TEVBE SÛRESİ

 

-1-

بَرَاءةٌ مِّنَ اللّهِ وَرَسُولِهِ إِلَى الَّذِينَ عَاهَدتُّم مِّنَ الْمُشْرِكِينَ

Berâetun minallâhi ve resûlihî ilâllezîne âhedtum minel muşrikîn

Beraetun : suçsuzluk, aklanma, temizlenme, saf, kurtulma,
Min Allah : Allah, Allah’ın, Allah’tan
ve resuli-hi : resulü, hakikatleri gösteren,
ila ellezin : için, göre, ancak, kimseler,
ahed tum : ahd, sözleşme, söz verme, sözüne uyan, siz,
min el muşrikîne : ortak koşmak, kendine varlık isnat etmek, şerik koşmak

 

1- Allah’ın yüceliğinin yanında kendine varlık isnat edenler; hakikatlerin sözlerine uyan kimseler olduklarında, Allah ve resulünü anladıklarında, şirkten kurtulurlar.

 

-2-

فَسِيحُواْ فِي الأَرْضِ أَرْبَعَةَ أَشْهُرٍ وَاعْلَمُواْ أَنَّكُمْ غَيْرُ مُعْجِزِي اللّهِ وَأَنَّ اللّهَ مُخْزِي الْكَافِرِينَ

Fesîhû fil ardı erbeate eşhurin ve ealemû ennekum gayru mucizîllâhi ve ennallâhe muhzîl kâfirîn

Fe sıhu : artık, erimek, arayın, fenadan uzak durup araştırın, dolaşın
fi el ard : yeryüzünde
Erbeate : dört, rab, rabbe dönen,
eşher : aylar, şehir, tanınmış, şöhretli, açığa çıkan tecelliler,
ve ılemu enne kum : bilin, arif olun, siz olduğunuzu, kendinizi
Gayru mucizi Allah : değil, başka, aciz olan, gücü olmayan, Allah
ve enne Allâh : Allah’ın, Allah’ı anlamada, olduğunu
muhzî : hüzün, hor hakir, kötü huy, kaybeden,
el kâfirîne : hakikatleri örtenler, görmemezlikten gelenler,

 

2- Artık yeryüzünde fenalardan uzak durup hakikatleri anlamak için araştırın, açığa çıkan tecellileri anlamak için Rabbinize dönün ve kendinizi bilin. Aciz olan Allah değildir. Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, Allah’ı anlama konusunda kaybetmişliğin içindedirler.

 

-3-

وَأَذَانٌ مِّنَ اللّهِ وَرَسُولِهِ إِلَى النَّاسِ يَوْمَ الْحَجِّ الأَكْبَرِ أَنَّ اللّهَ بَرِيءٌ مِّنَ الْمُشْرِكِينَ وَرَسُولُهُ فَإِن تُبْتُمْ فَهُوَ خَيْرٌ لَّكُمْ وَإِن تَوَلَّيْتُمْ فَاعْلَمُواْ أَنَّكُمْ غَيْرُ مُعْجِزِي اللّهِ وَبَشِّرِ الَّذِينَ كَفَرُواْ بِعَذَابٍ أَلِيمٍ

Ve ezanun minallâhi ve resûlihî ilân nâsi yevmel haccıl ekberi ennallâhe berîun minel muşrikîne ve resûluhu fe in tubtum fe huve hayrun lekum ve in tevelleytum falemû ennekum gayru mucizîllâh ve beşşirillezîne keferû bi azâbin elîm

ve ezanun min Allah : çağrı, bir bildiridir, ilan, seslenme, açıkça gösteren, Allah
ve resuli hi ila el nas : resul, o, hakikatleri gösteren, insanlara
yevme : vakit, zaman, an,
el haccı : arayış, yöneliş, ziyaret, niyet, özel maksat,
el ekberi : büyük, yüce olan, kutsal, tüm varlıktaki yüceliğin sahibi
enne Allâh : muhakkak ki Allah
Beriun : uzak olan, anlayamayan, beri olan,
min el muşrikine : ortak koşanlar, kendine varlık isnat eden,
ve resûlu-hu : resül, o, hakikatleri gösteren,
fe in tubtum : artık, bundan sonra, eğer, tövbe,
fe huve hayrun lekum : bundan sonra, artık, o, hayırlı, size, sizin için
Ve in tevelleytum : eğer, yüz çevirirsiniz, o hallerden yüz çevirme
fe ılemû enne kum : artık, bundan sonra, bilin, arif olun, kendinizi,
gayru mucizi Allâh : değil, başka, aciz, gücü olmayan, Allah
ve beşir : haber ver, bildir, müjdele
ellezine keferu : hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler
bi azâbin elim : sıkıntı, bir azap ile, acı, elim

 

3- Tüm varlık Allah’tan bir bildiridir. O resul, her an O yüce olana yönelmeniz için insanlara hakikatleri bildirir. Muhakkak ki ortak koşanlar, Allah’ı ve o resul’ü anlamaktan uzaktırlar. Bundan sonra yaptığınız fenalıklardan, bir daha o hale düşmemek için tövbe ederseniz ve eğer o hallerden yüz çevirseniz, artık o hallerden uzak durmanız sizin için daha hayırlıdır. Artık kendinizi bilin. Aciz olan Allah değildir. Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlere, acı sıkıntılardan haber ver.

 

-4-

إِلاَّ الَّذِينَ عَاهَدتُّم مِّنَ الْمُشْرِكِينَ ثُمَّ لَمْ يَنقُصُوكُمْ شَيْئًا وَلَمْ يُظَاهِرُواْ عَلَيْكُمْ أَحَدًا فَأَتِمُّواْ إِلَيْهِمْ عَهْدَهُمْ إِلَى مُدَّتِهِمْ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَّقِينَ

İllâllezîne âhedtum minel muşrikîne summe lem yankusûkum şeyen ve lem yuzâhirû aleykum ehaden fe etimmû ileyhim ahdehum ilâ muddetihim innallâhe yuhıbbul muttekîn

İllâ ellezine ahedtum : hariç, başka, o kimseler, sözleşme,
min el muşrikine : ortak koşanlar, kendine varlık isnat etme
Summe lem yankusu kum : eksiklik, nakıslık içinde olmayın, noksan, eksik
şeyen : bir şey, eşya, nesne, istemek,
ve lem yuzahirû aleykum : değil, yoktur, zahir, dış görünüş, suret, size,
ehad : bir, tek
fe etimmû ileyhim : böylece, tamamlama, yerine getirme, onlara
ahde hum : sözleşme, ahd, söz vermek, onlar
ilâ muddeti-him : kadar, için, süre, zaman, müddet, vakit, onlar
inne Allâh yuhıbbu : muhakkak, Allah, sevgi, aşk,
el muttekin : fenalardan sakınan ortak koşmayan, erdemli

 

4- Ortak koşma içindeyken hakikatler için sizinle sözleşen, sonra sizinle beraber herhangi bir şeyde nakıslık içinde olmayan ve birlik yolunda sizinle birlikte suretlerde kalmayan kimseler başka. Böylece hakikatler yolunda söz verenlere, hakikatleri anlama müddetince onlara yardım edin. Muhakkak ki fenalardan sakınıp, ortak koşmayanlar Allah’a sevgiyle bağlıdırlar.

 

-5-

فَإِذَا انسَلَخَ الأَشْهُرُ الْحُرُمُ فَاقْتُلُواْ الْمُشْرِكِينَ حَيْثُ وَجَدتُّمُوهُمْ وَخُذُوهُمْ وَاحْصُرُوهُمْ وَاقْعُدُواْ لَهُمْ كُلَّ مَرْصَدٍ فَإِن تَابُواْ وَأَقَامُواْ الصَّلاَةَ وَآتَوُاْ الزَّكَاةَ فَخَلُّواْ سَبِيلَهُمْ إِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ

Fe izânselehal eşhurul hurumu faktulûl muşrikîne haysu vecedtumûhum ve huzûhum vahsurûhum vakudû lehum kulle marsad fe in tâbû ve ekâmûs salâte ve âtûz zekâte fe hallû sebîlehum innallâhe gafûrun rahîm

fe iza inseleha : artık, değiştirme, sona erdiği, geçtiği zaman, sıyrılma
el eşheru : şehir, ay, bir şeyi ortaya çıkarmak,
el hurumu : haram, kutsal olan, yasak,
fe utkulu : ortadan kaldırın, yok edin,
el müşrikin : ortak koşma hali, müşriklik, Allah’a ortak koşmak
Haysu vecedtumû-hum : nerede, nasıl, burada, raslama, o hale girme, bulma
ve huzû-hum : sarma, çekmek, alma, yakalama, anlatma, onlar
ve uhsuru hum : kuşatın, muhasara edin, mücadele, daraltma, onlar
ve ukudu lehum : oturmak, beklemek, onlar,
kulle marsad : hepsi, gözlemleme, seyretme
Fe in tâbû : böylece, eğer, tövbe etme
ve ekamû es salâte : her an salât üzere olmak, hakka bağlılık
ve atu ez zekâte : temizlenmek, kendindekini paylaşmak,
Fe hallu sebile-hum : öyleyse, bırakma, o halde, yoksun, onların yolu
inne Allâh gafur : muhakkak ki Allah, mağfiret, tertemiz lütuflar sunan
rahim : rahim olan, varlığı özünden var eden,

 

5- Böylece ortaya çıkan o kutsal olan hakikatleri anlayıp, cehalet halinden sıyrılıp çıktığınız zaman; artık ortak koşma hallerinizi yok edin ve o halde olanlarla nerede olursa olsun hakikatler ölçüsüyle mücadele edin ve onları hakikatlere çekin ve onlarla hakikatlerle mücadele edin, o halde olanların hepsini bekleyin gözlemleyin. Sonra da eğer fenalara dönmemek üzere tövbe ederlerse ve temizlenme içinde olup kendilerindeki paylaşırlarsa ve her an Hakk’a bağlılık şuuru üzere olurlarsa, o zaman onları hakk yoluna bırakın. Muhakkak ki Allah lütuflarını tertemiz sunandır, varlığı özünden varedendir.

-6-

وَإِنْ أَحَدٌ مِّنَ الْمُشْرِكِينَ اسْتَجَارَكَ فَأَجِرْهُ حَتَّى يَسْمَعَ كَلاَمَ اللّهِ ثُمَّ أَبْلِغْهُ مَأْمَنَهُ ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ قَوْمٌ لاَّ يَعْلَمُونَ

Ve in ehadun minel muşrikînestecâreke fe ecirhu hattâ yesmea kelâmallâhi summe eblighu memenehu zâlike bi ennehum kavmun lâ yalemûn

ve in ehadun : eğer, biri, tek, sizen biri, birisi,
min el müşrikin : ortak koşanlardan,
istecare-ke : senden yardım, himaye, korunma
fe ecir-hu : böylece, vermek, karşılık, yardım, o
hatta yesmea : hatta, işitme, anlama,
kelâme Allâh : Allah’ın kelamı, sözü, kelimeleri, tecellileri,
Summe eblig hu : sonra, anlatmak, ulaştırmak, o
ma emin hu : emin olmak, güven, o
Zalike bi enne-hum : işte bu, olmaları sebebiyle, onların,
Kavmun la yalemun : topluluk, kavim, kimse, hakikatleri bilmeyen

 

6- Eğer ortak koşma hâllerinde olan biri sizden yardım isterse, Allah’ın kelamını işitinceye kadar ona yardım edin. Sonra da o emin oluncaya kadar ona anlatın. İşte bu onların hakikatleri bilemeyen kimselerden olmaları sebebiyledir.

 

-7-

كَيْفَ يَكُونُ لِلْمُشْرِكِينَ عَهْدٌ عِندَ اللّهِ وَعِندَ رَسُولِهِ إِلاَّ الَّذِينَ عَاهَدتُّمْ عِندَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ فَمَا اسْتَقَامُواْ لَكُمْ فَاسْتَقِيمُواْ لَهُمْ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَّقِينَ

Keyfe yekûnu lil muşrikîne ahdun indallâhi ve inde resûlihî illâllezîne âhedtum indel mescidil harâm fe mâstekâmû lekum festekîmû lehum innallâhe yuhıbbul muttekîn

Keyfe yekunu : nasıl, olmak,
li el müşrikin : ortak koşma, kendine varlık isnat etme
Ahd inde Allâh : söz, ahd, katında, yanında, Allah,
ve inde resul hi : yanında, ona ait, katında, resul, o
illa ellezine ahed tum : başka, ancak, o kimseler, sözleşme, söz veren, siz
inde el mescidi : yanında, ona ait, teslim olunan yer,
el haram : kutsal olan, yasak olan,
fe mâ estekâmu lehum : artık, değiş, şey, ne, yerine getirme, onlar
fe ıstekimu lehum : artık,  istikamet, doğru gitme, yerine getirme, onlar
inne Allâh yuhıbbu : Allah, sevgi, aşk, fenalardan sakınan, erdemli
el muttekin : fenalardan sakınan ortak koşmayan, erdemli

 

7- Allah’ın yüceliğinin yanında kendine varlık isnat edenler, nasıl söz verebilirler ve o resule nasıl uyabilirler. Ancak kutsal olana bir teslimiyet içinde olup hakikatleri arayanlar başka. Artık onlar eski cehalet hallerinin istikametinde değildirler. Artık onlar dosdoğru hakk yolu üzeredirler. Muhakkak ki fenalardan sakınıp ortak koşmayanlar, Allah’a sevgiyle bağlıdırlar.

-8-

كَيْفَ وَإِن يَظْهَرُوا عَلَيْكُمْ لاَ يَرْقُبُواْ فِيكُمْ إِلاًّ وَلاَ ذِمَّةً يُرْضُونَكُم بِأَفْوَاهِهِمْ وَتَأْبَى قُلُوبُهُمْ وَأَكْثَرُهُمْ فَاسِقُونَ

Keyfe ve in yazherû aleykum lâ yerkubû fîkum illen ve lâ zimmet yurdûnekum bi efvâhihim ve tebâ kulûbuhum ve ekseruhum fâsikûn

Keyfe : nasıl, durum,
ve in yazharu aleykum : eğer, zahir belli olan, açık olan, gösterme, siz,
la yerkubu fikum : yok, gözetme, ikna, sizin için
ela : teşvik, öyle, makamında, tarif, şu şekilde, tenbih, gibi
Ve la zimmeten : yok, mesuliyet, korunması, saklanması, üstünde olan
Yurdune kum : hoşnut, razı eder, siz,
bi efvahi him : ağızları, konuşmaları ile, sözleri, dilleri ile
ve teba kulubu-hum : kapalı, direnme, onların kalpleri, idrakleri,
ve ekseru-hum : onların çoğu,
fasıkun : hakikatlerden sapan, çıkmak, fenalar içinde olmak

 

8- Eğer sizin gösterdiğiniz şekilde, sizin gibi gözlemlemezlerse nasıl hakikatlere yol bulacaklar. Onların koruyup sahiplenmesi de yoktur, onlar konuşmaları ile sizi ikna etmeye çalışırlar ve onların kalbleri hakikatlere karşı kapalıdır ve onların çoğu da hakikatleri bırakıp, kendi cehaletlerine sapanlardır.

 

-9-

اشْتَرَوْاْ بِآيَاتِ اللّهِ ثَمَنًا قَلِيلاً فَصَدُّواْ عَن سَبِيلِهِ إِنَّهُمْ سَاء مَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ

İşterev bi âyâtillâhi semenen kalîlen fe saddû an sebîlihî innehum sâe mâ kânû yamelûn

İşterev : sattılar, çıkarları için kullandılar,
bi ayeti allah : Allah’ın ayetlerini, işaretleri, delilleri,
Semenen kalilen : fiyat, bedel, az, bir miktar
fe saddû : böylece, mani olma, men etme, alıkoyma, engel,
an sebili hi : onun yolundan, onun hakikatlerinden,
İnne hum sae : muhakkak, doğrusu, onlar, kötü, fena,
Ma kanu yamelun : yapmadılar, uymadılar,

 

9- Allah’ın ayetlerini çıkarları için bir miktar fiyata satanlar, böylece O’nun yolundan alıkoyanlar, işte onlar fenalıklardan başka bir şey yapmazlar.

 

-10-

لاَ يَرْقُبُونَ فِي مُؤْمِنٍ إِلاًّ وَلاَ ذِمَّةً وَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُعْتَدُونَ

Lâ yerkubûne fî mu’minin illen ve lâ zimmeh ve ulâike humul mutedûn

lâ yerkubûne : yok, gözlemleme, gözetmezler, izleme, ikna
Fi müminin ela : müminler için, teşvik, öyle, makamında, ancak,
Ve la zimmeten : yok, mesuliyet, korunması, saklanması, üstünde olan
ve ulâike hum el mutedun : işte onlar, haddi aşanlar, saldırgan, zalim kimse,

 

10- Müminler gibi onların gözlemlemesi yoktur ve onların koruyup sahiplenmesi de yoktur ve işte onlar saldırgan olanlardır.

 

-11-

فَإِن تَابُواْ وَأَقَامُواْ الصَّلاَةَ وَآتَوُاْ الزَّكَاةَ فَإِخْوَانُكُمْ فِي الدِّينِ وَنُفَصِّلُ الآيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ

Fe in tâbû ve ekâmus salâte ve âtuz zekâte fe ıhvânukum fîd dîn ve nufassılul âyâti li kavmin yalemûn

Fe in tabu : artık, bundan sonra, eğer, tövbe, pişmanlık duyup dönme
ve ekamus salate : her an salât üzere olan, her an hakka bağlılık,
ve atuz zekate : zekât, temizlenmek, zeka, ulaştığı bilgileri verme
fe ıhvanu-kum : artık, kardeş, size, sizin gibi
fi ed dini : dinde, varlığın yaratılış yasalarında, hükümlerinde
ve nufassılu el ayati : ayrı ayrı açıklama, tafsilatlı, ayrıntılı, ayet, işaret, delil
li kavmin yalemun : bir kavim için, kimseler, topluluk, bilenler

 

11- Bundan sonra eğer fenalara dönmemek üzere pişman olup tövbe ederlerse ve her an Hakk’a bağlılık şuuru ile hareket ederlerse ve temizlenme içinde olup kendilerindekini paylaşırlarsa, bundan sonra varlığın yaratılış yasalarını anlama konusunda sizinle kardeş olurlar. Bilmek isteyen kimseler için ayetler en ince ayrıntısına kadar açıklanmıştır.

 

-12-

وَإِن نَّكَثُواْ أَيْمَانَهُم مِّن بَعْدِ عَهْدِهِمْ وَطَعَنُواْ فِي دِينِكُمْ فَقَاتِلُواْ أَئِمَّةَ الْكُفْرِ إِنَّهُمْ لاَ أَيْمَانَ لَهُمْ لَعَلَّهُمْ يَنتَهُونَ

Ve in nekesû eymânehum min badi ahdihim ve taanû fî dînikum fe kâtilû eimmetel kufri innehum lâ eymâne lehum leallehum yentehûn

ve in nekasu : eğer, nakıs, eksik, bozmak,
eymane hum : iman, söz, yemin, diri, onlar,
min badi ahdi him : sonra, ahd, söz verme, sözleşme,
ve taan : kesmek, inat, ayak direme,
fi dini kum : din hakkında, yaratılış yasaları hakkında, siz
fe katilu : artık, ortadan kaldırma, yok etme, mahv etme
eimmete el kufri : imam, lider, ileri giden, önderlik eden, hakikatleri örten
İnnehum la eymane lehum : doğrusu onlar, yok, iman, yemin, sağ taraf, and, onlar
lealle-hum yentehun : umulur ki, onlar, vazgeçme, bitirme, tamamlama

 

12- Eğer onlar verdikleri sözlerde bir nakıslık içinde olurlarsa ve sizinle varlığın yaratılış yasaları hakkında inatlaşırlarsa, artık onlar hakikatleri görmemezlikten gelip örtmede ileri giden, kendini mahvedenlerdir. Doğrusu onların inanmaları yoktur. Umulur ki onlar hatalarından vazgeçerler.

 

-13-

أَلاَ تُقَاتِلُونَ قَوْمًا نَّكَثُواْ أَيْمَانَهُمْ وَهَمُّواْ بِإِخْرَاجِ الرَّسُولِ وَهُم بَدَؤُوكُمْ أَوَّلَ مَرَّةٍ أَتَخْشَوْنَهُمْ فَاللّهُ أَحَقُّ أَن تَخْشَوْهُ إِن كُنتُم مُّؤُمِنِينَ

E lâ tukâtilûne kavmen nekesû eymânehum ve hemmû bi ihrâcir resûli ve hum bedeûkum evvele merrah e tahşevnehum fallâhu ehakku en tahşevhu in kuntum muminîn

e la tukatillun : yok mu, değil mi, yok etme, mahvetme, mücadele
Kavmen nekasu : kavim, kimseler, nakıs, eksik, durmamak, uymamak,
eyman hum : iman, yemin, sağlam, sağ taraf, hareket, güç, onlar,
Ve hemme bi ihracir : hemen, yeltenme, çıkarma, dışarı atma,
resuli : resul, hakikatleri gösteren,
ve hum bedeu kum evvele : onlar, başlangıç, başlayış, ilk, siz, öncelik, ilk
Meret : katı, verimsiz, haddi aşan,
e tahşevne-hum : saygı, korku, çekinme, onlar
fe Allâh e hakk : oysa, halbuki, Allah, hakikat, gerçek, doğru olan
en tahşev-hu : saygı, çekinme, ürperme, korkma
in kuntum muminin : eğer iseniz, mümin, emin olan,

 

13- Onların imanlarında sağlam bir hâlde durmayan kimselerden olması, kendilerini mahvetmek değil midir? Onlar hakikatleri gösterenleri dışarıya atmaya yeltendiler. Siz onlara öncelikle hakikatleri anlatmaya başladınız, onlar ise katı davrandılar, saygılı olmadılar. Fakat gerçek olan Allah’tır. Eğer müminlerdenseniz O’na saygılı olursunuz.

 

-14-

قَاتِلُوهُمْ يُعَذِّبْهُمُ اللّهُ بِأَيْدِيكُمْ وَيُخْزِهِمْ وَيَنصُرْكُمْ عَلَيْهِمْ وَيَشْفِ صُدُورَ قَوْمٍ مُّؤْمِنِينَ

Kâtilûhum yuazzib hum allâh bi eydîkum ve yuhzihim ve yansurkum aleyhim ve yeşfi sudûre kavmin muminîn

katilu-hum : katil, öldüren, mahveden, onlar,
yuazzibi hum : azap veren, sıkıntı veren, onlar
Allah bi eydi-kum : Allah, el, güç, yönelme, kuvvet, hareket, siz
ve yuhzi-him : sıkıntı, azap, alçaltır
ve yansur kum aleyhim : yardım eden, siz, sizde, üzerinizde
ve yeşfi : şifa veren, iyileştiren
sudur : gönüllerinde, içlerinde
kavm müminin : kavim, topluluk, kimseler, mümin, emin olan,

 

14- Onların azap verici o hâlleri onları mahveder. Sizdeki güç Allah’ındır. Sizlerde yardım etme hâli vardır ve onlarda sıkıntı veren hâl vardır. Mümin kimselerin gönüllerinde şifa veren hâl vardır.

-15-

وَيُذْهِبْ غَيْظَ قُلُوبِهِمْ وَيَتُوبُ اللّهُ عَلَى مَن يَشَاء وَاللّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ

Ve yuzhib gayza kulûbihim ve yetûbullâhu alâ men yeşâu vallâhu alîmun hakîm

ve yuzhib : yok eder, giderir,
gayza : öfke, hiddet,
kulub him : kalp, idrak, anlamak, onlar
ve yetubu Allah : tövbe, yönelme, pişmanlık duyup dönme, allah
alâ men yeşau : karşı, için, ancak, üzere, kim, kimse, istek, ister
ve Allah alim : Allah, ilmiyle var eden, ilmin sahibi,
hakim : hâkim olan, tüm varlığa hâkim olan,

 

15- Allah’ı anlamayı isteyen kimse; yaptığı fenalardan pişman olur tövbe ederse, onun kalbinden hiddet yok olur gider ve tüm varlığa ilmiyle hâkim olanın Allah olduğunu anlar.

 

-16-

أَمْ حَسِبْتُمْ أَن تُتْرَكُواْ وَلَمَّا يَعْلَمِ اللّهُ الَّذِينَ جَاهَدُواْ مِنكُمْ وَلَمْ يَتَّخِذُواْ مِن دُونِ اللّهِ وَلاَ رَسُولِهِ وَلاَ الْمُؤْمِنِينَ وَلِيجَةً وَاللّهُ خَبِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ

Em hasibtum en tutrekû ve lemmâ yalemi allâhu ellezîne câhedû minkum ve lem yettehızû min dûnillâhi ve lâ resûlihî ve lâl mu’minîne velîceh ve allâhu habîrun bi mâ tamelûn

Em hasibtum : yoksa, hesap, sanma, araştırmak, siz,
en tutreku : terk edilme, bırakma, yalnız olma
ve lemma yalemi Allah : ne, neler, var,  ilmin sahibi, bilen, Allah
ellezîne câhedû min kum : mücadele eden, gayret eden, sizden
ve lem yettehızû : değil, edinme, almak, çekilmek,
min dûni Allâh : ona ait, ondan başka, Allah’tan başkası
ve la resuli hi : yok, değil, resul, hakikati gösteren, o
ve la el muminin : yok, değil, müminler,
veliceh : dost, sırdaş
ve Allah habirun : Allah, haber veren, bildiren
bi ma tamelûne : yaptığınız şeylerden, amelleriniz,

 

16- Yoksa siz, yalnız olduğunuzu mu sandınız? Sizden hakikati anlamak için gayret gösteren kimse, Allah nedir bilir ve Allah’tan başkasına sığınmaz. Onlar için sırdaş o Resulden başkası ve müminlerden başkası değildir. Allah yaptığınız şeylerden hakikatleri haber verir.

 

 

-17-

مَا كَانَ لِلْمُشْرِكِينَ أَن يَعْمُرُواْ مَسَاجِدَ الله شَاهِدِينَ عَلَى أَنفُسِهِمْ بِالْكُفْرِ أُوْلَئِكَ حَبِطَتْ أَعْمَالُهُمْ وَفِي النَّارِ هُمْ خَالِدُونَ

Mâ kâne lil muşrikîne en yamurû mesâcid allâhi şâhidîne alâ enfusihim bil kufr ulâike habitat amâluhum ve fîn nâri hum hâlidûn

mâ kâne : olmazlar, olmadı,
li el müşrikin : ortak koşanlar, kendine varlık isnat eden
en yamuru : yapmak, gayret, imar,
mesacide : teslim olmak, varlığından geçmek, hakkı anlama yeri,
Allah şâhidîne : Allah, şahit, bilen, tanımak, tanık
ala enfusi-him : kendileri için, kendilerine, onlar,
bi el kefer : hakikatleri örtenler, hakikati görmemezliten gelen,
Ulaike habitat : işte onlar, bozuk, kötü, beyhude, boş, düzgün değil,
amalu hum : onların amelleri, çalışmaları,
ve fî en nâri hum : ateşin içinde, ateşte, yakıp yakıcı olan, onlar
halidin : devamlı, sürekli, hep o hallerde,

 

17- Allah’ın yüceliğinin yanında kendine varlık isnat edenler; Allah’ı tanıma, teslim olma gayretinde olmazlar. Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, ancak kendileri için yaşarlar. İşte onların çalışmaları düzgün değildir ve onlar devamlı ateş içindedirler.

 

-18-

إِنَّمَا يَعْمُرُ مَسَاجِدَ اللّهِ مَنْ آمَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَأَقَامَ الصَّلاَةَ وَآتَى الزَّكَاةَ وَلَمْ يَخْشَ إِلاَّ اللّهَ فَعَسَى أُوْلَئِكَ أَن يَكُونُواْ مِنَ الْمُهْتَدِينَ

İnnemâ yamuru mesâcid allâhi men âmene billâhi vel yevmil âhıri ve ekâmes salâte ve âtez zekâte ve lem yahşe illâllâhe fe asâ ulâike en yekûnû minel muhtedîn

İnnema yamuru : ancak, imar eden, bedenlendiren, can veren, gayret eden
mesâcide Allâh : mescid, teslim olma, Allah’a yönelme, anlama yeri,
men âmen bi Allah : kim, kimse, iman, inanan, Allah
ve el yevmi el âhiri : gün, vakit, her vakit, son ana kadar
ve ekame es salâte : her an salât üzere olurlar, hakka bağlılık,
ve ate ez zekâte : zekat, temeizlenme, ulaştığı bilgileri aktarma, paylaşma,
ve lem yahşe illa Allah : yok, değil, korkmak, olmaz, çekinme, saygı, ancak, Allah
Fe asa ulaike en yekûnû : artık, yapanlar, işte onlar, olurlar
min el muhtedîne : yol bulanlardan,

 

18- Ancak Allah’a iman eden kimseler; Allah’a teslimiyet içinde olurlar, kendilerini bedenlendireni bilirler ve son anlarına kadar bu hâlde yaşarlar ve her an Allah’a bağlılık şuuruyla hareket ederler ve temizlenme içinde olup kendilerindekini paylaşırlar ve Allah’a saygıdan başka bir şeyleri yoktur. İşte onlar hakka yol bulanlardır.

 

-19-

أَجَعَلْتُمْ سِقَايَةَ الْحَاجِّ وَعِمَارَةَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ كَمَنْ آمَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَجَاهَدَ فِي سَبِيلِ اللّهِ لاَ يَسْتَوُونَ عِندَ اللّهِ وَاللّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ

E cealtum sikâyetel hâcci ve ımâratel mescidil harâmi ke men âmene billâhi vel yevmil âhıri ve câhede fî sebilillâh lâ yestevûne indallâh ve allâhu lâ yehdîl kavmez zâlimîn

e ceal tum : yaptınız mı, kılmak, eylemek, sunmak,
sikâyete : su verme, yardım,
el hacci : niyet, maksat, Allah’ı aramak, gerçeğe yönelme
imârate : yapmak, gayret,
el mescidi : teslim olunan yer, tüm varlığıyla teslim olma hakikati,
el harâm : kutsal, yasak olan, mutlak olana yönelme
ke men âmene bi Allah : gibi, kim, kimse, inanan, iman eden, Allah
ve el yevmi el âhıri : son ana kadar, her an, ahir güne
ve câhede : mücadele eden, anlamada gayret eden,
fi sebil Allah  : Allah yolunda
lâ yestevûne : yok, bir olma, eşit, aynı müsavi, denk, katı,
inde Allah : indinde, ona ait, Allah
Ve Allah la yehdi : Allah yok, yol bulma,
el kavme ez zâlimîne : zalim kavm zalim kimseler,

 

19- Allah’ı anlamak için bir arayışta olanlara yardım ettiniz mi? O kutsal olana teslim olmak için gayret gösterenler, Allah’a iman eden kimseler gibidirler. Son anlarına kadar Allah yolunda hakikatleri anlamak için mücadele ederler. Allah’ın indinde eşitsizlik yoktur. Zalim kimseler Allah’a yol bulamazlar

-20-

الَّذِينَ آمَنُواْ وَهَاجَرُواْ وَجَاهَدُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ أَعْظَمُ دَرَجَةً عِندَ اللّهِ وَأُوْلَئِكَ هُمُ الْفَائِزُونَ

Ellezîne âmenû ve hâcerû ve câhedû fî sebîlillâhi bi emvâlihim ve enfusihim azamu dereceten indallâh ve ulâike humul fâizûn

ellezine âmenû : iman edenler,
ve hâcerû : hicret, göç, cehaletten irfaniyete göç, taşınma, geçme
ve câhedû : Allah’ı anlamak için yapılan mücadele
fî sebîli Allâh : Allah’ın yolunda, hakikatlerinden,
bi emvâli-him : malları ile, bilgileri, değerleri, onlar
ve enfusi-him : nefsleri, canları, kendileri, onlar,
Azamu derecet : büyük, derece, makam, aşama,
inde Allâh : katında, ait, ona ait, Allah
Ve ulaike hum el faizune : işte onlar, kazananlar, irfaniyeti artanlar

 

20- İman edenler ve cehaletten irfaniyete geçenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla O’nu anlamak için gayret gösterenler, Allah’a ait yüce makamlardadırlar ve işte onlar kazananlardır.

-21-

يُبَشِّرُهُمْ رَبُّهُم بِرَحْمَةٍ مِّنْهُ وَرِضْوَانٍ وَجَنَّاتٍ لَّهُمْ فِيهَا نَعِيمٌ مُّقِيمٌ

Yubeşşiruhum rabbuhum bi rahmetin minhu ve rıdvânin ve cennâtin lehum fîhâ naîmun mukîm

Yubeşşiru hum : müjde, sevinçli haber, huzur veren bilgi,
Rabb hum : Rabb, vücudlandıran, onlar,
bi rahmet min hu : rahmet ile, ondan, kendinden
ve rıdvân : razı olma, hoşnutluk, memnuniyet,
ve cennâtin : cennetler, huzur, zevk
Lehum fiha : onlar için, orada,
naim : nimetler, bolluk, sıfatlar,
mukim : daimi, yerleşik, kaim olan,

 

21- Onlar huzur veren bilgilerdedirler. Onlar kendilerini vücudlandıranı bilirler, tüm varlığın onun rahmetiyle sarılı olduğunu bilirler ve onlar bir hoşnutluk içindedirler ve onlar daima nimetlerin idrakinin zevkindedirler.

 

-22-

خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا إِنَّ اللّهَ عِندَهُ أَجْرٌ عَظِيمٌ

Hâlidîne fîhâ ebedâ innallâhe indehû ecrun azîm

Halidine fiha ebeden : devamlı o halde kalmak, orada, o halde, ebedi, sonsuz,
inne Allah : muhakkak, doğrusu, Allah,
inde hu ecr azim : katında, ona ait, ecir, karşılık, büyük, yüce

 

22- Devamlı o hâlin içindedirler. Muhakkak ki Allah’a ait olan o yüce karşılık budur.

 

-23-

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تَتَّخِذُواْ آبَاءكُمْ وَإِخْوَانَكُمْ أَوْلِيَاء إَنِ اسْتَحَبُّواْ الْكُفْرَ عَلَى الإِيمَانِ وَمَن يَتَوَلَّهُم مِّنكُمْ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ

Yâ eyyuhâllezîne âmenû lâ tettehızû âbâekum ve ihvânekum evliyâe inistehabbûl kufre alâl îmâni ve men yetevellehum minkum fe ulâike humuz zâlimûn

yâ eyyuhâ ellezine amenu : ey iman edenler,
la tettehızu : yok, uzak durmak, almak, edinmeyin,
abae kum : ata, ebeveyn, anne, baba, aile büyükleri,
ve ıhvane kum : kardeşleriniz, arkadaşlarınız,
evliya : dost olan,
in istehabbu : eğer, tercih, sevgi,
el kufre : hakikatleri görmemezlikten gelip örtmek, reddetme
alâ el imani : iman içinde, inanma içinde,
Ve men yetevelle hum minkum : kim, onlara döner, onların anlayışlarına, sizden
Fe ulaike hum : bundan böyle, işte onlar,
el zalimune : zalimlik, kötülük, kötü hallerde olmak,

 

 

 

23- Ey iman edenler! Aile büyükleriniz ve kardeşleriniz; eğer hakikatleri görmeyip örtüyorsa, kendi inançlarının tercihinde ve sevgisindeyse, o yolda olanları dost ediniyorlarsa, onların o hallerinden uzak durun. Kim, sizden onların o anlayışlarına dönerse, bundan böyle işte onlar zalimlik içinde olurlar.

 

-24-

قُلْ إِن كَانَ آبَاؤُكُمْ وَأَبْنَآؤُكُمْ وَإِخْوَانُكُمْ وَأَزْوَاجُكُمْ وَعَشِيرَتُكُمْ وَأَمْوَالٌ اقْتَرَفْتُمُوهَا وَتِجَارَةٌ تَخْشَوْنَ كَسَادَهَا وَمَسَاكِنُ تَرْضَوْنَهَا أَحَبَّ إِلَيْكُم مِّنَ اللّهِ وَرَسُولِهِ وَجِهَادٍ فِي سَبِيلِهِ فَتَرَبَّصُواْ حَتَّى يَأْتِيَ اللّهُ بِأَمْرِهِ وَاللّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ

Kul in kâne âbâukum ve ebnâukum ve ıhvânukum ve ezvâcukum ve aşîretukum ve emvâlunıktereftumûhâ ve ticâratun tahşevne kesâdehâ ve mesâkinu terdavnehâ ehabbe ileykum minallâhi ve resûlihî ve cihâdin fî sebîlihî fe terabbesû hattâ ye’tiyallâhu bi emrihî vallâhu lâ yehdîl kavmel fasikîn

Kul in kane abau kum : deki, eğer, oldu, ebeveyn, atalar, aile büyükleri
ve ebnâu kum : oğullarınız, evlatlarınız,
ve ıhvan kum : kardeşleriniz, eş, dost, arkadaşlarınız,
ve ezvâc kum : aynı yolda olan, eş olan, eşiniz, tür, cins,
ve aşiret kum : halkınızdan
ve emvalun : mallar, varlık, değer, edinilen bilgi,
ıktereftumû hâ : işlenen, edinme, biriktirme
ve ticarat : ticaret, bilgi verme, alış veriş,
tahşevne kesad ha : çekinme, isteksiz, durgun, onun
ve mesâkinu : mesken, orda durma,
terdavne ha : razı olma, hoşa gitme, ondan
Ehabbe ileykum min Allah : daha sevimli, sevgili, size, Allahtan
ve resûli-hi : resul, hakikati gösteren, o
ve cihâdin fi sebili hi : Allah anlamak için gayret gösterme, onun yolunda
fe terabbesû : artık, gözlemleyin, bekleyin, gözetleyin
hattâ yetiye : hatta, oluncaya kadar, gelme,
Allâh bi emr hi : Allah, iş, hüküm, o
ve Allah lâ yehdî : Allah, yok, yol bulma
el kavme el fâsikîne : kavim, topluluk, insanlar, hakikatlerden sapan, çıkan

 

24- De ki: Eğer aile büyükleriniz, oğullarınız, kardeşleriniz, eşiniz, halkınızdan olanlar; edindiğiniz hakikatlerin bilgisini onlara sunduğunuzda çekiniyorlarsa, o hakikatler hakkında isteksiz davranıyorlarsa ve onlar kendi bildiklerinde duruyor ve o kendi halleri; Allah’ın hakikatlerinden, hakikatleri gösterenlerin sunduklarından, Allah yolunda O’nu tanımak için gayret gösterenlerin hallerinden, onlara daha sevimli geliyorsa, o zaman Allah’ın hükümlerini onlar anlayıncaya kadar bekleyin, gözlemleyin. Hakikatlerden kendi cehalet anlayışına sapan kimseler Allah’a yol bulamazlar.

 

-25-

لَقَدْ نَصَرَكُمُ اللّهُ فِي مَوَاطِنَ كَثِيرَةٍ وَيَوْمَ حُنَيْنٍ إِذْ أَعْجَبَتْكُمْ كَثْرَتُكُمْ فَلَمْ تُغْنِ عَنكُمْ شَيْئًا وَضَاقَتْ عَلَيْكُمُ الأَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ ثُمَّ وَلَّيْتُم مُّدْبِرِينَ

Lekad nasarakumullâhu fî mevâtıne kesîratin ve yevme huneynin iz acebetkum kesretukum fe lem tugni ankum şeyen ve dâkat aleykumul ardu bi mâ rahubet summe velleytum mudbirîn

Lekad nasarakum Allah : andolsun, doğrusu, yardım, siz, Allah
fî mevâtıne kesirat : yerler, birçok yer, müşküllü haller, çok, birçok halde
ve yevme huneynin : gün, vakit, vadi, geçmişe duyulan özlem, Huneyn günü
iz acebet-kum : icabet, etkinleme, yönelme,
kesret kum : çokluk, siz
fe lem tugni : sonra, değil, gani değil, fayda, zenginlik, anlayamamak,
ankum şeyen : sizden, bir şey
ve dakat aleykum : dar gelme, aciz kalma, daralan, size
el ardu : yeryüzü,
bi ma rahubet : bir şey, değil, ne, karşılama, ağırlama, geniş
Summe velleytum : sonra dönüp gitme, eski haline sığınma,
mudbir : geçmişine dönme, eski bildikleri, gerisi,

 

25- Doğrusu, birçok müşkilli hallerinizde ve geçmişe duyduğunuz özlemlerde, sizin kesrete yönelmenizde, sonra da sizin bir şeyi anlayamadığınız durumda ve sizin aciz kaldığınız durumlarda, yeryüzünde olanları anlamanızda, sonra da geçmişinizdeki eski bildiklerinize dönme halinizin sıkıntısında, sizin yardımcınız Allah’tır.

 

-26-

ثُمَّ أَنَزلَ اللّهُ سَكِينَتَهُ عَلَى رَسُولِهِ وَعَلَى الْمُؤْمِنِينَ وَأَنزَلَ جُنُودًا لَّمْ تَرَوْهَا وَعذَّبَ الَّذِينَ كَفَرُواْ وَذَلِكَ جَزَاء الْكَافِرِينَ

Summe enzelallâhu sekînetehu alâ resûlihî ve alâl mu’minîne ve enzele cunûden lem terevhâ ve azzebellezîne keferû ve zâlike cezâul kâfirîn

Summe enzele Allah : sonra, indirdi, veren, sundu, Allah
sekinete-hu : huzur, gönül rahatlığı, dinlenme
alâ resûli-hi : resulünün üzerine
ve ala el muminîne : müminlerin üzerine
ve enzele cunuden : indirdi, sundu, verdi, asker, varlık, güç, yardım
lem terev-hâ : değil, hayır, görme, bilme, onu göremediğiniz
ve azzebe ellezine keferu : azap, sıkıntı, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler
Ve zalike cezâu : işte bu, karşılık, ceza,
el kâfirîne : hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler

 

26- Allah’ın sunduğu şeyleri anlayan o resulün üzerinde ve müminlerin üzerinde, gönül rahatlığı vardır. O’nu bilemiyorken size yardım eden O’dur. Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler ise sıkıntılardadır ve hakikatleri görmemezlikten gelip örtmelerinden dolayı, işte ceza budur.

-27-

ثُمَّ يَتُوبُ اللّهُ مِن بَعْدِ ذَلِكَ عَلَى مَن يَشَاء وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ

Summe yetûbullâhu min badi zâlike alâ men yeşâu vallâhu gafûrun rahîm

Summe yetubu Allah : sonra, tövbe, yönelme, hatasını anlamak, Allah
min badi zâlike : ondan sonra, daha sonra, bir daha,
ala men yeşau : için, göre, karşı, üzere, kim, kimse, ister, isteyen
Ve Allâh gafur : Allah, mağfiret eden, arındıran,
rahim : tüm varlığı özünden var eden

 

27- Bundan sonra isteyen kimse; yaptığı fenalardan pişmanlık duyup, bir daha yapmamak üzere Allah’a yönelirse, mağfiret edenin, tüm varlığı özünden var edenin Allah olduğunu anlar.

 

-28-

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إِنَّمَا الْمُشْرِكُونَ نَجَسٌ فَلاَ يَقْرَبُواْ الْمَسْجِدَ الْحَرَامَ بَعْدَ عَامِهِمْ هَذَا وَإِنْ خِفْتُمْ عَيْلَةً فَسَوْفَ يُغْنِيكُمُ اللّهُ مِن فَضْلِهِ إِن شَاء إِنَّ اللّهَ عَلِيمٌ حَكِيمٌ

Yâ eyyuhâllezîne âmenû innemâl muşrikûne necesun fe lâ yakrabûl mescidel harâme ba’de âmihim hâzâ ve in hıftum ayleten fe sevfe yugnîkumullâhu min fadlihî in şâe innallâhe alîmun hakîm

yâ eyyuha ellezine amenu : ey iman edenler
İnnema : ancak, doğrusu, muhakkak,
el müşrikun : ortak koşma, kendine varlık isnat etme,
neces : pis, kirli, kötü hal, cehaletin kirliliği,
fe la yakrabu : artık, bundan böyle, yok, yakın olmak, yaklaşmayın
el mescide : teslim olunan yer,
el harame : kutsal olan, yasak olan,
Bade ami him haza : sonra, yıllık, avamca, cahalet hallerde olan, o hal
ve in hıftum : eğer, korktunuz, çekindiniz,
ayleten : yönelme, fakirlik, bilgisizlik
Fe sevfe : ileride, yakında,
yugni kum Allâh : zengin, varlık sahibi, değerler, bilgili, siz, Allah
Min fadli hi : lütuf, nitelik, o,
in şae : eğer, şayet, istek, istekli olun,
inne Allâh alim : muhakkak, Allah, ilmiyle var eden, ilmin sahibi,
hakim : tüm varlığa hâkim olan, hüküm hikmet sahibi

 

28- Ey iman edenler! Muhakkak ki Allah’ın yüceliğinin yanında kendine varlık isnat etme hâli kötü bir haldir. Bundan böyle o hâle yaklaşmayın. Cehalet hallerinde olanlar kutsal olana teslimiyet içinde olamazlar. Eğer bilgisiz olmaktan çekiniyorsanız, O’nun lütuflarını anlamakta istekli olun. Allah’ın sizdeki o değerlerini belki yakında anlarsınız. Muhakkak ki Allah, ilmiyle tüm varlığa hâkim olandır.

-29-

قَاتِلُواْ الَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَلاَ بِالْيَوْمِ الآخِرِ وَلاَ يُحَرِّمُونَ مَا حَرَّمَ اللّهُ وَرَسُولُهُ وَلاَ يَدِينُونَ دِينَ الْحَقِّ مِنَ الَّذِينَ أُوتُواْ الْكِتَابَ حَتَّى يُعْطُواْ الْجِزْيَةَ عَن يَدٍ وَهُمْ صَاغِرُونَ

Kâtele ellezîne lâ yuminûne billâhi ve lâ bil yevmil âhıri ve lâ yuharrimûne mâ harramallâhu ve resûluhu ve lâ yedînûne dînel hakkı minellezîne ûtûl kitâbe hattâ yutûl cizyete an yedin ve hum sâgirûn

Katele ellezine : yazık etme, mahvetme, öldürme, o kimseler
la yuminune bi Allah : inanmayan kimseler, ima etmeyen, Allah
ve la bi el yevmi el âhiri : yok, kabul etmez, her anları, sonuna kadar,
ve la yuharrimûne : yok, haram, mahrum, yoksun,
mâ harrame allâh : yok, değil, şey, haram, yasak, kutsal, Allah
ve resûlu-hu : resul, hakikati gösteren, o,
ve la yedinûne : yok, yönelmezler, istemezler, gelmezler,
din : din, yaratılış yasaları, varoluş yasaları,
el hakk : gerçek, hak, hakikat,
min ellezine : o kimseler,
utu el kitab : sunulan, verilen, bildirilen, kitap, yazılı, varlık kitabı
hatta yeate : hatta, vermek, teslim etmek,
el cizyet : cizye, varlığından vermek, sahibine vermek,
an yed : el, güç, kendini hareket ettiren güç,
ve hum sagirûne : onlar, alçalmış, kaybetmiş olan

 

29- Allah’a iman etmeyen kimseler kendilerine yazık edenlerdir ve onlar son anlarına kadar iman etmezler ve Allah’ın yasak kıldığı şeyleri yasak bilmezler ve o Resulü dinlemezler. O kimselere; tüm varlık kitabından hakikatler sunulur denildiği hâlde, varlığın yaratılış yasalarının hakikatini anlamak için yönelmezler, hatta kendilerini hareket ettiren gücü anlayıp sahibini teslim olmazlar ve onlar kaybedenlerdir.

 

-30-

وَقَالَتِ الْيَهُودُ عُزَيْرٌ ابْنُ اللّهِ وَقَالَتْ النَّصَارَى الْمَسِيحُ ابْنُ اللّهِ ذَلِكَ قَوْلُهُم بِأَفْوَاهِهِمْ يُضَاهِؤُونَ قَوْلَ الَّذِينَ كَفَرُواْ مِن قَبْلُ قَاتَلَهُمُ اللّهُ أَنَّى يُؤْفَكُونَ

Ve kâletil yahûdu uzeyrunibnullâhi ve kâletin nasârâl mesîh ibnu allâh zâlike kavluhum bi efvâhihim yudâhiûne kavlellezîne keferû min kablu kâtelehumullâh ennâ yufekûn

ve kalet el ya hûdu : dediler, yalnız biz yol gösteririz diyenler,
uzeyrun ibnu allâhi : Üzeyir, oğul, evlat, Allah
ve kâlet en nasârâ : dediler, Nasrani, yardımcı olan,
el mesihu : mesih, mesh eden, temizleyen,
ibnu Allâh : Allah’ın oğlu
Zâlike kavlu hum : bu, söyleme, deme, onlar
bi efvahi-him : ağzından çıkan, onlar
Yudâhiûne kavle : taklit etmek, benzetiyorlar, söyleme, söz
ellezine keferû min kablu : hakikatleri görmemezlikten gelen, örten, daha öncede
Katele hum Allâh : yazık etme, mahvetme, öldürme, Allah, onlar
Ennâ yufekun : nasıl, aldatılma, yalanlarda kalıp aldanma, döndürülme

 

30- Yalnız biz yol gösteririz diyenler, Üzeyr Allah’ın oğludur dediler ve yalnız biz yardımcı oluruz diyenler, Mesih Allah’ın oğludur dediler. Onların ağzından çıkan sözler, daha önceki hakikatleri görmemezlikten gelip örtenleri taklit etmektir. Onlar Allah hakkında nasıl da yalanlarda kalıp kendilerine yazık ettiler.

 

-31-

اتَّخَذُواْ أَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ أَرْبَابًا مِّن دُونِ اللّهِ وَالْمَسِيحَ ابْنَ مَرْيَمَ وَمَا أُمِرُواْ إِلاَّ لِيَعْبُدُواْ إِلَهًا وَاحِدًا لاَّ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ سُبْحَانَهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ

İttehazû ahbârahum ve ruhbânehum erbâben min dûnillâhi vel mesîhabne meryem ve mâ umirû illâ li yabudû ilâhen vâhidâ lâ ilâhe illâ huve subhânehu ammâ yuşrikûn

İttehazû : sığındılar, aldılar, edindiler
ahbar hum : haber, bilgi, alim, din adamları, onlar
ve ruhbâne-hum : rahip, keşiş, Allah bizde diyenler, onlar
Erbaben : rabbe dönen, ulu, işin ehli, bilginin kaynağı, usta,
min dûni allâh : Allah’tan başka
ve el mesiha : Mesih, bir şeyi gideren, mesh olunmuş,
ibne meryeme : Meryemoğlu,
ve ma emr : yok, değil, iş, hüküm, emir,
İlla li yabudû : ancak, vardır, kul olmaları,
ilahen vahiden : ilah, zat, var eden, tek, bir
lâ ilâhe illa huve : yok, ilah, ancak, vardır, o
subhâne-hu : o noksan sıfatlardan münezzehtir
Ammâ yuşrikun : ama, onlar ortak koşuyorlar, kendine varlık isnat eden

 

31- Ve onlar, Allah bizde diyenlerden bilgi edindiler. Allah’tan başka bilginin kaynağı yoktur.  Mesih, Meryem’in oğludur. Tek olan Zâta kul olmaktan başka hüküm yoktur. O’ndan başka güç yoktur. O noksan sıfatlardan münezzehtir. Ama onlar Allah’ın yüceliğinin yanında kendilerine varlık isnat ettiler.

 

-32-

يُرِيدُونَ أَن يُطْفِؤُواْ نُورَ اللّهِ بِأَفْوَاهِهِمْ وَيَأْبَى اللّهُ إِلاَّ أَن يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ

Yurîdûne en yutfîû nûrallâhi bi efvâhihim ve yeballâhu illâ en yutimme nûrahu ve lev kerihel kâfirûn

Yuridune en yuftiu : istiyorlar, söndürmeye çalışırlar
nur Allah : nur, ışık, hakikatler, Allah
bi efvâhi-him : ağızdan çıkan söz, onlar
ve yeba allâh : reddetme, yük, eski inançlarda kalan, ata, Allah
İllâ en yutimme nur hu : ancak, tamamlamak, nur, hakikatler, ışık, o
Ve lev kerihe : ise, olsa, kerih, hor görmek, küçük görmek, pis,
el kâfirûne : hakikatleri görmemezlikten gelen, hakikati örten

32- Onlar ağızlarından çıkan sözlerle Allah’ın hakikatlerini söndürmeye çalışırlar ve Allah’ın hakikatlerine karşı eski bildiklerinde kalırlar ve hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, o hakikatleri küçük görseler de, O, nurunu tamamlar.

 

-33-

هُوَ الَّذِي أَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَلَوْ كَرِهَ الْمُشْرِكُونَ

Huvellezî ersele resûlehu bil hudâ ve dînil hakkı li yuzhirahu alâd dîni kullihî ve lev kerihel muşrikûn

huve ellezî ersele : O, ki o, gönderdi, sundu, açığa çıktı,
resul hu : resul, hakikati gösteren, o
bi el huda : yol göstermek, rehber, hidayetle
ve dini el hakk : gerçek din, dinin hakikati,
li yuzhira hu : için, zahir etmek, ortaya çıkarmak
ala el din kulli hi : din, bütün din üzerine, bütün, hepsi
Ve lev kerihe : ise, olsa, kerih, hor görmek, küçük görme, hoşlanmama
el muşrikûne : ortak koşanlar,

 

33- O Resul; ortak koşanlar hoşlanmasalar da, bütün dinlerinin üzerine dinin hakikatini açıklamak ve hakikatlere yol göstermek için açığa çıktı.

 

-34-

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إِنَّ كَثِيرًا مِّنَ الأَحْبَارِ وَالرُّهْبَانِ لَيَأْكُلُونَ أَمْوَالَ النَّاسِ بِالْبَاطِلِ وَيَصُدُّونَ عَن سَبِيلِ اللّهِ وَالَّذِينَ يَكْنِزُونَ الذَّهَبَ وَالْفِضَّةَ وَلاَ يُنفِقُونَهَا فِي سَبِيلِ اللّهِ فَبَشِّرْهُم بِعَذَابٍ أَلِيمٍ

Yâ eyyuhâllezîne âmenû inne kesîran minel ahbâri ver ruhbâni le ye’kulûne emvâlen nâsi bil bâtıli ve yasuddûne an sebîlillâh vellezîne yeknizûnez zehebe vel fıddate ve lâ yunfikûnehâ fî sebîlillâhi fe beşşirhum bi azâbin elîm

ya eyyuhâ ellezine amenu : ey iman edenler, inananlar
İnne kesiran : muhakkak ki çoğu,
min el ahbar : haber, haham, bilgi veren,
ve el ruhbân : din adamı, Allah bizde diyen, keşişler, rahip,
le yekulune : yerler, beslenirler,
emvâle en nâsi : insanların malları, değerleri,
bi el batıl : boş, haksız, asılsız, temelsiz,
ve yasuddûne : engelleme, mani olurlar,
an sebil Allah : Allah’ın yolundan, hakikatlerinden
ve ellezîne yeknizûne : biriktiren, toplayan, hazine, kimseler
ez zehebe ve el fıddate : altın ve gümüş
ve lâ yunfikûne-hâ : onu infak etmezler, vermezler,
fî sebîli allâhi : Allah yolunda, hakikatleri için
Fe beşşir hum : artık, bundan sonra, müjdele, haber ver, bildir
bi azâbin elîmin : azap, sıkıntı, elim, acı

 

34- Ey iman edenler! Kendini din adamı sayanların çoğu, asılsız temelsiz bilgiler vererek insanların mallarını yerler ve Allah’ın hakikatlerinin anlaşılmasına engel olurlar ve o kimseler altın ve gümüş biriktirirler ve Allah’ın hakikatleri hakkında hiçbir şey de veremezler. Bundan sonra onlara elim bir azabın haberini bildir.

 

-35-

يَوْمَ يُحْمَى عَلَيْهَا فِي نَارِ جَهَنَّمَ فَتُكْوَى بِهَا جِبَاهُهُمْ وَجُنوبُهُمْ وَظُهُورُهُمْ هَذَا مَا كَنَزْتُمْ لأَنفُسِكُمْ فَذُوقُواْ مَا كُنتُمْ تَكْنِزُونَ

Yevme yuhmâ aleyhâ fî nâri cehenneme fe tukvâ bihâ cibâhuhum ve cunûbuhum ve zuhûruhum hâzâ mâ keneztum li enfusikum fe zûkû mâ kuntum teknizûn

Yevme yuhma aleyha : gün, her zaman, ısı, sıcaklık, kaynama, onlarda
fi nari cehenneme : içinde, cehennem ateşi, yakıp yakıcı olan,
fe tekye biha : böylece, mabette toplama, onunla, onda,
cebhe hum : ön taraf, cephe, alın, onlar
ve cunûbu-hum : onların yanında, yanları, iki taraf, güney,
ve zuhûru-hum : ortaya çıkma, zahir olma, arkaları, onlar
Haza : bu, bu durum,
ma kenez tum : değer değildir, hazine, biriktirme, çıkar, siz
li enfusi-kum : kendi nefsleriniz için, kendiniz için, çıkarlarınız için
fe zuku : böylece, tatma, zevk, hoşluk, o halde olma, his
Mâ kuntum teknizun : değil, sizler için, biriktirme, hazine, değer

 

35- Her zaman onların içinde cehennem ateşinin kaynaması vardır. Böylece onlar, önlerinden ve yanlarından ve arkalarından, mabetlerinde insanları toplarlar. Bu durum kendi çıkarlarınız içindir, sizlere bir değer değildir. O halden hoşlansanız da sizler için bir değer değildir.

 

-36-

إِنَّ عِدَّةَ الشُّهُورِ عِندَ اللّهِ اثْنَا عَشَرَ شَهْرًا فِي كِتَابِ اللّهِ يَوْمَ خَلَقَ السَّمَاوَات وَالأَرْضَ مِنْهَا أَرْبَعَةٌ حُرُمٌ ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ فَلاَ تَظْلِمُواْ فِيهِنَّ أَنفُسَكُمْ وَقَاتِلُواْ الْمُشْرِكِينَ كَآفَّةً كَمَا يُقَاتِلُونَكُمْ كَآفَّةً وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ مَعَ الْمُتَّقِينَ

İnne iddeteş şuhûri indallâhisnâ aşera şehren fî kitâbillâhi yevme halakas semâvâti vel arda minhâ erbeatun hurum zâliked dînul kayyimu fe lâ tazlimû fîhinne enfusekum ve kâtilûl muşrikîne kâffeten kemâ yukâtilûnekum kâffeh valemû ennallâhe meal muttekîn

İnne iddet : birkaç, çeşit, adet,
el şehir : aylar, şeref, ortaya çıkış,
inde Allah : yanında, ona ait, katında, Allah
isna aşera : iki, ay, kısım, bölüm, on iki, tamamlamak,
şehr : şehir, şeref, bir şeyi ortaya çıkarmak
fî kitâbi Allâh yevme : içinde, Allah’ın kitabında, gün, vakit, her zaman
halaka : halkoluş, yaratılış, varoluş,
el semâvât ve el ard : gökleri ve yeri
minhâ erbeatun : ondan, dört, rabbe dönmek, dört makam,
hurum : muhterem, kutsal olan, haram,
zalike el dinu : işte, din, varlığın yaratılış yasaları,
el kayyimu : diri olan sürüp giden, gerçek olan, doğru olan,
fe lâ tazlimû : artık, yok, zalimlik, zulmetmeyin, kötülük
Fi hinne : içinde, burada, orada, nerede,
enfuse-kum : nefslerinize, siz, kendinize, kendi çıkarınız için,
ve katilû : yoketme, mahvetme, öldürme, mücadele,
el muşrikîne : ortak koşan
Kâffeten kema : tümü, hepsi, nasıl ki, gibi
yukatilune-kum kaffeten : mahvetme, öldürme, mücadele, siz, tümü
ve alemû enne Allah : bilin, muhakkak Allah
mea el muttekîne : beraber, birlikte, fenalardan sakınıp ortak koşmayanlar

 

36- Muhakkak ki ortaya çıkışlardaki çeşitlilik Allah’tandır. Bir şeyin ortaya çıkışı sureten ve sireten olmak üzere iki kısımdır. Göklerin ve yerin varoluşunun hakikatleri, Allah’ın kitabı olan kâinatın içinde her zaman vardır. Kutsal olan, Rabbe dönmektir. İşte varlığın yaratılış yasalarını dosdoğru anlayın. Bundan böyle siz nerede olursanız olun kötülük yapmayın. Ortak koşanlarla, onların sizinle kendi cehaletlerinin mücadelesini verdiği gibi sizde onlarla hakikatlerle mücadele edin. Fenalardan sakınan ortak koşmayanlar, muhakkak ki Allah ile birlikte olduklarını bilirler.

 

-37-

إِنَّمَا النَّسِيءُ زِيَادَةٌ فِي الْكُفْرِ يُضَلُّ بِهِ الَّذِينَ كَفَرُواْ يُحِلِّونَهُ عَامًا وَيُحَرِّمُونَهُ عَامًا لِّيُوَاطِؤُواْ عِدَّةَ مَا حَرَّمَ اللّهُ فَيُحِلُّواْ مَا حَرَّمَ اللّهُ زُيِّنَ لَهُمْ سُوءُ أَعْمَالِهِمْ وَاللّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ

İnnemân nesîu ziyâdetun fîl kufri yudallu bihillezîne keferû yuhillûnehu âmen ve yuharrimûnehu âmen li yuvâtiû iddete mâ haram allâhu fe yuhillû mâ haram allâh zuyyine lehum sûu a’mâlihim ve allâhu lâ yehdîl kavmel kâfirîn

İnnemâ el nesiu : ancak, sadece, unutma, terk etme,
ziyadet : ziyade, artış
fî el kufri : hakikatleri örtenlerin içinde,
yudallu bihi : hakikatlerden sapma, dalalette kalan, onda
ellezîne keferû : hakikatleri örtenler, görmemezlikten gelen,
yuhillûne-hu amen : helal, uygun, halleri, o, tereddüt, yıl, yaş, emin, güven
ve yuharrimûne-hu : haram, kutsal, o,
amen : yıl, ömür, yaş, emin, güven
li yuvâtiû : kolayına gelen, uygun, uydurup uymak,
iddet : çeşit, adetler, müddet,
mâ harrame allâh : şey, değil, ne, haram, kutsal, muhterem, Allah
Fe yuhillu : artık, helal, uygun,
ma harram allah : şey, değil, ne, kutsal, haram, Allah
Zeyn lehum : süs, güzel görünme, onlar,
suu amel him : kötülük, fena, ameller, onlar
ve Allâh la yehdi : Allah, yok, yol bulma, anlayamazlar
el kavme el kafirine : topluluk, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler

 

37- Muhakkak ki hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerin içinde hakikatlerden uzaklaşma, unutmalarında artış vardır. Onlar o yaşantıyı kendilerine helal sayarlar. Allah’ın haram kıldığı şeyleri adetlerine uydurup, yaşamlarında o şeyleri kendilerine helal sayarlar. Böylece Allah’ın haram kıldığı şeyleri kendilerine helal sayarlar. Onların kötü amelleri onlara güzel görünür ve hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler Allah’a yol bulamazlar.

 

-38-

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ مَا لَكُمْ إِذَا قِيلَ لَكُمُ انفِرُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ اثَّاقَلْتُمْ إِلَى الأَرْضِ أَرَضِيتُم بِالْحَيَاةِ الدُّنْيَا مِنَ الآخِرَةِ فَمَا مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا فِي الآخِرَةِ إِلاَّ قَلِيلٌ

Yâ eyyuhâllezîne âmenû mâ lekum izâ kîle lekumunfirû fî sebîlillâhissâkaltum ilâl ard e radîtum bil hayâtid dunyâ minel âhirah fe mâ metâul hayâtid dunyâ fîl âhirati illâ kalîl

yâ eyyuha ellezine amenu : ey, iman edenler
Ma lekum : ne oldu size, siz uymadınız,
izâ kile lekum : size denildiği zaman, söylendiğinde
Lekum infiru : size, nefer, sefer, arayış, mücadele,
fi sebil Allah : Allah yolunda, Allah’ın hakikatleri için,
Essakal tum : tercih, ağır basma, yavaş, durma, siz,
ila el ard : ancak, yeryüzünde
E raditum : razı, kabul, isteme, hoşuna gitme,
bi el hayât el dunyâ : dünya hayatına, yaşam,
min el âhirati : sonra, sonunda, ahiretten
Fe ma metâ : artık, değil, meta, çıkar, mal, fayda
el hayâti ed dunyâ : dünya hayatının, yaşam,
fî el âhirati : sonunda, ahiret,
illa kalilun : ancak, daha az, az bir şey,

 

38- Ey iman edenler! Size, Allah yolunda hakikatler için bir arayış içinde olun denildiğinde, size ne oldu ki sonunda yeryüzündeki dünya hayatının isteği sizde daha ağır bastı. Fakat sonunda dünya hayatının faydası ancak az bir şeyden başka bir şey değildir.

 

-39-

إِلاَّ تَنفِرُواْ يُعَذِّبْكُمْ عَذَابًا أَلِيمًا وَيَسْتَبْدِلْ قَوْمًا غَيْرَكُمْ وَلاَ تَضُرُّوهُ شَيْئًا وَاللّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

İllâ tenfirû yuazzibkum azâben elîmen ve yestebdil kavmen gayrakum ve lâ tedurrûhu şeyâ vallâhu alâ kulli şeyin kadîr

İllâ tenfiru : ancak, sadece, sefer, arayış, mücadele,
yuazzibu kum : azap, sıkıntı veren, siz
azâben elîmen : azap, sıkıntı, acı, elim
ve yestebdi : değiştiren, farklı hale bürünen,
el kavmen : kavim, kişi, topluluk, kimseler,
gayra kum : başka, değil, olmayın, sizden, kendiniz,
ve la tedurru hu şey : yok, sıkıntı, zarar, hasar, o, şey, bir şey
ve Allâh ala kulli şey kadir : Allah, bütün her şeydeki kudrettir,

 

39- Acı sıkıntılarla sıkıntılara maruz bırakılsanız da sadece hakikatler için bir arayış içinde olun ve başka kavimlerin cehalet hallerine bürünmeyin ve o cehalet hallerinde zarardan başka bir şey yoktur. Ve Allah bütün her şeydeki kudrettir.

 

-40-

إِلاَّ تَنصُرُوهُ فَقَدْ نَصَرَهُ اللّهُ إِذْ أَخْرَجَهُ الَّذِينَ كَفَرُواْ ثَانِيَ اثْنَيْنِ إِذْ هُمَا فِي الْغَارِ إِذْ يَقُولُ لِصَاحِبِهِ لاَ تَحْزَنْ إِنَّ اللّهَ مَعَنَا فَأَنزَلَ اللّهُ سَكِينَتَهُ عَلَيْهِ وَأَيَّدَهُ بِجُنُودٍ لَّمْ تَرَوْهَا وَجَعَلَ كَلِمَةَ الَّذِينَ كَفَرُواْ السُّفْلَى وَكَلِمَةُ اللّهِ هِيَ الْعُلْيَا وَاللّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ

İlla tensurûhu fe kad nasarahullâhu iz ahracehullezîne keferû sâniyesneyni iz humâ fîl gâri iz yekûlu li sâhibihî lâ tahzen innallâhe meanâ fe enzelallâhu sekînetehu aleyhi ve eyyedehu bicunûdin lem terevhâ ve ceale kelimetellezîne keferûs suflâ ve kelimetullâhi hiyel ulyâ vallâhu azîzun hakîm

İlla tensuru : ancak, başka, yardım eden
Fe kad nasara-hu Allâh : böylece, oldu, yardım, o, Allah
İz ahrece hu : ihraç, dışarı çıkarmak, o, hakikati anlatan,
ellezîne keferû : hakikatleri örtenler, görmemezlikten gelen,
sâniye isneyni : ikinci olan, sonraki, iki, yanında olan, ikincisi,
İz huma : olduğunda, onlar, ikisi,
fî el gari : mağara, yuva, körfez, sığınma, kararsızlık içinde
İz yekulu li sahip hi : dediğinde, sahip, arkadaş, o,
lâ tahzen : yok, mahzun, üzülme,
inne Allâh mea na : muhakkak ki Allah, bizimle beraber, birlikte
fe enzele allâh : böylece, indirdi, verdi, sundu, Allah
sekînete-hu aleyhi : huzur, sakinlik, o, üzerine
ve e yeda-hu bi cunud : el, tutunma, destek, o, varlık, güç, asker, kuvvet,
lem terev-hâ : hayır, yok, irdeleme, düşünme, görme,
ve ceala kelimete : kıldı, yaptı, sundu, kelime, söz, tecelli,
ellezîne keferû : hakikatleri örten, görmemezlikten gelen,
el sefil : yoksul, alt, aşağı, düşük, kaybetmiş, önemsememe
ve kelimet Allâh : kelimeler, tecelliler, Allah,
hiye el ulya : o, yüce, üstün, üst,
ve Allâh aziz : Allah, tüm değerlerin yüce sahibi, sıfatların sahibi,
hakim : bütün varlığa hâkim olan

 

40- Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, onu dışarı çıkardıklarında, O Allah’ın yardımından başka yardım aramadı. Onun yanında olan arkadaşı kararsızlık içinde olduğunda, o arkadaşına: Üzülme muhakkak ki Allah bizimle birliktedir, demişti. Böylece onlar Allah’ta huzur buldular ve göremedikleri o güce tutundular. Hakikatleri görmemezlikten gelenler ise, Allah’ın kelimelerini önemsemediler. Allah’ın kelimelerini anlayanlar ise, yüce olanın O olduğunu anladılar ve tüm değerlerin yüce sahibinin, bütün varlığa hâkim olanın Allah olduğunu anladılar.

-41-

انْفِرُواْ خِفَافًا وَثِقَالاً وَجَاهِدُواْ بِأَمْوَالِكُمْ وَأَنفُسِكُمْ فِي سَبِيلِ اللّهِ ذَلِكُمْ خَيْرٌ لَّكُمْ إِن كُنتُمْ تَعْلَمُونَ

İnfirû hıfâfen ve sikâlen ve câhidû bi emvâlikum ve enfusikum fî sebîlillâh zâlikum hayrun lekum in kuntum talemûn

İnfirû : nefer, sefer, yol almak,
hıfafen : hafif, yavaş, yavaş,
ve sikalen : ağır, dikkatli
ve cahidu : mücadele, gayret, hakikatleri anlama gayreti,
bi emval kum : mallarınız, değerler,
ve enfusi-kum : nefsleriniz, canlarınız,
fi sebil Allah : Allah yolunda, hakikatler için,
Zâlikum hayrun lekum : işte bu, hayırlı, sizin için
in kuntum talemûne : eğer, bilirseniz, idrak edebilirseniz

 

41- Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla, hakikatleri anlamak için yavaş yavaş ve dikkatlice ve gayret göstererek yol alın. İşte bu eğer bilirseniz sizin için daha hayırlıdır.

 

-42-

لَوْ كَانَ عَرَضًا قَرِيبًا وَسَفَرًا قَاصِدًا لاَّتَّبَعُوكَ وَلَكِن بَعُدَتْ عَلَيْهِمُ الشُّقَّةُ وَسَيَحْلِفُونَ بِاللّهِ لَوِ اسْتَطَعْنَا لَخَرَجْنَا مَعَكُمْ يُهْلِكُونَ أَنفُسَهُمْ وَاللّهُ يَعْلَمُ إِنَّهُمْ لَكَاذِبُونَ

Lev kâne aradan karîben ve seferen kâsıden lettebeûke ve lâkin beudet aleyhimuş şukkat ve se yahlifûne billâhi levisteta’nâ le haracnâ meakum yuhlikûne enfusehum vallâhu ya’lemu innehum le kâzibûn

lev kâne aradan : eğer olsaydı, dünya malı, menfaat
karibe : yakınlık
ve seferen kasıden : hemen, bir sefer, kolay, rahat,
le ittebeû-ke : elbette, elbette sana tabi olurlardı
ve lâkin beudet aleyhim : lakin, fakat, ağır, uzak geldi, onlara, üzerlerine
el şukkatu : meşakkatli, yorucu
ve se-yahlifûne bi Allah : yemin etmek, söz vermek, Allaha
lev istetanâ : eğer, şayet, güç yetirseydik
le harac-nâ : elbette, çıkardık, ihrac ettik,
mea kum : sizinle beraber, birlikte,
Yuhlikune enfuse-hum : helak olma, yazık etme, nefslerini, kendilerini
ve Allâh yalemu : Allah, ilmin, sahibidir, bilen,
inne-hum le kazibun : doğrusu, onlar, elbette yalanlarda kalanlardır.

 

42- Eğer yakın olduklarında dünyalık bir menfaatleri olsaydı, elbette sana hemen kolayca tâbi olurlardı. Fakat o hakikat yolundaki yolculuk onlara meşakkatli, ağır geldi. Eğer güç yetirseydik elbette sizinle beraber o yola çıkardık, diye Allah adına yemin ederler. Onlar kendilerine yazık ediyorlar. Allah ilmin sahibidir. Doğrusu onlar elbette yalanlarda kalanlardır.

 

-43-

عَفَا اللّهُ عَنكَ لِمَ أَذِنتَ لَهُمْ حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَكَ الَّذِينَ صَدَقُواْ وَتَعْلَمَ الْكَاذِبِينَ

Afâllâhu anke lime ezinte lehum hattâ yetebeyyene lekellezîne sadakû ve talemel kâzibîn

afâ Allâh anke : af, af eden, bağışlayan, Allah, seni, sende,
lem ezinte lehum : değil, yetkili, izin, icazet, sen, onlar
hattâ yetebeyyene leke : hatta, kadar, belli olma, gösterme, seninki, senin gibi
ellezine sadakû : o kimseler, sadık, doğru,
ve taleme el kâzibîne : bilirsin, yalanlarda kalanlar

 

43- Sen Allah’ın affediciliğini anladın. Sen onların üzerinde yetkili olan değilsin. Sadık olan kimseler, senin gibi kendilerini belli ederler ve sen yalanlarda kalanları da bilirsin.

 

-44-

لاَ يَسْتَأْذِنُكَ الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ أَن يُجَاهِدُواْ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ وَاللّهُ عَلِيمٌ بِالْمُتَّقِينَ

Lâ yeste’zinukellezîne yu’minûne billâhi vel yevmil âhiri en yucâhidû bi emvâlihim ve enfusihim vallâhu alîmun bil muttakîn

la yestezinu ke : yok, yetkili olan, sorumlu, izin, müsaade, sen
ellezine yuminune bi Allah : o kimseler, iman eden, Allaha
ve el yevmi el âhiri : gün, vakit, zaman, son, sonra,
en yucâhidû : gayret gösteren, mücadele eden
Bi emvali him : malları ile
ve enfusi-him : nefsleri, canları, varlıkları
ve Allâh alimun : Allah, bilen, ilmin sahibi,
bi el muttakin : fenalardan sakınan ortak koşmayanlar

 

44- Allah’a iman eden kimseler sana karşı sorumsuzluk yapmazlar. Onlar malları ile ve canları ile son anlarına kadar hakikatler için mücadele ederler ve ilmin sahibi olan Allah’a karşı fenalardan sakınırlar, ortak koşmazlar.

 

 

-45-

إِنَّمَا يَسْتَأْذِنُكَ الَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَارْتَابَتْ قُلُوبُهُمْ فَهُمْ فِي رَيْبِهِمْ يَتَرَدَّدُونَ

İnnemâ yestezinukellezîne lâ yuminûne billâhi vel yevmil âhiri vertâbet kulûbuhum fe hum fî raybihim yeteraddedûn

İnnemâ yestezinu ke : ancak, sorumsuz, kaçan, yetkili, izin, sen,
ellezine la yuminûne bi Allah : inanmayan kimseler, inanmayanlar, Allaha
ve el yevmi el âhiri : sonlarına, sonlarının gelmesine
ve irtâbet : endişeyle bakan, tereddüt, rahatsız olan
kulubu hum : kalblerinde, idrak, anlayış, onlar
Fe hum fi raybi him : sonra onlar, şüpheleri içinde, şek,
yeteraddedûne : tereddüt edip cehaletine dönen, geriye dönen

 

45- Ancak, sana karşı sorumsuzluk yapanlar; Allah’a iman etmeyenler, sonlarına inanmayanlar, kalblerinde hakikatlere karşı rahatsızlık taşıyanlar, şüphe içinde kalıp kendi bildiklerine dönenlerdir.

 

-46-

وَلَوْ أَرَادُواْ الْخُرُوجَ لأَعَدُّواْ لَهُ عُدَّةً وَلَكِن كَرِهَ اللّهُ انبِعَاثَهُمْ فَثَبَّطَهُمْ وَقِيلَ اقْعُدُواْ مَعَ الْقَاعِدِينَ

Ve lev erâdûl hurûce le eaddû lehû uddeten ve lâkin kerih Allâh unbiâse hum fe sebbeta hum ve kîlakudû meal kâidîn

ve lev eradu : eğer, istek,
el huruc : çıkmak, dışarı, açığa çıkan, görünen varlık
le eaddû lehu uddeten : elbette, hazırlık, davranış, ona, birkaç, bir dizi
Ve lakin kerihe Allâh : lâkin, fakat, kerih, hor, küçük görme, Allah
İn bease-hum : ortaya çıkan, var olan, dışa açılma, onlar
fe sebbeta-hum : böylece önlemek, engellemek, onları
ve kile ukuda : dedi, bildirildi, orada kalmak, o hâlde kalmak
mea el kaidîne : birlikte, ile, beraber, oturan, geri kalanlar,

 

46- Eğer onlar açığa çıkan varlığı anlamak isteselerdi, elbette ona göre bir davranış içinde olurlardı. Fakat onlar Allah’ın varettiği şeyleri kerih gördüler. Böylece o halleri, onların hakikatleri anlamalarına engel oldu. Onlara; siz de geride kalanlarla birlikte o halde kaldınız diye bildirildi.

 

-47-

لَوْ خَرَجُواْ فِيكُم مَّا زَادُوكُمْ إِلاَّ خَبَالاً ولأَوْضَعُواْ خِلاَلَكُمْ يَبْغُونَكُمُ الْفِتْنَةَ وَفِيكُمْ سَمَّاعُونَ لَهُمْ وَاللّهُ عَلِيمٌ بِالظَّالِمِينَ

Lev haracû fîkum mâ zâdûkum illâ habâlen ve le evdaû hılâlekum yebgûnekumul fitneh ve fîkum semmâûne lehum vallâhu alîmun biz zâlimîn

lev haracu fi kum : eğer, çıktı, dışarı, hakikatten çıkana uymak, siz
mâ zâdû-kum : değil, artış, artmaz, ziyade olmaz, siz,
illa habel : ancak, fenalık, bozukluk, zarar ziyan
ve le evdau : elbette, koşma, gayret, dolaşmak,
hılalekum : sizin aranızda
Yebgûne kum : isterler, siz,
el fitnete : fitne, ayartmak, karışıklık, kargaşa,
Ve fikum semmâûne lehum : içinizde, aranızda, dinleyenler, onları
Ve Allâh alimun : Allah, ilmin sahibi, ilmiyle var eden,
Bi el zalimin : zalimler, kötülük içinde olanlar,

 

47- Eğer siz; o hallerde kalanlara uyarsanız, sizde fenalıklardan başka bir şey artmaz. Elbette sizin aranızda kargaşa çıkmasını isteyenler dolaşır dururlar ve içinizde onları dinleyenler de vardır. Bir zalimlik içinde olanlar, her şeyi ilmiyle var eden Allah’ı bilemezler.

 

-48-

لَقَدِ ابْتَغَوُاْ الْفِتْنَةَ مِن قَبْلُ وَقَلَّبُواْ لَكَ الأُمُورَ حَتَّى جَاء الْحَقُّ وَظَهَرَ أَمْرُ اللّهِ وَهُمْ كَارِهُونَ

Lekadibtegûl fîtnete min kablu ve kallebû lekel umûre hattâ câel hakku ve zahere emrullâhi ve hum kârihûn

Lekad ibtegu : andolsun, maksat, amaç, istekleri,
el fitne min kabl : kargaşa, fitne, önceden
ve kallebû leke : düzeni bozmak, engel, alt üst, çevirdiler, sana
el emr : işler, hüküm,
Hatta câe el hakku : hatta, oluncaya, geldi, sunmak, gerçek, hakikat
ve zahere : zahir, apaçık görünen, belli,
emru Allâh : iş, işleyiş, hüküm, Allah
ve hum kârihûne : onlar, kerih gören, küçük gören, hor, hakir, isteksiz

 

48- Hakikatleri anlatmak için geldiğinde, varlığın işleyişiyle ilgili hakikatleri anlatmanı engellemek istediler. Doğrusu onların amaçları önceden de kargaşalık çıkarmaktı. Apaçık görünen bu âlem Allah’ın işleyişidir. Fakat onlar varlığı kerih gördüler.

 

-49-

وَمِنْهُم مَّن يَقُولُ ائْذَن لِّي وَلاَ تَفْتِنِّي أَلاَ فِي الْفِتْنَةِ سَقَطُواْ وَإِنَّ جَهَنَّمَ لَمُحِيطَةٌ بِالْكَافِرِينَ

Ve minhum men yekûlu ezen lî ve lâ teftinnî e lâ fîl fitneti sekatû ve inne cehenneme le muhîtatun bil kâfîrîn

ve minhum men yekulu : onlardan, kim, kimse, der, söyler, yetki,
ezen li : yetki, izin, bana
ve la teftin ni : yok, fitneye düşürme, ben
E la fi el fitneti sekatu : öyle değil mi, fitnenin içinde, kargaşa, düşme
Ve inne cehenneme : muhakkak, cehennem
le muhitatun : elbette, ihata edici, kuşatıcı,
bi el kafirin : hakikatleri örtenler, görmemezlikten gelen,

 

49- Onlardan; bana yetki ver, ben fitneci değilim diyen kimseler vardır. Onlar fitnenin içinde olanlar değil midir? Muhakkak ki hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, cehaletin cehennemiyle kuşatılmışlardır.

 

-50-

إِن تُصِبْكَ حَسَنَةٌ تَسُؤْهُمْ وَإِن تُصِبْكَ مُصِيبَةٌ يَقُولُواْ قَدْ أَخَذْنَا أَمْرَنَا مِن قَبْلُ وَيَتَوَلَّواْ وَّهُمْ فَرِحُونَ

İn tusıbke hasenetun tesuhum, ve in tusıbke musîbetun yekûlû kad ehaznâ emrenâ min kablu ve yetevellev ve hum ferihûn

in tusıb-ke : eğer, isabet etme, değme, dokunma, sana,
hasenetun : güzel bir şey, iyi olan,
Tesu hum : tasalanır, üzer, üzülür, kederlenir, onlar
ve in tusıb-ke : eğer, sana isabet ederse, gelirse,
musibetun : bir musibet, sıkıntı
Yekûlû kad ehaz na : derler, sarılmak, sağlama almak, sarmak, biz,
emre-nâ min kablu : işimiz, tedbirimiz, daha önce
ve yetevellev : dönüp giderler, kendi bildiklerine dönerler,
ve hum ferih : onlar sevinir, övünür,

 

50- Eğer sana güzel bir şey isabet ederse, onlar üzülür ve eğer sana bir sıkıntı gelirse, biz önceden işimizi sağlama aldık derler ve sevinerek dönüp giderler.

 

-51-

قُل لَّن يُصِيبَنَا إِلاَّ مَا كَتَبَ اللّهُ لَنَا هُوَ مَوْلاَنَا وَعَلَى اللّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ

Kul len yusîbenâ illâ mâ keteballâhu lenâ huve mevlânâ ve alâllâhi felyetevekkelil muminûn

Kul len yusibe na : de, anlat, asla, isabet, temas, etki, biz
İlla ma ketebe Allâh : ancak, değil, şey, kitap, yazılan, ilahi söz, Allah
Lenâ huve Mevla na : bizim, bize, o, mevlamızdır, sahip, malik, efendi
ve alâ Allâh : Allah’a, Allah için, yüce Allah,
fe li yetevekkeli : artık, işte, herşeyiyle teslim olan,
el muminin : müminler

 

51- De ki: Ancak Allah’a ait olan o ilahi sözlerden başka bir şey bizi etkilemez. Bizim sahibimiz O’dur ve yüce olan Allah’tır. İşte müminler bütün her şeyleriyle bir teslimiyet içinde olanlardır.

 

-52-

قُلْ هَلْ تَرَبَّصُونَ بِنَا إِلاَّ إِحْدَى الْحُسْنَيَيْنِ وَنَحْنُ نَتَرَبَّصُ بِكُمْ أَن يُصِيبَكُمُ اللّهُ بِعَذَابٍ مِّنْ عِندِهِ أَوْ بِأَيْدِينَا فَتَرَبَّصُواْ إِنَّا مَعَكُم مُّتَرَبِّصُونَ

Kul hel terabbesûne binâ illâ ıhdâl husneyeyn ve nahnu neterabbesu bikum en yusîbekumullâhu bi azâbin min indihî ev bi eydînâ fe terabbasû innâ meakum muterabbisûn

kul hel terabbesûne : anlat, de ki, beklemez misiniz?
Bina illa ıhda : bize, bizim ile, biri, yol bulma,
el husneyeyn : güzellikler, iyilikler,
Ve nahnu neterabbesu bikum : biz, beklemek, istemek, bekliyoruz, size, sizin,
en yusibe kum : isabet, dokunma, temas, siz,
Allah bi azab : Allah, azap, sıkıntı,
min indi-hu : onun indinden, onun tarafından, ona ait,
Ev bi eydi na : ya da, veya, gücümüz, mücadele, elimiz, biz,
fe terabbasû : artık bekleyin
İnna mea-kum : muhakkak, birlikte, beraber, siz,
muterabbısun : bekleyen,

 

52- De ki: Güzelliklere yol bulmak için bizim gibi beklemez misiniz? Biz, sizin içinde beklemekteyiz. Size bir sıkıntı isabet etse, sıkıntıları giderenin Allah olduğunu bilin ve gücümüzün O’na ait olduğunu bilin. Bundan böyle bekleyin, muhakkak ki biz de sizin gibi beklemekteyiz.

 

 

-53-

قُلْ أَنفِقُواْ طَوْعًا أَوْ كَرْهًا لَّن يُتَقَبَّلَ مِنكُمْ إِنَّكُمْ كُنتُمْ قَوْمًا فَاسِقِينَ

Kul enfikû tavan ev kerhen len yutekabbele minkum innekum kuntum kavmen fâsikîn

Kul enfiku : anlat, harcama, verme, infak edin
Tavan ev kerhen : isteyerek ya da isteksiz, gönüllü, gönülsüz
len yutekabel minkum : değil, kabul etmek, uygun değil, ölçüsüz, sizin
İnne kum kuntum : muhakkak, doğrusu, siz, oldunuz
kavmen fasikine : bir kavim, topluluk, sapan, hakikatlerden sapan

 

53- De ki: Gönüllü ya da gönülsüz infak etseniz de, doğrusu sizler hakikatleri bırakıp kendi anlayışına sapan kimselerden olduğunuzdan dolayı, sizin infak etmeniz asla bir uygunluk ölçüsünde değildir.

 

-54-

وَمَا مَنَعَهُمْ أَن تُقْبَلَ مِنْهُمْ نَفَقَاتُهُمْ إِلاَّ أَنَّهُمْ كَفَرُواْ بِاللّهِ وَبِرَسُولِهِ وَلاَ يَأْتُونَ الصَّلاَةَ إِلاَّ وَهُمْ كُسَالَى وَلاَ يُنفِقُونَ إِلاَّ وَهُمْ كَارِهُونَ

Ve mâ meneahum en tukbele minhum nefekâtuhum illâ ennehum keferû billâhi ve bi resûlihî ve lâ yetûnes salâte illâ ve hum kusâlâ ve lâ yunfikûne illâ ve hum kârihûn

ve mâ menea hum : şey, değil, ne, men etme, reddetme, onlar
En tekbele minhum : kabul etme, onaylama, uygun, onlardan, kendileri
nefekâtu-hum illa : infak, vermeleri, gider, onlar, ancak
enne-hum keferu bi Allah : onlar, hakikatleri örten görmemezlikten gelen, Allah
ve bi resûli-hi : resûl, o
ve la yetûne : yok, gelmek, uymak, anlamamak,
el salate illa : salât, hakka bağlılık, ancak, başka
Ve hum kusâlâ : onlar tembel, üşenerek, yavaş, gayret göstermeyen
ve lâ yunfikûne illa : yok, verme, infak etme, ancak, başka
Ve hum kârihûne : onlar, kerih, hoşlanmayan, hor, küşük görmek,

 

54- Ancak onların infak etmelerinin bir uygunluk içinde olmasına, kendileri engel oldular. Çünkü onlar hakikatleri örttüler, Allah’ı görmemezlikten geldiler ve o resul’e uymadılar ve ancak onlar her an Hakk’a bağlı olduklarının o hakikatini anlayamadılar ve onlar hakikatleri anlamak için hiç gayret göstermediler ve onlar hor gördüler.

 

 

-55-

فَلاَ تُعْجِبْكَ أَمْوَالُهُمْ وَلاَ أَوْلاَدُهُمْ إِنَّمَا يُرِيدُ اللّهُ لِيُعَذِّبَهُم بِهَا فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَتَزْهَقَ أَنفُسُهُمْ وَهُمْ كَافِرُونَ

Fe lâ tucibke emvâluhum ve lâ evlâduhum innemâ yurîdullâhu li yuazzibehum bihâ fîl hayâtid dunya ve tezheka enfusuhum ve hum kâfirûn

fe lâ tucib-ke : yok, merak, hoş, imrenme, özenme, sen,
emval hum : onların malları, değerleri,  varlıkları,
ve lâ evlâdu-hum : yok, evlat, onlar
İnnema yurîdu Allâh : ancak, sadece, istek, irade, Allah
li yuazzibe-hum biha : için, azap, sıkıntı, onlar, onda, o halin içinde
fî el hayâti ed dunyâ : dünya hayatında, yaşamlarında,
ve tezheka : kayıp, çıkar, anlamayı kaybeden,
enfusu-hum : nefsleri, canları, onlar
ve hum kafirûne : onlar, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler

 

55- Bundan böyle onların mallarına özenme ve onların evlatlarına özenme. Ancak Allah’ın iradesine bağlan. Dünya hayatında onların o sıkıntılı hallerinde olma. Onlar nefislerini anlamayı kaybedenlerdir ve onlar hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerdir.

 

-56-

وَيَحْلِفُونَ بِاللّهِ إِنَّهُمْ لَمِنكُمْ وَمَا هُم مِّنكُمْ وَلَكِنَّهُمْ قَوْمٌ يَفْرَقُونَ

Ve yahlifûne billâhi innehum le minkum ve mâ hum minkum ve lâkinne hum kavmun yefrakûn

ve yahlifûne bi Allah : söz verme, yemin ederler, Allaha
inne-hum le min kum : oldu, öyle, onlar, elbette, sizden
ve mâ hum minkum : değil, onlar, sizden
ve lakinne-hum : lakin, fakat onlar
Kavmun yefrakun : kimseler, topluluk, firak, ayrılık, ikilikte kalanlar,

 

56- Onlar sizin gibi olduklarına dair Allah adına yemin ederler. Onlar sizin gibi değildirler, fakat onlar ikilikte kalanlardır.

 

-57-

لَوْ يَجِدُونَ مَلْجَأً أَوْ مَغَارَاتٍ أَوْ مُدَّخَلاً لَّوَلَّوْاْ إِلَيْهِ وَهُمْ يَجْمَحُونَ

Lev yecidûne melceen ev magârâtin ev muddehalen le vellev ileyhi ve hum yecmehûn

Lev yecıdune : eğer, bulma, fark etme, edinme,
melcen : sığınak, barınak,
Ev magarâtin : ya da mağaralar, sığınak
Ev mudehal : ya da, dahil olunan, girilen yer,
le velev ileyhi : elbette, yönelme, ona
Ve hum yecmehûne : onlar, çabalama, zorlama, gayret gösterme

 

57- Eğer sığınacakları bir yer bulsalar ya da bir mağara ya da dâhil olacakları bir yer, hemen onlar oraya yönelirler ve oraya girmek için gayret gösterirler.

 

-58-

وَمِنْهُم مَّن يَلْمِزُكَ فِي الصَّدَقَاتِ فَإِنْ أُعْطُواْ مِنْهَا رَضُواْ وَإِن لَّمْ يُعْطَوْاْ مِنهَا إِذَا هُمْ يَسْخَطُونَ

Ve minhum men yelmizuke fîs sadakât fe in utû minhâ radû ve in lem yutav minhâ îzâ hum yeshatûn

ve minhum men yelmizu ke : onlardan, kim, kimse, ayıplama, kınama, sen
fî el sadakati : doğruluğun için, sadakatin için, içten, samimiyet
fe in utu minha : o zaman, eğer, verildi, sundu, ondan,
radu : istek, razı olma,
Ve in lem yutav min ha : eğer, değil, vermezler, vazgeçmezler, sunma, ondan
İza hum yeshatûne : o zaman, onlar, öfkelenirler, kızarlar

 

58- Bir sadâkat içinde dosdoğru hareket ettiğin için, onlardan seni kınayan kimseler vardır. Eğer onlara; siz de istekle böyle olun desen, onlar kendi hallerinde vazgeçmezler, onlar öfkelenirler.

 

-59-

وَلَوْ أَنَّهُمْ رَضُوْاْ مَا آتَاهُمُ اللّهُ وَرَسُولُهُ وَقَالُواْ حَسْبُنَا اللّهُ سَيُؤْتِينَا اللّهُ مِن فَضْلِهِ وَرَسُولُهُ إِنَّا إِلَى اللّهِ رَاغِبُونَ

Ve lev ennehum radû mâ âtâhumullâhu ve resûluhu ve kâlû hasbunâllâhu se yutinâllâhu min fadlihî ve resûluhû innâ ilâllâhi râgıbûn

ve lev enne hum : eğer, olsa bile, deselerdi olmazmıy dı, onlar
radu : razı, memnun, kabullenmek,
ma ata hum Allâh : değil, şey, ne, vermek, sunmak, onlar, Allah
ve resûlu-hu : resul, hakikati gösteren,
ve kalu hasbu-nâ Allâh : dediler, yetmek, kâfi, biz, Allah
se yuti na Allâh : vermek, sunmak, biz, Allah,
min fadl hi : lütuf, fazilet, erdem, o
ve resûlu-hu : resul, hakikati gösteren, o
İnnâ ila Allah : biz, sadece, Allah,
ragıbun : istekli, teveccüh, rağbet eden, yönelmek,

 

59- Onlar şöyle deselerdi olmaz mıydı? Allah’ın bize verdiklerinden razı olduk ve o resulden de ve deselerdi: Allah bize kâfidir, onun bize verdiği lütuflar yeter ve o resul de kâfidir, biz sadece Allah’a teveccüh ederiz.

 

-60-

إِنَّمَا الصَّدَقَاتُ لِلْفُقَرَاء وَالْمَسَاكِينِ وَالْعَامِلِينَ عَلَيْهَا وَالْمُؤَلَّفَةِ قُلُوبُهُمْ وَفِي الرِّقَابِ وَالْغَارِمِينَ وَفِي سَبِيلِ اللّهِ وَابْنِ السَّبِيلِ فَرِيضَةً مِّنَ اللّهِ وَاللّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ

İnnemâs sadakâtu lil fukarâi vel mesakîni vel âmilîne aleyhâ vel muellefeti kulûbuhum ve fîr rikâbi vel gârimîne ve fî sebîlillâhi vebnis sebîl farîdaten minallâh vallâhu alîmun hakîm

innemâ el sadakâtu : muhakkak, doğrusu, sadece, sadık, doğru, içten,
li el fukara : fakir, varlığından geçmiş, yoksul
ve el mesâkîni : çaresiz, aciz, yoksullar,
ve el âmilîne aleyha : amel edenler, çalışan, memur, üzerine, onlarla
ve el muellefeti : ilgi duyan, yazar, birleşmiş, toplamış,
kulub hum : kalbler, idrakler, bağlılıklar
ve fî er rikâbi : boyun, teslim olan, boyun eğen
ve el gârimîne : borçlu olan, hakları olan,
ve fi sebili Allâh : Allah’ın yolunda, hakikatlerin yolunda,
vebni el sebil : yolcu olan, hakikat yolunda yolculuk eden
Faridaten min Allah : görev, hizmet, hüküm, farz olarak, Allah
ve Allâh alim : Allah, ilmiyle var eden, ilmin sahibi,
hakim : hakim olan, hüküm hikmet

 

60- Muhakkak ki sadakat: Varlığından geçmiş olanlar ve acziyetini ve üzerindeki işleyişi ve birliği idrak edenler ve teslim olanlar ve Allah’ın hakikatleri yolunda yolculuk edenler, Allah’ın hükümlerini bilenler içindir ve ilmin sahibinin, tüm varlığa hâkim olanın Allah olduğunu bilenler içindir.

 

-61-

وَمِنْهُمُ الَّذِينَ يُؤْذُونَ النَّبِيَّ وَيِقُولُونَ هُوَ أُذُنٌ قُلْ أُذُنُ خَيْرٍ لَّكُمْ يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَيُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِينَ وَرَحْمَةٌ لِّلَّذِينَ آمَنُواْ مِنكُمْ وَالَّذِينَ يُؤْذُونَ رَسُولَ اللّهِ لَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ

Ve minhumullezîne yuzûnen nebiyye ve yekûlûne huve uzun kul uzunu hayrin lekum yuminu billâhi ve yuminu lil muminîne ve rahmetun lillezîne âmenû minkum vellezîne yuzûne resûlallâhi lehum azâbun elîm

ve min hum : onlardan
ellezine yuzûne : o kimseler, eza, eziyet, haber getiren,
el nebiy : nebi, haber veren, hakikati bildiren,
Ve yekulune huve uzunun : derler, söyler, o, kulak, dinleyen
Kul uzunu : söyle, anlat, kulak veren, dinleyen,
hayrin lekum : hayırdır, sizin için
yuminu bi Allah : size, inanır, Allah
Ve yuminu li el muminine : inanır, için, mümin, emin olmak
ve rahmetun : rahmettir, fydalı, yaşam için gerekli olan,
li ellezîne âmenû minkum : iman eden kimseler için, sizden
ve ellezine yuzun : o kimseler, eza, eziyet
resul Allah : resul, hakikati gösteren, Allah
Lehum azabun elim : onlar için, azap, sıkıntı, elim, acı

 

61- Onlardan hakikatleri bildireni üzen kimseler vardır. Derler ki: O her söyleneni dinler. De ki: Dinlemek sizin için hayırdır, Allah’a inanmaktır ve müminler için imandır ve sizden iman eden kimseler için rahmettir. Allah’ın hakikatlerini gösterene eza eden kimselere acı sıkıntılar vardır.

 

-62-

يَحْلِفُونَ بِاللّهِ لَكُمْ لِيُرْضُوكُمْ وَاللّهُ وَرَسُولُهُ أَحَقُّ أَن يُرْضُوهُ إِن كَانُواْ مُؤْمِنِينَ

Yahlifûne billâhi lekum li yurdûkum vallâhu ve resûluhû ehakku en yurdûhu in kânû muminîn

Yahlifûne bi Allah lekum : yemin ederler, Allah’a, size,
li yurdû-kum : için, razı, hoşnut, ikna, sizi, sizi razı etmek için
ve Allah : Allah, tüm kâinattaki Kudret,
ve resul hu : resul, hakikati gösteren,
E hakk : hak, doğru, hakikat, gerçek değil mi?
en yurdû-hu : razı, onun rızası aranır, o, Allah
in kânû muminin : eğer, oldu, iseler, mümin, emin olan

 

62- Sizi razı etmek için, size Allah adına yemin ederler. Eğer müminlerden olmak istiyorsanız; Allah’ın rızası arayın ve o resulün söylediği hakikatler üzere olun.

 

-63-

أَلَمْ يَعْلَمُواْ أَنَّهُ مَن يُحَادِدِ اللّهَ وَرَسُولَهُ فَأَنَّ لَهُ نَارَ جَهَنَّمَ خَالِدًا فِيهَا ذَلِكَ الْخِزْيُ الْعَظِيمُ

E lem yalemû ennehu men yuhâdidillâhe ve resûlehu fe enne lehu nâre cehenneme hâliden fîhâ zâlikel hızyul azîm

e lem yalemû enne hu : bilmezler mi ki? Olduğunu, o
Men yuhadidi Allâh : kim, kimse, haddi aşma, Allah
ve resûle-hu : resul, o
Fe enne hu : o zaman, olduğu, o,
nâre cehennem : cehennem ateşi, ceheletin ateşi,
halid fiha : devamlı, sürekli, orada, o halde
zalike el hızyu el azimu : işte bu, rezillik, ayıp, utanç, yıkım, yazık, büyük

 

63- Bilmezler mi ki: Allah’a karşı haddi aşan ve o resulü anlayamayan kimse devamlı cehennem ateşindedir. İşte büyük yıkım budur.

 

 

-64-

يَحْذَرُ الْمُنَافِقُونَ أَن تُنَزَّلَ عَلَيْهِمْ سُورَةٌ تُنَبِّئُهُمْ بِمَا فِي قُلُوبِهِم قُلِ اسْتَهْزِؤُواْ إِنَّ اللّهَ مُخْرِجٌ مَّا تَحْذَرُونَ

Yahzerul munâfikûne en tunezzele aleyhim sûretun tunebbiuhum bi mâ fî kulûbihim kulistehziu innallâhe muhricun mâ tahzerûn

yahzeru : uyardı, hakikatlerle uyarıldı,
el munâfikûne : ikiyüzlüler, münafıklık
en tunezzele aleyhim : inmek, alçalmak, sunulması, onlara,
sûret : sûret, dış görünüş, nusha
tunebbiu-hum bima : bildirilir, haber verir, onlara, şey,
fî kulûbi-him : kalblerinde, idraklerinde, anlayışlarında, onlar
kul istehziû : de ki, anlat, alay ediyorsunuz, alay edin
inne Allah muhric : muhakkak Allah, açığa çıkarmak, ortaya koymak
mâ tahzerûne : değil, ihtiyat, dikkat, çekindiğiniz şey

 

64- İkiyüzlüler suretlerde kaldıklarından dolayı, hakikatler sunularak uyarıldılar. Onların kalblerinde olan şeyler onlara bildirilir. De ki: Alay etseniz de, muhakkak ki bütün varlığı açığa çıkaran Allah’tır. Fakat siz dikkat etmiyorsunuz.

 

-65-

وَلَئِن سَأَلْتَهُمْ لَيَقُولُنَّ إِنَّمَا كُنَّا نَخُوضُ وَنَلْعَبُ قُلْ أَبِاللّهِ وَآيَاتِهِ وَرَسُولِهِ كُنتُمْ تَسْتَهْزِؤُونَ

Ve le in seeltehum le yekûlunne innemâ kunnâ nahûdu ve nelab kul e billâhi ve âyâtihî ve resûlihî kuntum testehziûn

ve le in seelte hum : elbette, eğer, sorsan, sorgulasan, onlara
le yekûlunne : mutlaka derler,
İnnemâ kunna nahud : sadece, biz, kavga, mücadele
ve nelab : eğlenme, oyun,
Kul e bi Allah : anlat, de ki, Allah ile mi, hakkında mı?
ve ayati hi : onun ayetleri, işaretleri,
ve resul hi : resulu, hakikati gösteren, o
kuntum testehziun : siz, delil, kanıt, alay, önemsememe

 

65- Onlara ne yaptıklarını sorsan, elbette biz tartışıyoruz ve eğleniyoruz derler. De ki: Allah hakkında ve O’nun ayetleri hakkında ve resul’ü hakkında mı alay ediyorsunuz.

 

-66-

لاَ تَعْتَذِرُواْ قَدْ كَفَرْتُم بَعْدَ إِيمَانِكُمْ إِن نَّعْفُ عَن طَآئِفَةٍ مِّنكُمْ نُعَذِّبْ طَآئِفَةً بِأَنَّهُمْ كَانُواْ مُجْرِمِينَ

Lâ tatezirû kad kefertum bade îmânikum in nafu an tâifetin minkum nuazzib tâifeten bi ennehum kânû mucrimîn

lâ tatezirû : yok, bahane, mazeret, oldu,
kad kefer tum : hakikatleri örten, siz
bade imani-kum : sonra, iman, inanma, siz
İn nafu : eğer, af, bağışlama, affımızı,
an taifet minkum : taife, kimseler, topluluk, grup, sizden
Nuazzib tâifeten : biz, azap, sıkıntı verme, taife, topluluk, kimseler,
bi enne-hum : olmaları sebebebiyle, onlar gibi olursunuz
kânû mucrimîne : oldu, fenalarda kalan, suçlu, günahkar

 

66- Siz iman ettikten sonra hakikatleri görmemezlikten gelip örtüyorsanız, bunun bahanesi yoktur. Eğer sizler, affımızı anlamayan kimselerden olursanız; muhakkak ki fenalarda kalırsınız, Bizi anlayamadığınızdan dolayı, sıkıntılar içinde kalan kimselerden olursunuz.

 

-67-

الْمُنَافِقُونَ وَالْمُنَافِقَاتُ بَعْضُهُم مِّن بَعْضٍ يَأْمُرُونَ بِالْمُنكَرِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمَعْرُوفِ وَيَقْبِضُونَ أَيْدِيَهُمْ نَسُواْ اللّهَ فَنَسِيَهُمْ إِنَّ الْمُنَافِقِينَ هُمُ الْفَاسِقُونَ

El munâfikûne vel munâfikâtu ba’duhum min badin yemurûne bil munkeri ve yenhevne anil marûfi ve yakbidûne eydiyehum nesûllâhe fe nesiyehum innel munâfıkîne humul fâsikûn

el munâfikûne : münafıklık, ikiyüzlü olanlar,
ve el munâfikâtu : münafıklığa meyledenler
Badu hum min badin : onların bazısı, bazısına, birbirlerin
Yemurûne : işleyiş, emir, hüküm,
bi el münker : kötülük, inkâr, hata eden, günahkâr,
ve yenhevne : nehyederler, yasaklar, engeller,
an el maruf : iyilik, bilmeyi, irfaniyeti
ve yakbidûne : tutarlar, yakalar, kendilerinin sayarlar,
eydiye hum : elleri, gücleri, onlar
nesû Allâh : unutmak, anmamak, Allah,
fe nesiye-hum : böylece, sebebiyle, unutma, onlar
inne el munâfıkîne : münafıklardan olurlar, ikiyüzlü, içi başka dışı başka,
hum el fâsikûne : onlar, fasıklar, sapan, hakikatten sapan, bozucu,

 

67- Münafıklar ve münafıklığa meyledenler; birbirlerine inkârı işlerler ve irfaniyeti engellerler ve onlar kendilerindeki gücü kendilerinin sayarlar, Allah’ı unuturlar. Böylece onlar, Allah’ı unutmaları sebebiyle hakikatlerden saparak, münafıklardan olurlar.

 

-68-

وَعَدَ الله الْمُنَافِقِينَ وَالْمُنَافِقَاتِ وَالْكُفَّارَ نَارَ جَهَنَّمَ خَالِدِينَ فِيهَا هِيَ حَسْبُهُمْ وَلَعَنَهُمُ اللّهُ وَلَهُمْ عَذَابٌ مُّقِيمٌ

Vaadallâhul munâfikîne vel munâfikâti vel kuffâre nâre cehenneme hâlidîne fîhâ hiye hasbuhum ve leanehumullâh ve lehum azâbun mukîm

vaada Allâh : Allah vaat etti, ortaya çıkardı, gerçeği,
el munafikin : münafıklar, münafık olan, içi başka dışı başka,
ve el munafikat : münafıklığa meyledenler
ve el kuffâre : hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler
nâre cehenneme : ateş, yakıcı olan, cehennem,
Halidin fiha : devamlı, sürekli, orada, o hallerde,
hiye hasbu-hum : o halleri, o, kâfi, yeter, benimsemiş, onlar
ve leane-hum allâh : Allah’ı idrak edemeyip rahmetten uzaklaşma
ve lehum azabun : onlar, azap, sıkıntı,
mukim : kalınan yer, ikame, o halde kalma

 

68- Allah’ın vaadidir; münafıklar ve münafıklığa meyledenler ve hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler, devamlı cehaletin cehenneminin yakıcı hallerindedirler, onlar o hallerini benimsemişlerdir. Onlar, Allah’ı idrak edemeyip rahmetten uzaklaşanlardır ve onlar devamlı sıkıntılarda kalanlardır

 

-69-

كَالَّذِينَ مِن قَبْلِكُمْ كَانُواْ أَشَدَّ مِنكُمْ قُوَّةً وَأَكْثَرَ أَمْوَالاً وَأَوْلاَدًا فَاسْتَمْتَعُواْ بِخَلاقِهِمْ فَاسْتَمْتَعْتُم بِخَلاَقِكُمْ كَمَا اسْتَمْتَعَ الَّذِينَ مِن قَبْلِكُمْ بِخَلاَقِهِمْ وَخُضْتُمْ كَالَّذِي خَاضُواْ أُوْلَئِكَ حَبِطَتْ أَعْمَالُهُمْ فِي الُّدنْيَا وَالآخِرَةِ وَأُوْلَئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ

Kellezîne min kablikum kânû eşedde minkum kuvveten ve eksere emvâlen ve evlâdâ festemteû bi halâkihim festemtatum bi halâkikum kemâstemteallezîne min kablikum bi halâkihim ve hudtum kellezî hâdû ulâike habitat amâluhum fîd dunyâ vel âhirah ve ulâike humul hâsirûn

ke ellezine min kalbi kum : gibi, o kimseler, önceki, sizden
kânû eşed minkum kuvve : oldu, daha fazla, çok, güçlü, sizden, kuvvetli, güçlü
ve eksere : daha çok, çok,
emval ve evlad : mal ve evlat
fe istemteu : öyle ki, hoşlanma, meta, çıkar, yarar, nasip,
bi halak him : pay, nasip peşinde olmak, yaratma, onlar
fe istemtatum : sonra, hoşlanma, çıkar, yarar, meta, siz,
bihalak kum : nasip, pay, yaratma, siz
kemâ estemtea : gibi, öyle, hoşlanma, faydalanma
ellezine min kabli-kum : sizden önceki kimseler gibi
bi halâki-him : nasip, payları, o halde olmak, yaratma, onlar
ve hudtum ke : daldınız, çukur, düşme, gibi,
ellezine hadu : o kimseler, dalma, düşme, bir yola girme,
Ulaike habitat : işte onlar, nafile, heba, boşa gitti,
amal hum : amel, çalışma, onlar
fi ed dunyâ ve el ahiret : dünyada, yaşamlarında ve sonunda
Ve ulaike hum el hasirûne : işte onlar, hüsran, kaybedenler,

 

69- Sizden önceki kimseler gibi, siz de daha fazla güçlü olmak için, çok mal ve çok evlat peşinde oldunuz. Öyle ki onlarda o halden hoşlandılar, sonra siz de o halden hoşlandınız. Sizden önceki kimselerin o halleri gibi, siz de o hallerde kaldınız ve o kimseler dünya çıkarına düştüğü gibi siz de düştünüz. İşte onların amelleri, yaşarken ve sonunda boşa gitmiştir ve işte o hallerde olanlar kaybedenlerdir.

 

-70-

أَلَمْ يَأْتِهِمْ نَبَأُ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ قَوْمِ نُوحٍ وَعَادٍ وَثَمُودَ وَقَوْمِ إِبْرَاهِيمَ وِأَصْحَابِ مَدْيَنَ وَالْمُؤْتَفِكَاتِ أَتَتْهُمْ رُسُلُهُم بِالْبَيِّنَاتِ فَمَا كَانَ اللّهُ لِيَظْلِمَهُمْ وَلَكِن كَانُواْ أَنفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ

E lem yetihim nebeullezîne min kablihim kavmi nuhin ve âdn ve semûde ve kavmi ibrâhîme ve ashâbi medyene vel mutefikât etethum rusuluhum bil beyyinat fe mâ kânallâhu li yazlimehum ve lâkin kânû enfusehum yazlimûn

e lem yeti him nebeu : onlara gelmedi mi? Haberi, bilgisi
ellezine min kabli-him : onlardan önceki kimselerin
kavmi nuhin : Nuh kavmi
ve âdin ve semud : Âd ve Semûd
ve kavmi ibrâhîme : ibrâhîm kavmi
ve ashâb medyene : Medyen halkı
ve el mutefikati : yalanda kalmak anlamaktan kaçmak, sapmak
etet-hum : geldi, getirdi, sundu, onlar
resul hum : resul, hakikati gösteren, onlar
bi el beyyinati : apaçık delillerlere
fe ma kane Allah : böylece, olmadı, olmaz, Allah
li yazlime-hum : onlara zulmediyor
Ve lakin kanu : fakat, lakin, oldular
enfus hum yazlimun : oldu, nefslerine, kendilerine, onlar, zulmediyorlar,

 

70- Onlardan öncekilerin haberleri onlara gelmedi mi? Nuh’un kavmi ve Ad ve Semud ve İbrâhîm’in kavmi ve Medyen halkı ve onlardan olan resuller apaçık delillerle hakikatleri onlara sunmuştu. Onlar yalanlarda kalıp anlamaktan kaçtılar. Allah onlara zulmeden olmadı, fakat onlar kendilerine zulmettiler.

 

-71-

وَالْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاء بَعْضٍ يَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ وَيُقِيمُونَ الصَّلاَةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَيُطِيعُونَ اللّهَ وَرَسُولَهُ أُوْلَئِكَ سَيَرْحَمُهُمُ اللّهُ إِنَّ اللّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ

Vel muminûne vel muminâtu baduhum evlîyâu badin yemurûne bil marûfi ve yenhevne anil munkeri ve yukîmûnes salâte ve yutûnez zekâte ve yutîûnallâhe ve resûlehu ulâike se yerhamuhumu allâh innallâhe azîzun hakîm

ve el muminun : mümin olan, emin olan,
ve el muminat : müminlik yolunda olanlar
Badu hum evliya badin : onların bir kısmı, dostlar, bir kısmı, birbirlerine
Yemurune : işlerler, tavsiye, hüküm, emr,
bi el maruf : iyilik, ariflik, bilmeyi
ve yenhevne : nehyederler, yasakma, men etmek,
an el münker : kötülük, inkâr, hata,
ve yukîmûne es salâte : her an salât üzeredirler, hakka bağlılık,
ve yutûne ez zekâte : zekat, zeka, temizlenip kendindekini paylaşır
ve yutîûne Allâh : uyarlar, itaat ederler, tabi olurlar, Allah’a
ve resul hu : resul, hakikati gösteren, o
Ulaike se yerhamu-hum Allâh : işte onlar, rahmeti, merhamet, onlar, Allah
inne Allâh azizi : muhakkak Allah, tüm değerlerin yüce sahibi,
hakim : tüm varlığa hâkim olan,

 

71- Mümin olanlar ve müminlik yolunda olanlar; birbirlerine dostluğu, arif olmayı işlerler ve inkârı engellerler ve her an Hakk’a bağlılık şuuruyla hareket ederler ve temizlenme içinde olup kendilerindekini paylaşırlar ve Allah’a itaat ederler ve o resul’e uyarlar. İşte onlar Allah’ın merhametini anlarlar. Muhakkak ki Allah tüm değerlerin yüce sahibidir, tüm varlığa hâkim olandır.

 

-72-

وَعَدَ اللّهُ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا وَمَسَاكِنَ طَيِّبَةً فِي جَنَّاتِ عَدْنٍ وَرِضْوَانٌ مِّنَ اللّهِ أَكْبَرُ ذَلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ

Vaadallâhul muminîne vel muminâti cennâtin tecrî min tahtihâl enhâru hâlidîne fîhâ ve mesâkine tayyibeten fî cennâti adnin ve rıdvânun minallâhi ekber zâlike huvel fevzul azîm

Vaad Allah : vaad, söz, açığa çıkan, bir şeyi yapmak, Allah
el muminin : müminler, emin olanlar,
ve el muminat : müminlik yolunda olanlar
Cennet terci min tahtina : cennet, huzur, vardır, akar, makamlarında,
el enharu halidina fiha : ilim, nehir, devamlı, ebedi, orada
ve mesakine : meskenler, konut, bulunulan yer, ulaşma,
tayyibetin : temiz olan, güzel olan, yararlı olan
fi cennâti : cennet, huzur,
adnin : tüm tecellileri idrak etmek, vatan tutmak, mukim olma
ve rıdvan : rıza, razı olma, mutluluk, huzur,
min Allah ekber : Allah, büyük, yüce
Zalike huve : işte, o,
el fevz el azim : kurtuluş, yüce, büyük, yüce kurtuluş,

 

72- Allah’ın vaadidir; Mümin olanlar ve müminlik yolunda olanlara huzur vardır, makamlarında bir ilim üzeredirler, devamlı o hallerdedirler ve tüm tecellilerin Allah’tan olduğunun huzuruna tertemiz bir halde ulaşırlar. Allah’ın rızasını anlamanın yüceliğindedirler. İşte o yüce kurtuluş budur.

 

-73-

يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ جَاهِدِ الْكُفَّارَ وَالْمُنَافِقِينَ وَاغْلُظْ عَلَيْهِمْ وَمَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ وَبِئْسَ الْمَصِيرُ

Yâ eyyuhân nebiyyu câhidil kuffâra vel munâfikîne vagluz aleyhim ve mevâhum cehennem ve bisel masîr

yâ eyyuhâ en nebiyyu : ey haber veren, nebi,
câhidi : cihad, hakikati anlatmak için gayret göster, çaba, çalış
el kafir : hakikati görmemezlikten gelmek, örtmek
ve el munâfikîne : ikiyüzlülük, münafıklık, içi başka dışı başkalık
ve igluz : acımasız, merhametsiz, insafsız, kabalık, terbiye dışı
aleyhim : onlara, onlarda, kendilerinde,
ve mevâ-hum : onların barınacağı yer, sığınacağı yer
cehennemu : cehennem, cehaletin cehennemi, yakıcı olan,
ve bise el masiru : ne kötü, yer, bulunulan hâl, durum, belirleme, tespit

 

73- Ey hakikatleri bildiren! Kendilerinde; kaba davranışlık ve münafıklık ve hakikatleri görmemezlikten gelip örtme halleri olanlara, hakikatleri anlatmak için gayret göster. Onların barınağı cehaletin cehennemidir ve ne kötü bir haldir.

 

-74-

يَحْلِفُونَ بِاللّهِ مَا قَالُواْ وَلَقَدْ قَالُواْ كَلِمَةَ الْكُفْرِ وَكَفَرُواْ بَعْدَ إِسْلاَمِهِمْ وَهَمُّواْ بِمَا لَمْ يَنَالُواْ وَمَا نَقَمُواْ إِلاَّ أَنْ أَغْنَاهُمُ اللّهُ وَرَسُولُهُ مِن فَضْلِهِ فَإِن يَتُوبُواْ يَكُ خَيْرًا لَّهُمْ وَإِن يَتَوَلَّوْا يُعَذِّبْهُمُ اللّهُ عَذَابًا أَلِيمًا فِي الدُّنْيَا وَالآخِرَةِ وَمَا لَهُمْ فِي الأَرْضِ مِن وَلِيٍّ وَلاَ نَصِيرٍ

Yahlifûne billâhi mâ kâlû, ve lekad kâlû kelimetel kufri ve keferû bade islâmihim ve hemmû bi mâ lem yenâlû, ve mâ nekamû illâ en agnâhumullâhu ve resûluhu min fadlihi, fe in yetûbû yeku hayran lehum ve in yetevellev yuazzibhumullâhu azâben elîmen fîd dunyâ vel âhirah ve mâ lehum fîl ardı min veliyyin ve lâ nasîr

Yahlifûne bi Allah : yemin eden, halif, arkadan gelen, eski elbise, Allah
ma kalu : değil, şey, ne, söyleme, dedi, sözünü tutmamak,
ve lekad kalu : andolsun ki, doğrusu, dediler, söyledi
kelimete el kufri : kelime, görmemezlikten gelip örten, reddeden, küfür,
ve keferû : hakikatleri örten, görmemezlikten gelen,
bade İslam him : sonra, barış ve huzur üzere olmak varken, onlar
ve hemmû : yapmak istediler, başarmak, hamle,
bima lem yenal : şey, değil, nail, başarmış
ve mâ nekamû : değil, şey, ne, eleştirmek, intikam, istek, arzu
İllâ en agna hum Allah : ancak, gani olma, varlıklı, zenginlik, onlar, Allah
ve resûlu-hu : resul, hakikati gösteren, o,
min fadli hi : fazilet, erdem, lütuf, incelik
Fe in yetubu : bundan sonra, tövbe, yaptıklarından pişman olan
yeku hayran lehum : olur, hayırlı, onlar için
Ve in yetevellev : eğer, şayet, dönerler, yüz cevirirler
Yuazzib hum Allâh : azapta, sıkıntı, onlar, Allah
azâben elîmen : azap, sıkıntı, elim, acı
Fi el dunya ve el ahirati : dünyada yaşamlarında ve sonlarında
ve mâ lehum fi el ard : değil, onlar, onların yoktur, yeryüzünde
min veliyyin : dost olan
ve la nasır : yok, yardımcı

 

74- Onlar hakikatlere uyacaklarına dair Allah’a yemin ettiler. Fakat sözlerine uymadılar. Doğrusu onlar hakikatleri görmemezlikten gelen kelimeleri söylediler. Onlar, barış ve huzur üzere olmak varken hakikatleri görmemezlikten geldiler. Başarmak istediler ama başaramadılar. Allah’ın onları sıfatlarıyla nasıl zengin kıldığını ve o resulün erdemliliğini anlamada istekli olmadılar. Bundan sonra yaptıklarından pişmanlık duyup, bir daha yapmak üzere söz verirlerse, onlar için daha hayırlı olur ve eğer onlar Allah’tan yüz çevirirlerse sıkıntılarda kalırlar. Yaşamlarında ve sonlarında acı sıkıntılarda kalırlar ve yeryüzünde onlara bir dost olmaz ve yardımcı da yoktur.

 

-75-

وَمِنْهُم مَّنْ عَاهَدَ اللّهَ لَئِنْ آتَانَا مِن فَضْلِهِ لَنَصَّدَّقَنَّ وَلَنَكُونَنَّ مِنَ الصَّالِحِينَ

Ve minhum men âhedallâhe le in âtânâ min fadlihî le nessaddekanne ve le nekûnenne mines sâlihîn

ve minhum men ahed Allah : onlardan, kim, kimse, ahd, söz, Allah
Le in ata na : elbette, eğer, verdi, sundu,
min fadli hı : biz, nitelik, nicelik, o
le nesaddak na : elbette, doğru, sadık olan, biz
ve le nekûne : elbette, bizi anlayan, olmak, oluruz,
min el salihin   : iyi kimselerden, Salihlerden, iyilerden

 

75- Onlardan Allah’a söz veren kimse; eğer kendindeki o lütufları Bizim verdiğimizi bilir, Bize sadıklardan olursa, elbette o, Bizi anlayıp iyi kimselerden olur.

 

-76-

فَلَمَّا آتَاهُم مِّن فَضْلِهِ بَخِلُواْ بِهِ وَتَوَلَّواْ وَّهُم مُّعْرِضُونَ

Fe lemmâ âtâhum min fadlihî bahılû bihî ve tevellev ve hum muridûn

Fe lemme ata hum : böylece, olduğunda, verme, sunma, onlar
min fadli hi : lutüf, ihsan, sıfat, nitelik,
bahıl bihi : hasis, cimri, vermeyen, kendine nisbet eden, ondan,
ve tevellev : yüz cevirdiler, döndüler
ve hum muridun : onlar, eski bildiklerine döndüler, reddeden,

 

76- Onlara verilen o lütufları kendilerine nisbet edenler, lütufların sahibini bilip teslim etmediler ve hakikatlerden yüz çevirdiler ve onlar eski bildiklerine döndüler.

 

-77-

فَأَعْقَبَهُمْ نِفَاقًا فِي قُلُوبِهِمْ إِلَى يَوْمِ يَلْقَوْنَهُ بِمَا أَخْلَفُواْ اللّهَ مَا وَعَدُوهُ وَبِمَا كَانُواْ يَكْذِبُونَ

Fe akabehum nifâkan fî kulûbihim ilâ yevmi yelkavnehu bi mâ ahlefullâhe mâ vaadûhu ve bi mâ kânû yekzibûn

Fe akabe hum : böylece, tehlike, zorluk, sıkıntı, onlar,
nifak : nifak, ikilik çıkaran, bozgunculuk yapan,
fî kulûbi-him : onların kalplerinde, kalplerine
ila yevmi yelkavne hu : gün, vakit, o zaman, dökmek, atmak, o hale girmek, o
Bima ahlefu allâh : sebebi, muhalefet, bende varım demek, karşı olma, Allah,
mâ vaadû-hu : değil, şey, ne, söz, o
Ve bi ma kanû yekzibûne : sebebiyle, oldu, yalanlarda kalmaları

 

77- Böylece onların kalblerinde ikilikte kalmalarından dolayı sıkıntılar vardır. Allah’ın yüceliğinin yanında kendilerine varlık isnat etmeleri sebebiyle, her zaman o halde kalırlar. Verdikleri o  sözlerine uymazlar ve yalanlarda kalanlardan olurlar.

 

-78-

أَلَمْ يَعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ يَعْلَمُ سِرَّهُمْ وَنَجْوَاهُمْ وَأَنَّ اللّهَ عَلاَّمُ الْغُيُوبِ

E lem yalemû ennallâhe yalemu sırrahum ve necvâhum ve ennallâhe allâmul guyûb

e lem yalemû : değil mi, ilmin sahibi, ilmiyle vareden,
enne Allah : muhakkak, şüphesiz, Allah
Yalemu : ilmin sahibi, ilmiyle var eden,
sırre-hum : gizem, görünmeyen, bilinmeyen, sır olan, onlar
ve necvâ-hum : fısıltı, arayış, yüksek yer, yücelik, gizli olan, onlar
ve enne Allâh : muhakkak ki Allah
allâmu el gaybi : ilmin sahibi, görünmeyen bilinmeyen alem

78- Şüphesiz Allah ilmiyle var eden değil midir? Onların göremedikleri ve onların aradıkları şeylerdeki ilmin sahibi değil midir? Muhakkak ki Allah görünmeyen bilinmeyen âlemdeki ilmin sahibidir.

-79-

الَّذِينَ يَلْمِزُونَ الْمُطَّوِّعِينَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ فِي الصَّدَقَاتِ وَالَّذِينَ لاَ يَجِدُونَ إِلاَّ جُهْدَهُمْ فَيَسْخَرُونَ مِنْهُمْ سَخِرَ اللّهُ مِنْهُمْ وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ

Ellezîne yelmizûnel muttavviîne minel muminîne fîs sadakâti vellezîne lâ yecidûne illâ cuhdehum fe yesharûne minhum sehirallâhu minhum ve lehum azâbun elîm

Ellezine yelmizune : o kimseler, ayıplama, küçük görme,
el muttavvıine : uzun, ileri bakış, gönüllü, ayniyette olmak, birlik şuurunda
min el muminine : müminlerden
fî el sadakati : sadakat, bağlılık, doğruluk,
ve ellezine la yecidûne : o kimseler, yok, bulmak, anlamazlar
illa cehd hum : cehd, gayret, mücadele
fe yesharûne minhum : böylece alay ediyorlar, önemsememe, onlarla
sehire Allâh minhum : önemsememe, alay etme, Allah, onlardan
Ve lehum azabun elimun : onlar, azab, sıkıntı, elim, acı

 

79- Müminlerin sadakat içinde olmalarını, birlik şuurunda durmalarını küçük gören o kimseler, onların hakikat yolundaki gayretlerini anlayamazlar. Böylece onlar, Allah’ı önemsemeyerek kendilerini önemsemezler ve onlar acı sıkıntılardadırlar.

 

-80-

اسْتَغْفِرْ لَهُمْ أَوْ لاَ تَسْتَغْفِرْ لَهُمْ إِن تَسْتَغْفِرْ لَهُمْ سَبْعِينَ مَرَّةً فَلَن يَغْفِرَ اللّهُ لَهُمْ ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ كَفَرُواْ بِاللّهِ وَرَسُولِهِ وَاللّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ

İstagfir lehum ev lâ testagfir lehum in testagfir lehum seb’îne merraten fe len yagfirallâhu lehum, zâlike bi ennehum keferû billâhi ve resûlihi vallâhu lâ yehdîl kavmel fâsikîn

İstagfir lehum : mağfiret, arınmak, onlar
Ev la testagfir lehum : veya, yok, mağfiret, arınmak,
in testagfir lehum : eğer mağfiret, arınmak, onlar
Sebine merraten : yetmiş kere
fe len yagfir Allâh lehum : artık, yinede, değil, asla, mağfiret, Allah, onlar
zâlike : işte bu
bi enne-hum : onların olması sebebiyle,
kefer bi Allah : görmemezlikten gelen, örten, Allah
ve resûli hu : resul, hakikati gösteren, o
ve Allâh la yehdi : Allah, yok, yol bulma, hidayet,
el kavme el fâsikîne : hakikatleri bırakıp kendi anlayışa sapan

 

80- Onlara mağfireti anlatsan veya mağfireti anlatmasan, eğer onlara yetmiş kere mağfireti anlatsan, yine de onlar Allah’ın mağfiretini anlayamazlar. İşte bu onların, Allah’ı ve o resul’ü görmemezlikten gelmeleri sebebiyledir. Hakikatleri bırakıp kendi anlayışlarına sapanlar, Allah’a yol bulamazlar.

 

-81-

فَرِحَ الْمُخَلَّفُونَ بِمَقْعَدِهِمْ خِلاَفَ رَسُولِ اللّهِ وَكَرِهُواْ أَن يُجَاهِدُواْ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَقَالُواْ لاَ تَنفِرُواْ فِي الْحَرِّ قُلْ نَارُ جَهَنَّمَ أَشَدُّ حَرًّا لَّوْ كَانُوا يَفْقَهُونَ

Ferihal muhallefûne bi makadihim hılâfe resûlillâhi ve kerihû en yucâhidû bi emvâlihim ve enfusihim fî sebîlillâhi ve kâlû lâ tenfirû fîl harr kul nâru cehenneme eşeddu harrâ lev kânû yefkahûn

Feriha el muhallefun : sevinç, hoşlanma, ferah, aykırı, geride kalan,
bi makadi-him : koltuk, oturma, onlar, kalıp oturmaları ile
Hilafe : aykırı, karşı çıkma, muhalefet etme,
resuli Allâh : resul, hakikati gösteren, Allah
Ve kerih en yucâhidû : küçük görme, hor, hakir, mücadele, gayret
Bi emval hum : malları ile, değerleri, onlar
ve enfusi-him : canları, kendiler, nefsleri, onlar
fî sebîli Allâh : Allah’ın yolunda, hakikatlerinde,
ve kalu la tenfir : dediler, yok, sefer, koşmak,
fi el har : içinde, sıcak, hararet
Kul nâr cehenneme : anlat, ateş, yakıp yıkıcı olan, cehalet cehennemi
eşed har : daha fazla, şiddet, sıcak
Lev kanu yefkahûne : eğer, keşke, oldu, anlamak, idrak etme, anlasalardı

 

81- Onlar oturdukları yerlerde Allah’ın hakikatini gösterene karşı çıkarlar, aykırı hareket etmekten hoşlanırlar ve Allah yolunda malları ve canları ile hakikatler için mücadele edenleri hor görürler ve derler ki: Böyle hararetle her yere koşmayın. De ki: Cehalet cehenneminin ateşinde daha fazla hararet vardır. Keşke anlayanlardan olsalardı.

 

-82-

فَلْيَضْحَكُواْ قَلِيلاً وَلْيَبْكُواْ كَثِيرًا جَزَاء بِمَا كَانُواْ يَكْسِبُونَ

Fel yadhakû kalîlen vel yebkû kesîrâ cezâen bi mâ kânû yeksibûn

fe li yadhakû kalilen : bundan böyle, gülsünler, az, çok az, biraz
ve li yebkû kesiran : ağlasınlar, çok
Cezae : karşılık,
bima kanu yeksibûn : şeyler, sebebiyle, kazanmış oldukları, elde etme

 

82- Bundan böyle elde ettikleri şeylere karşılık olarak az gülsünler ve çok ağlasınlar.

 

 

-83-

فَإِن رَّجَعَكَ اللّهُ إِلَى طَآئِفَةٍ مِّنْهُمْ فَاسْتَأْذَنُوكَ لِلْخُرُوجِ فَقُل لَّن تَخْرُجُواْ مَعِيَ أَبَدًا وَلَن تُقَاتِلُواْ مَعِيَ عَدُوًّا إِنَّكُمْ رَضِيتُم بِالْقُعُودِ أَوَّلَ مَرَّةٍ فَاقْعُدُواْ مَعَ الْخَالِفِينَ

Fe in receakallâhu ilâ tâifetin minhum festezenûke lil hurûci fe kul len tahrucû maiye ebeden ve len tukâtilû maiye aduvv innekum radîtum bil kuûdi evvele merratin fakudû meal hâlifîn

fe in recea ke Allah : eğer, dönmek, sen, Allah
ilâ tâifetin minhum : bir topluluğa, taife, onlardan
fe istezenû ke : artık, izin, yetki, icazet, sen,
li el huruc : için, dışarı çıkmak, hariç,
fe kul len tahrucu : artık, anlat, değil, asla, çıkmak, hariç, dışarı
Maiye ebeden : benimle beraber, birlikte, ebediyyen
ve len tukatilu : asla, değil, yok, mahv etme, yok etme, yazık, öldürme,
Maiye aduvven : benimle beraber, düşman
inne-kum raditum : doğrusu, siz, razı olmak, hoşnut, memnun, siz
bi el kuudi : oturmak, bulunduğun yerde kalmak
Evvele merratin : ilk, ilk önce, daha önce, defa, kere, önceki hal
Fe akudu mea : öyleyse, oturmak, beraber, birlikte,
el halifin : geri kalan, eski halde, eski elbise,

 

83- Eğer sen onlardan bir topluluğa Allah’ı anlatmak için dönsen, senden eski bildiklerine çıkmak için izin isterler. Artık de ki: Benimle birlikteliği anlamışsanız, ebediyen eski bildiklerinize çıkamazsınız ve beni anlamışsanız, düşmanlık yapamazsınız, asla öldüremezsiniz. Doğrusu siz bulunduğunuz yerlerde önceki hallerinizden hoşlanmışsanız, bundan böyle geride kalanlarla birlikte eski hallerinizde kalırsınız.

 

-84-

وَلاَ تُصَلِّ عَلَى أَحَدٍ مِّنْهُم مَّاتَ أَبَدًا وَلاَ تَقُمْ عَلَىَ قَبْرِهِ إِنَّهُمْ كَفَرُواْ بِاللّهِ وَرَسُولِهِ وَمَاتُواْ وَهُمْ فَاسِقُونَ

Ve lâ tusalli alâ ehadin minhum mâte ebeden ve lâ tekum alâ kabrihi innehum keferû billâhi ve resûlihî ve mâtû ve hum fâsikûn

ve la tu sala : yok, dua, yönelme, bağlanma, uyma, ulaşmaz,
Ala ehad minhum : üzerine, biri için, onlardan,
mate ebed : ölünceye kader, öldü, ebediyyen
ve lâ tekum : yok, durma, değil,
ala kabri hi : üzerine, ulu, büyük, ileri gelen, o
inne-hum keferu bi allah : muhakkak, onlar, örten, görmemezlikten gelen Allah
ve resûli-hi : resul, hakikati gösteren, o
ve matû : öldü, ölünceye kadar, kaybetti,
ve hum fasıkun : onlar hakikatlerin dışına sapan, çıkan

 

84- Onlardan o halde kalan birine ölünceye kadar uyma ve o toplumun ileri gelenlerinden biri olsa bile orada durma. Muhakkak ki onlar Allah’ı ve o resul’ü görmemezlikten gelirler ve onlar ölünceye kadar hakikatlerin dışına çıkmış olarak kalırlar.

 

-85-

وَلاَ تُعْجِبْكَ أَمْوَالُهُمْ وَأَوْلاَدُهُمْ إِنَّمَا يُرِيدُ اللّهُ أَن يُعَذِّبَهُم بِهَا فِي الدُّنْيَا وَتَزْهَقَ أَنفُسُهُمْ وَهُمْ كَافِرُونَ

Ve lâ tucibke emvâluhum ve evlâduhum, innemâ yurîdullâhu en yuazzibehum bihâ fîd dunyâ ve tezheka enfusuhum ve hum kâfirûn

fe lâ tucib-ke : artık, yok, merak, acayip, hoş, imrenmek özenmek, sen,
emval hum : mallar, değerleri, mal mülk, onlar,
ve lâ evlâdu-hum : yok, evlat, çocukları, onlar
İnnema yurîdu Allâh : ancak, sadece, istek, irade, Allah
en yuazzibe-hum biha : için, azap, sıkıntı, onlar, onda, o halde
fi el dunyâ : dünya hayatında
Ve tezheka enfusu-hum : kayıp, çıkar, onların nefsleri, canları, anlamayı kaybeden
Ve hum kafirûne : onlar, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler

 

85- Bundan böyle onların mallarına özenme ve onların evlatlarına özenme. Ancak Allah’ın iradesine bağlan. Dünya hayatında onların o sıkıntılı hallerinde olma ve onlar nefslerini anlamayı kaybedenlerdir ve onlar hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerdir

 

-86-

وَإِذَآ أُنزِلَتْ سُورَةٌ أَنْ آمِنُواْ بِاللّهِ وَجَاهِدُواْ مَعَ رَسُولِهِ اسْتَأْذَنَكَ أُوْلُواْ الطَّوْلِ مِنْهُمْ وَقَالُواْ ذَرْنَا نَكُن مَّعَ الْقَاعِدِينَ

Ve izâ unzilet sûretun en âminû billâhi ve câhidû mea resûlihistezeneke ulût tavli minhum ve kâlû zernâ nekun meal kâidîn

ve izâ unzilet : sunsan, bildirsen, indirildiği zaman,
suretun : dış yüz, nusha, şekil, suretler
en aminû bi Allah : inanmak, iman etmek, Allah
ve câhidû mea : hakikatler için gayret göstermek, mücadele, birlikte,
resul hi : resul, hakikati gösteren, o
istezene-ke : izin, yetki, icazet, sen
ulû et tavli minhum : yücel, ulu, uzun, zengin, büyüklük içinde olan, onlardan
ve kâlû zerna nekun : dediler, bırak, olalım, bizi eski halimizde bırak
mea el kâidîne : beraber, birlikte, eski halde kalan, oturanlarla,

 

86- Allah’a iman edin ve o resul ile beraber hakikatler için mücadelede edin, suretlerde kalmayın diye bildirsen, onlardan büyüklük içinde olanlar senden izin isterler ve derler ki: Bizi eski halimizde bırak, o halde kalanlarla birlikte olalım.

-87-

رَضُواْ بِأَن يَكُونُواْ مَعَ الْخَوَالِفِ وَطُبِعَ عَلَى قُلُوبِهِمْ فَهُمْ لاَ يَفْقَهُونَ

Radû bi en yekûnû meal havâlifi ve tubia alâ kulûbihim fe hum lâ yefkahûn

Radû bi en yekune : razı olma, hoşlanma, hoşnut, olmak,
Mea el havâlifi : beraber, birlikte, çevre, civar, etrafındakiler
ve tubia ala kulub him : kapalı, kalpleri, onlar
Fe hum lâ yefkahûne : artık, onlar, yok, idrak etme, anlayamazlar

 

87- Onlar etrafındakilerle beraber o hallerinden hoşlanırlar ve onların kalbleri hakikatleri anlamaya kapalıdır. Böylece onlar hakikatleri idrak edemezler.

 

-88-

لَكِنِ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُواْ مَعَهُ جَاهَدُواْ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ وَأُوْلَئِكَ لَهُمُ الْخَيْرَاتُ وَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

Lâkin el resûlu vellezîne âmenû meahu câhedû bi emvâlihim ve enfusihim ve ulâike lehumul hayrâtu ve ulâike humul muflihûn

Lâkin el resul : lakin, fakat, resul, hakikati gösteren,
ve ellezine âmenû : iman edenler, inanan kimseler
mea-hu cahedu : onunla birlikte, mücadele, hakikatler için gayret gösterme
bi emval him : malları ile, onlar,
ve enfus him : canları, nefsleri, onlar
ve ulaike lehum : işte onlar,
el hayrât : iyiliklerde güzelliklerde olma, hayırlı işlerde, faydalı,
ve ulaike hum : işte onlar
el muflihûn : felah bulan, kurtuluş, huzur bulma, özü anlama

 

88- Fakat hakikati gösteren ve iman edenler hep birlikte, malları ve canları ile hakikatler için mücadele ederler, işte onlar iyiliklerde güzelliklerde olanlardır ve işte onlar felah bulanlardır.

 

-89-

أَعَدَّ اللّهُ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا ذَلِكَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ

Eaddallâhu lehum cennâtin tecrî min tahtihâl enhâru hâlidîne fîhâ zâlikel fevzul azîm

eadde Allâh lehum : hazır, vardır, Allah, onlar
Cennatin tecri : cennet, huzur, zevk, vardır, akar
min tahtihâ el enhâr : altından nehirler, ilim,
Halidine fiha : devamlı, ebedi, orada, o halde
Zalike el fevzu el azîmu : işte bu, büyük kurtuluş, büyük, yüce

 

89- Onlar Allah’ta huzur bulurlar, makamlarında bir ilim üzeredirler, devamlı o haldedirler. İşte yüce kurtuluş budur.

 

-90-

وَجَاء الْمُعَذِّرُونَ مِنَ الأَعْرَابِ لِيُؤْذَنَ لَهُمْ وَقَعَدَ الَّذِينَ كَذَبُواْ اللّهَ وَرَسُولَهُ سَيُصِيبُ الَّذِينَ كَفَرُواْ مِنْهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ

Ve câel muazzirûne minel arâbi lî yuzene lehum ve kaadellezîne kezebûllâhe ve resûlehu se yusîbullezîne keferû minhum azâbun elîm

ve cae el muazzirun : geldi, sundu, bildirdi, mazeret, özür, bahane
min el arabi : bedevi, dolaşıp duran, eski hallerinde kalan
li yuzene lehum : izin için, yetki, onlar,
kaade : o halde kalan, oturan, geride kalan
ellezine kezebû Allâh : o kimseler, yalanlarda kalan, allah
ve resûle-hu : resul, hakikati gösteren, o,
Se yusibe : isabet, temas,
ellezine keferû : hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler
minhum azab elim : onlardan, sıkıntı, azap, elim, acı

 

90- Eski halleriyle dolaşıp duranlar, kendi bildiklerinde kalmak için izin isterler, mazeret bildirirler. Allah hakkında yalanlarda kalanlar ve o resul’ü anlayamayan kimseler, hakikatleri görmemezlikten gelip örten kimselerden olmaları sebebiyle acı sıkıntılarda kalırlar.

 

-91-

لَّيْسَ عَلَى الضُّعَفَاء وَلاَ عَلَى الْمَرْضَى وَلاَ عَلَى الَّذِينَ لاَ يَجِدُونَ مَا يُنفِقُونَ حَرَجٌ إِذَا نَصَحُواْ لِلّهِ وَرَسُولِهِ مَا عَلَى الْمُحْسِنِينَ مِن سَبِيلٍ وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ

Leyse alâd duafâi ve lâ alâl merdâ ve lâ alâllezîne lâ yecidûne mâ yunfikûne haracun izâ nasahû lillâhi ve resûlihî mâ alâl muhsinîne min sebîl vallâhu gafûrun rahîm

Leyse ala el duafai : değildir, yoktur, üzerine, için, yazıf olan, güçsüz,
Ve la ala el merdâ : yok, hastaların üzerine
Ve ala ellezine la yecidune : üzerine, için, o kimseler, yok, bulamayan
mâ yunfikûne : değil, şey, ne, infak, verecek, harcamak,
haracun : zorluk
izâ nasahû li allah : samimi, sadık, öğüt, öneri, nasihat edip, Allah için
ve resul hi : Allah için ve resul, o
ma ala el muhsinine : üzerine yoktur, tüm özüyle hakikate bağlı olan, muhsin
Min sebil : bir yol, hak yolu,
Ve Allah gafur : Allah, mağfiret eden, bağışlayan
rahim : rahim olan,

 

91- Zayıf olanlar, hasta olanlar, bir zorluk içinde olup infak edecek bir şey bulamayan kimseler, Allah ve resul’ü için etrafındaki kimselere öğüt verdikleri müddetçe, onlara bir vebal yoktur. Hakk yolunda tüm özüyle hakikatlere bağlı olanların üzerine de bir vebal yoktur. Allah mağfiret edendir, tüm varlığı özünden varedendir.

 

-92-

وَلاَ عَلَى الَّذِينَ إِذَا مَا أَتَوْكَ لِتَحْمِلَهُمْ قُلْتَ لاَ أَجِدُ مَا أَحْمِلُكُمْ عَلَيْهِ تَوَلَّواْ وَّأَعْيُنُهُمْ تَفِيضُ مِنَ الدَّمْعِ حَزَنًا أَلاَّ يَجِدُواْ مَا يُنفِقُونَ

Ve lâ alâllezîne izâ mâ etevke li tahmilehum kulte lâ ecidu mâ ahmilukum aleyhi tevellev ve ayunuhum tefîdu mined demi hazenen ellâ yecidû mâ yunfikûn

ve la ala ellezine : yok, değil, o kimselerin üzerine yoktur
iza mâ etev ke : olduğunda, değil, şey, ne, gelme, sen
li tahmile-hum : için, taşıma, bir şey getirme, onlar
Kulte la ecidu : sen dedin, dediğinde, yok, bulma,
mâ ahmilu-kum aleyhi : şey, ne, değil, taşıma, getirme, siz, üzerine, onlara
tevellev : döndüler, sürdü, aldı, kendi bilişlerine dönerler
ve ayunu hum : aynılık, gözler, şeref, birlik, benzer, onlar,
tefidu : taşan, akmak,
min ed demi hazenen : damla, gözyaşı, kandan, hüzün, üzüntü, keder
ela yecidû : bulamaması, bulamaz,
ma yunfikune : infak edecek bir şey, veremeyen

 

92- Eski bildikleriyle sana gelmeyenler ve eski bildiklerine geri dönenlerden siz bir şey getirmeyin denildiğinde ona uyanlar ve infak edecek bir şey bulamayıp hüzünlenenler, bir birlik içinde duran o kimselere de bir vebal yoktur.

 

-93-

إِنَّمَا السَّبِيلُ عَلَى الَّذِينَ يَسْتَأْذِنُونَكَ وَهُمْ أَغْنِيَاء رَضُواْ بِأَن يَكُونُواْ مَعَ الْخَوَالِفِ وَطَبَعَ اللّهُ عَلَى قُلُوبِهِمْ فَهُمْ لاَ يَعْلَمُونَ

İnnemâs sebîlu alâllezîne yestezinûneke ve hum agniyâu radû bi en yekûnû meal havâlifi ve tabeallâhu alâ kulûbihim fe hum lâ yalemûn

İnnemâ el sebil : ancak, sadece, yol,
Ala ellezine yestezinûn ke : bazı kimseler, izin isteme, yetki, icazet, sen
ve hum agniyau : onlar, gani olma, zengin, varlık sahibi, makam mevki
Radu bi en yekûnû : razı, hoşnut, hoşlanma, olmak
mea el havâlifi : beraber, geride kalma, kendi bilişlerinde kalma
ve tabea allah : kapalı, mühürlü, Allah
Alâ kulubi him : üzerini, kalpleri, onlar
Fe hum la yalemune : böylece, onlar, yok, bilme, bilmezler,

 

93- Ancak bazı kimseler, o yolda senden makam mevki sahibi olmak için izin isterler. Onlar geride bıraktıkları hallerden hoşlanırlar. Onların kalbleri Allah’ın hakikatlerine kapalıdır, işte onlar hakikatleri bilemezler.

 

-94-

يَعْتَذِرُونَ إِلَيْكُمْ إِذَا رَجَعْتُمْ إِلَيْهِمْ قُل لاَّ تَعْتَذِرُواْ لَن نُّؤْمِنَ لَكُمْ قَدْ نَبَّأَنَا اللّهُ مِنْ أَخْبَارِكُمْ وَسَيَرَى اللّهُ عَمَلَكُمْ وَرَسُولُهُ ثُمَّ تُرَدُّونَ إِلَى عَالِمِ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ فَيُنَبِّئُكُم بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ

Yatezirûne ileykum izâ recatum ileyhim kul lâ tatezirû len numine lekum kad nebbe enallâhu min ahbârikum ve se yerâllâhu amelekum ve resûluhu summe tureddûne ilâ âlimil gaybi veş şehâdetî fe yunebbiukum bi mâ kuntum tamelûn

Yatezirûne ileykum : özür, bahane, mazeret, size
izâ recatum ileyhim : siz geri döndüğünüz zaman, onlara
Kul la tatezirû : anlat, yok, mazeret, özür, bahane,
len numine : değil, asla, inanma
Lekum kad : size, oldu, olmuştu
nebbe ene allâh : haber, bilgi, bildirme, ben, allah
min ahbâri-kum : haber, bilgi verme, siz
ve se yerâ Allâh : görme, bilme, tanımak, Allah,
amel kum : amel, çalışma, gayret, siz
ve resûlu-hu : resulü, hakikati gösteren, o
Summe tureddune : sonra, döndürülme, dönmek, reddetmek, geri dönmek
İla âlimil gaybi : ancak, ilmin sahibi, görünmeyen bilinmeyen âlem
ve el şehâdetî : heran her yerde hazır olan, görünen, bilinen,
fe yunebbiu-kum : öyle ki, böylece, size haber verecek, bildirilir,
bi mâ kuntum tamelun : şeyleri, oldunuz, yaptığınız, amelleriniz

 

94- Onlar eski bildiklerine döndüklerinde size mazeret bildirirler. De ki: Mazeret bildirmeyin, siz inanmadınız. Allah hakkındaki bilgileri size bildirdim. Siz Allah’ı tanımak için gayret gösterin ve resulünü anlayın. Sonra siz eski bildiklerinizi bırakın, görünen ve görünmeyen âlemdeki ilmin sahibine dönün. Öyle ki yapmakta olduğunuz şeylerden hakikatler size her an bildirilir.

 

-95-

سَيَحْلِفُونَ بِاللّهِ لَكُمْ إِذَا انقَلَبْتُمْ إِلَيْهِمْ لِتُعْرِضُواْ عَنْهُمْ فَأَعْرِضُواْ عَنْهُمْ إِنَّهُمْ رِجْسٌ وَمَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ جَزَاء بِمَا كَانُواْ يَكْسِبُونَ

Se yahlifûne billâhi lekum izânkalebtum ileyhim li turidû anhum fe arıdû anhum innehum ricsun ve mevâhum cehennem cezâen bi mâ kânû yeksibûn

se yahlifûne bi Allah lekum : yemin edecekler, Allah, size
izâ inkalebtum ileyhim : köklü değişiklik, değişme, çevirmiş, dönmüş, onlar
Li turidu an-hum : için, dönme, yüz çevirme, onlardan
fe arıdû anhum : artık yüz çevirin, onlardan
inne-hum ricsun : muhakkak ki onlar, pis, kirli, cehalet kirliliği
ve mevâ hum : sığınak, barınak, bulunulan yer,
cehennem ceza : cehaletin cehennemi, yakıcı olan, karşılık
bi mâ kânû : oldukları şeyler sebebiyle
Bi ma kanu yeksibûne : kesbederler, kazanırlar

95- Onlardan yüz çevirdiğiniz için, size değişeceklerine dair Allah adına yemin ederler.

Artık onlardan uzak dur. Muhakkak ki onlar cehaletin, egonun kirliliğindedirler ve yaptıklarına karşılık onların bulundukları yer cehaletin cehennemidir.

 

-96-

يَحْلِفُونَ لَكُمْ لِتَرْضَوْاْ عَنْهُمْ فَإِن تَرْضَوْاْ عَنْهُمْ فَإِنَّ اللّهَ لاَ يَرْضَى عَنِ الْقَوْمِ الْفَاسِقِينَ

Yahlifûne lekum li terdav anhum fe in terdav anhum fe innallâhe lâ yerdâ anil kavmil fâsikîn

Yahlifûne lekum : yemin ederler, size
Li terdav an-hum : için, razı, hoşnut, benimseyen, karşılamak, onlardan
fe in terdav anhum : o zaman, eğer, razı, memnun, onlardan
fe inne Allâh la yerda : doğrusu, Allah, yok, razı, hoşnut
an el kavmi el fâsikîne : fasıklar kavminden, sapan, hakikatlerden sapan,

 

96- Kendilerden razı olmanız için size yemin ederler. Fakat siz onlara sevgi gösterseniz de, doğrusu kendi bilişlerine sapanlar Allah’ın hakikatlerinden hoşlanmazlar

 

-97-

الأَعْرَابُ أَشَدُّ كُفْرًا وَنِفَاقًا وَأَجْدَرُ أَلاَّ يَعْلَمُواْ حُدُودَ مَا أَنزَلَ اللّهُ عَلَى رَسُولِهِ وَاللّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ

El arâbu eşeddu kufran ve nifâkan ve ecderu ellâ ya’lemû hudûde mâ enzelallâhu alâ resûlihî vallâhu alîmun hakîm

el arâb : bedevi, dolaşan, dolaşıp duran,
eşed kafr : daha fazla, hakikatleri örten, görmemezlikten gelen,
ve nifak : ikiyüzlü, bozguncu, arabozucu,
Ve ecder ellâ yalemû : daha layık, yatkın, bilmemeye,
hudud : sınır, had, ölçü, hüküm
Ma enzele Allâh : sunulan şey, verilen, bildirilen, Allah,
ala resul hi : resul, hakikati gösteren, o
ve Allâh alim : Allah, ilmiyle var eden, ilmin sahibi,
hakim : hâkim olan, hükmün sahibi,

 

97- Hakikatleri görmemezlikten gelenler, daha fazla cehalet halleriyle dolaşırlar. Onlar ikiyüzlülüğe ve Allah’ın sunduğu şeyleri ve o resulün açıkladığı o ölçüleri bilmemeye daha yatkındırlar ve onlar ilmiyle tüm varlığa hâkim olanın Allah olduğunu bilemezler.

 

 

-98-

وَمِنَ الأَعْرَابِ مَن يَتَّخِذُ مَا يُنفِقُ مَغْرَمًا وَيَتَرَبَّصُ بِكُمُ الدَّوَائِرَ عَلَيْهِمْ دَآئِرَةُ السَّوْءِ وَاللّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ

Ve minel arâbi men yettehızu mâ yunfiku magramen ve yeterabbesu bi kumud devâir aleyhim dâiratus sevi vallâhu semîun alîm

ve min el Arabi : bedevi, dolaşıp arayan,
Men yettehızu : kimseler, edinme, yapma,
Ma yunfiku : değil, şey, ne, infak, vermez,
magramen : ayartıcı, zarar, ziyan
ve yeterabbesu bikum : bekler, sizi, takip eder
ed devâire  : devirler, dönemler, olayların değişmesi, hareketler
Aleyhim dâiratu : onların, kendileri, dönem, süreç, cember, hareket etmek
es sevi : kötü, fena,
ve allâh semiun alim : Allah, işitme, ilmin sahibi

 

98- Gezip dolaşanlardan öyle kimseler vardır ki, edindiği şeyleri zarara uğrar diye vermezler.  Sizin değişimlerinizi takip ederler ve kendileri ise fena hallerle hareket ederler ve işittirenin, ilmin sahibinin Allah olduğunu bilmezler.

 

-99-

وَمِنَ الأَعْرَابِ مَن يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَيَتَّخِذُ مَا يُنفِقُ قُرُبَاتٍ عِندَ اللّهِ وَصَلَوَاتِ الرَّسُولِ أَلا إِنَّهَا قُرْبَةٌ لَّهُمْ سَيُدْخِلُهُمُ اللّهُ فِي رَحْمَتِهِ إِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ

Ve minel arâbî men yuminu billâhi vel yevmil âhıri ve yettehızu mâ yunfiku kurubâtin indallâhi ve salavâtir resûl e lâ innehâ kurbetun lehum se yudhıluhumullâhu fî rahmetihî innallâhe gafûrun rahîm

ve min el Arabi : bedevi, gezip dolaşan, arayan
Men yumini bi Allah : kim, kimse, iman eder, Allah
ve el yevmi el âhıri : sonunda,
ve yettehızu : edinir, kabul eder, sığınır, sarılır,
ma yunfiku : şey, ne, değil, infak, verme
Kurubâtin inde Allah : yakınlıklar, katında, ona ait olan, Allah
ve salavâti : her şeyiyle hakka yönelme, hakka bağlılık,
el resûli : resul, hakikati gösteren,
E la innehâ kurbetun lehum : öyle değil mi, gerçekten o, yakınlık, onlar
se yudhılu-hum : dahil olma, girme, onlar,
Allah fî rahmeti-hi : Allah, içindeki, rahmet, o, kendi
inne Allâh gafur : muhakkak ki Allah, mağfiret, temizleyen,
rahim : rahim olan, varlığı özünden var eden,

99- Gezip dolaşan öyle kimseler vardır ki, Allah’a ve sonlarına inanırlar ve hakikatlere sarılırlar, edindikleri şeylerden verirler, Allah’a olan yakınlığı bilirler ve resulün her şeyiyle her zaman Hakk’a yöneldiğini anlarlar. Onların; o hakikatlere dahil olması, kendilerindeki Allah’ın rahmetini anlaması, doğrusu o yakınlık değil midir? Muhakkak ki Allah lütuflarını tertemiz sunandır, tüm varlığı özünden varedendir.

 

-100-

وَالسَّابِقُونَ الأَوَّلُونَ مِنَ الْمُهَاجِرِينَ وَالأَنصَارِ وَالَّذِينَ اتَّبَعُوهُم بِإِحْسَانٍ رَّضِيَ اللّهُ عَنْهُمْ وَرَضُواْ عَنْهُ وَأَعَدَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي تَحْتَهَا الأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا ذَلِكَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ

Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ıhsânin radıyallâhu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehâl enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ zâlikel fevzul azîm

ve es sâbikûne : önde olanlar, irfan sahibi, ileri derecede olan
el evvelûne : ilk, öncelik, önceki, ileride,
min el muhâcirin : hicret, göç eden, bir yerden bir yere taşınan,
ve el ensar : yardımcı olan, koruyan,
ve ellezine ettebeû-hum : onlara tâbi kimseler, takip edenler, uyanlar,
bi ıhsânin : iyilik, bağış, ihsan ile, iyi haller,
radıye Allâh anhum : razı olma, mutlu, hoşnut, Allah, onlar, kendilerinde,
ve radû an-hu : rıza, mutlu, huzurlu, o rıza üzere olan,
ve eadde lehum cennet : hazırladı, onlara, cennet
Terci tahte ha el enhar : akar, vardır, makamlarında, nehir, akıp giden ilim
Halidina fiha ebeden : ebedi, devamlı, orada, sonsuz, hep
zâlike el fevzu el azîmu : işte bu, büyük kurtuluştur,

 

100- Hakikatlerin arayışı için bir yerden bir yere göç edip, irfan bakımından ileri derecede olanlar ve hakikatleri arayanlara yardım edenler ve iyi hallerde onları takip edenler, onlar Allah’ın rızasını anlamışlardır ve onlar o rıza üzere hareket ederler. Onlar için huzur vardır. Makamlarında bir ilim üzeredirler, devamlı o hallerle hareket ederler. İşte O yüce kurtuluş budur.

 

-101-

وَمِمَّنْ حَوْلَكُم مِّنَ الأَعْرَابِ مُنَافِقُونَ وَمِنْ أَهْلِ الْمَدِينَةِ مَرَدُواْ عَلَى النِّفَاقِ لاَ تَعْلَمُهُمْ نَحْنُ نَعْلَمُهُمْ سَنُعَذِّبُهُم مَّرَّتَيْنِ ثُمَّ يُرَدُّونَ إِلَى عَذَابٍ عَظِيمٍ

Ve mimmen havlekum minel arâbi munâfikûn ve min ehlil medîneti meredû alân nifâkı lâ talemuhum nahnu nalemuhum se nuazzibuhum merrateyni summe yuraddûne ilâ azâbin azîm

ve minmen havle hum : o kimselerden, etraf, çevre, siz
min el Arabi : gezip dolaşan, arayışta olan,
munafıkun : ikiyüzlü, münafık, içi başka dışı başka, nifakta,
ve min ehle : ehli, sahip, yetkili, halk, ehil kimse, kâmil, usta,
el medîneti : medeniyet, uygarlık,
Meredû : adette kalmış, alışmış, hastalık,
nifâkı : nifak üzerinde olma, ikilikte, ayrımcılık,
la talemu hum : yok, bilme, onları
Nahnu nalemu hum : biz, ilmin sahibi, bilmek, onlar
se nuazzibu hum : azap, sıkıntı
merrateyn : ikilikte kalma, iki kere, defa, kez,
Summe yuraddûne : sonra, döndürülecekler, çevrilecekler, reddeden
ilâ azâbin azîmin : azap, sıkıntı, büyük, ağır,

 

101- Çevrenizde dolaşıp duran içi başka dışı başka olanlar vardır ve uygar olduklarını düşünüp ikilikte kalmış, adetlerde kalmış olanlar da vardır. Bizi bilenler de vardır, Bizi bilemeyenler de vardır. Onlardan ikilikte kalanlar Bizi bilememenin sıkıntısındadırlar. Sonra onlar hakikatleri reddetme halinde büyük sıkıntılardadır.

 

-102-

وَآخَرُونَ اعْتَرَفُواْ بِذُنُوبِهِمْ خَلَطُواْ عَمَلاً صَالِحًا وَآخَرَ سَيِّئًا عَسَى اللّهُ أَن يَتُوبَ عَلَيْهِمْ إِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ

Ve âharûn eterefû bi zunûbihim haletû amelen sâlihan ve âhara seyyiâ asâllâhu en yetûbe aleyhim innallâhe gafûrun rahîm

ve âharûne iterefû : diğerleri, başkaları, sonra, itiraf, anlama,
bi zunûbi-him : fenaların, hatalar, günahlarını
Haletu : karıştırma, karışık, suret, hâl, keyfiyet,
amelen sâlihan : salih amel, dosdoğru çalışma, iyi çalışmalar
ve âhara seyyien : diğer, başka, sonra, kötü, fena,
asâ Allâh : umulur ki, belki, Allah,
en yetube aleyhim : yönelme, tevbe, hatasını anlayıp dönen, onların,
inne Allâh gafur : muhakkak ki Allah, mağfiret eden, temizleyen,
rahim : rahim olan, varlığı özünden var eden,

 

102- Onlar iyi amelle kötü ameli karıştırdılar, bu konuda hata ettiklerini anlayanlar da oldu. Umulur ki onlar yaptıkları hataları bir daha yapmamak üzere Allah’a dönerler. Muhakkak ki Allah lütuflarını tertemiz sunandır, tüm varlığı özünden varedendir.

 

-103-

خُذْ مِنْ أَمْوَالِهِمْ صَدَقَةً تُطَهِّرُهُمْ وَتُزَكِّيهِم بِهَا وَصَلِّ عَلَيْهِمْ إِنَّ صَلاَتَكَ سَكَنٌ لَّهُمْ وَاللّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ

Huz min emvâlihim sadakaten tutahhiruhum ve tuzekkîhim bihâ ve salli aleyhim inne salâteke sekenun lehum vallâhu semîun alîm

Huz min emvali-him : almak, çekmek, gayret, sarılmak, mal, varlık, değer, onlar
sadakaten : içtenlik, samimi, doğruluk, sağlam, sadaka, vermek
tutahhiru-hum : temizleme, arıtma, saflaştırma, onları
ve tuzekki-him biha : aklama, temizlenme, aydınlanma, anlayış, kavrayış,
ve salli aleyhim : bağlantı, yönelmek, dua, onlara, onlarda
İnne salate-ke : muhakkak, bağlılığın, salât, hakka bağlılık,
Sekenun lehum : huzur, sukun, onlar
ve Allâh semiun alim : Allah, işittiren, ilmin sahibi, ilmiyle var eden

 

103- Onlar değerlere sarılsınlar, onlar cehaletten temizlenip sadakat içinde olsunlar ve onlar hakikatlerle aydınlansınlar. Muhakkak ki senin bağlılık şuurunda olduğun gibi onlarda bağlılık şuurunda olurlarsa huzur bulurlar. Allah işittirendir, ilmin sahibidir

 

-104-

أَلَمْ يَعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ هُوَ يَقْبَلُ التَّوْبَةَ عَنْ عِبَادِهِ وَيَأْخُذُ الصَّدَقَاتِ وَأَنَّ اللّهَ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ

E lem yalemû ennallâhe huve yakbelut tevbete an ibâdihî ve yehuzus sadakâti ve ennallâhe huvet tevvâbur rahîm

e lem yalemû : Bilemediler mi, anlamadılar mı?
enne allah : Olduğunu, Allah
Huve yakbelu : O, kabul eden,
el tevbete : tevbe, yaptıklarından pişmanlık duyma, hatasını anlayan
an ibâdi-hi : kullarından
ve yehuzu el sadakat : alır, sarar, kuşatır, doğruluk, gerçek, verme, içtenlik
ve enne allâh : muhakkak ki Allah
Huve el tevvab : o, tövbeleri kabul eden,
el rahim : rahim olan, varlığı özünden var eden,

 

104- Allah’ın ne olduğunu bilemediler mi? O’dur kullarının tövbelerini kabul eden ve tüm gerçekliğiyle onları saran. Muhakkak ki Allah, O’dur tövbeleri kabul eden, tüm varlığı özünden vareden.

 

-105-

وَقُلِ اعْمَلُواْ فَسَيَرَى اللّهُ عَمَلَكُمْ وَرَسُولُهُ وَالْمُؤْمِنُونَ وَسَتُرَدُّونَ إِلَى عَالِمِ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ فَيُنَبِّئُكُم بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ

Ve kulimelû fe se yerâllâhu amelekum ve resûluhu vel muminûn ve se tureddûne ilâ âlimil gaybi veş şehâdeti fe yunebbiukum bi mâ kuntum tamelûn

ve kul imelû : de, çalışın, gayret gösterin, amel edin, yapın
ve se yerâ Allâh : görmek, bilmek, tanımak, Allah,
amel kum : amel, çalışma, gayret etmek, siz
ve resûlu-hu : resul, o
ve el muminûne : ve müminler
ve se tureddune : sonra, döndürülme
İla âlim el gaybi : ancak, sadece, görünmeyen bilinmeyen alemin sahibi
ve el şehâdetî : heran her yerde hazır olan, görünen
fe yunebbiu-kum : öyle ki, haber, bildirilme, siz,
bi mâ kuntum tamelun : şeyleri, oldunuz, yaptığınız, amelleriniz

105- De ki: Çalışın, Allah’ı tanımak için gayret gösterin ve Resulünü de anlayın ve siz eski cehalet bildiklerinizi bırakın, görünen ve görünmeyen âlemdeki ilmin sahibine dönün ve müminlerden olun. Öyle ki yapmakta olduğunuz şeylerden hakikatler size her an bildirilir.

 

-106-

وَآخَرُونَ مُرْجَوْنَ لِأَمْرِ اللّهِ إِمَّا يُعَذِّبُهُمْ وَإِمَّا يَتُوبُ عَلَيْهِمْ وَاللّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ

Ve âharûne murcevne li emrillâhi immâ yuazzibuhum ve immâ yetûbu aleyhim vallâhu alîmun hakîm

ve âharûne murcevne : diğerleri, başka, ertelenmiş, tehir edilmiş, anlamayı bırakmak, anlamayı terk etmek
li emri allâh : işleyiş, hüküm, kanun, emir, Allah
İmma yuazzibu-hum : ama, sıkıntılarda olan, onlar
ve immâ yetube aleyhim : ama, yahut, tevbe, yönelme, onların
ve allâhu alim : Allah, ilmin sahibi, ilmiyle var eden,
hakim : tüm varlığa hâkim olan, hükmün sahibi,

 

106- Allah’ın tüm varlıktaki işleyişini anlamak için diğerleri gibi ertelemeyin. Ya onlar sıkıntılarda kalacaklardır, ya da onlar da tövbe edip yöneleceklerdir. Allah ilmiyle varedendir, tüm varlığa tecellileriyle hâkim olandır.

 

-107-

وَالَّذِينَ اتَّخَذُواْ مَسْجِدًا ضِرَارًا وَكُفْرًا وَتَفْرِيقًا بَيْنَ الْمُؤْمِنِينَ وَإِرْصَادًا لِّمَنْ حَارَبَ اللّهَ وَرَسُولَهُ مِن قَبْلُ وَلَيَحْلِفَنَّ إِنْ أَرَدْنَا إِلاَّ الْحُسْنَى وَاللّهُ يَشْهَدُ إِنَّهُمْ لَكَاذِبُونَ

Vellezînettehazû mesciden dırâran ve kufran ve tefrîkan beynel muminîne ve irsâden li men hâraballâhe ve resûlehu min kabl ve le yahlifunne in erednâ illâl husnâ vallâhu yeşhedu innehum le kâzibûn

ve ellezîne ettehazû : o kimseler, edindiler, yaptılar, sarıldılar,
Mesciden : tüm varlığıyla teslim olunan yer, mescid,
dıraran : zarar, ziyan, ikilik,
ve kufran : hakikatleri görmemezlikten gelip örtmek
ve tefrikan : ayırmak, ikilikte bırakmak,
beyne el müminin : arasını, müminlerin
ve irsâden : gözlemek, beklemek
li men hârabe allâhe : içim, kim, mücadele, savaş, kavga, Allah
ve resûle-hu min kablu : resulü, önceden, daha önce
ve le yahlifunne : mutlaka yemin ederler
in ered-nâ : isteriz, arzu ederiz, biz
illâ el husna : ancak, sadece, iyilik, güzellik
Ve Allah yeşhedu : Allah, her an her yerde olandır
inne-hum le kazibin : doğrusu, onlar, elbette, yalanlarda kalanlardır

107- O kimseler; ikilik çıkaracak, zarar ziyan verecek, hakikatleri görmemezlikten gelip örtecek ve müminlerin arasına ikilik sokacak mescid yaptılar. Allah’ın hakikatleri için mücadele eden kimseleri gözetleme içinde oldular. Daha öncede o resul’ü takip etmişlerdi. Elbette biz iyiliklerden, güzelliklerden başka bir şey arzu etmeyiz, diye de yemin ederler. Allah her an her yerde hazır olandır. Doğrusu onlar elbette yalanlarda kalanlardır.

 

-108-

لاَ تَقُمْ فِيهِ أَبَدًا لَّمَسْجِدٌ أُسِّسَ عَلَى التَّقْوَى مِنْ أَوَّلِ يَوْمٍ أَحَقُّ أَن تَقُومَ فِيهِ فِيهِ رِجَالٌ يُحِبُّونَ أَن يَتَطَهَّرُواْ وَاللّهُ يُحِبُّ الْمُطَّهِّرِينَ

Lâ tekum fîhi ebedâ le mescidun ussise alât takvâ min evveli yevmin ehakku en tekûme fîhi fîhi ricâlun yuhıbbûne en yetetahherû vallâhu yuhıbbul muttahhirîn

lâ tekum fihi : yok, bulunma, onun içine bulunma, girme,
ebeden : ebediyen, hiçbir zaman,
Le mescidun : elbette, mescid, tüm varlığıyla teslim olan
esase : esas olan, doğru olan, asıl olan, bulunmak,
alâ et takvâ : fenalardan sakınmak, ortak koşmamaktır
min evveli yevmin e hakk : ilk günden, an, hak, doğru, gerçek, hakikatler, uygun
en tekume fihi : olman, onun içinde, orada,
fî-hi rical yuhibbin : onun içinde, orada, ileri gelen, yüksek makam, sevgi
en yetetahherû : temizlenmek, arınmak
ve Allah yuhıb : Allah, sevgi, aşk,
el muttahhirin : temizlenme, arınma

 

108- Hiçbir zaman onun içinde olma. Elbette esas olan mescid, fenalardan sakınmak, Allah’a ortak koşmamak üzere ilk andan itibaren hakikatlerin sunulduğu yerdir. Orada ol. Orada yüce makamlarda temizlenmek vardır ve o temizlenmede Allah sevgisi vardır.

 

-109-

أَفَمَنْ أَسَّسَ بُنْيَانَهُ عَلَى تَقْوَى مِنَ اللّهِ وَرِضْوَانٍ خَيْرٌ أَم مَّنْ أَسَّسَ بُنْيَانَهُ عَلَىَ شَفَا جُرُفٍ هَارٍ فَانْهَارَ بِهِ فِي نَارِ جَهَنَّمَ وَاللّهُ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ

E fe men essese bunyânehu alâ takvâ minallâhi ve rıdvânin hayrun em men essese bunyânehu alâ şefâ curufin hârin fenhâra bihî fî nâri cehennem vallâhu lâ yehdîl kavmez zâlimîn

e fe men esesa : o kimse mi? Esas olan, doğru olan, temel, asıl, hakikat
bunyâne-hu : yapı, bina, esas, beden, vucüd, durum,
Ala takva min allâhi : üzerine, fenalardan sakınma ortak koşmama, Allah
ve rıdvanin hayrun : rıza, hoşnutluk, memnun, hayırlı, iyi, yararlı, faydalı
Emmen esase bunyan hu : yada, o kimse mi, esas, doğru, yapı, beden, o
ala şefa : üzeri, karşı, kenar, taraf, uç, ayrılık
curufin : çürük, anlayışın çürüklüğü, zayıflığı,
hârin : kayan, idraksiz, kargaşa, yıkılmış, hor, yarmak
fe inhar bi-hi : böylece, çöküş, yıkılma, orada, onun içinde
fî nâri cehenneme : cehennem ateşinin içine
Ve Allah la yehdî : Allah, yok, yol bulma, hidayet
el kavme ez zâlimîne : kimse, topluluk, zulümlerde olanlar,

 

109- Asıl olan; fenalardan sakınan, Allah’a ortak koşmayan ve faydalı olan, memnunluk veren kimsenin yapısı mı? Yoksa anlayışı sağlam bir temele dayanmayan, yıkılıp giden, ayrılıklar üzere olan kimsenin yapısı mı daha esastır. İşte o halde olanın içinde bir çöküş, içinde cehalet cehenneminin ateşi vardır. Zalim kimseler Allah’a yol bulamazlar.

 

-110-

لاَ يَزَالُ بُنْيَانُهُمُ الَّذِي بَنَوْاْ رِيبَةً فِي قُلُوبِهِمْ إِلاَّ أَن تَقَطَّعَ قُلُوبُهُمْ وَاللّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ

Lâ yezâlu bunyânuhumullezî benev rîbeten fî kulûbihim illâ en tekattaa kulûbuhum vallâhu alîmun hakîm

lâ yezâl bunyan : yok, kaybolmaz, ortadan kalkmaz, yapı, durum, esas,
hum ellezi : onlar, o kimseler,
benev ribeten : bina, vücud, oluşturma, var olmak, inşa, şüphe,
fi kulûbi-him : onların kalplerinde
İllâ en tekattaa : ancak, sadece, kırmak, parçalanmak, bütünlüğü bozma
kulûbu-hum : onların kalbleri
ve Allâh alim hakim : Allah, ilmin sahibi, ilmiyle var eden, hâkim olan

 

110- Onların kalblerinde şüpheleri var oldukça, onların durumları ortadan kalkmaz. Onların kalblerinde sadece bütünlüğü bozmak vardır. Allah tüm varlığa ilmiyle hâkim olandır.

 

-111-

إِنَّ اللّهَ اشْتَرَى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ أَنفُسَهُمْ وَأَمْوَالَهُم بِأَنَّ لَهُمُ الجَنَّةَ يُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ فَيَقْتُلُونَ وَيُقْتَلُونَ وَعْدًا عَلَيْهِ حَقًّا فِي التَّوْرَاةِ وَالإِنجِيلِ وَالْقُرْآنِ وَمَنْ أَوْفَى بِعَهْدِهِ مِنَ اللّهِ فَاسْتَبْشِرُواْ بِبَيْعِكُمُ الَّذِي بَايَعْتُم بِهِ وَذَلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ

İnnallâheşterâ minel mu’minîne enfusehum ve emvâlehum bi enne lehumul cenneh yukâtilûne fî sebîlillâhi fe yaktulûne ve yuktelûne vaden aleyhi hakkan fît tevrâti vel incîli vel kurân ve men evfâ bi ahdihî minallâhi festebşirû bi beyıkumullezî bâyatum bihî ve zâlike huvel fevzul azîm

inne Allâh : muhakkak ki, Allah,
işterâ : tercih, satın almak, satmak, teslim etmek,
min el muminine : müminler,
enfus hum : nefs, can, kendileri, varlığını, onlar
ve emvâle-hum : mal, varlık, değerler, onlar
bi enne lehum el cennet : onlar, cennet, huzur
Yukâtilûne : mücadele, gayret, ölme, mahv etmek,
fi sebil Allah : Allah yolunda, hakikatler için,
fe yaktulûne : böylece, gayret, yok etme, öldürülür
Ve yektulune : gayret, mücadele, yazık etmek, karşı çıkmak
vaden aleyhi hakk : vaad, söz, onun, hak, hakikat, gerçek
fî et tevrat : yasa, ittifak, hüküm, anlaşma, öğreti, eğitim,
ve incil : müjde, iyi bilgi, huzur veren bilgi, ruh,
ve el kuran : okunan şey, tüm varlık kitabı,
Ve men evfâ : kim, yerine getirme,
bi ahdihi min allah : verilen söz, söz, o, Allah
fe istebşirû bi beyı kum : artık, memnun, huzur, sevinin, alış veriş, değişim
ellezi bayatum bihi : ki o, değiştirmek, vermek, alışverişi onda
Ve zalike huve : işte bu, o,
el fevz el azim : kurtuluş, yüce, yüce kurtuluş

 

111- Müminler, kendilerinin ve kendilerindeki tüm değerlerin sahibinin Allah olduğunu bilip teslim ederler. Huzur onlaradır. Allah yolunda hakikatler için mücadele ederler, birileri onlara karşı çıksa bile onlar hakikatler için mücadele ederler. Yasaları ve huzur veren bilgileri ve tüm kâinatın bir kitap olduğunu anlatmak için gayret ederler. Allah’a verdiği sözü yerine getiren kimselerden olurlar. Artık siz hakikatlerin alışverişinde olun, o yaptığınız alışverişle huzur bulun. İşte o yüce kurtuluş budur.

 

-112-

التَّائِبُونَ الْعَابِدُونَ الْحَامِدُونَ السَّائِحُونَ الرَّاكِعُونَ السَّاجِدونَ الآمِرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَالنَّاهُونَ عَنِ الْمُنكَرِ وَالْحَافِظُونَ لِحُدُودِ اللّهِ وَبَشِّرِ الْمُؤْمِنِينَ

Et tâibûnel âbidûnel hâmidûnes sâihûner râkiûnes sâcidûnel âmirûne bil marûfi ven nâhûne anil munkeri vel hâfizûne li hudûdillâh ve beşşiril muminîn

el taibûne : tövbe, yaptıklarından pişmanlık duyup dönen
el âbidûne : kul olanlar, kulluğunu bilenler
el hamidune : tecellilerin sahibini bilen, hamdın sahibini
el sâihûne : hep onun hakikatleri anlamak, anlatmak için dolaşan
el râkiûne : rüku, sıfat, nitelikler,
el sacidun : secde, teslim, tüm varlığından geçmek,
El emrun bi el marufi : emr, işleyiş, tavsiye, hüküm, arif, bilme, iyilikle,
ve en nâhûne : yasak, men eder, uzak durmak, karşı durmak,
an el münker : inkâr, kötülük
ve el hâfizûn : muhafaza edenler, koruyanlar,
li hudud allah : sınırlar, ölçü, uç, bucak, Allah
ve beşşiri : müjde, sevindirici haber, huzur veren bilgi,
el muminîne : müminleri

 

112- Yaptıklarından pişmanlık duyup dönenlere, kulluğunu anlayanlara, hamd sahibini bilenlere, hep O’nun hakikatlerini anlamak ve anlatmak için dolaşanlara, sıfatlara arif olup tüm varlığıyla teslim olanlara, Hakka arif olmayı tavsiye edenlere ve inkâra, kötülüğe karşı duranlara ve Allah’ın ölçüleri için koruyucu olanlara ve müminlere, huzur vardır.

 

-113-

مَا كَانَ لِلنَّبِيِّ وَالَّذِينَ آمَنُواْ أَن يَسْتَغْفِرُواْ لِلْمُشْرِكِينَ وَلَوْ كَانُواْ أُوْلِي قُرْبَى مِن بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمْ أَنَّهُمْ أَصْحَابُ الْجَحِيمِ

Mâ kâne lin nebiyyi vellezîne âmenû en yestagfirû lil muşrikîne ve lev kânû ulî kurbâ min badi mâ tebeyyene lehum ennehum ashâbul cahîm

mâ kâne li en nebiy : olmadı, olmaz, haber verenler için, bildiren,
ve ellezine amenû : iman edenler
en yestagfirû : mağfiret bulan, mağfiret eden, temizleyen,
li el müşrikin : için, müddetçe, ortak koşanlar
ve lev kânû uli kurba : olsalar bile, akraba, yakınlık
min badi ma tebeyen lehum : sonra, apaçık açıklandıktan, onlara
Enne hum : onlar oldular,
ashabu el cahimi : kendine varlık nisbet eden, azmış, cehalet,

 

113- Hakikatleri bildirenlere ve iman edenlere; akrabaları bile olsa, Allah’ın yüceliğinin yanında kendine varlık isnat ettikleri müddetçe, onların mağfiret bulmaları için koşmaları uygun olmaz. Hakikatler apaçık onlara açıklandıktan sonra onlar kendilerine varlık isnat edip azmışlardan oldular.

 

-114-

وَمَا كَانَ اسْتِغْفَارُ إِبْرَاهِيمَ لِأَبِيهِ إِلاَّ عَن مَّوْعِدَةٍ وَعَدَهَا إِيَّاهُ فَلَمَّا تَبَيَّنَ لَهُ أَنَّهُ عَدُوٌّ لِلّهِ تَبَرَّأَ مِنْهُ إِنَّ إِبْرَاهِيمَ لأوَّاهٌ حَلِيمٌ

Ve mâ kânestigfâru ibrâhîme li ebîhi illâ an mevıdetin vaadehâ iyyâhu fe lemmâ tebeyyene lehû ennehu aduvvun lillâhi teberree minhu inne ibrâhîme le evvâhun halîm

ve mâ kâne istigfâr : olmadı, mağfiret, arınmak,
İbrâhîme li ebi hi : İbrâhîm, babası için, atası, büyükleri,
İlla an mevıdetin : ancak, sadece, zamanın, vaat edilen zaman,
Ve ad hâ iyya hu : ona adet, vaat, yalnız ona
fe lemmâ tebeyyene : artık, olunca, belli oldu, apaçık
Lehu enne-hu aduv li Allah : ona, olduğu, o, düşman, Allah
Teberre min-hu : uzak durdu, ondan
inne İbrâhîm : muhakkak İbrâhîm,
le evvah : duygu yüklü, merhametli, yakin ilim sahibi,
halim : yumuşak huylu, duyarlı, zarif davranan, iyi huylu

 

114- İbrâhîm babasının mağfiret bulması için koştu, olmadı. Babası ancak kendi zamanının adetlerinde kaldı. Böylece Allah için anlattıklarına karşı onun düşmanlığı ortaya çıkınca, ondan uzak durdu. Muhakkak ki İbrâhîm; duygu yüklü, sağlam iman sahibi, iyi huylu, zarif olan biriydi.

 

-115-

وَمَا كَانَ اللّهُ لِيُضِلَّ قَوْمًا بَعْدَ إِذْ هَدَاهُمْ حَتَّى يُبَيِّنَ لَهُم مَّا يَتَّقُونَ إِنَّ اللّهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ

Ve mâ kânallâhu li yudılle kavmen bade iz hedâhum hattâ yubeyyine lehum mâ yettekûn innallâhe bi kulli şeyin alîm

ve mâ kâne allâh : olmadı, olmaz, Allah
li yudılle kavmen : saptıracak, yanıltmaz, kavim, kimse,
Bade iz heda hum : sonra, olduğunda, yol bulma, yol gösteren, onlar
Hatta yubeyyine lehum : ya da, apaçık açıklanma, delil, belli olan, onlar
mâ yettekûne : değil, şey, ne, takva, fenalardan sakınma
İnne Allah : Muhakkak ki Allah,
bi kulli şey alim : bütün her şeydeki, ilmin sahibi, ilmiyle var eden

 

115- Allah hiçbir kavmi saptıran değildir. Onlar yol bulsalar da ya da onlara hakikatler açıklandıktan sonra fenalardan sakınanlar olmasalar bile, bir kavmi saptıracak değildir. Muhakkak ki Allah bütün her şeydeki ilmin sahibidir.

 

-116-

إِنَّ اللّهَ لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ يُحْيِي وَيُمِيتُ وَمَا لَكُم مِّن دُونِ اللّهِ مِن وَلِيٍّ وَلاَ نَصِيرٍ

İnnallâhe lehu mulkus semâvâti vel ard yuhyî ve yumît ve mâ lekum min dûnillâhi min veliyyin ve lâ nasîr

inne Allâh lehu mulku : şüphesiz, Allah, onun, mülk, hükümran, idaresi
el semâvâti ve el ard : göklerin ve yerin
Yuhyî : hayat veren
ve yumiti : öldüren, sınırlayan
Ve ma lekum min dûni allâh : değil, yok, sizin için, ondan başka, Allah
min veliy : bir dost
ve la nasir : yok, bir yardımcı

 

116- Muhakkak ki Allah, gökleri ve yeri idare edendir. Hayat verendir ve sınırlayandır. Size Allah’tan başka bir dost yoktur ve yardımcı da yoktur.

 

 

-117-

لَقَد تَّابَ الله عَلَى النَّبِيِّ وَالْمُهَاجِرِينَ وَالأَنصَارِ الَّذِينَ اتَّبَعُوهُ فِي سَاعَةِ الْعُسْرَةِ مِن بَعْدِ مَا كَادَ يَزِيغُ قُلُوبُ فَرِيقٍ مِّنْهُمْ ثُمَّ تَابَ عَلَيْهِمْ إِنَّهُ بِهِمْ رَؤُوفٌ رَّحِيمٌ

Lekad tâballâhu alân nebiyyi vel muhâcirîne vel ensârillezînettebeûhu fî sâatil usrati min badi mâ kâde yezîgu kulûbu ferîkın minhum summe tâbe aleyhim innehu bihim raûfun rahîm

Lekad tabe allah : doğrusu, tövbe, dönmek, yönelmek, Allah
Ala en nebiyyi : nebi, haberci, hakikatleri haber veren,
ve el muhacirîne : göç eden, hakikatler için bir yerden bir yere giden,
ve el ensâri : yardımcı, yardım eden,
ellezine etebea hu : o kimse, tabi olan, izleyen, takip eden, o, onu,
fî sâati : o vakit, zaman, geliğ geçen vakit,
el usrati : darlık, sıkıntı, güçlük, müşkül,
Min badi mâ kâde : den sonra, değil, şey, ne, olmak
Yezîgu kulubu : kayıyor, meylediyor, kalpler,
ferik minhum : grup, takım, bazıları, onlardan
Summe tâbe aleyhim : sonra, ardından, tövbe, dönmek, yönelmek, onlar
innehu bihim rauf : O, Allah onlar, her şey, şefkat,
rahim : özünden var eden

 

117- Doğrusu hakikatleri haber veren Allah’a yönelmiştir. Hakikatler için bir yerden bir yere gidenler ve hakikatler yolunda olanlara yardımcı olanlar, onu izleyen kimselerdir. Onlardan bazılarının müşkilli zamanlarında kalbleri hakikatlerden kaymak üzereyken, sonra onlar da Allah’a yönelmişlerdir. Muhakkak ki Allah bütün her şeyi şefkatiyle sarandır, özünden varedendir.

 

-118-

وَعَلَى الثَّلاَثَةِ الَّذِينَ خُلِّفُواْ حَتَّى إِذَا ضَاقَتْ عَلَيْهِمُ الأَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ وَضَاقَتْ عَلَيْهِمْ أَنفُسُهُمْ وَظَنُّواْ أَن لاَّ مَلْجَأَ مِنَ اللّهِ إِلاَّ إِلَيْهِ ثُمَّ تَابَ عَلَيْهِمْ لِيَتُوبُواْ إِنَّ اللّهَ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ

Ve alâs selâsetillezîne hullifû, hattâ izâ dâkat aleyhimul ardu bimâ rahubet ve dâkat aleyhim enfusuhum ve zannû en lâ melcee minallâhi illâ ileyhi, summe tâbe aleyhim li yetûbû innallâhe huvet tevvâbur rahîm

ve alâ es selâseti : anlatıştaki kolaylık rahatlık, akıcı, ahenkli, kolay
ellezîne hullifû : eski bildiklerinde kalan, geride kalan
Hattâ iza dakat aleyhim : hatta, daraldığında, dar gelme
El ardu : yeryüzü, toprak,
bimâ rahubet : içeren, dahil, rahat, karşılama, memnun
ve dâkat aleyhim : dar geldi, onlara,
enfus hum : nefs, varlıkları, kendileri, onlar
ve zannû : anladılar, sandılar, zannettiler,
en la melcee : yok, sığınak, barınak, korunak,
min Allâh illa ileyhi : Allah’tan, başka, yalnız, kendilerine, onlara
Summe tabe aleyhim : sonra, tövbe, dönmek, onların,
li yetubu : için, tövbe, hatasını anlayıp dönen,
inne allâhe : muhakkak ki Allah
huve et tevvâbur : O, tövbeleri kabul eden, hatasını anlayp dönen
rahîmu : rahimolan, varlığı özünden var eden,

 

118- Geride eski adetlerinde kalan o kimseler için hakikatleri anlatırken; kolay, akıcı, onların anlayacağı bir şekilde anlatın. Hatta onlar daraldıklarında, yeryüzünden örnekler vererek rahatlatın. Onlar nefslerinde daraldıklarında, Allah’tan başka onlara bir sığınak olmadığını anlasınlar. Sonra onlar yaptıkları hatalardan pişmanlık duyup tövbe etsinler. Muhakkak ki Allah tövbeleri kabul edendir, tüm varlığı özünden varedendir.

 

-119-

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ وَكُونُواْ مَعَ الصَّادِقِينَ

Yâ eyyuhâllezîne âmenûttekûllâhe ve kûnû meas sâdikîn

yâ eyyuhâ ellezine amenu : ya, ey, iman edenler
ittekû allâhe : fenalardan sakının, Allah’a ortak koşmayın
ve kanû mea el sadikin : olun, oldu, beraber, birlikte, sadık, doğru, gerçek

 

119- Ey iman edenler! Allah’a karşı fenalardan sakının, ortak koşmayın ve sadık kimselerle beraber olun.

 

-120-

مَا كَانَ لِأَهْلِ الْمَدِينَةِ وَمَنْ حَوْلَهُم مِّنَ الأَعْرَابِ أَن يَتَخَلَّفُواْ عَن رَّسُولِ اللّهِ وَلاَ يَرْغَبُواْ بِأَنفُسِهِمْ عَن نَّفْسِهِ ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ لاَ يُصِيبُهُمْ ظَمَأٌ وَلاَ نَصَبٌ وَلاَ مَخْمَصَةٌ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَلاَ يَطَؤُونَ مَوْطِئًا يَغِيظُ الْكُفَّارَ وَلاَ يَنَالُونَ مِنْ عَدُوٍّ نَّيْلاً إِلاَّ كُتِبَ لَهُم بِهِ عَمَلٌ صَالِحٌ إِنَّ اللّهَ لاَ يُضِيعُ أَجْرَ الْمُحْسِنِينَ

Mâ kâne li ehlil medîneti ve men havlehum minel arâbi en yetehallefû an resûlillâhi ve lâ yergabû bi enfusihim an nefsihî zâlike bi ennehum lâ yusîbuhum zameun ve lâ nasabun ve lâ mahmesatun fî sebîlillâhi ve lâ yetaûne mevtıan yagîzul kuffâra ve lâ yenâlûne min aduvvin neylen illâ kutibe lehum bihî amelun sâlih innallâhe lâ yudîu ecrel muhsinîn

mâ kâne : olmadı,
li ehli el medinet : ehli, halkı, sahip, şehir, medeniyet, kemalat
ve men havle hum : kimse, kim, çevre, hakkında, dolanma, etraf, onlar
min el arabi : dolaşıp, duran, gezip arayan, bedevi
en yetehallefû : geride olan, eski bildiğinde kalan,
an resul allah : resul, hakikati gösteren, Allah
ve lâ yergabu : yok, rahbet, teveccüh, tercih, üstün
bi enfusi-him an nefsi hi : kendi nefslerini, kendilerini, ondan, nefsinden
Zâlike bi enne hum : böylece, onların olması sebebiyle, olduğu, onlar
la yusibu-hum zameun : yok, anlama, temas, tanışma, susuzluk, ilim yokluğu
ve lâ nasabun : yok, yorgunluk, meşakkat, müşkülleri
ve lâ mahmesatun : yok, açlık, beslenme, faydalanma, eslenememe
fi sebili Allâh : Allah’ın yolunda, Allah yolunda
ve lâ yetaûne mevtıan : yok, yürümek, basmak, basılan yer, yer,
yagîzu el kuffâra : öfke, hınç, hiddet, hakikatleri örtenler
ve la yenalun min aduv : yok, elde etmek, edinmek, düşman, husumet,
neyl : ulaşma, kazanma, zafer, bir şeye ulaşan, nail olan
İllâ kutibe lehum bihi : var, yazılı, hakikatler yazılı, onlar, onda, bedeninde
amelun sâlihun : Salih amel, iyi çalışma, dosdoğru olma
inne allâhe la yudiu : muhakkak ki Allah, yok, zayi, yok etmez, kaybetmez
ecre el muhsinîne : karşılık, ecr, iyiliklerde olan, ihsan sahibi, muhsin,

 

120- Allah resulünün etrafında dolaşıp duran kimseler; eski bildiklerinde kaldılar, onlar kemalat sahibi olamadılar, kendi nefsleri için onun nefsine teveccüh etmediler. İşte bundan dolayı onların ilimle tanışmaları olmadı ve müşkülleri yok olmadı ve Allah yolunda hakikatlerden faydalanmaları olmadı. Bulundukları yerlerde, gittikleri yerlerde hiddetleri, hakikatleri görmemezlikten gelme halleri yok olmadı ve düşman kazanma halleri yok olmadı. Onlar bedenlerinde yazılı olan hakikatleri anlayıp Salih amelde olabilirlerdi. Muhakkak ki Allah muhsinlerin karşılıklarını zayi etmez.

 

-121-

وَلاَ يُنفِقُونَ نَفَقَةً صَغِيرَةً وَلاَ كَبِيرَةً وَلاَ يَقْطَعُونَ وَادِيًا إِلاَّ كُتِبَ لَهُمْ لِيَجْزِيَهُمُ اللّهُ أَحْسَنَ مَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ

Ve lâ yunfikûne nefakaten sagîraten ve lâ kebîraten ve lâ yaktaûne vâdien illâ kutibe lehum lî yeczîyehumullâhu ahsene mâ kânû yamelûn

ve la yunfikûne : yok, infak, vermek,
nefaketen : gider, masraf
Sagiraten ve la kabiraten : küçük ve yok büyük
Ve la yaktaune : yok, geçmek, kesmek, arası, uzaklaşmak,
vadien : vadi, yol, tarz, usül, hakikatin yolu,
İllâ kutibe lehum : var, yazılı olan, kitab, onlara, kendileri, bedenleri,
li yecziye hum Allah : için, karşılık, mükâfat, kavuşmak, onlar, Allah
ahsen : güzel olan, iyi haller,
mâ kânû yamelun : olmadı, yaptıkları, amelleri

 

121- Onlar az olsun veya çok olsun bir şey infak etmediler ve hakikatlerin yolunda olmadılar. Onlar bedenlerinde yazılı olan hakikatleri anlasalardı, Allah onlara karşılıklarını verirdi. Onlar ise iyi amellerde olmadılar.

 

-122-

وَمَا كَانَ الْمُؤْمِنُونَ لِيَنفِرُواْ كَآفَّةً فَلَوْلاَ نَفَرَ مِن كُلِّ فِرْقَةٍ مِّنْهُمْ طَآئِفَةٌ لِّيَتَفَقَّهُواْ فِي الدِّينِ وَلِيُنذِرُواْ قَوْمَهُمْ إِذَا رَجَعُواْ إِلَيْهِمْ لَعَلَّهُمْ يَحْذَرُونَ

Ve mâ kânel muminûne li yenfirû kâffeh fe lev lâ nefere min kulli firkatin minhum tâifetun li yetefekkahû fîd dîni ve li yunzirû kavmehum izâ receû ileyhim leallehum yahzerûn

ve mâ kâne el müminin : olmadı, müminler
li yenfirû kaffeten : yola çıkma, sefer, hakikatleri arama, hepsi, tüm
Fe lev lâ nefere : böylece, eğer, yok, olsalardı, sefer, yola çıkma,
min kulli firkatun : hepsinden, herbirinden, bütün, fırka, topluluk
min-hum taifeten : onlardan, bir taife, grup
li yetefekkahû : için, fıkıf, anlama, idrak etme,
fi el dini : din hakkında, yaratılış yasaları,
ve li yunzirû kavme hum : için, uyarma, dikkatli, kavim, topluluk, onlar
İza receu ileyhim : zaman, olduğunda, geri dönme, onlara
lealle-hum yazherun : umulur ki, belki, onlar, uyarmak, dikkatli, şuurlu

 

122- Onlar tüm müminler gibi hakikati arayan olmadılar. Eğer onlar gibi o yolda olsalardı, dinin hakikatlerini çok ince düşünen, anlamaya çalışan o taifelerden olurlardı ve onların kavminden olan, eski bildiklerinde kalanlara döndükleri zaman, hakikatler için onları uyarırlardı. Umulur ki onlar dikkatli, şuurlu olurlar.

 

-123-

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ قَاتِلُواْ الَّذِينَ يَلُونَكُم مِّنَ الْكُفَّارِ وَلِيَجِدُواْ فِيكُمْ غِلْظَةً وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ مَعَ الْمُتَّقِينَ

Yâ eyyuhâllezîne âmenû kâtilûllezîne yelûnekum minel kuffâri velyecidû fîkum gilzah valemû ennallâhe meal muttakîn

ya eyyuha ellezine amenu : ey iman edenler
Katilu : mücadele, gayret,
ellezine yelune kum : yakın olmak isteyen kimse, anlamak için, size
min el kuffâri : hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler
ve li yecidû fi kum : için, bulmak, sizde, içinizde,
gilzaten : sağlamlık, kuvvet, güç
ve alemu : biliniz, bilirler
enne Allâh mea : muhakkak, Allah, birlikte, beraber,
el muttakin : fenalardan sakınan ortak koşmayan, takva sahipleri

 

123- Ey iman edenler! Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerden size yakın olmak isteyenlere, hakikatleri anlatmak için gayret gösterin, içinizdeki sizi tutan o gücü anlamaları için onlara yardım edin. Fenalardan sakınan, ortak koşmayanlar, muhakkak ki Allah ile birlikte olduklarını bilirler.

 

-124-

وَإِذَا مَا أُنزِلَتْ سُورَةٌ فَمِنْهُم مَّن يَقُولُ أَيُّكُمْ زَادَتْهُ هَذِهِ إِيمَانًا فَأَمَّا الَّذِينَ آمَنُواْ فَزَادَتْهُمْ إِيمَانًا وَهُمْ يَسْتَبْشِرُونَ

Ve îzâ mâ unzilet sûretun fe minhum men yekûlu eyyukum zâdethu hâzihî îmânâ fe emmâllezîne âmenû fe zâdethum îmânen ve hum yestebşirûn

ve iza ma unzilet : sunulduğunda, indirildi, sunuldu,
suret : şekil, suret, görünüş, nüsha, işaret
Fe minhum men : böylece, onlardan, kim, kimse, bazı kimseler
Yekûlu eyyu kum : der, söyler, hanginizin
zâdet-hu : çoğaldı, arttırdı, o, iyi insan,
Hazihi imanen : bu, imanını
fe emmâ : fakat, böylece, olduğunda,
Ellezine amenu : iman edenler
fe zâdet-hum imanen : böylece, artar, çoğalır, onlar iman
Ve hum yestebşirûne : onlar müjdelerler, sevinirler, bir huzur içinde

 

124- Onlara hakikatlerin işaretlerinden bir şey sunulduğu zaman, böylece onlardan bazıları: Hanginizin bu sunulanlarla imanı artmıştır, der. Fakat o sunulanlarla iman eden kimselerin imanları artar ve onlar hakikatlere ulaşmanın sevinci içinde olurlar.

 

-125-

وَأَمَّا الَّذِينَ فِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ فَزَادَتْهُمْ رِجْسًا إِلَى رِجْسِهِمْ وَمَاتُواْ وَهُمْ كَافِرُونَ

Ve emmâllezîne fî kulûbihim maradun fe zâdethum ricsen ilâ ricsihim ve mâtû ve hum kâfirûn

ve emmâ ellezine : fakat, ama, o kimseler
fi kulûbi-him maradun : kalplerinde, hastalık, anlamama hastalığı,
fe zâdet-hum : böylece, artmak, artar,
ricsen : onlar, kirlilik, cahalet,
ilâ ricsi-him : murdarlıkları, pisliklerine, kirlilik, cehaletin kirliliği
ve mâtû : ölme, kaybetme, idraksizlik içinde olan,
ve hum kafirun : onlar, hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler

 

125- Fakat kalblerinde anlamama hastalığı olan kimseler; cehaletin, egonun kirliliğindeyken, onların o kirlilikleri daha da artar ve onlar hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerdir ve onlar kaybedenlerdir.

 

-126-

أَوَلاَ يَرَوْنَ أَنَّهُمْ يُفْتَنُونَ فِي كُلِّ عَامٍ مَّرَّةً أَوْ مَرَّتَيْنِ ثُمَّ لاَ يَتُوبُونَ وَلاَ هُمْ يَذَّكَّرُونَ

E ve lâ yerevne ennehum yuftenûne fî kulli âmin merraten ev merrateyni summe lâ yetûbûne ve lâ hum yezzekkerûn

e ve lâ yerevne : onlar görmüyorlar mı? Bakıpta görmezler mi?
enne-hum yuftenune : onlar, imtihan, sınama, dikkatlice düşünme,
fî kulli âmin : içinde, hepsi, bütün, avamca, cahil,
merraten : bir kez, tekrar
Ev merrateyni : tekrar tekrar, iki kez
Summe la yetûbûne : sonra yok, dönme, yönelme, tövbe
ve la hum yezekkerun : yok, onlar, tezekkür, anma, hatırlama, düşünmek,

 

126- Onlar bakıp ta görmezler mi? Onlar bir cehalet içindeyken tekrar tekrar dikkatlice düşünmezler mi? Sonra yaptıklarından pişmanlık duyup dönüp de yönelmezler mi ve onlar hakikatlere ulaşmak için düşünmezler mi?

 

-127-

وَإِذَا مَا أُنزِلَتْ سُورَةٌ نَّظَرَ بَعْضُهُمْ إِلَى بَعْضٍ هَلْ يَرَاكُم مِّنْ أَحَدٍ ثُمَّ انصَرَفُواْ صَرَفَ اللّهُ قُلُوبَهُم بِأَنَّهُمْ قَوْمٌ لاَّ يَفْقَهُون

Ve îzâ mâ unzilet sûretun nazara baduhum ilâ badin hel yerâkum min ehadin summensarafû sarafallâhu kulûbehum bi ennehum kavmun lâ yefkahûn

ve iza ma unzilet : sunulduğunda, indirildi, sunuldu,
suret : şekil, suret, görünüş, nüsha, işaret
nazara : baktı, bakar
badu-hum ila badın : onların bazıları, bazısına, birbirlerine
hel yerâ-kum : görüyormusun, anlıyormusun, siz
min ehadin : birliği, sizden biriniz,
Summe insarafû : sonra, döndüler, kaçmak, gitmek
sarafa Allâh : çevirdi, değişme, yöneltme, Allah,
kulub hum : kalpleri, idrakleri, onlar
bi enne-hum : olmaları sebebiyle, onlar
Kavmun lâ yefkahûne : kavim, topluluk, yok, anlama, idrak etme

 

127- Ve onlara hakikatlerin işaretlerinden bir şey sunulduğu zaman, sizden biriniz bu anlatılanları anlıyor mu, der gibi birbirlerine bakarlar. Sonra kendi bildiklerine dönüp giderler. Doğrusu onlar idrak etmeyen kimseler olduklarından dolayı, onlar kalblerini Allah’tan çevirmişlerdir.

 

-128-

لَقَدْ جَاءكُمْ رَسُولٌ مِّنْ أَنفُسِكُمْ عَزِيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرِيصٌ عَلَيْكُم بِالْمُؤْمِنِينَ رَؤُوفٌ رَّحِيمٌ

Lekad câekum resûlun min enfusikum azîz aleyhi mâ anittum harîsun aleykum bil mu’minîne raûfun rahîm

Lekad cae kum : andolsun ki, geldi, size, sunuldu,
resulun : hakikati gösteren, irsal eden, hakikati taşıyan,
min enfusi-kum : sizin içinizden
azizun : bir yücelik içinde, yüce olan, nitelikleriyle yüce olan,
Aleyhi mâ anittum : ona, değil, şey, ne, ilgili, meşakket, müşkül, alakalı, siz,
Harisun aleykum : istekli, koruyan, koruyucu, çok düşkün, size
bi el muminin : müminler,
rauf rahim : şefkatli, yumuşak huylu, rahim, anne şefkati,

 

128- Yüce olanı anlatan, müşkillerinizi çözen, sizi korumaya çalışan, müminlerden olan, anne şefkati olan, içinizden bir Resul doğrusu size geldi.

 

-129-

فَإِن تَوَلَّوْاْ فَقُلْ حَسْبِيَ اللّهُ لا إِلَهَ إِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ

Fe in tevellev fe kul hasbiyallâh lâ ilâhe illâ hûve aleyhi tevekkeltu ve huve rabbul arşil azîm

fe in tevellev : bundan sonra, eğer, yüz çevirme, adetlerine dönme
Fe kul hasbiye allâh : artık, de, anlat, yetmek, Allah
lâ ilâhe illa huve : ilah yoktur, vardır, o
Aleyhi tevekkeltu : ona, tüm varlığımla ona teslim oldum
ve huve rabb : o, rabb, vücudlandıran,
el arşi : bütün her yer, makam, taht, tüm kâinatın sahibi
el azim : yüce, kararlı olan, var oluştaki karar sahibi,

 

129- Bundan sonra eğer kendi adetlerine dönerlerse, artık de ki: Allah bana yeter, ilah yoktur, O vardır. Ben tüm varlığımla O’na teslim oldum ve O her şeyi vücudlandırandır, tüm kâinatın sahibidir, varoluştaki karar sahibidir.