar ve acziyetini ve üzerindeki işleyişi ve birliği idrak edenler ve teslim olanlar ve Allah’ın hakikatleri yolunda yolculuk edenler, Allah’ın hükümlerini bilenler içindir ve ilmin sahibinin, tüm varlığa hâkim olanın Allah olduğunu bilenler içindir.
-61-
وَمِنْهُمُ الَّذِينَ يُؤْذُونَ النَّبِيَّ وَيِقُولُونَ هُوَ أُذُنٌ قُلْ أُذُنُ خَيْرٍ لَّكُمْ يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَيُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِينَ وَرَحْمَةٌ لِّلَّذِينَ آمَنُواْ مِنكُمْ وَالَّذِينَ يُؤْذُونَ رَسُولَ اللّهِ لَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ
Ve minhumullezîne yuzûnen nebiyye ve yekûlûne huve uzun kul uzunu hayrin lekum yuminu billâhi ve yuminu lil muminîne ve rahmetun lillezîne âmenû minkum vellezîne yuzûne resûlallâhi lehum azâbun elîm
ve min hum | : onlardan |
ellezine yuzûne | : o kimseler, eza, eziyet, haber getiren, |
el nebiy | : nebi, haber veren, hakikati bildiren, |
Ve yekulune huve uzunun | : derler, söyler, o, kulak, dinleyen |
Kul uzunu | : söyle, anlat, kulak veren, dinleyen, |
hayrin lekum | : hayırdır, sizin için |
yuminu bi Allah | : size, inanır, Allah |
Ve yuminu li el muminine | : inanır, için, mümin, emin olmak |
ve rahmetun | : rahmettir, fydalı, yaşam için gerekli olan, |
li ellezîne âmenû minkum | : iman eden kimseler için, sizden |
ve ellezine yuzun | : o kimseler, eza, eziyet |
resul Allah | : resul, hakikati gösteren, Allah |
Lehum azabun elim | : onlar için, azap, sıkıntı, elim, acı |
61- Onlardan hakikatleri bildireni üzen kimseler vardır. Derler ki: O her söyleneni dinler. De ki: Dinlemek sizin için hayırdır, Allah’a inanmaktır ve müminler için imandır ve sizden iman eden kimseler için rahmettir. Allah’ın hakikatlerini gösterene eza eden kimselere acı sıkıntılar vardır.
-62-
يَحْلِفُونَ بِاللّهِ لَكُمْ لِيُرْضُوكُمْ وَاللّهُ وَرَسُولُهُ أَحَقُّ أَن يُرْضُوهُ إِن كَانُواْ مُؤْمِنِينَ
Yahlifûne billâhi lekum li yurdûkum vallâhu ve resûluhû ehakku en yurdûhu in kânû muminîn
Yahlifûne bi Allah lekum | : yemin ederler, Allah’a, size, |
li yurdû-kum | : için, razı, hoşnut, ikna, sizi, sizi razı etmek için |
ve Allah | : Allah, tüm kâinattaki Kudret, |
ve resul hu | : resul, hakikati gösteren, |
E hakk | : hak, doğru, hakikat, gerçek değil mi? |
en yurdû-hu | : razı, onun rızası aranır, o, Allah |
in kânû muminin | : eğer, oldu, iseler, mümin, emin olan |
62- Sizi razı etmek için, size Allah adına yemin ederler. Eğer müminlerden olmak istiyorsanız; Allah’ın rızası arayın ve o resulün söylediği hakikatler üzere olun.
-63-
أَلَمْ يَعْلَمُواْ أَنَّهُ مَن يُحَادِدِ اللّهَ وَرَسُولَهُ فَأَنَّ لَهُ نَارَ جَهَنَّمَ خَالِدًا فِيهَا ذَلِكَ الْخِزْيُ الْعَظِيمُ
E lem yalemû ennehu men yuhâdidillâhe ve resûlehu fe enne lehu nâre cehenneme hâliden fîhâ zâlikel hızyul azîm
e lem yalemû enne hu | : bilmezler mi ki? Olduğunu, o |
Men yuhadidi Allâh | : kim, kimse, haddi aşma, Allah |
ve resûle-hu | : resul, o |
Fe enne hu | : o zaman, olduğu, o, |
nâre cehennem | : cehennem ateşi, ceheletin ateşi, |
halid fiha | : devamlı, sürekli, orada, o halde |
zalike el hızyu el azimu | : işte bu, rezillik, ayıp, utanç, yıkım, yazık, büyük |
63- Bilmezler mi ki: Allah’a karşı haddi aşan ve o resulü anlayamayan kimse devamlı cehennem ateşindedir. İşte büyük yıkım budur.
-64-
يَحْذَرُ الْمُنَافِقُونَ أَن تُنَزَّلَ عَلَيْهِمْ سُورَةٌ تُنَبِّئُهُمْ بِمَا فِي قُلُوبِهِم قُلِ اسْتَهْزِؤُواْ إِنَّ اللّهَ مُخْرِجٌ مَّا تَحْذَرُونَ
Yahzerul munâfikûne en tunezzele aleyhim sûretun tunebbiuhum bi mâ fî kulûbihim kulistehziu innallâhe muhricun mâ tahzerûn
yahzeru | : uyardı, hakikatlerle uyarıldı, |
el munâfikûne | : ikiyüzlüler, münafıklık |
en tunezzele aleyhim | : inmek, alçalmak, sunulması, onlara, |
sûret | : sûret, dış görünüş, nusha |
tunebbiu-hum bima | : bildirilir, haber verir, onlara, şey, |
fî kulûbi-him | : kalblerinde, idraklerinde, anlayışlarında, onlar |
kul istehziû | : de ki, anlat, alay ediyorsunuz, alay edin |
inne Allah muhric | : muhakkak Allah, açığa çıkarmak, ortaya koymak |
mâ tahzerûne | : değil, ihtiyat, dikkat, çekindiğiniz şey |
64- İkiyüzlüler suretlerde kaldıklarından dolayı, hakikatler sunularak uyarıldılar. Onların kalblerinde olan şeyler onlara bildirilir. De ki: Alay etseniz de, muhakkak ki bütün varlığı açığa çıkaran Allah’tır. Fakat siz dikkat etmiyorsunuz.
-65-
وَلَئِن سَأَلْتَهُمْ لَيَقُولُنَّ إِنَّمَا كُنَّا نَخُوضُ وَنَلْعَبُ قُلْ أَبِاللّهِ وَآيَاتِهِ وَرَسُولِهِ كُنتُمْ تَسْتَهْزِؤُونَ
Ve le in seeltehum le yekûlunne innemâ kunnâ nahûdu ve nelab kul e billâhi ve âyâtihî ve resûlihî kuntum testehziûn
ve le in seelte hum | : elbette, eğer, sorsan, sorgulasan, onlara |
le yekûlunne | : mutlaka derler, |
İnnemâ kunna nahud | : sadece, biz, kavga, mücadele |
ve nelab | : eğlenme, oyun, |
Kul e bi Allah | : anlat, de ki, Allah ile mi, hakkında mı? |
ve ayati hi | : onun ayetleri, işaretleri, |
ve resul hi | : resulu, hakikati gösteren, o |
kuntum testehziun | : siz, delil, kanıt, alay, önemsememe |
65- Onlara ne yaptıklarını sorsan, elbette biz tartışıyoruz ve eğleniyoruz derler. De ki: Allah hakkında ve O’nun ayetleri hakkında ve resul’ü hakkında mı alay ediyorsunuz.
-66-
لاَ تَعْتَذِرُواْ قَدْ كَفَرْتُم بَعْدَ إِيمَانِكُمْ إِن نَّعْفُ عَن طَآئِفَةٍ مِّنكُمْ نُعَذِّبْ طَآئِفَةً بِأَنَّهُمْ كَانُواْ مُجْرِمِينَ
Lâ tatezirû kad kefertum bade îmânikum in nafu an tâifetin minkum nuazzib tâifeten bi ennehum kânû mucrimîn
lâ tatezirû | : yok, bahane, mazeret, oldu, |
kad kefer tum | : hakikatleri örten, siz |
bade imani-kum | : sonra, iman, inanma, siz |
İn nafu | : eğer, af, bağışlama, affımızı, |
an taifet minkum | : taife, kimseler, topluluk, grup, sizden |
Nuazzib tâifeten | : biz, azap, sıkıntı verme, taife, topluluk, kimseler, |
bi enne-hum | : olmaları sebebebiyle, onlar gibi olursunuz |
kânû mucrimîne | : oldu, fenalarda kalan, suçlu, günahkar |
66- Siz iman ettikten sonra hakikatleri görmemezlikten gelip örtüyorsanız, bunun bahanesi yoktur. Eğer sizler, affımızı anlamayan kimselerden olursanız; muhakkak ki fenalarda kalırsınız, Bizi anlayamadığınızdan dolayı, sıkıntılar içinde kalan kimselerden olursunuz.
-67-
الْمُنَافِقُونَ وَالْمُنَافِقَاتُ بَعْضُهُم مِّن بَعْضٍ يَأْمُرُونَ بِالْمُنكَرِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمَعْرُوفِ وَيَقْبِضُونَ أَيْدِيَهُمْ نَسُواْ اللّهَ فَنَسِيَهُمْ إِنَّ الْمُنَافِقِينَ هُمُ الْفَاسِقُونَ
El munâfikûne vel munâfikâtu ba’duhum min badin yemurûne bil munkeri ve yenhevne anil marûfi ve yakbidûne eydiyehum nesûllâhe fe nesiyehum innel munâfıkîne humul fâsikûn
el munâfikûne | : münafıklık, ikiyüzlü olanlar, |
ve el munâfikâtu | : münafıklığa meyledenler |
Badu hum min badin | : onların bazısı, bazısına, birbirlerin |
Yemurûne | : işleyiş, emir, hüküm, |
bi el münker | : kötülük, inkâr, hata eden, günahkâr, |
ve yenhevne | : nehyederler, yasaklar, engeller, |
an el maruf | : iyilik, bilmeyi, irfaniyeti |
ve yakbidûne | : tutarlar, yakalar, kendilerinin sayarlar, |
eydiye hum | : elleri, gücleri, onlar |
nesû Allâh | : unutmak, anmamak, Allah, |
fe nesiye-hum | : böylece, sebebiyle, unutma, onlar |
inne el munâfıkîne | : münafıklardan olurlar, ikiyüzlü, içi başka dışı başka, |
hum el fâsikûne | : onlar, fasıklar, sapan, hakikatten sapan, bozucu, |
67- Münafıklar ve münafıklığa meyledenler; birbirlerine inkârı işlerler ve irfaniyeti engellerler ve onlar kendilerindeki gücü kendilerinin sayarlar, Allah’ı unuturlar. Böylece onlar, Allah’ı unutmaları sebebiyle hakikatlerden saparak, münafıklardan olurlar.
-68-
وَعَدَ الله الْمُنَافِقِينَ وَالْمُنَافِقَاتِ وَالْكُفَّارَ نَارَ جَهَنَّمَ خَالِدِينَ فِيهَا هِيَ حَسْبُهُمْ وَلَعَنَهُمُ اللّهُ وَلَهُمْ عَذَابٌ مُّقِيمٌ
Vaadallâhul munâfikîne vel munâfikâti vel kuffâre nâre cehenneme hâlidîne fîhâ hiye hasbuhum ve leanehumullâh ve lehum azâbun mukîm
vaada Allâh | : Allah vaat etti, ortaya çıkardı, gerçeği, |
el munafikin | : münafıklar, münafık olan, içi başka dışı başka, |
ve el munafikat | : münafıklığa meyledenler |
ve el kuffâre | : hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler |
nâre cehenneme | : ateş, yakıcı olan, cehennem, |
Halidin fiha | : devamlı, sürekli, orada, o hallerde, |
hiye hasbu-hum | : o halleri, o, kâfi, yeter, benimsemiş, onlar |
ve leane-hum allâh | : Allah’ı idrak edemeyip rahmetten uzaklaşma |
ve lehum azabun | : onlar, azap, sıkıntı, |
mukim | : kalınan yer, ikame, o halde kalma |
68- Allah’ın vaadidir; münafıklar ve münafıklığa meyledenler ve hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, devamlı cehaletin cehenneminin yakıcı hallerindedirler, onlar o hallerini benimsemişlerdir. Onlar, Allah’ı idrak edemeyip rahmetten uzaklaşanlardır ve onlar devamlı sıkıntılarda kalanlardır
-69-
كَالَّذِينَ مِن قَبْلِكُمْ كَانُواْ أَشَدَّ مِنكُمْ قُوَّةً وَأَكْثَرَ أَمْوَالاً وَأَوْلاَدًا فَاسْتَمْتَعُواْ بِخَلاقِهِمْ فَاسْتَمْتَعْتُم بِخَلاَقِكُمْ كَمَا اسْتَمْتَعَ الَّذِينَ مِن قَبْلِكُمْ بِخَلاَقِهِمْ وَخُضْتُمْ كَالَّذِي خَاضُواْ أُوْلَئِكَ حَبِطَتْ أَعْمَالُهُمْ فِي الُّدنْيَا وَالآخِرَةِ وَأُوْلَئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ
Kellezîne min kablikum kânû eşedde minkum kuvveten ve eksere emvâlen ve evlâdâ festemteû bi halâkihim festemtatum bi halâkikum kemâstemteallezîne min kablikum bi halâkihim ve hudtum kellezî hâdû ulâike habitat amâluhum fîd dunyâ vel âhirah ve ulâike humul hâsirûn
ke ellezine min kalbi kum | : gibi, o kimseler, önceki, sizden |
kânû eşed minkum kuvve | : oldu, daha fazla, çok, güçlü, sizden, kuvvetli, güçlü |
ve eksere | : daha çok, çok, |
emval ve evlad | : mal ve evlat |
fe istemteu | : öyle ki, hoşlanma, meta, çıkar, yarar, nasip, |
bi halak him | : pay, nasip peşinde olmak, yaratma, onlar |
fe istemtatum | : sonra, hoşlanma, çıkar, yarar, meta, siz, |
bihalak kum | : nasip, pay, yaratma, siz |
kemâ estemtea | : gibi, öyle, hoşlanma, faydalanma |
ellezine min kabli-kum | : sizden önceki kimseler gibi |
bi halâki-him | : nasip, payları, o halde olmak, yaratma, onlar |
ve hudtum ke | : daldınız, çukur, düşme, gibi, |
ellezine hadu | : o kimseler, dalma, düşme, bir yola girme, |
Ulaike habitat | : işte onlar, nafile, heba, boşa gitti, |
amal hum | : amel, çalışma, onlar |
fi ed dunyâ ve el ahiret | : dünyada, yaşamlarında ve sonunda |
Ve ulaike hum el hasirûne | : işte onlar, hüsran, kaybedenler, |
69- Sizden önceki kimseler gibi, siz de daha fazla güçlü olmak için, çok mal ve çok evlat peşinde oldunuz. Öyle ki onlarda o halden hoşlandılar, sonra siz de o halden hoşlandınız. Sizden önceki kimselerin o halleri gibi, siz de o hallerde kaldınız ve o kimseler dünya çıkarına düştüğü gibi siz de düştünüz. İşte onların amelleri, yaşarken ve sonunda boşa gitmiştir ve işte o hallerde olanlar kaybedenlerdir.
-70-
أَلَمْ يَأْتِهِمْ نَبَأُ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ قَوْمِ نُوحٍ وَعَادٍ وَثَمُودَ وَقَوْمِ إِبْرَاهِيمَ وِأَصْحَابِ مَدْيَنَ وَالْمُؤْتَفِكَاتِ أَتَتْهُمْ رُسُلُهُم بِالْبَيِّنَاتِ فَمَا كَانَ اللّهُ لِيَظْلِمَهُمْ وَلَكِن كَانُواْ أَنفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ
E lem yetihim nebeullezîne min kablihim kavmi nuhin ve âdn ve semûde ve kavmi ibrâhîme ve ashâbi medyene vel mutefikât etethum rusuluhum bil beyyinat fe mâ kânallâhu li yazlimehum ve lâkin kânû enfusehum yazlimûn
e lem yeti him nebeu | : onlara gelmedi mi? Haberi, bilgisi |
ellezine min kabli-him | : onlardan önceki kimselerin |
kavmi nuhin | : Nuh kavmi |
ve âdin ve semud | : Âd ve Semûd |
ve kavmi ibrâhîme | : ibrâhîm kavmi |
ve ashâb medyene | : Medyen halkı |
ve el mutefikati | : yalanda kalmak anlamaktan kaçmak, sapmak |
etet-hum | : geldi, getirdi, sundu, onlar |
resul hum | : resul, hakikati gösteren, onlar |
bi el beyyinati | : apaçık delillerlere |
fe ma kane Allah | : böylece, olmadı, olmaz, Allah |
li yazlime-hum | : onlara zulmediyor |
Ve lakin kanu | : fakat, lakin, oldular |
enfus hum yazlimun | : oldu, nefslerine, kendilerine, onlar, zulmediyorlar, |
70- Onlardan öncekilerin haberleri onlara gelmedi mi? Nuh’un kavmi ve Ad ve Semud ve İbrâhîm’in kavmi ve Medyen halkı ve onlardan olan resuller apaçık delillerle hakikatleri onlara sunmuştu. Onlar yalanlarda kalıp anlamaktan kaçtılar. Allah onlara zulmeden olmadı, fakat onlar kendilerine zulmettiler.
-71-
وَالْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاء بَعْضٍ يَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ وَيُقِيمُونَ الصَّلاَةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَيُطِيعُونَ اللّهَ وَرَسُولَهُ أُوْلَئِكَ سَيَرْحَمُهُمُ اللّهُ إِنَّ اللّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
Vel muminûne vel muminâtu baduhum evlîyâu badin yemurûne bil marûfi ve yenhevne anil munkeri ve yukîmûnes salâte ve yutûnez zekâte ve yutîûnallâhe ve resûlehu ulâike se yerhamuhumu allâh innallâhe azîzun hakîm
ve el muminun | : mümin olan, emin olan, |
ve el muminat | : müminlik yolunda olanlar |
Badu hum evliya badin | : onların bir kısmı, dostlar, bir kısmı, birbirlerine |
Yemurune | : işlerler, tavsiye, hüküm, emr, |
bi el maruf | : iyilik, ariflik, bilmeyi |
ve yenhevne | : nehyederler, yasakma, men etmek, |
an el münker | : kötülük, inkâr, hata, |
ve yukîmûne es salâte | : her an salât üzeredirler, hakka bağlılık, |
ve yutûne ez zekâte | : zekat, zeka, temizlenip kendindekini paylaşır |
ve yutîûne Allâh | : uyarlar, itaat ederler, tabi olurlar, Allah’a |
ve resul hu | : resul, hakikati gösteren, o |
Ulaike se yerhamu-hum Allâh | : işte onlar, rahmeti, merhamet, onlar, Allah |
inne Allâh azizi | : muhakkak Allah, tüm değerlerin yüce sahibi, |
hakim | : tüm varlığa hâkim olan, |
71- Mümin olanlar ve müminlik yolunda olanlar; birbirlerine dostluğu, arif olmayı işlerler ve inkârı engellerler ve her an Hakk’a bağlılık şuuruyla hareket ederler ve temizlenme içinde olup kendilerindekini paylaşırlar ve Allah’a itaat ederler ve o resul’e uyarlar. İşte onlar Allah’ın merhametini anlarlar. Muhakkak ki Allah tüm değerlerin yüce sahibidir, tüm varlığa hâkim olandır.
-72-
وَعَدَ اللّهُ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا وَمَسَاكِنَ طَيِّبَةً فِي جَنَّاتِ عَدْنٍ وَرِضْوَانٌ مِّنَ اللّهِ أَكْبَرُ ذَلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ
Vaadallâhul muminîne vel muminâti cennâtin tecrî min tahtihâl enhâru hâlidîne fîhâ ve mesâkine tayyibeten fî cennâti adnin ve rıdvânun minallâhi ekber zâlike huvel fevzul azîm
Vaad Allah | : vaad, söz, açığa çıkan, bir şeyi yapmak, Allah |
el muminin | : müminler, emin olanlar, |
ve el muminat | : müminlik yolunda olanlar |
Cennet terci min tahtina | : cennet, huzur, vardır, akar, makamlarında, |
el enharu halidina fiha | : ilim, nehir, devamlı, ebedi, orada |
ve mesakine | : meskenler, konut, bulunulan yer, ulaşma, |
tayyibetin | : temiz olan, güzel olan, yararlı olan |
fi cennâti | : cennet, huzur, |
adnin | : tüm tecellileri idrak etmek, vatan tutmak, mukim olma |
ve rıdvan | : rıza, razı olma, mutluluk, huzur, |
min Allah ekber | : Allah, büyük, yüce |
Zalike huve | : işte, o, |
el fevz el azim | : kurtuluş, yüce, büyük, yüce kurtuluş, |
72- Allah’ın vaadidir; Mümin olanlar ve müminlik yolunda olanlara huzur vardır, makamlarında bir ilim üzeredirler, devamlı o hallerdedirler ve tüm tecellilerin Allah’tan olduğunun huzuruna tertemiz bir halde ulaşırlar. Allah’ın rızasını anlamanın yüceliğindedirler. İşte o yüce kurtuluş budur.
-73-
يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ جَاهِدِ الْكُفَّارَ وَالْمُنَافِقِينَ وَاغْلُظْ عَلَيْهِمْ وَمَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ وَبِئْسَ الْمَصِيرُ
Yâ eyyuhân nebiyyu câhidil kuffâra vel munâfikîne vagluz aleyhim ve mevâhum cehennem ve bisel masîr
yâ eyyuhâ en nebiyyu | : ey haber veren, nebi, |
câhidi | : cihad, hakikati anlatmak için gayret göster, çaba, çalış |
el kafir | : hakikati görmemezlikten gelmek, örtmek |
ve el munâfikîne | : ikiyüzlülük, münafıklık, içi başka dışı başkalık |
ve igluz | : acımasız, merhametsiz, insafsız, kabalık, terbiye dışı |
aleyhim | : onlara, onlarda, kendilerinde, |
ve mevâ-hum | : onların barınacağı yer, sığınacağı yer |
cehennemu | : cehennem, cehaletin cehennemi, yakıcı olan, |
ve bise el masiru | : ne kötü, yer, bulunulan hâl, durum, belirleme, tespit |
73- Ey hakikatleri bildiren! Kendilerinde; kaba davranışlık ve münafıklık ve hakikatleri görmemezlikten gelip örtme halleri olanlara, hakikatleri anlatmak için gayret göster. Onların barınağı cehaletin cehennemidir ve ne kötü bir haldir.
-74-
يَحْلِفُونَ بِاللّهِ مَا قَالُواْ وَلَقَدْ قَالُواْ كَلِمَةَ الْكُفْرِ وَكَفَرُواْ بَعْدَ إِسْلاَمِهِمْ وَهَمُّواْ بِمَا لَمْ يَنَالُواْ وَمَا نَقَمُواْ إِلاَّ أَنْ أَغْنَاهُمُ اللّهُ وَرَسُولُهُ مِن فَضْلِهِ فَإِن يَتُوبُواْ يَكُ خَيْرًا لَّهُمْ وَإِن يَتَوَلَّوْا يُعَذِّبْهُمُ اللّهُ عَذَابًا أَلِيمًا فِي الدُّنْيَا وَالآخِرَةِ وَمَا لَهُمْ فِي الأَرْضِ مِن وَلِيٍّ وَلاَ نَصِيرٍ
Yahlifûne billâhi mâ kâlû, ve lekad kâlû kelimetel kufri ve keferû bade islâmihim ve hemmû bi mâ lem yenâlû, ve mâ nekamû illâ en agnâhumullâhu ve resûluhu min fadlihi, fe in yetûbû yeku hayran lehum ve in yetevellev yuazzibhumullâhu azâben elîmen fîd dunyâ vel âhirah ve mâ lehum fîl ardı min veliyyin ve lâ nasîr
Yahlifûne bi Allah | : yemin eden, halif, arkadan gelen, eski elbise, Allah |
ma kalu | : değil, şey, ne, söyleme, dedi, sözünü tutmamak, |
ve lekad kalu | : andolsun ki, doğrusu, dediler, söyledi |
kelimete el kufri | : kelime, görmemezlikten gelip örten, reddeden, küfür, |
ve keferû | : hakikatleri örten, görmemezlikten gelen, |
bade İslam him | : sonra, barış ve huzur üzere olmak varken, onlar |
ve hemmû | : yapmak istediler, başarmak, hamle, |
bima lem yenal | : şey, değil, nail, başarmış |
ve mâ nekamû | : değil, şey, ne, eleştirmek, intikam, istek, arzu |
İllâ en agna hum Allah | : ancak, gani olma, varlıklı, zenginlik, onlar, Allah |
ve resûlu-hu | : resul, hakikati gösteren, o, |
min fadli hi | : fazilet, erdem, lütuf, incelik |
Fe in yetubu | : bundan sonra, tövbe, yaptıklarından pişman olan |
yeku hayran lehum | : olur, hayırlı, onlar için |
Ve in yetevellev | : eğer, şayet, dönerler, yüz cevirirler |
Yuazzib hum Allâh | : azapta, sıkıntı, onlar, Allah |
azâben elîmen | : azap, sıkıntı, elim, acı |
Fi el dunya ve el ahirati | : dünyada yaşamlarında ve sonlarında |
ve mâ lehum fi el ard | : değil, onlar, onların yoktur, yeryüzünde |
min veliyyin | : dost olan |
ve la nasır | : yok, yardımcı |
74- Onlar hakikatlere uyacaklarına dair Allah’a yemin ettiler. Fakat sözlerine uymadılar. Doğrusu onlar hakikatleri görmemezlikten gelen kelimeleri söylediler. Onlar, barış ve huzur üzere olmak varken hakikatleri görmemezlikten geldiler. Başarmak istediler ama başaramadılar. Allah’ın onları sıfatlarıyla nasıl zengin kıldığını ve o resulün erdemliliğini anlamada istekli olmadılar. Bundan sonra yaptıklarından pişmanlık duyup, bir daha yapmak üzere söz verirlerse, onlar için daha hayırlı olur ve eğer onlar Allah’tan yüz çevirirlerse sıkıntılarda kalırlar. Yaşamlarında ve sonlarında acı sıkıntılarda kalırlar ve yeryüzünde onlara bir dost olmaz ve yardımcı da yoktur.
-75-
وَمِنْهُم مَّنْ عَاهَدَ اللّهَ لَئِنْ آتَانَا مِن فَضْلِهِ لَنَصَّدَّقَنَّ وَلَنَكُونَنَّ مِنَ الصَّالِحِينَ
Ve minhum men âhedallâhe le in âtânâ min fadlihî le nessaddekanne ve le nekûnenne mines sâlihîn
ve minhum men ahed Allah | : onlardan, kim, kimse, ahd, söz, Allah |
Le in ata na | : elbette, eğer, verdi, sundu, |
min fadli hı | : biz, nitelik, nicelik, o |
le nesaddak na | : elbette, doğru, sadık olan, biz |
ve le nekûne | : elbette, bizi anlayan, olmak, oluruz, |
min el salihin | : iyi kimselerden, Salihlerden, iyilerden |
75- Onlardan Allah’a söz veren kimse; eğer kendindeki o lütufları Bizim verdiğimizi bilir, Bize sadıklardan olursa, elbette o, Bizi anlayıp iyi kimselerden olur.
-76-
فَلَمَّا آتَاهُم مِّن فَضْلِهِ بَخِلُواْ بِهِ وَتَوَلَّواْ وَّهُم مُّعْرِضُونَ
Fe lemmâ âtâhum min fadlihî bahılû bihî ve tevellev ve hum muridûn
Fe lemme ata hum | : böylece, olduğunda, verme, sunma, onlar |
min fadli hi | : lutüf, ihsan, sıfat, nitelik, |
bahıl bihi | : hasis, cimri, vermeyen, kendine nisbet eden, ondan, |
ve tevellev | : yüz cevirdiler, döndüler |
ve hum muridun | : onlar, eski bildiklerine döndüler, reddeden, |
76- Onlara verilen o lütufları kendilerine nisbet edenler, lütufların sahibini bilip teslim etmediler ve hakikatlerden yüz çevirdiler ve onlar eski bildiklerine döndüler.
-77-
فَأَعْقَبَهُمْ نِفَاقًا فِي قُلُوبِهِمْ إِلَى يَوْمِ يَلْقَوْنَهُ بِمَا أَخْلَفُواْ اللّهَ مَا وَعَدُوهُ وَبِمَا كَانُواْ يَكْذِبُونَ
Fe akabehum nifâkan fî kulûbihim ilâ yevmi yelkavnehu bi mâ ahlefullâhe mâ vaadûhu ve bi mâ kânû yekzibûn
Fe akabe hum | : böylece, tehlike, zorluk, sıkıntı, onlar, |
nifak | : nifak, ikilik çıkaran, bozgunculuk yapan, |
fî kulûbi-him | : onların kalplerinde, kalplerine |
ila yevmi yelkavne hu | : gün, vakit, o zaman, dökmek, atmak, o hale girmek, o |
Bima ahlefu allâh | : sebebi, muhalefet, bende varım demek, karşı olma, Allah, |
mâ vaadû-hu | : değil, şey, ne, söz, o |
Ve bi ma kanû yekzibûne | : sebebiyle, oldu, yalanlarda kalmaları |
77- Böylece onların kalblerinde ikilikte kalmalarından dolayı sıkıntılar vardır. Allah’ın yüceliğinin yanında kendilerine varlık isnat etmeleri sebebiyle, her zaman o halde kalırlar. Verdikleri o sözlerine uymazlar ve yalanlarda kalanlardan olurlar.
-78-
أَلَمْ يَعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ يَعْلَمُ سِرَّهُمْ وَنَجْوَاهُمْ وَأَنَّ اللّهَ عَلاَّمُ الْغُيُوبِ
E lem yalemû ennallâhe yalemu sırrahum ve necvâhum ve ennallâhe allâmul guyûb
e lem yalemû | : değil mi, ilmin sahibi, ilmiyle vareden, |
enne Allah | : muhakkak, şüphesiz, Allah |
Yalemu | : ilmin sahibi, ilmiyle var eden, |
sırre-hum | : gizem, görünmeyen, bilinmeyen, sır olan, onlar |
ve necvâ-hum | : fısıltı, arayış, yüksek yer, yücelik, gizli olan, onlar |
ve enne Allâh | : muhakkak ki Allah |
allâmu el gaybi | : ilmin sahibi, görünmeyen bilinmeyen alem |
78- Şüphesiz Allah ilmiyle var eden değil midir? Onların göremedikleri ve onların aradıkları şeylerdeki ilmin sahibi değil midir? Muhakkak ki Allah görünmeyen bilinmeyen âlemdeki ilmin sahibidir.
-79-
الَّذِينَ يَلْمِزُونَ الْمُطَّوِّعِينَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ فِي الصَّدَقَاتِ وَالَّذِينَ لاَ يَجِدُونَ إِلاَّ جُهْدَهُمْ فَيَسْخَرُونَ مِنْهُمْ سَخِرَ اللّهُ مِنْهُمْ وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ
Ellezîne yelmizûnel muttavviîne minel muminîne fîs sadakâti vellezîne lâ yecidûne illâ cuhdehum fe yesharûne minhum sehirallâhu minhum ve lehum azâbun elîm
Ellezine yelmizune | : o kimseler, ayıplama, küçük görme, |
el muttavvıine | : uzun, ileri bakış, gönüllü, ayniyette olmak, birlik şuurunda |
min el muminine | : müminlerden |
fî el sadakati | : sadakat, bağlılık, doğruluk, |
ve ellezine la yecidûne | : o kimseler, yok, bulmak, anlamazlar |
illa cehd hum | : cehd, gayret, mücadele |
fe yesharûne minhum | : böylece alay ediyorlar, önemsememe, onlarla |
sehire Allâh minhum | : önemsememe, alay etme, Allah, onlardan |
Ve lehum azabun elimun | : onlar, azab, sıkıntı, elim, acı |
79- Müminlerin sadakat içinde olmalarını, birlik şuurunda durmalarını küçük gören o kimseler, onların hakikat yolundaki gayretlerini anlayamazlar. Böylece onlar, Allah’ı önemsemeyerek kendilerini önemsemezler ve onlar acı sıkıntılardadırlar.
-80-
اسْتَغْفِرْ لَهُمْ أَوْ لاَ تَسْتَغْفِرْ لَهُمْ إِن تَسْتَغْفِرْ لَهُمْ سَبْعِينَ مَرَّةً فَلَن يَغْفِرَ اللّهُ لَهُمْ ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ كَفَرُواْ بِاللّهِ وَرَسُولِهِ وَاللّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ
İstagfir lehum ev lâ testagfir lehum in testagfir lehum seb’îne merraten fe len yagfirallâhu lehum, zâlike bi ennehum keferû billâhi ve resûlihi vallâhu lâ yehdîl kavmel fâsikîn
İstagfir lehum | : mağfiret, arınmak, onlar |
Ev la testagfir lehum | : veya, yok, mağfiret, arınmak, |
in testagfir lehum | : eğer mağfiret, arınmak, onlar |
Sebine merraten | : yetmiş kere |
fe len yagfir Allâh lehum | : artık, yinede, değil, asla, mağfiret, Allah, onlar |
zâlike | : işte bu |
bi enne-hum | : onların olması sebebiyle, |
kefer bi Allah | : görmemezlikten gelen, örten, Allah |
ve resûli hu | : resul, hakikati gösteren, o |
ve Allâh la yehdi | : Allah, yok, yol bulma, hidayet, |
el kavme el fâsikîne | : hakikatleri bırakıp kendi anlayışa sapan |
80- Onlara mağfireti anlatsan veya mağfireti anlatmasan, eğer onlara yetmiş kere mağfireti anlatsan, yine de onlar Allah’ın mağfiretini anlayamazlar. İşte bu onların, Allah’ı ve o resul’ü görmemezlikten gelmeleri sebebiyledir. Hakikatleri bırakıp kendi anlayışlarına sapanlar, Allah’a yol bulamazlar.
-81-
فَرِحَ الْمُخَلَّفُونَ بِمَقْعَدِهِمْ خِلاَفَ رَسُولِ اللّهِ وَكَرِهُواْ أَن يُجَاهِدُواْ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَقَالُواْ لاَ تَنفِرُواْ فِي الْحَرِّ قُلْ نَارُ جَهَنَّمَ أَشَدُّ حَرًّا لَّوْ كَانُوا يَفْقَهُونَ
Ferihal muhallefûne bi makadihim hılâfe resûlillâhi ve kerihû en yucâhidû bi emvâlihim ve enfusihim fî sebîlillâhi ve kâlû lâ tenfirû fîl harr kul nâru cehenneme eşeddu harrâ lev kânû yefkahûn
Feriha el muhallefun | : sevinç, hoşlanma, ferah, aykırı, geride kalan, |
bi makadi-him | : koltuk, oturma, onlar, kalıp oturmaları ile |
Hilafe | : aykırı, karşı çıkma, muhalefet etme, |
resuli Allâh | : resul, hakikati gösteren, Allah |
Ve kerih en yucâhidû | : küçük görme, hor, hakir, mücadele, gayret |
Bi emval hum | : malları ile, değerleri, onlar |
ve enfusi-him | : canları, kendiler, nefsleri, onlar |
fî sebîli Allâh | : Allah’ın yolunda, hakikatlerinde, |
ve kalu la tenfir | : dediler, yok, sefer, koşmak, |
fi el har | : içinde, sıcak, hararet |
Kul nâr cehenneme | : anlat, ateş, yakıp yıkıcı olan, cehalet cehennemi |
eşed har | : daha fazla, şiddet, sıcak |
Lev kanu yefkahûne | : eğer, keşke, oldu, anlamak, idrak etme, anlasalardı |
81- Onlar oturdukları yerlerde Allah’ın hakikatini gösterene karşı çıkarlar, aykırı hareket etmekten hoşlanırlar ve Allah yolunda malları ve canları ile hakikatler için mücadele edenleri hor görürler ve derler ki: Böyle hararetle her yere koşmayın. De ki: Cehalet cehenneminin ateşinde daha fazla hararet vardır. Keşke anlayanlardan olsalardı.
-82-
فَلْيَضْحَكُواْ قَلِيلاً وَلْيَبْكُواْ كَثِيرًا جَزَاء بِمَا كَانُواْ يَكْسِبُونَ
Fel yadhakû kalîlen vel yebkû kesîrâ cezâen bi mâ kânû yeksibûn
fe li yadhakû kalilen | : bundan böyle, gülsünler, az, çok az, biraz |
ve li yebkû kesiran | : ağlasınlar, çok |
Cezae | : karşılık, |
bima kanu yeksibûn | : şeyler, sebebiyle, kazanmış oldukları, elde etme |
82- Bundan böyle elde ettikleri şeylere karşılık olarak az gülsünler ve çok ağlasınlar.
-83-
فَإِن رَّجَعَكَ اللّهُ إِلَى طَآئِفَةٍ مِّنْهُمْ فَاسْتَأْذَنُوكَ لِلْخُرُوجِ فَقُل لَّن تَخْرُجُواْ مَعِيَ أَبَدًا وَلَن تُقَاتِلُواْ مَعِيَ عَدُوًّا إِنَّكُمْ رَضِيتُم بِالْقُعُودِ أَوَّلَ مَرَّةٍ فَاقْعُدُواْ مَعَ الْخَالِفِينَ
Fe in receakallâhu ilâ tâifetin minhum festezenûke lil hurûci fe kul len tahrucû maiye ebeden ve len tukâtilû maiye aduvv innekum radîtum bil kuûdi evvele merratin fakudû meal hâlifîn
fe in recea ke Allah | : eğer, dönmek, sen, Allah |
ilâ tâifetin minhum | : bir topluluğa, taife, onlardan |
fe istezenû ke | : artık, izin, yetki, icazet, sen, |
li el huruc | : için, dışarı çıkmak, hariç, |
fe kul len tahrucu | : artık, anlat, değil, asla, çıkmak, hariç, dışarı |
Maiye ebeden | : benimle beraber, birlikte, ebediyyen |
ve len tukatilu | : asla, değil, yok, mahv etme, yok etme, yazık, öldürme, |
Maiye aduvven | : benimle beraber, düşman |
inne-kum raditum | : doğrusu, siz, razı olmak, hoşnut, memnun, siz |
bi el kuudi | : oturmak, bulunduğun yerde kalmak |
Evvele merratin | : ilk, ilk önce, daha önce, defa, kere, önceki hal |
Fe akudu mea | : öyleyse, oturmak, beraber, birlikte, |
el halifin | : geri kalan, eski halde, eski elbise, |
83- Eğer sen onlardan bir topluluğa Allah’ı anlatmak için dönsen, senden eski bildiklerine çıkmak için izin isterler. Artık de ki: Benimle birlikteliği anlamışsanız, ebediyen eski bildiklerinize çıkamazsınız ve beni anlamışsanız, düşmanlık yapamazsınız, asla öldüremezsiniz. Doğrusu siz bulunduğunuz yerlerde önceki hallerinizden hoşlanmışsanız, bundan böyle geride kalanlarla birlikte eski hallerinizde kalırsınız.
-84-
وَلاَ تُصَلِّ عَلَى أَحَدٍ مِّنْهُم مَّاتَ أَبَدًا وَلاَ تَقُمْ عَلَىَ قَبْرِهِ إِنَّهُمْ كَفَرُواْ بِاللّهِ وَرَسُولِهِ وَمَاتُواْ وَهُمْ فَاسِقُونَ
Ve lâ tusalli alâ ehadin minhum mâte ebeden ve lâ tekum alâ kabrihi innehum keferû billâhi ve resûlihî ve mâtû ve hum fâsikûn
ve la tu sala | : yok, dua, yönelme, bağlanma, uyma, ulaşmaz, |
Ala ehad minhum | : üzerine, biri için, onlardan, |
mate ebed | : ölünceye kader, öldü, ebediyyen |
ve lâ tekum | : yok, durma, değil, |
ala kabri hi | : üzerine, ulu, büyük, ileri gelen, o |
inne-hum keferu bi allah | : muhakkak, onlar, örten, görmemezlikten gelen Allah |
ve resûli-hi | : resul, hakikati gösteren, o |
ve matû | : öldü, ölünceye kadar, kaybetti, |
ve hum fasıkun | : onlar hakikatlerin dışına sapan, çıkan |
84- Onlardan o halde kalan birine ölünceye kadar uyma ve o toplumun ileri gelenlerinden biri olsa bile orada durma. Muhakkak ki onlar Allah’ı ve o resul’ü görmemezlikten gelirler ve onlar ölünceye kadar hakikatlerin dışına çıkmış olarak kalırlar.
-85-
وَلاَ تُعْجِبْكَ أَمْوَالُهُمْ وَأَوْلاَدُهُمْ إِنَّمَا يُرِيدُ اللّهُ أَن يُعَذِّبَهُم بِهَا فِي الدُّنْيَا وَتَزْهَقَ أَنفُسُهُمْ وَهُمْ كَافِرُونَ
Ve lâ tucibke emvâluhum ve evlâduhum, innemâ yurîdullâhu en yuazzibehum bihâ fîd dunyâ ve tezheka enfusuhum ve hum kâfirûn
fe lâ tucib-ke | : artık, yok, merak, acayip, hoş, imrenmek özenmek, sen, |
emval hum | : mallar, değerleri, mal mülk, onlar, |
ve lâ evlâdu-hum | : yok, evlat, çocukları, onlar |
İnnema yurîdu Allâh | : ancak, sadece, istek, irade, Allah |
en yuazzibe-hum biha | : için, azap, sıkıntı, onlar, onda, o halde |
fi el dunyâ | : dünya hayatında |
Ve tezheka enfusu-hum | : kayıp, çıkar, onların nefsleri, canları, anlamayı kaybeden |
Ve hum kafirûne | : onlar, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler |
85- Bundan böyle onların mallarına özenme ve onların evlatlarına özenme. Ancak Allah’ın iradesine bağlan. Dünya hayatında onların o sıkıntılı hallerinde olma ve onlar nefslerini anlamayı kaybedenlerdir ve onlar hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerdir
-86-
وَإِذَآ أُنزِلَتْ سُورَةٌ أَنْ آمِنُواْ بِاللّهِ وَجَاهِدُواْ مَعَ رَسُولِهِ اسْتَأْذَنَكَ أُوْلُواْ الطَّوْلِ مِنْهُمْ وَقَالُواْ ذَرْنَا نَكُن مَّعَ الْقَاعِدِينَ
Ve izâ unzilet sûretun en âminû billâhi ve câhidû mea resûlihistezeneke ulût tavli minhum ve kâlû zernâ nekun meal kâidîn
ve izâ unzilet | : sunsan, bildirsen, indirildiği zaman, |
suretun | : dış yüz, nusha, şekil, suretler |
en aminû bi Allah | : inanmak, iman etmek, Allah |
ve câhidû mea | : hakikatler için gayret göstermek, mücadele, birlikte, |
resul hi | : resul, hakikati gösteren, o |
istezene-ke | : izin, yetki, icazet, sen |
ulû et tavli minhum | : yücel, ulu, uzun, zengin, büyüklük içinde olan, onlardan |
ve kâlû zerna nekun | : dediler, bırak, olalım, bizi eski halimizde bırak |
mea el kâidîne | : beraber, birlikte, eski halde kalan, oturanlarla, |
86- Allah’a iman edin ve o resul ile beraber hakikatler için mücadelede edin, suretlerde kalmayın diye bildirsen, onlardan büyüklük içinde olanlar senden izin isterler ve derler ki: Bizi eski halimizde bırak, o halde kalanlarla birlikte olalım.
-87-
رَضُواْ بِأَن يَكُونُواْ مَعَ الْخَوَالِفِ وَطُبِعَ عَلَى قُلُوبِهِمْ فَهُمْ لاَ يَفْقَهُونَ
Radû bi en yekûnû meal havâlifi ve tubia alâ kulûbihim fe hum lâ yefkahûn
Radû bi en yekune | : razı olma, hoşlanma, hoşnut, olmak, |
Mea el havâlifi | : beraber, birlikte, çevre, civar, etrafındakiler |
ve tubia ala kulub him | : kapalı, kalpleri, onlar |
Fe hum lâ yefkahûne | : artık, onlar, yok, idrak etme, anlayamazlar |
87- Onlar etrafındakilerle beraber o hallerinden hoşlanırlar ve onların kalbleri hakikatleri anlamaya kapalıdır. Böylece onlar hakikatleri idrak edemezler.
-88-
لَكِنِ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُواْ مَعَهُ جَاهَدُواْ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ وَأُوْلَئِكَ لَهُمُ الْخَيْرَاتُ وَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
Lâkin el resûlu vellezîne âmenû meahu câhedû bi emvâlihim ve enfusihim ve ulâike lehumul hayrâtu ve ulâike humul muflihûn
Lâkin el resul | : lakin, fakat, resul, hakikati gösteren, |
ve ellezine âmenû | : iman edenler, inanan kimseler |
mea-hu cahedu | : onunla birlikte, mücadele, hakikatler için gayret gösterme |
bi emval him | : malları ile, onlar, |
ve enfus him | : canları, nefsleri, onlar |
ve ulaike lehum | : işte onlar, |
el hayrât | : iyiliklerde güzelliklerde olma, hayırlı işlerde, faydalı, |
ve ulaike hum | : işte onlar |
el muflihûn | : felah bulan, kurtuluş, huzur bulma, özü anlama |
88- Fakat hakikati gösteren ve iman edenler hep birlikte, malları ve canları ile hakikatler için mücadele ederler, işte onlar iyiliklerde güzelliklerde olanlardır ve işte onlar felah bulanlardır.
-89-
أَعَدَّ اللّهُ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا ذَلِكَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ
Eaddallâhu lehum cennâtin tecrî min tahtihâl enhâru hâlidîne fîhâ zâlikel fevzul azîm
eadde Allâh lehum | : hazır, vardır, Allah, onlar |
Cennatin tecri | : cennet, huzur, zevk, vardır, akar |
min tahtihâ el enhâr | : altından nehirler, ilim, |
Halidine fiha | : devamlı, ebedi, orada, o halde |
Zalike el fevzu el azîmu | : işte bu, büyük kurtuluş, büyük, yüce |
89- Onlar Allah’ta huzur bulurlar, makamlarında bir ilim üzeredirler, devamlı o haldedirler. İşte yüce kurtuluş budur.
-90-
وَجَاء الْمُعَذِّرُونَ مِنَ الأَعْرَابِ لِيُؤْذَنَ لَهُمْ وَقَعَدَ الَّذِينَ كَذَبُواْ اللّهَ وَرَسُولَهُ سَيُصِيبُ الَّذِينَ كَفَرُواْ مِنْهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ
Ve câel muazzirûne minel arâbi lî yuzene lehum ve kaadellezîne kezebûllâhe ve resûlehu se yusîbullezîne keferû minhum azâbun elîm
ve cae el muazzirun | : geldi, sundu, bildirdi, mazeret, özür, bahane |
min el arabi | : bedevi, dolaşıp duran, eski hallerinde kalan |
li yuzene lehum | : izin için, yetki, onlar, |
kaade | : o halde kalan, oturan, geride kalan |
ellezine kezebû Allâh | : o kimseler, yalanlarda kalan, allah |
ve resûle-hu | : resul, hakikati gösteren, o, |
Se yusibe | : isabet, temas, |
ellezine keferû | : hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler |
minhum azab elim | : onlardan, sıkıntı, azap, elim, acı |
90- Eski halleriyle dolaşıp duranlar, kendi bildiklerinde kalmak için izin isterler, mazeret bildirirler. Allah hakkında yalanlarda kalanlar ve o resul’ü anlayamayan kimseler, hakikatleri görmemezlikten gelip örten kimselerden olmaları sebebiyle acı sıkıntılarda kalırlar.
-91-
لَّيْسَ عَلَى الضُّعَفَاء وَلاَ عَلَى الْمَرْضَى وَلاَ عَلَى الَّذِينَ لاَ يَجِدُونَ مَا يُنفِقُونَ حَرَجٌ إِذَا نَصَحُواْ لِلّهِ وَرَسُولِهِ مَا عَلَى الْمُحْسِنِينَ مِن سَبِيلٍ وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Leyse alâd duafâi ve lâ alâl merdâ ve lâ alâllezîne lâ yecidûne mâ yunfikûne haracun izâ nasahû lillâhi ve resûlihî mâ alâl muhsinîne min sebîl vallâhu gafûrun rahîm
Leyse ala el duafai | : değildir, yoktur, üzerine, için, yazıf olan, güçsüz, |
Ve la ala el merdâ | : yok, hastaların üzerine |
Ve ala ellezine la yecidune | : üzerine, için, o kimseler, yok, bulamayan |
mâ yunfikûne | : değil, şey, ne, infak, verecek, harcamak, |
haracun | : zorluk |
izâ nasahû li allah | : samimi, sadık, öğüt, öneri, nasihat edip, Allah için |
ve resul hi | : Allah için ve resul, o |
ma ala el muhsinine | : üzerine yoktur, tüm özüyle hakikate bağlı olan, muhsin |
Min sebil | : bir yol, hak yolu, |
Ve Allah gafur | : Allah, mağfiret eden, bağışlayan |
rahim | : rahim olan, |
91- Zayıf olanlar, hasta olanlar, bir zorluk içinde olup infak edecek bir şey bulamayan kimseler, Allah ve resul’ü için etrafındaki kimselere öğüt verdikleri müddetçe, onlara bir vebal yoktur. Hakk yolunda tüm özüyle hakikatlere bağlı olanların üzerine de bir vebal yoktur. Allah mağfiret edendir, tüm varlığı özünden varedendir.
-92-
وَلاَ عَلَى الَّذِينَ إِذَا مَا أَتَوْكَ لِتَحْمِلَهُمْ قُلْتَ لاَ أَجِدُ مَا أَحْمِلُكُمْ عَلَيْهِ تَوَلَّواْ وَّأَعْيُنُهُمْ تَفِيضُ مِنَ الدَّمْعِ حَزَنًا أَلاَّ يَجِدُواْ مَا يُنفِقُونَ
Ve lâ alâllezîne izâ mâ etevke li tahmilehum kulte lâ ecidu mâ ahmilukum aleyhi tevellev ve ayunuhum tefîdu mined demi hazenen ellâ yecidû mâ yunfikûn
ve la ala ellezine | : yok, değil, o kimselerin üzerine yoktur |
iza mâ etev ke | : olduğunda, değil, şey, ne, gelme, sen |
li tahmile-hum | : için, taşıma, bir şey getirme, onlar |
Kulte la ecidu | : sen dedin, dediğinde, yok, bulma, |
mâ ahmilu-kum aleyhi | : şey, ne, değil, taşıma, getirme, siz, üzerine, onlara |
tevellev | : döndüler, sürdü, aldı, kendi bilişlerine dönerler |
ve ayunu hum | : aynılık, gözler, şeref, birlik, benzer, onlar, |
tefidu | : taşan, akmak, |
min ed demi hazenen | : damla, gözyaşı, kandan, hüzün, üzüntü, keder |
ela yecidû | : bulamaması, bulamaz, |
ma yunfikune | : infak edecek bir şey, veremeyen |
92- Eski bildikleriyle sana gelmeyenler ve eski bildiklerine geri dönenlerden siz bir şey getirmeyin denildiğinde ona uyanlar ve infak edecek bir şey bulamayıp hüzünlenenler, bir birlik içinde duran o kimselere de bir vebal yoktur.
-93-
إِنَّمَا السَّبِيلُ عَلَى الَّذِينَ يَسْتَأْذِنُونَكَ وَهُمْ أَغْنِيَاء رَضُواْ بِأَن يَكُونُواْ مَعَ الْخَوَالِفِ وَطَبَعَ اللّهُ عَلَى قُلُوبِهِمْ فَهُمْ لاَ يَعْلَمُونَ
İnnemâs sebîlu alâllezîne yestezinûneke ve hum agniyâu radû bi en yekûnû meal havâlifi ve tabeallâhu alâ kulûbihim fe hum lâ yalemûn
İnnemâ el sebil | : ancak, sadece, yol, |
Ala ellezine yestezinûn ke | : bazı kimseler, izin isteme, yetki, icazet, sen |
ve hum agniyau | : onlar, gani olma, zengin, varlık sahibi, makam mevki |
Radu bi en yekûnû | : razı, hoşnut, hoşlanma, olmak |
mea el havâlifi | : beraber, geride kalma, kendi bilişlerinde kalma |
ve tabea allah | : kapalı, mühürlü, Allah |
Alâ kulubi him | : üzerini, kalpleri, onlar |
Fe hum la yalemune | : böylece, onlar, yok, bilme, bilmezler, |
93- Ancak bazı kimseler, o yolda senden makam mevki sahibi olmak için izin isterler. Onlar geride bıraktıkları hallerden hoşlanırlar. Onların kalbleri Allah’ın hakikatlerine kapalıdır, işte onlar hakikatleri bilemezler.
-94-
يَعْتَذِرُونَ إِلَيْكُمْ إِذَا رَجَعْتُمْ إِلَيْهِمْ قُل لاَّ تَعْتَذِرُواْ لَن نُّؤْمِنَ لَكُمْ قَدْ نَبَّأَنَا اللّهُ مِنْ أَخْبَارِكُمْ وَسَيَرَى اللّهُ عَمَلَكُمْ وَرَسُولُهُ ثُمَّ تُرَدُّونَ إِلَى عَالِمِ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ فَيُنَبِّئُكُم بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ
Yatezirûne ileykum izâ recatum ileyhim kul lâ tatezirû len numine lekum kad nebbe enallâhu min ahbârikum ve se yerâllâhu amelekum ve resûluhu summe tureddûne ilâ âlimil gaybi veş şehâdetî fe yunebbiukum bi mâ kuntum tamelûn
Yatezirûne ileykum | : özür, bahane, mazeret, size |
izâ recatum ileyhim | : siz geri döndüğünüz zaman, onlara |
Kul la tatezirû | : anlat, yok, mazeret, özür, bahane, |
len numine | : değil, asla, inanma |
Lekum kad | : size, oldu, olmuştu |
nebbe ene allâh | : haber, bilgi, bildirme, ben, allah |
min ahbâri-kum | : haber, bilgi verme, siz |
ve se yerâ Allâh | : görme, bilme, tanımak, Allah, |
amel kum | : amel, çalışma, gayret, siz |
ve resûlu-hu | : resulü, hakikati gösteren, o |
Summe tureddune | : sonra, döndürülme, dönmek, reddetmek, geri dönmek |
İla âlimil gaybi | : ancak, ilmin sahibi, görünmeyen bilinmeyen âlem |
ve el şehâdetî | : heran her yerde hazır olan, görünen, bilinen, |
fe yunebbiu-kum | : öyle ki, böylece, size haber verecek, bildirilir, |
bi mâ kuntum tamelun | : şeyleri, oldunuz, yaptığınız, amelleriniz |
94- Onlar eski bildiklerine döndüklerinde size mazeret bildirirler. De ki: Mazeret bildirmeyin, siz inanmadınız. Allah hakkındaki bilgileri size bildirdim. Siz Allah’ı tanımak için gayret gösterin ve resulünü anlayın. Sonra siz eski bildiklerinizi bırakın, görünen ve görünmeyen âlemdeki ilmin sahibine dönün. Öyle ki yapmakta olduğunuz şeylerden hakikatler size her an bildirilir.
-95-
سَيَحْلِفُونَ بِاللّهِ لَكُمْ إِذَا انقَلَبْتُمْ إِلَيْهِمْ لِتُعْرِضُواْ عَنْهُمْ فَأَعْرِضُواْ عَنْهُمْ إِنَّهُمْ رِجْسٌ وَمَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ جَزَاء بِمَا كَانُواْ يَكْسِبُونَ
Se yahlifûne billâhi lekum izânkalebtum ileyhim li turidû anhum fe arıdû anhum innehum ricsun ve mevâhum cehennem cezâen bi mâ kânû yeksibûn
se yahlifûne bi Allah lekum | : yemin edecekler, Allah, size |
izâ inkalebtum ileyhim | : köklü değişiklik, değişme, çevirmiş, dönmüş, onlar |
Li turidu an-hum | : için, dönme, yüz çevirme, onlardan |
fe arıdû anhum | : artık yüz çevirin, onlardan |
inne-hum ricsun | : muhakkak ki onlar, pis, kirli, cehalet kirliliği |
ve mevâ hum | : sığınak, barınak, bulunulan yer, |
cehennem ceza | : cehaletin cehennemi, yakıcı olan, karşılık |
bi mâ kânû | : oldukları şeyler sebebiyle |
Bi ma kanu yeksibûne | : kesbederler, kazanırlar |
95- Onlardan yüz çevirdiğiniz için, size değişeceklerine dair Allah adına yemin ederler.
Artık onlardan uzak dur. Muhakkak ki onlar cehaletin, egonun kirliliğindedirler ve yaptıklarına karşılık onların bulundukları yer cehaletin cehennemidir.
-96-
يَحْلِفُونَ لَكُمْ لِتَرْضَوْاْ عَنْهُمْ فَإِن تَرْضَوْاْ عَنْهُمْ فَإِنَّ اللّهَ لاَ يَرْضَى عَنِ الْقَوْمِ الْفَاسِقِينَ
Yahlifûne lekum li terdav anhum fe in terdav anhum fe innallâhe lâ yerdâ anil kavmil fâsikîn
Yahlifûne lekum | : yemin ederler, size |
Li terdav an-hum | : için, razı, hoşnut, benimseyen, karşılamak, onlardan |
fe in terdav anhum | : o zaman, eğer, razı, memnun, onlardan |
fe inne Allâh la yerda | : doğrusu, Allah, yok, razı, hoşnut |
an el kavmi el fâsikîne | : fasıklar kavminden, sapan, hakikatlerden sapan, |
96- Kendilerden razı olmanız için size yemin ederler. Fakat siz onlara sevgi gösterseniz de, doğrusu kendi bilişlerine sapanlar Allah’ın hakikatlerinden hoşlanmazlar
-97-
الأَعْرَابُ أَشَدُّ كُفْرًا وَنِفَاقًا وَأَجْدَرُ أَلاَّ يَعْلَمُواْ حُدُودَ مَا أَنزَلَ اللّهُ عَلَى رَسُولِهِ وَاللّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ
El arâbu eşeddu kufran ve nifâkan ve ecderu ellâ ya’lemû hudûde mâ enzelallâhu alâ resûlihî vallâhu alîmun hakîm
el arâb | : bedevi, dolaşan, dolaşıp duran, |
eşed kafr | : daha fazla, hakikatleri örten, görmemezlikten gelen, |
ve nifak | : ikiyüzlü, bozguncu, arabozucu, |
Ve ecder ellâ yalemû | : daha layık, yatkın, bilmemeye, |
hudud | : sınır, had, ölçü, hüküm |
Ma enzele Allâh | : sunulan şey, verilen, bildirilen, Allah, |
ala resul hi | : resul, hakikati gösteren, o |
ve Allâh alim | : Allah, ilmiyle var eden, ilmin sahibi, |
hakim | : hâkim olan, hükmün sahibi, |
97- Hakikatleri görmemezlikten gelenler, daha fazla cehalet halleriyle dolaşırlar. Onlar ikiyüzlülüğe ve Allah’ın sunduğu şeyleri ve o resulün açıkladığı o ölçüleri bilmemeye daha yatkındırlar ve onlar ilmiyle tüm varlığa hâkim olanın Allah olduğunu bilemezler.
-98-
وَمِنَ الأَعْرَابِ مَن يَتَّخِذُ مَا يُنفِقُ مَغْرَمًا وَيَتَرَبَّصُ بِكُمُ الدَّوَائِرَ عَلَيْهِمْ دَآئِرَةُ السَّوْءِ وَاللّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
Ve minel arâbi men yettehızu mâ yunfiku magramen ve yeterabbesu bi kumud devâir aleyhim dâiratus sevi vallâhu semîun alîm
ve min el Arabi | : bedevi, dolaşıp arayan, |
Men yettehızu | : kimseler, edinme, yapma, |
Ma yunfiku | : değil, şey, ne, infak, vermez, |
magramen | : ayartıcı, zarar, ziyan |
ve yeterabbesu bikum | : bekler, sizi, takip eder |
ed devâire | : devirler, dönemler, olayların değişmesi, hareketler |
Aleyhim dâiratu | : onların, kendileri, dönem, süreç, cember, hareket etmek |
es sevi | : kötü, fena, |
ve allâh semiun alim | : Allah, işitme, ilmin sahibi |
98- Gezip dolaşanlardan öyle kimseler vardır ki, edindiği şeyleri zarara uğrar diye vermezler. Sizin değişimlerinizi takip ederler ve kendileri ise fena hallerle hareket ederler ve işittirenin, ilmin sahibinin Allah olduğunu bilmezler.
-99-
وَمِنَ الأَعْرَابِ مَن يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَيَتَّخِذُ مَا يُنفِقُ قُرُبَاتٍ عِندَ اللّهِ وَصَلَوَاتِ الرَّسُولِ أَلا إِنَّهَا قُرْبَةٌ لَّهُمْ سَيُدْخِلُهُمُ اللّهُ فِي رَحْمَتِهِ إِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Ve minel arâbî men yuminu billâhi vel yevmil âhıri ve yettehızu mâ yunfiku kurubâtin indallâhi ve salavâtir resûl e lâ innehâ kurbetun lehum se yudhıluhumullâhu fî rahmetihî innallâhe gafûrun rahîm
ve min el Arabi | : bedevi, gezip dolaşan, arayan |
Men yumini bi Allah | : kim, kimse, iman eder, Allah |
ve el yevmi el âhıri | : sonunda, |
ve yettehızu | : edinir, kabul eder, sığınır, sarılır, |
ma yunfiku | : şey, ne, değil, infak, verme |
Kurubâtin inde Allah | : yakınlıklar, katında, ona ait olan, Allah |
ve salavâti | : her şeyiyle hakka yönelme, hakka bağlılık, |
el resûli | : resul, hakikati gösteren, |
E la innehâ kurbetun lehum | : öyle değil mi, gerçekten o, yakınlık, onlar |
se yudhılu-hum | : dahil olma, girme, onlar, |
Allah fî rahmeti-hi | : Allah, içindeki, rahmet, o, kendi |
inne Allâh gafur | : muhakkak ki Allah, mağfiret, temizleyen, |
rahim | : rahim olan, varlığı özünden var eden, |
99- Gezip dolaşan öyle kimseler vardır ki, Allah’a ve sonlarına inanırlar ve hakikatlere sarılırlar, edindikleri şeylerden verirler, Allah’a olan yakınlığı bilirler ve resulün her şeyiyle her zaman Hakk’a yöneldiğini anlarlar. Onların; o hakikatlere dahil olması, kendilerindeki Allah’ın rahmetini anlaması, doğrusu o yakınlık değil midir? Muhakkak ki Allah lütuflarını tertemiz sunandır, tüm varlığı özünden varedendir.
-100-
وَالسَّابِقُونَ الأَوَّلُونَ مِنَ الْمُهَاجِرِينَ وَالأَنصَارِ وَالَّذِينَ اتَّبَعُوهُم بِإِحْسَانٍ رَّضِيَ اللّهُ عَنْهُمْ وَرَضُواْ عَنْهُ وَأَعَدَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي تَحْتَهَا الأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا ذَلِكَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ
Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ıhsânin radıyallâhu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehâl enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ zâlikel fevzul azîm
ve es sâbikûne | : önde olanlar, irfan sahibi, ileri derecede olan |
el evvelûne | : ilk, öncelik, önceki, ileride, |
min el muhâcirin | : hicret, göç eden, bir yerden bir yere taşınan, |
ve el ensar | : yardımcı olan, koruyan, |
ve ellezine ettebeû-hum | : onlara tâbi kimseler, takip edenler, uyanlar, |
bi ıhsânin | : iyilik, bağış, ihsan ile, iyi haller, |
radıye Allâh anhum | : razı olma, mutlu, hoşnut, Allah, onlar, kendilerinde, |
ve radû an-hu | : rıza, mutlu, huzurlu, o rıza üzere olan, |
ve eadde lehum cennet | : hazırladı, onlara, cennet |
Terci tahte ha el enhar | : akar, vardır, makamlarında, nehir, akıp giden ilim |
Halidina fiha ebeden | : ebedi, devamlı, orada, sonsuz, hep |
zâlike el fevzu el azîmu | : işte bu, büyük kurtuluştur, |
100- Hakikatlerin arayışı için bir yerden bir yere göç edip, irfan bakımından ileri derecede olanlar ve hakikatleri arayanlara yardım edenler ve iyi hallerde onları takip edenler, onlar Allah’ın rızasını anlamışlardır ve onlar o rıza üzere hareket ederler. Onlar için huzur vardır. Makamlarında bir ilim üzeredirler, devamlı o hallerle hareket ederler. İşte O yüce kurtuluş budur.
-101-
وَمِمَّنْ حَوْلَكُم مِّنَ الأَعْرَابِ مُنَافِقُونَ وَمِنْ أَهْلِ الْمَدِينَةِ مَرَدُواْ عَلَى النِّفَاقِ لاَ تَعْلَمُهُمْ نَحْنُ نَعْلَمُهُمْ سَنُعَذِّبُهُم مَّرَّتَيْنِ ثُمَّ يُرَدُّونَ إِلَى عَذَابٍ عَظِيمٍ
Ve mimmen havlekum minel arâbi munâfikûn ve min ehlil medîneti meredû alân nifâkı lâ talemuhum nahnu nalemuhum se nuazzibuhum merrateyni summe yuraddûne ilâ azâbin azîm
ve minmen havle hum | : o kimselerden, etraf, çevre, siz |
min el Arabi | : gezip dolaşan, arayışta olan, |
munafıkun | : ikiyüzlü, münafık, içi başka dışı başka, nifakta, |
ve min ehle | : ehli, sahip, yetkili, halk, ehil kimse, kâmil, usta, |
el medîneti | : medeniyet, uygarlık, |
Meredû | : adette kalmış, alışmış, hastalık, |
nifâkı | : nifak üzerinde olma, ikilikte, ayrımcılık, |
la talemu hum | : yok, bilme, onları |
Nahnu nalemu hum | : biz, ilmin sahibi, bilmek, onlar |
se nuazzibu hum | : azap, sıkıntı |
merrateyn | : ikilikte kalma, iki kere, defa, kez, |
Summe yuraddûne | : sonra, döndürülecekler, çevrilecekler, reddeden |
ilâ azâbin azîmin | : azap, sıkıntı, büyük, ağır, |
101- Çevrenizde dolaşıp duran içi başka dışı başka olanlar vardır ve uygar olduklarını düşünüp ikilikte kalmış, adetlerde kalmış olanlar da vardır. Bizi bilenler de vardır, Bizi bilemeyenler de vardır. Onlardan ikilikte kalanlar Bizi bilememenin sıkıntısındadırlar. Sonra onlar hakikatleri reddetme halinde büyük sıkıntılardadır.
-102-
وَآخَرُونَ اعْتَرَفُواْ بِذُنُوبِهِمْ خَلَطُواْ عَمَلاً صَالِحًا وَآخَرَ سَيِّئًا عَسَى اللّهُ أَن يَتُوبَ عَلَيْهِمْ إِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Ve âharûn eterefû bi zunûbihim haletû amelen sâlihan ve âhara seyyiâ asâllâhu en yetûbe aleyhim innallâhe gafûrun rahîm
ve âharûne iterefû | : diğerleri, başkaları, sonra, itiraf, anlama, |
bi zunûbi-him | : fenaların, hatalar, günahlarını |
Haletu | : karıştırma, karışık, suret, hâl, keyfiyet, |
amelen sâlihan | : salih amel, dosdoğru çalışma, iyi çalışmalar |
ve âhara seyyien | : diğer, başka, sonra, kötü, fena, |
asâ Allâh | : umulur ki, belki, Allah, |
en yetube aleyhim | : yönelme, tevbe, hatasını anlayıp dönen, onların, |
inne Allâh gafur | : muhakkak ki Allah, mağfiret eden, temizleyen, |
rahim | : rahim olan, varlığı özünden var eden, |
102- Onlar iyi amelle kötü ameli karıştırdılar, bu konuda hata ettiklerini anlayanlar da oldu. Umulur ki onlar yaptıkları hataları bir daha yapmamak üzere Allah’a dönerler. Muhakkak ki Allah lütuflarını tertemiz sunandır, tüm varlığı özünden varedendir.
-103-
خُذْ مِنْ أَمْوَالِهِمْ صَدَقَةً تُطَهِّرُهُمْ وَتُزَكِّيهِم بِهَا وَصَلِّ عَلَيْهِمْ إِنَّ صَلاَتَكَ سَكَنٌ لَّهُمْ وَاللّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
Huz min emvâlihim sadakaten tutahhiruhum ve tuzekkîhim bihâ ve salli aleyhim inne salâteke sekenun lehum vallâhu semîun alîm
Huz min emvali-him | : almak, çekmek, gayret, sarılmak, mal, varlık, değer, onlar |
sadakaten | : içtenlik, samimi, doğruluk, sağlam, sadaka, vermek |
tutahhiru-hum | : temizleme, arıtma, saflaştırma, onları |
ve tuzekki-him biha | : aklama, temizlenme, aydınlanma, anlayış, kavrayış, |
ve salli aleyhim | : bağlantı, yönelmek, dua, onlara, onlarda |
İnne salate-ke | : muhakkak, bağlılığın, salât, hakka bağlılık, |
Sekenun lehum | : huzur, sukun, onlar |
ve Allâh semiun alim | : Allah, işittiren, ilmin sahibi, ilmiyle var eden |
103- Onlar değerlere sarılsınlar, onlar cehaletten temizlenip sadakat içinde olsunlar ve onlar hakikatlerle aydınlansınlar. Muhakkak ki senin bağlılık şuurunda olduğun gibi onlarda bağlılık şuurunda olurlarsa huzur bulurlar. Allah işittirendir, ilmin sahibidir
-104-
أَلَمْ يَعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ هُوَ يَقْبَلُ التَّوْبَةَ عَنْ عِبَادِهِ وَيَأْخُذُ الصَّدَقَاتِ وَأَنَّ اللّهَ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ
E lem yalemû ennallâhe huve yakbelut tevbete an ibâdihî ve yehuzus sadakâti ve ennallâhe huvet tevvâbur rahîm
e lem yalemû | : Bilemediler mi, anlamadılar mı? |
enne allah | : Olduğunu, Allah |
Huve yakbelu | : O, kabul eden, |
el tevbete | : tevbe, yaptıklarından pişmanlık duyma, hatasını anlayan |
an ibâdi-hi | : kullarından |
ve yehuzu el sadakat | : alır, sarar, kuşatır, doğruluk, gerçek, verme, içtenlik |
ve enne allâh | : muhakkak ki Allah |
Huve el tevvab | : o, tövbeleri kabul eden, |
el rahim | : rahim olan, varlığı özünden var eden, |
104- Allah’ın ne olduğunu bilemediler mi? O’dur kullarının tövbelerini kabul eden ve tüm gerçekliğiyle onları saran. Muhakkak ki Allah, O’dur tövbeleri kabul eden, tüm varlığı özünden vareden.
-105-
وَقُلِ اعْمَلُواْ فَسَيَرَى اللّهُ عَمَلَكُمْ وَرَسُولُهُ وَالْمُؤْمِنُونَ وَسَتُرَدُّونَ إِلَى عَالِمِ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ فَيُنَبِّئُكُم بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ
Ve kulimelû fe se yerâllâhu amelekum ve resûluhu vel muminûn ve se tureddûne ilâ âlimil gaybi veş şehâdeti fe yunebbiukum bi mâ kuntum tamelûn
ve kul imelû | : de, çalışın, gayret gösterin, amel edin, yapın |
ve se yerâ Allâh | : görmek, bilmek, tanımak, Allah, |
amel kum | : amel, çalışma, gayret etmek, siz |
ve resûlu-hu | : resul, o |
ve el muminûne | : ve müminler |
ve se tureddune | : sonra, döndürülme |
İla âlim el gaybi | : ancak, sadece, görünmeyen bilinmeyen alemin sahibi |
ve el şehâdetî | : heran her yerde hazır olan, görünen |
fe yunebbiu-kum | : öyle ki, haber, bildirilme, siz, |
bi mâ kuntum tamelun | : şeyleri, oldunuz, yaptığınız, amelleriniz |
105- De ki: Çalışın, Allah’ı tanımak için gayret gösterin ve Resulünü de anlayın ve siz eski cehalet bildiklerinizi bırakın, görünen ve görünmeyen âlemdeki ilmin sahibine dönün ve müminlerden olun. Öyle ki yapmakta olduğunuz şeylerden hakikatler size her an bildirilir.
-106-
وَآخَرُونَ مُرْجَوْنَ لِأَمْرِ اللّهِ إِمَّا يُعَذِّبُهُمْ وَإِمَّا يَتُوبُ عَلَيْهِمْ وَاللّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ
Ve âharûne murcevne li emrillâhi immâ yuazzibuhum ve immâ yetûbu aleyhim vallâhu alîmun hakîm
ve âharûne murcevne | : diğerleri, başka, ertelenmiş, tehir edilmiş, anlamayı bırakmak, anlamayı terk etmek |
li emri allâh | : işleyiş, hüküm, kanun, emir, Allah |
İmma yuazzibu-hum | : ama, sıkıntılarda olan, onlar |
ve immâ yetube aleyhim | : ama, yahut, tevbe, yönelme, onların |
ve allâhu alim | : Allah, ilmin sahibi, ilmiyle var eden, |
hakim | : tüm varlığa hâkim olan, hükmün sahibi, |
106- Allah’ın tüm varlıktaki işleyişini anlamak için diğerleri gibi ertelemeyin. Ya onlar sıkıntılarda kalacaklardır, ya da onlar da tövbe edip yöneleceklerdir. Allah ilmiyle varedendir, tüm varlığa tecellileriyle hâkim olandır.
-107-
وَالَّذِينَ اتَّخَذُواْ مَسْجِدًا ضِرَارًا وَكُفْرًا وَتَفْرِيقًا بَيْنَ الْمُؤْمِنِينَ وَإِرْصَادًا لِّمَنْ حَارَبَ اللّهَ وَرَسُولَهُ مِن قَبْلُ وَلَيَحْلِفَنَّ إِنْ أَرَدْنَا إِلاَّ الْحُسْنَى وَاللّهُ يَشْهَدُ إِنَّهُمْ لَكَاذِبُونَ
Vellezînettehazû mesciden dırâran ve kufran ve tefrîkan beynel muminîne ve irsâden li men hâraballâhe ve resûlehu min kabl ve le yahlifunne in erednâ illâl husnâ vallâhu yeşhedu innehum le kâzibûn
ve ellezîne ettehazû | : o kimseler, edindiler, yaptılar, sarıldılar, |
Mesciden | : tüm varlığıyla teslim olunan yer, mescid, |
dıraran | : zarar, ziyan, ikilik, |
ve kufran | : hakikatleri görmemezlikten gelip örtmek |
ve tefrikan | : ayırmak, ikilikte bırakmak, |
beyne el müminin | : arasını, müminlerin |
ve irsâden | : gözlemek, beklemek |
li men hârabe allâhe | : içim, kim, mücadele, savaş, kavga, Allah |
ve resûle-hu min kablu | : resulü, önceden, daha önce |
ve le yahlifunne | : mutlaka yemin ederler |
in ered-nâ | : isteriz, arzu ederiz, biz |
illâ el husna | : ancak, sadece, iyilik, güzellik |
Ve Allah yeşhedu | : Allah, her an her yerde olandır |
inne-hum le kazibin | : doğrusu, onlar, elbette, yalanlarda kalanlardır |
107- O kimseler; ikilik çıkaracak, zarar ziyan verecek, hakikatleri görmemezlikten gelip örtecek ve müminlerin arasına ikilik sokacak mescid yaptılar. Allah’ın hakikatleri için mücadele eden kimseleri gözetleme içinde oldular. Daha öncede o resul’ü takip etmişlerdi. Elbette biz iyiliklerden, güzelliklerden başka bir şey arzu etmeyiz, diye de yemin ederler. Allah her an her yerde hazır olandır. Doğrusu onlar elbette yalanlarda kalanlardır.
-108-
لاَ تَقُمْ فِيهِ أَبَدًا لَّمَسْجِدٌ أُسِّسَ عَلَى التَّقْوَى مِنْ أَوَّلِ يَوْمٍ أَحَقُّ أَن تَقُومَ فِيهِ فِيهِ رِجَالٌ يُحِبُّونَ أَن يَتَطَهَّرُواْ وَاللّهُ يُحِبُّ الْمُطَّهِّرِينَ
Lâ tekum fîhi ebedâ le mescidun ussise alât takvâ min evveli yevmin ehakku en tekûme fîhi fîhi ricâlun yuhıbbûne en yetetahherû vallâhu yuhıbbul muttahhirîn
lâ tekum fihi | : yok, bulunma, onun içine bulunma, girme, |
ebeden | : ebediyen, hiçbir zaman, |
Le mescidun | : elbette, mescid, tüm varlığıyla teslim olan |
esase | : esas olan, doğru olan, asıl olan, bulunmak, |
alâ et takvâ | : fenalardan sakınmak, ortak koşmamaktır |
min evveli yevmin e hakk | : ilk günden, an, hak, doğru, gerçek, hakikatler, uygun |
en tekume fihi | : olman, onun içinde, orada, |
fî-hi rical yuhibbin | : onun içinde, orada, ileri gelen, yüksek makam, sevgi |
en yetetahherû | : temizlenmek, arınmak |
ve Allah yuhıb | : Allah, sevgi, aşk, |
el muttahhirin | : temizlenme, arınma |
108- Hiçbir zaman onun içinde olma. Elbette esas olan mescid, fenalardan sakınmak, Allah’a ortak koşmamak üzere ilk andan itibaren hakikatlerin sunulduğu yerdir. Orada ol. Orada yüce makamlarda temizlenmek vardır ve o temizlenmede Allah sevgisi vardır.
-109-
أَفَمَنْ أَسَّسَ بُنْيَانَهُ عَلَى تَقْوَى مِنَ اللّهِ وَرِضْوَانٍ خَيْرٌ أَم مَّنْ أَسَّسَ بُنْيَانَهُ عَلَىَ شَفَا جُرُفٍ هَارٍ فَانْهَارَ بِهِ فِي نَارِ جَهَنَّمَ وَاللّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ
E fe men essese bunyânehu alâ takvâ minallâhi ve rıdvânin hayrun em men essese bunyânehu alâ şefâ curufin hârin fenhâra bihî fî nâri cehennem vallâhu lâ yehdîl kavmez zâlimîn
e fe men esesa | : o kimse mi? Esas olan, doğru olan, temel, asıl, hakikat |
bunyâne-hu | : yapı, bina, esas, beden, vucüd, durum, |
Ala takva min allâhi | : üzerine, fenalardan sakınma ortak koşmama, Allah |
ve rıdvanin hayrun | : rıza, hoşnutluk, memnun, hayırlı, iyi, yararlı, faydalı |
Emmen esase bunyan hu | : yada, o kimse mi, esas, doğru, yapı, beden, o |
ala şefa | : üzeri, karşı, kenar, taraf, uç, ayrılık |
curufin | : çürük, anlayışın çürüklüğü, zayıflığı, |
hârin | : kayan, idraksiz, kargaşa, yıkılmış, hor, yarmak |
fe inhar bi-hi | : böylece, çöküş, yıkılma, orada, onun içinde |
fî nâri cehenneme | : cehennem ateşinin içine |
Ve Allah la yehdî | : Allah, yok, yol bulma, hidayet |
el kavme ez zâlimîne | : kimse, topluluk, zulümlerde olanlar, |
109- Asıl olan; fenalardan sakınan, Allah’a ortak koşmayan ve faydalı olan, memnunluk veren kimsenin yapısı mı? Yoksa anlayışı sağlam bir temele dayanmayan, yıkılıp giden, ayrılıklar üzere olan kimsenin yapısı mı daha esastır. İşte o halde olanın içinde bir çöküş, içinde cehalet cehenneminin ateşi vardır. Zalim kimseler Allah’a yol bulamazlar.
-110-
لاَ يَزَالُ بُنْيَانُهُمُ الَّذِي بَنَوْاْ رِيبَةً فِي قُلُوبِهِمْ إِلاَّ أَن تَقَطَّعَ قُلُوبُهُمْ وَاللّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ
Lâ yezâlu bunyânuhumullezî benev rîbeten fî kulûbihim illâ en tekattaa kulûbuhum vallâhu alîmun hakîm
lâ yezâl bunyan | : yok, kaybolmaz, ortadan kalkmaz, yapı, durum, esas, |
hum ellezi | : onlar, o kimseler, |
benev ribeten | : bina, vücud, oluşturma, var olmak, inşa, şüphe, |
fi kulûbi-him | : onların kalplerinde |
İllâ en tekattaa | : ancak, sadece, kırmak, parçalanmak, bütünlüğü bozma |
kulûbu-hum | : onların kalbleri |
ve Allâh alim hakim | : Allah, ilmin sahibi, ilmiyle var eden, hâkim olan |
110- Onların kalblerinde şüpheleri var oldukça, onların durumları ortadan kalkmaz. Onların kalblerinde sadece bütünlüğü bozmak vardır. Allah tüm varlığa ilmiyle hâkim olandır.
-111-
إِنَّ اللّهَ اشْتَرَى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ أَنفُسَهُمْ وَأَمْوَالَهُم بِأَنَّ لَهُمُ الجَنَّةَ يُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ فَيَقْتُلُونَ وَيُقْتَلُونَ وَعْدًا عَلَيْهِ حَقًّا فِي التَّوْرَاةِ وَالإِنجِيلِ وَالْقُرْآنِ وَمَنْ أَوْفَى بِعَهْدِهِ مِنَ اللّهِ فَاسْتَبْشِرُواْ بِبَيْعِكُمُ الَّذِي بَايَعْتُم بِهِ وَذَلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ
İnnallâheşterâ minel mu’minîne enfusehum ve emvâlehum bi enne lehumul cenneh yukâtilûne fî sebîlillâhi fe yaktulûne ve yuktelûne vaden aleyhi hakkan fît tevrâti vel incîli vel kurân ve men evfâ bi ahdihî minallâhi festebşirû bi beyıkumullezî bâyatum bihî ve zâlike huvel fevzul azîm
inne Allâh | : muhakkak ki, Allah, |
işterâ | : tercih, satın almak, satmak, teslim etmek, |
min el muminine | : müminler, |
enfus hum | : nefs, can, kendileri, varlığını, onlar |
ve emvâle-hum | : mal, varlık, değerler, onlar |
bi enne lehum el cennet | : onlar, cennet, huzur |
Yukâtilûne | : mücadele, gayret, ölme, mahv etmek, |
fi sebil Allah | : Allah yolunda, hakikatler için, |
fe yaktulûne | : böylece, gayret, yok etme, öldürülür |
Ve yektulune | : gayret, mücadele, yazık etmek, karşı çıkmak |
vaden aleyhi hakk | : vaad, söz, onun, hak, hakikat, gerçek |
fî et tevrat | : yasa, ittifak, hüküm, anlaşma, öğreti, eğitim, |
ve incil | : müjde, iyi bilgi, huzur veren bilgi, ruh, |
ve el kuran | : okunan şey, tüm varlık kitabı, |
Ve men evfâ | : kim, yerine getirme, |
bi ahdihi min allah | : verilen söz, söz, o, Allah |
fe istebşirû bi beyı kum | : artık, memnun, huzur, sevinin, alış veriş, değişim |
ellezi bayatum bihi | : ki o, değiştirmek, vermek, alışverişi onda |
Ve zalike huve | : işte bu, o, |
el fevz el azim | : kurtuluş, yüce, yüce kurtuluş |
111- Müminler, kendilerinin ve kendilerindeki tüm değerlerin sahibinin Allah olduğunu bilip teslim ederler. Huzur onlaradır. Allah yolunda hakikatler için mücadele ederler, birileri onlara karşı çıksa bile onlar hakikatler için mücadele ederler. Yasaları ve huzur veren bilgileri ve tüm kâinatın bir kitap olduğunu anlatmak için gayret ederler. Allah’a verdiği sözü yerine getiren kimselerden olurlar. Artık siz hakikatlerin alışverişinde olun, o yaptığınız alışverişle huzur bulun. İşte o yüce kurtuluş budur.
-112-
التَّائِبُونَ الْعَابِدُونَ الْحَامِدُونَ السَّائِحُونَ الرَّاكِعُونَ السَّاجِدونَ الآمِرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَالنَّاهُونَ عَنِ الْمُنكَرِ وَالْحَافِظُونَ لِحُدُودِ اللّهِ وَبَشِّرِ الْمُؤْمِنِينَ
Et tâibûnel âbidûnel hâmidûnes sâihûner râkiûnes sâcidûnel âmirûne bil marûfi ven nâhûne anil munkeri vel hâfizûne li hudûdillâh ve beşşiril muminîn
el taibûne | : tövbe, yaptıklarından pişmanlık duyup dönen |
el âbidûne | : kul olanlar, kulluğunu bilenler |
el hamidune | : tecellilerin sahibini bilen, hamdın sahibini |
el sâihûne | : hep onun hakikatleri anlamak, anlatmak için dolaşan |
el râkiûne | : rüku, sıfat, nitelikler, |
el sacidun | : secde, teslim, tüm varlığından geçmek, |
El emrun bi el marufi | : emr, işleyiş, tavsiye, hüküm, arif, bilme, iyilikle, |
ve en nâhûne | : yasak, men eder, uzak durmak, karşı durmak, |
an el münker | : inkâr, kötülük |
ve el hâfizûn | : muhafaza edenler, koruyanlar, |
li hudud allah | : sınırlar, ölçü, uç, bucak, Allah |
ve beşşiri | : müjde, sevindirici haber, huzur veren bilgi, |
el muminîne | : müminleri |
112- Yaptıklarından pişmanlık duyup dönenlere, kulluğunu anlayanlara, hamd sahibini bilenlere, hep O’nun hakikatlerini anlamak ve anlatmak için dolaşanlara, sıfatlara arif olup tüm varlığıyla teslim olanlara, Hakka arif olmayı tavsiye edenlere ve inkâra, kötülüğe karşı duranlara ve Allah’ın ölçüleri için koruyucu olanlara ve müminlere, huzur vardır.
-113-
مَا كَانَ لِلنَّبِيِّ وَالَّذِينَ آمَنُواْ أَن يَسْتَغْفِرُواْ لِلْمُشْرِكِينَ وَلَوْ كَانُواْ أُوْلِي قُرْبَى مِن بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمْ أَنَّهُمْ أَصْحَابُ الْجَحِيمِ
Mâ kâne lin nebiyyi vellezîne âmenû en yestagfirû lil muşrikîne ve lev kânû ulî kurbâ min badi mâ tebeyyene lehum ennehum ashâbul cahîm
mâ kâne li en nebiy | : olmadı, olmaz, haber verenler için, bildiren, |
ve ellezine amenû | : iman edenler |
en yestagfirû | : mağfiret bulan, mağfiret eden, temizleyen, |
li el müşrikin | : için, müddetçe, ortak koşanlar |
ve lev kânû uli kurba | : olsalar bile, akraba, yakınlık |
min badi ma tebeyen lehum | : sonra, apaçık açıklandıktan, onlara |
Enne hum | : onlar oldular, |
ashabu el cahimi | : kendine varlık nisbet eden, azmış, cehalet, |
113- Hakikatleri bildirenlere ve iman edenlere; akrabaları bile olsa, Allah’ın yüceliğinin yanında kendine varlık isnat ettikleri müddetçe, onların mağfiret bulmaları için koşmaları uygun olmaz. Hakikatler apaçık onlara açıklandıktan sonra onlar kendilerine varlık isnat edip azmışlardan oldular.
-114-
وَمَا كَانَ اسْتِغْفَارُ إِبْرَاهِيمَ لِأَبِيهِ إِلاَّ عَن مَّوْعِدَةٍ وَعَدَهَا إِيَّاهُ فَلَمَّا تَبَيَّنَ لَهُ أَنَّهُ عَدُوٌّ لِلّهِ تَبَرَّأَ مِنْهُ إِنَّ إِبْرَاهِيمَ لأوَّاهٌ حَلِيمٌ
Ve mâ kânestigfâru ibrâhîme li ebîhi illâ an mevıdetin vaadehâ iyyâhu fe lemmâ tebeyyene lehû ennehu aduvvun lillâhi teberree minhu inne ibrâhîme le evvâhun halîm
ve mâ kâne istigfâr | : olmadı, mağfiret, arınmak, |
İbrâhîme li ebi hi | : İbrâhîm, babası için, atası, büyükleri, |
İlla an mevıdetin | : ancak, sadece, zamanın, vaat edilen zaman, |
Ve ad hâ iyya hu | : ona adet, vaat, yalnız ona |
fe lemmâ tebeyyene | : artık, olunca, belli oldu, apaçık |
Lehu enne-hu aduv li Allah | : ona, olduğu, o, düşman, Allah |
Teberre min-hu | : uzak durdu, ondan |
inne İbrâhîm | : muhakkak İbrâhîm, |
le evvah | : duygu yüklü, merhametli, yakin ilim sahibi, |
halim | : yumuşak huylu, duyarlı, zarif davranan, iyi huylu |
114- İbrâhîm babasının mağfiret bulması için koştu, olmadı. Babası ancak kendi zamanının adetlerinde kaldı. Böylece Allah için anlattıklarına karşı onun düşmanlığı ortaya çıkınca, ondan uzak durdu. Muhakkak ki İbrâhîm; duygu yüklü, sağlam iman sahibi, iyi huylu, zarif olan biriydi.
-115-
وَمَا كَانَ اللّهُ لِيُضِلَّ قَوْمًا بَعْدَ إِذْ هَدَاهُمْ حَتَّى يُبَيِّنَ لَهُم مَّا يَتَّقُونَ إِنَّ اللّهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
Ve mâ kânallâhu li yudılle kavmen bade iz hedâhum hattâ yubeyyine lehum mâ yettekûn innallâhe bi kulli şeyin alîm
ve mâ kâne allâh | : olmadı, olmaz, Allah |
li yudılle kavmen | : saptıracak, yanıltmaz, kavim, kimse, |
Bade iz heda hum | : sonra, olduğunda, yol bulma, yol gösteren, onlar |
Hatta yubeyyine lehum | : ya da, apaçık açıklanma, delil, belli olan, onlar |
mâ yettekûne | : değil, şey, ne, takva, fenalardan sakınma |
İnne Allah | : Muhakkak ki Allah, |
bi kulli şey alim | : bütün her şeydeki, ilmin sahibi, ilmiyle var eden |
115- Allah hiçbir kavmi saptıran değildir. Onlar yol bulsalar da ya da onlara hakikatler açıklandıktan sonra fenalardan sakınanlar olmasalar bile, bir kavmi saptıracak değildir. Muhakkak ki Allah bütün her şeydeki ilmin sahibidir.
-116-
إِنَّ اللّهَ لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ يُحْيِي وَيُمِيتُ وَمَا لَكُم مِّن دُونِ اللّهِ مِن وَلِيٍّ وَلاَ نَصِيرٍ
İnnallâhe lehu mulkus semâvâti vel ard yuhyî ve yumît ve mâ lekum min dûnillâhi min veliyyin ve lâ nasîr
inne Allâh lehu mulku | : şüphesiz, Allah, onun, mülk, hükümran, idaresi |
el semâvâti ve el ard | : göklerin ve yerin |
Yuhyî | : hayat veren |
ve yumiti | : öldüren, sınırlayan |
Ve ma lekum min dûni allâh | : değil, yok, sizin için, ondan başka, Allah |
min veliy | : bir dost |
ve la nasir | : yok, bir yardımcı |
116- Muhakkak ki Allah, gökleri ve yeri idare edendir. Hayat verendir ve sınırlayandır. Size Allah’tan başka bir dost yoktur ve yardımcı da yoktur.
-117-
لَقَد تَّابَ الله عَلَى النَّبِيِّ وَالْمُهَاجِرِينَ وَالأَنصَارِ الَّذِينَ اتَّبَعُوهُ فِي سَاعَةِ الْعُسْرَةِ مِن بَعْدِ مَا كَادَ يَزِيغُ قُلُوبُ فَرِيقٍ مِّنْهُمْ ثُمَّ تَابَ عَلَيْهِمْ إِنَّهُ بِهِمْ رَؤُوفٌ رَّحِيمٌ
Lekad tâballâhu alân nebiyyi vel muhâcirîne vel ensârillezînettebeûhu fî sâatil usrati min badi mâ kâde yezîgu kulûbu ferîkın minhum summe tâbe aleyhim innehu bihim raûfun rahîm
Lekad tabe allah | : doğrusu, tövbe, dönmek, yönelmek, Allah |
Ala en nebiyyi | : nebi, haberci, hakikatleri haber veren, |
ve el muhacirîne | : göç eden, hakikatler için bir yerden bir yere giden, |
ve el ensâri | : yardımcı, yardım eden, |
ellezine etebea hu | : o kimse, tabi olan, izleyen, takip eden, o, onu, |
fî sâati | : o vakit, zaman, geliğ geçen vakit, |
el usrati | : darlık, sıkıntı, güçlük, müşkül, |
Min badi mâ kâde | : den sonra, değil, şey, ne, olmak |
Yezîgu kulubu | : kayıyor, meylediyor, kalpler, |
ferik minhum | : grup, takım, bazıları, onlardan |
Summe tâbe aleyhim | : sonra, ardından, tövbe, dönmek, yönelmek, onlar |
innehu bihim rauf | : O, Allah onlar, her şey, şefkat, |
rahim | : özünden var eden |
117- Doğrusu hakikatleri haber veren Allah’a yönelmiştir. Hakikatler için bir yerden bir yere gidenler ve hakikatler yolunda olanlara yardımcı olanlar, onu izleyen kimselerdir. Onlardan bazılarının müşkilli zamanlarında kalbleri hakikatlerden kaymak üzereyken, sonra onlar da Allah’a yönelmişlerdir. Muhakkak ki Allah bütün her şeyi şefkatiyle sarandır, özünden varedendir.
-118-
وَعَلَى الثَّلاَثَةِ الَّذِينَ خُلِّفُواْ حَتَّى إِذَا ضَاقَتْ عَلَيْهِمُ الأَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ وَضَاقَتْ عَلَيْهِمْ أَنفُسُهُمْ وَظَنُّواْ أَن لاَّ مَلْجَأَ مِنَ اللّهِ إِلاَّ إِلَيْهِ ثُمَّ تَابَ عَلَيْهِمْ لِيَتُوبُواْ إِنَّ اللّهَ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ
Ve alâs selâsetillezîne hullifû, hattâ izâ dâkat aleyhimul ardu bimâ rahubet ve dâkat aleyhim enfusuhum ve zannû en lâ melcee minallâhi illâ ileyhi, summe tâbe aleyhim li yetûbû innallâhe huvet tevvâbur rahîm
ve alâ es selâseti | : anlatıştaki kolaylık rahatlık, akıcı, ahenkli, kolay |
ellezîne hullifû | : eski bildiklerinde kalan, geride kalan |
Hattâ iza dakat aleyhim | : hatta, daraldığında, dar gelme |
El ardu | : yeryüzü, toprak, |
bimâ rahubet | : içeren, dahil, rahat, karşılama, memnun |
ve dâkat aleyhim | : dar geldi, onlara, |
enfus hum | : nefs, varlıkları, kendileri, onlar |
ve zannû | : anladılar, sandılar, zannettiler, |
en la melcee | : yok, sığınak, barınak, korunak, |
min Allâh illa ileyhi | : Allah’tan, başka, yalnız, kendilerine, onlara |
Summe tabe aleyhim | : sonra, tövbe, dönmek, onların, |
li yetubu | : için, tövbe, hatasını anlayıp dönen, |
inne allâhe | : muhakkak ki Allah |
huve et tevvâbur | : O, tövbeleri kabul eden, hatasını anlayp dönen |
rahîmu | : rahimolan, varlığı özünden var eden, |
118- Geride eski adetlerinde kalan o kimseler için hakikatleri anlatırken; kolay, akıcı, onların anlayacağı bir şekilde anlatın. Hatta onlar daraldıklarında, yeryüzünden örnekler vererek rahatlatın. Onlar nefslerinde daraldıklarında, Allah’tan başka onlara bir sığınak olmadığını anlasınlar. Sonra onlar yaptıkları hatalardan pişmanlık duyup tövbe etsinler. Muhakkak ki Allah tövbeleri kabul edendir, tüm varlığı özünden varedendir.
-119-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ وَكُونُواْ مَعَ الصَّادِقِينَ
Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekûllâhe ve kûnû meas sâdikîn
yâ eyyuhâ ellezine amenu | : ya, ey, iman edenler |
ittekû allâhe | : fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın |
ve kanû mea el sadikin | : olun, oldu, beraber, birlikte, sadık, doğru, gerçek |
119- Ey iman edenler! Allah’a karşı fenalardan sakının, ortak koşmayın ve sadık kimselerle beraber olun.
-120-
مَا كَانَ لِأَهْلِ الْمَدِينَةِ وَمَنْ حَوْلَهُم مِّنَ الأَعْرَابِ أَن يَتَخَلَّفُواْ عَن رَّسُولِ اللّهِ وَلاَ يَرْغَبُواْ بِأَنفُسِهِمْ عَن نَّفْسِهِ ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ لاَ يُصِيبُهُمْ ظَمَأٌ وَلاَ نَصَبٌ وَلاَ مَخْمَصَةٌ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَلاَ يَطَؤُونَ مَوْطِئًا يَغِيظُ الْكُفَّارَ وَلاَ يَنَالُونَ مِنْ عَدُوٍّ نَّيْلاً إِلاَّ كُتِبَ لَهُم بِهِ عَمَلٌ صَالِحٌ إِنَّ اللّهَ لاَ يُضِيعُ أَجْرَ الْمُحْسِنِينَ
Mâ kâne li ehlil medîneti ve men havlehum minel arâbi en yetehallefû an resûlillâhi ve lâ yergabû bi enfusihim an nefsihî zâlike bi ennehum lâ yusîbuhum zameun ve lâ nasabun ve lâ mahmesatun fî sebîlillâhi ve lâ yetaûne mevtıan yagîzul kuffâra ve lâ yenâlûne min aduvvin neylen illâ kutibe lehum bihî amelun sâlih innallâhe lâ yudîu ecrel muhsinîn
mâ kâne | : olmadı, |
li ehli el medinet | : ehli, halkı, sahip, şehir, medeniyet, kemalat |
ve men havle hum | : kimse, kim, çevre, hakkında, dolanma, etraf, onlar |
min el arabi | : dolaşıp, duran, gezip arayan, bedevi |
en yetehallefû | : geride olan, eski bildiğinde kalan, |
an resul allah | : resul, hakikati gösteren, Allah |
ve lâ yergabu | : yok, rahbet, teveccüh, tercih, üstün |
bi enfusi-him an nefsi hi | : kendi nefslerini, kendilerini, ondan, nefsinden |
Zâlike bi enne hum | : böylece, onların olması sebebiyle, olduğu, onlar |
la yusibu-hum zameun | : yok, anlama, temas, tanışma, susuzluk, ilim yokluğu |
ve lâ nasabun | : yok, yorgunluk, meşakkat, müşkülleri |
ve lâ mahmesatun | : yok, açlık, beslenme, faydalanma, eslenememe |
fi sebili Allâh | : Allah’ın yolunda, Allah yolunda |
ve lâ yetaûne mevtıan | : yok, yürümek, basmak, basılan yer, yer, |
yagîzu el kuffâra | : öfke, hınç, hiddet, hakikatleri örtenler |
ve la yenalun min aduv | : yok, elde etmek, edinmek, düşman, husumet, |
neyl | : ulaşma, kazanma, zafer, bir şeye ulaşan, nail olan |
İllâ kutibe lehum bihi | : var, yazılı, hakikatler yazılı, onlar, onda, bedeninde |
amelun sâlihun | : Salih amel, iyi çalışma, dosdoğru olma |
inne allâhe la yudiu | : muhakkak ki Allah, yok, zayi, yok etmez, kaybetmez |
ecre el muhsinîne | : karşılık, ecr, iyiliklerde olan, ihsan sahibi, muhsin, |
120- Allah resulünün etrafında dolaşıp duran kimseler; eski bildiklerinde kaldılar, onlar kemalat sahibi olamadılar, kendi nefsleri için onun nefsine teveccüh etmediler. İşte bundan dolayı onların ilimle tanışmaları olmadı ve müşkülleri yok olmadı ve Allah yolunda hakikatlerden faydalanmaları olmadı. Bulundukları yerlerde, gittikleri yerlerde hiddetleri, hakikatleri görmemezlikten gelme halleri yok olmadı ve düşman kazanma halleri yok olmadı. Onlar bedenlerinde yazılı olan hakikatleri anlayıp Salih amelde olabilirlerdi. Muhakkak ki Allah muhsinlerin karşılıklarını zayi etmez.
-121-
وَلاَ يُنفِقُونَ نَفَقَةً صَغِيرَةً وَلاَ كَبِيرَةً وَلاَ يَقْطَعُونَ وَادِيًا إِلاَّ كُتِبَ لَهُمْ لِيَجْزِيَهُمُ اللّهُ أَحْسَنَ مَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ
Ve lâ yunfikûne nefakaten sagîraten ve lâ kebîraten ve lâ yaktaûne vâdien illâ kutibe lehum lî yeczîyehumullâhu ahsene mâ kânû yamelûn
ve la yunfikûne | : yok, infak, vermek, |
nefaketen | : gider, masraf |
Sagiraten ve la kabiraten | : küçük ve yok büyük |
Ve la yaktaune | : yok, geçmek, kesmek, arası, uzaklaşmak, |
vadien | : vadi, yol, tarz, usül, hakikatin yolu, |
İllâ kutibe lehum | : var, yazılı olan, kitab, onlara, kendileri, bedenleri, |
li yecziye hum Allah | : için, karşılık, mükâfat, kavuşmak, onlar, Allah |
ahsen | : güzel olan, iyi haller, |
mâ kânû yamelun | : olmadı, yaptıkları, amelleri |
121- Onlar az olsun veya çok olsun bir şey infak etmediler ve hakikatlerin yolunda olmadılar. Onlar bedenlerinde yazılı olan hakikatleri anlasalardı, Allah onlara karşılıklarını verirdi. Onlar ise iyi amellerde olmadılar.
-122-
وَمَا كَانَ الْمُؤْمِنُونَ لِيَنفِرُواْ كَآفَّةً فَلَوْلاَ نَفَرَ مِن كُلِّ فِرْقَةٍ مِّنْهُمْ طَآئِفَةٌ لِّيَتَفَقَّهُواْ فِي الدِّينِ وَلِيُنذِرُواْ قَوْمَهُمْ إِذَا رَجَعُواْ إِلَيْهِمْ لَعَلَّهُمْ يَحْذَرُونَ
Ve mâ kânel muminûne li yenfirû kâffeh fe lev lâ nefere min kulli firkatin minhum tâifetun li yetefekkahû fîd dîni ve li yunzirû kavmehum izâ receû ileyhim leallehum yahzerûn
ve mâ kâne el müminin | : olmadı, müminler |
li yenfirû kaffeten | : yola çıkma, sefer, hakikatleri arama, hepsi, tüm |
Fe lev lâ nefere | : böylece, eğer, yok, olsalardı, sefer, yola çıkma, |
min kulli firkatun | : hepsinden, herbirinden, bütün, fırka, topluluk |
min-hum taifeten | : onlardan, bir taife, grup |
li yetefekkahû | : için, fıkıf, anlama, idrak etme, |
fi el dini | : din hakkında, yaratılış yasaları, |
ve li yunzirû kavme hum | : için, uyarma, dikkatli, kavim, topluluk, onlar |
İza receu ileyhim | : zaman, olduğunda, geri dönme, onlara |
lealle-hum yazherun | : umulur ki, belki, onlar, uyarmak, dikkatli, şuurlu |
122- Onlar tüm müminler gibi hakikati arayan olmadılar. Eğer onlar gibi o yolda olsalardı, dinin hakikatlerini çok ince düşünen, anlamaya çalışan o taifelerden olurlardı ve onların kavminden olan, eski bildiklerinde kalanlara döndükleri zaman, hakikatler için onları uyarırlardı. Umulur ki onlar dikkatli, şuurlu olurlar.
-123-
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ قَاتِلُواْ الَّذِينَ يَلُونَكُم مِّنَ الْكُفَّارِ وَلِيَجِدُواْ فِيكُمْ غِلْظَةً وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ مَعَ الْمُتَّقِينَ
Yâ eyyuhâllezîne âmenû kâtilûllezîne yelûnekum minel kuffâri velyecidû fîkum gilzah valemû ennallâhe meal muttakîn
ya eyyuha ellezine amenu | : ey iman edenler |
Katilu | : mücadele, gayret, |
ellezine yelune kum | : yakın olmak isteyen kimse, anlamak için, size |
min el kuffâri | : hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler |
ve li yecidû fi kum | : için, bulmak, sizde, içinizde, |
gilzaten | : sağlamlık, kuvvet, güç |
ve alemu | : biliniz, bilirler |
enne Allâh mea | : muhakkak, Allah, birlikte, beraber, |
el muttakin | : fenalardan sakınan ortak koşmayan, takva sahipleri |
123- Ey iman edenler! Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerden size yakın olmak isteyenlere, hakikatleri anlatmak için gayret gösterin, içinizdeki sizi tutan o gücü anlamaları için onlara yardım edin. Fenalardan sakınan, ortak koşmayanlar, muhakkak ki Allah ile birlikte olduklarını bilirler.
-124-
وَإِذَا مَا أُنزِلَتْ سُورَةٌ فَمِنْهُم مَّن يَقُولُ أَيُّكُمْ زَادَتْهُ هَذِهِ إِيمَانًا فَأَمَّا الَّذِينَ آمَنُواْ فَزَادَتْهُمْ إِيمَانًا وَهُمْ يَسْتَبْشِرُونَ
Ve îzâ mâ unzilet sûretun fe minhum men yekûlu eyyukum zâdethu hâzihî îmânâ fe emmâllezîne âmenû fe zâdethum îmânen ve hum yestebşirûn
ve iza ma unzilet | : sunulduğunda, indirildi, sunuldu, |
suret | : şekil, suret, görünüş, nüsha, işaret |
Fe minhum men | : böylece, onlardan, kim, kimse, bazı kimseler |
Yekûlu eyyu kum | : der, söyler, hanginizin |
zâdet-hu | : çoğaldı, arttırdı, o, iyi insan, |
Hazihi imanen | : bu, imanını |
fe emmâ | : fakat, böylece, olduğunda, |
Ellezine amenu | : iman edenler |
fe zâdet-hum imanen | : böylece, artar, çoğalır, onlar iman |
Ve hum yestebşirûne | : onlar müjdelerler, sevinirler, bir huzur içinde |
124- Onlara hakikatlerin işaretlerinden bir şey sunulduğu zaman, böylece onlardan bazıları: Hanginizin bu sunulanlarla imanı artmıştır, der. Fakat o sunulanlarla iman eden kimselerin imanları artar ve onlar hakikatlere ulaşmanın sevinci içinde olurlar.
-125-
وَأَمَّا الَّذِينَ فِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ فَزَادَتْهُمْ رِجْسًا إِلَى رِجْسِهِمْ وَمَاتُواْ وَهُمْ كَافِرُونَ
Ve emmâllezîne fî kulûbihim maradun fe zâdethum ricsen ilâ ricsihim ve mâtû ve hum kâfirûn
ve emmâ ellezine | : fakat, ama, o kimseler |
fi kulûbi-him maradun | : kalplerinde, hastalık, anlamama hastalığı, |
fe zâdet-hum | : böylece, artmak, artar, |
ricsen | : onlar, kirlilik, cahalet, |
ilâ ricsi-him | : murdarlıkları, pisliklerine, kirlilik, cehaletin kirliliği |
ve mâtû | : ölme, kaybetme, idraksizlik içinde olan, |
ve hum kafirun | : onlar, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler |
125- Fakat kalblerinde anlamama hastalığı olan kimseler; cehaletin, egonun kirliliğindeyken, onların o kirlilikleri daha da artar ve onlar hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerdir ve onlar kaybedenlerdir.
-126-
أَوَلاَ يَرَوْنَ أَنَّهُمْ يُفْتَنُونَ فِي كُلِّ عَامٍ مَّرَّةً أَوْ مَرَّتَيْنِ ثُمَّ لاَ يَتُوبُونَ وَلاَ هُمْ يَذَّكَّرُونَ
E ve lâ yerevne ennehum yuftenûne fî kulli âmin merraten ev merrateyni summe lâ yetûbûne ve lâ hum yezzekkerûn
e ve lâ yerevne | : onlar görmüyorlar mı? Bakıpta görmezler mi? |
enne-hum yuftenune | : onlar, imtihan, sınama, dikkatlice düşünme, |
fî kulli âmin | : içinde, hepsi, bütün, avamca, cahil, |
merraten | : bir kez, tekrar |
Ev merrateyni | : tekrar tekrar, iki kez |
Summe la yetûbûne | : sonra yok, dönme, yönelme, tövbe |
ve la hum yezekkerun | : yok, onlar, tezekkür, anma, hatırlama, düşünmek, |
126- Onlar bakıp ta görmezler mi? Onlar bir cehalet içindeyken tekrar tekrar dikkatlice düşünmezler mi? Sonra yaptıklarından pişmanlık duyup dönüp de yönelmezler mi ve onlar hakikatlere ulaşmak için düşünmezler mi?
-127-
وَإِذَا مَا أُنزِلَتْ سُورَةٌ نَّظَرَ بَعْضُهُمْ إِلَى بَعْضٍ هَلْ يَرَاكُم مِّنْ أَحَدٍ ثُمَّ انصَرَفُواْ صَرَفَ اللّهُ قُلُوبَهُم بِأَنَّهُمْ قَوْمٌ لاَّ يَفْقَهُون
Ve îzâ mâ unzilet sûretun nazara baduhum ilâ badin hel yerâkum min ehadin summensarafû sarafallâhu kulûbehum bi ennehum kavmun lâ yefkahûn
ve iza ma unzilet | : sunulduğunda, indirildi, sunuldu, |
suret | : şekil, suret, görünüş, nüsha, işaret |
nazara | : baktı, bakar |
badu-hum ila badın | : onların bazıları, bazısına, birbirlerine |
hel yerâ-kum | : görüyormusun, anlıyormusun, siz |
min ehadin | : birliği, sizden biriniz, |
Summe insarafû | : sonra, döndüler, kaçmak, gitmek |
sarafa Allâh | : çevirdi, değişme, yöneltme, Allah, |
kulub hum | : kalpleri, idrakleri, onlar |
bi enne-hum | : olmaları sebebiyle, onlar |
Kavmun lâ yefkahûne | : kavim, topluluk, yok, anlama, idrak etme |
127- Ve onlara hakikatlerin işaretlerinden bir şey sunulduğu zaman, sizden biriniz bu anlatılanları anlıyor mu, der gibi birbirlerine bakarlar. Sonra kendi bildiklerine dönüp giderler. Doğrusu onlar idrak etmeyen kimseler olduklarından dolayı, onlar kalblerini Allah’tan çevirmişlerdir.
-128-
لَقَدْ جَاءكُمْ رَسُولٌ مِّنْ أَنفُسِكُمْ عَزِيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرِيصٌ عَلَيْكُم بِالْمُؤْمِنِينَ رَؤُوفٌ رَّحِيمٌ
Lekad câekum resûlun min enfusikum azîz aleyhi mâ anittum harîsun aleykum bil mu’minîne raûfun rahîm
Lekad cae kum | : andolsun ki, geldi, size, sunuldu, |
resulun | : hakikati gösteren, irsal eden, hakikati taşıyan, |
min enfusi-kum | : sizin içinizden |
azizun | : bir yücelik içinde, yüce olan, nitelikleriyle yüce olan, |
Aleyhi mâ anittum | : ona, değil, şey, ne, ilgili, meşakket, müşkül, alakalı, siz, |
Harisun aleykum | : istekli, koruyan, koruyucu, çok düşkün, size |
bi el muminin | : müminler, |
rauf rahim | : şefkatli, yumuşak huylu, rahim, anne şefkati, |
128- Yüce olanı anlatan, müşkillerinizi çözen, sizi korumaya çalışan, müminlerden olan, anne şefkati olan, içinizden bir Resul doğrusu size geldi.
-129-
فَإِن تَوَلَّوْاْ فَقُلْ حَسْبِيَ اللّهُ لا إِلَهَ إِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ
Fe in tevellev fe kul hasbiyallâh lâ ilâhe illâ hûve aleyhi tevekkeltu ve huve rabbul arşil azîm
fe in tevellev | : bundan sonra, eğer, yüz çevirme, adetlerine dönme |
Fe kul hasbiye allâh | : artık, de, anlat, yetmek, Allah |
lâ ilâhe illa huve | : ilah yoktur, vardır, o |
Aleyhi tevekkeltu | : ona, tüm varlığımla ona teslim oldum |
ve huve rabb | : o, rabb, vücudlandıran, |
el arşi | : bütün her yer, makam, taht, tüm kâinatın sahibi |
el azim | : yüce, kararlı olan, var oluştaki karar sahibi, |
129- Bundan sonra eğer kendi adetlerine dönerlerse, artık de ki: Allah bana yeter, ilah yoktur, O vardır. Ben tüm varlığımla O’na teslim oldum ve O her şeyi vücudlandırandır, tüm kâinatın sahibidir, varoluştaki karar sahibidir.