YÛNUS SÛRESİ
-1-
الر تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ الْحَكِيمِ
Elif lâm râ tilke âyâtul kitâbil hakîm
Elif lam ra | : elif, lam, ra, hak, halk, fiil |
Tilke ayatu | : işte bunlar, işte bu, ayetler, işaret, delil, |
el kitab | : yazılı olan, varlık kitaptır |
el hakim | : tüm varlığa hâkim olan, hüküm, hikmet, |
1- Elif, lam, ra. Tüm varlık işaretleriyle apaçık bir kitaptır, tüm varlığa hâkim olana aittir.
-2-
أَكَانَ لِلنَّاسِ عَجَبًا أَنْ أَوْحَيْنَا إِلَى رَجُلٍ مِّنْهُمْ أَنْ أَنذِرِ النَّاسَ وَبَشِّرِ الَّذِينَ آمَنُواْ أَنَّ لَهُمْ قَدَمَ صِدْقٍ عِندَ رَبِّهِمْ قَالَ الْكَافِرُونَ إِنَّ هَذَا لَسَاحِرٌ مُّبِينٌ
E kâne linnâsi aceben en evhaynâ ilâ reculin minhum en enzirin nâse ve beşşirillezîne âmenû enne lehum kademe sıdkın inde rabbihim kâlel kâfirûne inne hâzâ le sâhırun mubîn
E kane li el nas | : mı, oldu, insanlar için, |
aceben | : garip, hayret, merak, şaşkınlık, farklı, |
en evhay na | : bildirmek, vahyetmek, sunmak, biz, hakikatlerimiz |
ilâ reculin minhum | : ileri gelen, er kişi, kâmil kişi, onlardan |
en enzirin el nas | : hakikatleri açıklaması, uyarması, insanları |
ve beşşiri | : sevindirme, mutlu, müjdelemesi, umut veren, |
ellezine amenu | : iman edenler |
Enne lehum | : muhakkak, doğrusu, olduğunda, onlar, |
kademe sıdkın | : ileri giden, makam, sadık, içten, samimi |
inde rabbi-him | : katında, ona ait, Rab, vücudlandıran, onlar |
kâle el kâfirûne | : dedi, derki, hakikatleri görmemezlikten gelip örten |
İnne haza | : muhakkak ki bu, bunlar, |
le sahır mubin | : elbette, büyü, sihir, aldatma, apaçık |
2- Onlardan kâmil bir kişinin ulaştığı hakikatlerimizi bildirmesi insanlara acayip mi geldi? İnsanlara hakikatleri açıklayıp uyardı ve iman eden kimselere hakikatleri müjdeledi. Muhakkak ki hakikatler üzere olanlar kendilerini vücudlandırana ait olan hakikatlere içten bağlıdırlar, irfaniyette ileri giderler. Hakikatleri görmemezlikten gelip örtenler ise, elbette bu apaçık aldatmadır, derler.
-3-
إِنَّ رَبَّكُمُ اللّهُ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ يُدَبِّرُ الأَمْرَ مَا مِن شَفِيعٍ إِلاَّ مِن بَعْدِ إِذْنِهِ ذَلِكُمُ اللّهُ رَبُّكُمْ فَاعْبُدُوهُ أَفَلاَ تَذَكَّرُونَ
İnne rabbekumullâhullezî halakas semâvâti vel arda fî sitteti eyyâmin summestevâ alel arşi yudebbirul emr mâ min şefîin illâ min badi iznihî zâlikumullâhu rabbukum fabudûh e fe lâ tezekkerûn
İnne rabbu kum Allah | : muhakkak, rabbiniz, sizi vücudlandıran, Allah |
ellezi halaka | : ki o yarattı, halk etti, halkiyet, |
el semavat ve el ard | : gökler ve yer |
fî sitteti | : doğruluk içinde, noksansız, intizam, hatasız, |
eyyâmin | : hayırlı, güzel, temiz, günler, |
summe istevâ | : sonra, kuşatan, düzenledi, kurulmak, |
ala el arş | : bütün her yer, arş, taht, |
yudebbiru | : planlamak, takdir eder, tedbir eder, düzenler, |
el emre | : işleyiş, hüküm, her varlıktan işleyen, |
Mâ min şefin | : yoktur, değildir, şefaat eden, |
İlla min badi izni hi | : ancak, sadece, sonra, ardından, öyle olan, yetkili, o |
zâlikum Allâh | : işte bu, Allah, |
rabbu kum | : rabbiniz, sizi vücudlandıran, |
Fe abud hu | : artık, kul olmak, o, onun kulu, |
E fe la tezekkerûne | : hala, yok, varlığın yaratılışını düşünme, hakikatlerle bakma |
3- Muhakkak ki sizi vücudlandıran Allah’tır. O, gökleri ve yeri bir intizam, bir güzellik içinde halk edendir, sonra bütün her yeri sarandır, bütün varlığı düzenleyendir, bütün varlıktan işleyendir. Başka şefaat eden yoktur, ancak O’dur varlığın varoluşunda yetkili olan. İşte sizi vücudlandıran Allah budur. Artık O’nun kulu olduğunuzu anlayın. Hâlâ varlığın yaratılışını düşünüp, ulaştığınız o hakikatlerle bu âleme bakmaz mısınız?
-4-
إِلَيْهِ مَرْجِعُكُمْ جَمِيعًا وَعْدَ اللّهِ حَقًّا إِنَّهُ يَبْدَأُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ لِيَجْزِيَ الَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ بِالْقِسْطِ وَالَّذِينَ كَفَرُواْ لَهُمْ شَرَابٌ مِّنْ حَمِيمٍ وَعَذَابٌ أَلِيمٌ بِمَا كَانُواْ يَكْفُرُونَ
İleyhi merciukum cemîâ vadallâhi hakkâ innehu yebdeul halka summe yuîduhu li yecziyellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti bil kıst vellezîne keferû lehum şerâbun min hamîmin ve azâbun elîmun bimâ kânû yekfurûn
İleyhi merciu kum | : ona, dönüş, kaynak, başvuru, siz, |
cemian | : hepiniz, topluca, birlik, bütün varlığın, her şey, |
vade Allâh | : işin ortaya çıkışı, yerine gelme, vaad, Allah, |
hakk | : hak, gerçek olan, hakikat, |
İnne hu yebdeu | : muhakkak o, ilk başlangıç |
el halka | : yaratılış, halkoluş, varoluş, |
Summe yeıdu hu | : sonra, dönüş, iade, ona, |
li yecziye | : varılacak yer, ödül, vermek, |
ellezîne âmenû | : iman edenler |
ve amilû el salihât | : dosdoğru hakk yolunda çalışanlar, iyi ameller |
bi el kıst | : adalet, pay, nasip |
ve ellezîne keferû | : inkâr eden kimseler, hakikatleri örtenler |
Lehum şerab | : onlar, içecek, beslenmek, |
min hamimin | : yakıcı, yakıp yıkıcı, sıcak, kaynar, huzursuzluk, acı veren |
ve azâbun elîmun | : azap, sıkıntı, elim, acı, |
Bimâ kanu yekfurun | : şey sebebiyle, dolayısıyla, oldu, hakikatler örtmeleri |
4- Hepinizin kaynağı O’dur. Ortaya çıkan tüm varlık Allah’ın hakikatlerini gösterir. Muhakkak ki halkoluşun ilk başlangıcı O’dur, sonra dönüp varılacak yer O’dur. İman edenler ve dosdoğru hakk yolunda çalışanlar adalet üzeredirler. Yakıp yıkıcı hallerle beslenenler ise, onlar hakikatleri görmemezlikten gelen kimselerdir ve hakikatleri görmemezlikten gelip örtmelerinden dolayı acı azaptadırlar.
-5-
هُوَ الَّذِي جَعَلَ الشَّمْسَ ضِيَاء وَالْقَمَرَ نُورًا وَقَدَّرَهُ مَنَازِلَ لِتَعْلَمُواْ عَدَدَ السِّنِينَ وَالْحِسَابَ مَا خَلَقَ اللّهُ ذَلِكَ إِلاَّ بِالْحَقِّ يُفَصِّلُ الآيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ
Huvellezî cealeş şemse dıyâen vel kamere nûren ve kadderehu menâzile li talemû adedes sinîne vel hisâb mâ halakallâhu zâlike illâ bil hakk yufassılul âyâti li kavmin yalemûn
Huve ellezi ceale | : o, ki o, yaptı, eyledi, sundu, düzenledi, |
El şems dıyaen | : güneş, bir ziya, ışık veren |
ve el kamere nuren | : ay, aydınlatan |
ve kaddere-hu menazile | : takdir, ölçü, ona, menzil, yörünge |
li talemû | : bilmeniz için, |
adede el sinin | : adet, sayı, sene, yıl, yaş |
ve el hisab | : hesabını, işlem, incelik, |
ma halak Allah | : şey, ne, yaratılan, halk edilen, |
Zalike illa bi el hakkı | : işte bu, vardır, ancak, sadece, hakikat, gerçek, hak ile |
yufassılu el ayati | : tafsilatlı açıklama, ayrıntılı, ayet, işaret, delil, |
li kavmin yalemun | : bir kavim için, topluluk, kimse, bilen, |
5- Ki O’dur güneşi ışık kaynağı yapan ve aydan o nuru yansıtan ve onun bir menzili, bir ölçüsü vardır, onunla yılların sayısını bilirsiniz. Allah’ın halk ettiği şeylerde bir hesap vardır. İşte bilen kimselerden olmanız için, tüm varlıkta hakikatleri gösteren en ince ayrıntısına kadar deliller vardır.
-6-
إِنَّ فِي اخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَمَا خَلَقَ اللّهُ فِي السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ لآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يَتَّقُونَ
İnne fîhtilâfil leyli ven nehâri ve mâ halakallâhu fîs semâvâti vel ardı le âyâtin li kavmin yettekûn
İnne fi ihtilafi | : muhakkak ki, farklılık, karşılıklı, fark, |
El leyli ve en nehari | : gece ve gündüz |
ve mâ halaka Allâh | : yarattığı şey, halkettiği, Allah |
fî es semavati ve el ard | : göklerde, semalarda ve yerde |
le ayatin | : elbette, ayetler, işaret, delil, |
li kavmin | : kavim, topluluk, kimseler, |
yettekun | : takva, korunmak, sakınmak, |
6- Muhakkak ki gece ve gündüzün farklılığında, göklerde ve yerde Allah’ın halk ettiği şeylerde, fenalardan korunmak isteyen kimseler için elbette deliller vardır.
-7-
إَنَّ الَّذِينَ لاَ يَرْجُونَ لِقَاءنَا وَرَضُواْ بِالْحَياةِ الدُّنْيَا وَاطْمَأَنُّواْ بِهَا وَالَّذِينَ هُمْ عَنْ آيَاتِنَا غَافِلُونَ
İnnellezîne lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatme ennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn
İnne ellezine | : muhakkak ki, o kimseler, |
la yercune | : yok, aslına dönmek, dönüş |
Likae na | : kavuşmak, birlik, anlamak, tevhid, biz, |
ve radu | : memnun, mutlu, razı olma, kabullenme, |
bi el hayat el dunya | : dünya hayatı, yaşam, |
ve ıtmeennû biha | : rahat, tatmin, doyuma, yeterli, onunla |
ve ellezine hum | : o kimseler |
an ayati na | : ayetlerimiz, işaret, delil, |
gafilun | : habersiz, yanlığı içinde, farkında olmayan |
7- Muhakkak ki asliyetleri olan Bizi anlayamayan o kimseler; mutluluğu dünya hayatında ararlar, onunla rahatlamaya çalışırlar ve o kimseler çevrelerinde olan ayetlerimizin farkında olmazlar.
-8-
أُوْلَئِكَ مَأْوَاهُمُ النُّارُ بِمَا كَانُواْ يَكْسِبُونَ
Ulâike mevâhumun nâru bimâ kânû yeksibûn
Ulâike meva hum | : işte onlar, mekân, bulundukları hal, varılacak yer, |
el nar | : ateş, yakıcılık, yakıp yıkıcı olan, |
Bima kanu yeksibûne | : dolayısıyla, sebebiyle, oldu, kazanmış, yapmış, |
8- İşte onların bulundukları hal, yapmış oldukları şeyler sebebiyle ateştir.
-9-
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ يَهْدِيهِمْ رَبُّهُمْ بِإِيمَانِهِمْ تَجْرِي مِن تَحْتِهِمُ الأَنْهَارُ فِي جَنَّاتِ النَّعِيمِ
İnnellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti yehdîhim rabbuhum bi îmânihim tecrî min tahtihimul enhâru fî cennâtin naîm
İnne ellezine amenu | : muhakkak, iman edenler |
ve amilû es sâlihâti | : Salih amel, iyi çalışma, doğru çalışma |
yehdi-him rabbu hum | : yol bulur, onlar, rabbi, onlar |
bi imani-him | : imanları, inanmaları, onlar |
Tercî min tahtihımu el nehar | : akar, vardır, makamlarında, akıp giden ilim, |
fî cennatin | : içinde, cennet, huzur, |
naîmi | : nimet, irfaniyet, tecellilerin sahibini bilmenin huzuru, |
9- Muhakkak ki iman edenler ve iyi çalışmalarda olanlar ise; onlar Rablerine yol bulurlar, onlar iman içindedirler, makamlarında bir ilim üzeredirler, tüm tecellilerinin sahibini bilmenin huzuru içindedirler.
-10-
دَعْوَاهُمْ فِيهَا سُبْحَانَكَ اللَّهُمَّ وَتَحِيَّتُهُمْ فِيهَا سَلاَمٌ وَآخِرُ دَعْوَاهُمْ أَنِ الْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
Davâhum fîhâ subhânekellâhumme ve tehiyyetuhum fîhâ selâm ve âhıru davâhum enil hamdulillâhi rabbil âlemîn
Dava hum fiha | : dua, çağrı, talep, istek, yönelme, onların, orada |
subhâne-ke | : noksan sıfattan münezzeh, sen, subhan, |
Allâhumme | : Allah, onlar |
ve tehiyyetu-hum | : karşılama, selamlama, hak zevkiyle halkı seyretme |
Fiha selamun | : orada, selam, barış, selamet, |
ve ahıru dava hum | : sonrası, dua, talep, yönelme, onlar |
en el hamdu li Allâh | : hamd, tüm övgüler, tüm nitelikler, sıfatlar, Allah, |
rabbi el âlemîne | : tüm varlığı vücudlandıran, âlemlerin Rabbi |
10- Onlar orada; Allah’ım sen noksan sıfatlardan münezzehsin şuuru ile hareket ederler ve onlar Hakk zevkiyle Halkı seyrederler, orada selamete kavuşmuşlardır ve sonra da tüm sıfatların sahibi olan, tüm varlığı vücudlandıran Allah’tır şuuru ile hareket ederler.
-11-
وَلَوْ يُعَجِّلُ اللّهُ لِلنَّاسِ الشَّرَّ اسْتِعْجَالَهُم بِالْخَيْرِ لَقُضِيَ إِلَيْهِمْ أَجَلُهُمْ فَنَذَرُ الَّذِينَ لاَ يَرْجُونَ لِقَاءنَا فِي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ
Ve lev yuaccilullâhu lin nâsiş şerresti câlehum bil hayri le kudiye ileyhim eceluhum fe nezerullezîne lâ yercûne likâenâ fî tugyânihim yamehûn
ve lev yuaccilu Allah | : eğer, olsa, acele, tez, çabuk davranma, Allah |
li en nasi | : insanlar için, insanlar |
el şerre | : şer, kötülük |
İsticale hum | : acele istemek, çabuk, onlar, |
bi el hayr | : hayrı, iyi olan |
le kudiye ileyhim | : istedi, takdir, hüküm, onlara, |
ecel hum | : belirli zaman, onlar, |
Fe nezeru ellezine | : bırakma, dileme, bakış, o kimse, |
la yercun | : yok, dileme, umut, rica, |
Likâe na | : birlik, toplanma, ulaşma, biz |
fî tugyâni-him | : azgın, taşkın, isyanları içinde, öfke hiddet, onlar, |
yamehun | : şaşkın, bocalama |
11- İnsanlar bir kötülük içindeyken hayrın çabuk gelmesini istedikleri gibi, eğer Allah’ı anlamada çabuk davransalardı, elbette onlar belli bir zaman içinde varoluşun hakikatlerini anlarlardı. Fakat Bizim birliğimizi anlamayı dilemeyen o kimseler, bir taşkınlık içinde bocalayıp dururlar.
-12-
وَإِذَا مَسَّ الإِنسَانَ الضُّرُّ دَعَانَا لِجَنبِهِ أَوْ قَاعِدًا أَوْ قَآئِمًا فَلَمَّا كَشَفْنَا عَنْهُ ضُرَّهُ مَرَّ كَأَن لَّمْ يَدْعُنَا إِلَى ضُرٍّ مَّسَّهُ كَذَلِكَ زُيِّنَ لِلْمُسْرِفِينَ مَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ
Ve izâ messel insâned durru deânâ li cenbihî ev kâiden ev kâimâ fe lemmâ keşefnâ anhu durrehu merre keen lem yedunâ ilâ durrin messehu kezâlike zuyyine lil musrifîne mâ kânû yamelûn
ve izâ messe el insan | : dokunduğunda, isabet, insan, |
el dar | : sıkıntı, daralma, |
Dea na | :dua, yönelmek, istek, |
li cenbi hi | : nerede olursa olsun, yan yatarken, yatarken |
ev kâiden ev kaimen | : veya otururken veya ayakta |
fe lemmâ keşef na anhu | : fakat, olduğunda, açma, kaldırma, gidermek, biz, ondan |
Dar hu merre | : sıkıntı, daralma, döndü, yöneldi, hareket |
Ke en lem yedu na | : gibi, bize dua etmedi, yönelmedi, |
ilâ durrin messe hu | : sanki, sıkıntı, dokunma, isabet |
Kezalike zeyn | : işte, süsler, gurur içinde, |
el musrifin | : haddi aşanlar için, müsrifler |
mâ kânû yamelun | : şey, değil, ne, oldu, amel, yapıyorlar |
12- İnsana bir sıkıntı dokunduğunda, yatarken veya otururken veya ayakta iken Bize dua eder, böylece sıkıntısının giderilmesi için Bize yönelir. Sıkıntıdan kurtulduğunda Bize yöneldiğini unutur, sanki sıkıntı dokunmamış gibi hareket eder. İşte yaptıkları şeylerle haddi aşanlar bir gurur içindedirler.
-13-
وَلَقَدْ أَهْلَكْنَا الْقُرُونَ مِن قَبْلِكُمْ لَمَّا ظَلَمُواْ وَجَاءتْهُمْ رُسُلُهُم بِالْبَيِّنَاتِ وَمَا كَانُواْ لِيُؤْمِنُواْ كَذَلِكَ نَجْزِي الْقَوْمَ الْمُجْرِمِينَ
Ve lekad ehleknel kurûne min kablikum lemmâ zalemû ve câethum rusuluhum bil beyyinâti ve mâ kânû li yuminû kezâlike neczil kavmel mucrimîn
ve lekad ehlek na | : andolsun, helak olmak, yok olma, biz |
El kurene min kabli kum | : nesiller, devir, asır, sizden önce |
lemmâ zalemû | : olduğunda, zalim, zulmettikleri zaman |
ve caet-hum | : geldi, sundu, onlar, |
resul hum | : resul, hakikatleri gösteren, onlar, |
bi el beyyinâti | : apaçık delillerle, açıklamalar |
Kezalike neczi | : işte böyle, karşılık, ceza |
el kavme el mucrimin | : kavim, topluluk, fenalarda kalan, suçlu, |
13- Doğrusu sizden önceki zalim olan topluluklara da, apaçık delillerle hakikatleri gösterenler onlara geldiği halde, onlar Bizi anlayamayıp helak olup gittiler. Fenalarda kalan toplulukların karşılıkları işte böyledir
-14-
ثُمَّ جَعَلْنَاكُمْ خَلاَئِفَ فِي الأَرْضِ مِن بَعْدِهِم لِنَنظُرَ كَيْفَ تَعْمَلُونَ
Summe cealnâkum halâife fîl ardı min badihim li nanzure keyfe tamelûn
Summe cealna kum | : sonra, kıldık, yaptık, sunduk, varettik, siz, |
halaif | : halife, ardından gelen, yerine gelen, imam, |
Fi el ard | : yeryüzünde, yer, toprak, yaşam, |
min badi him | : onlardan sonra |
li nanzure keyfe | : biz, hakikatimiz, anlama, ne olduğunu bilerek |
tamelun | : çalışma, amel etme |
14- Onlardan sonra, yeryüzünde onların ardından sizleri varettik. Artık hakikatlerimizi bilerek amel edin.
-15-
وَإِذَا تُتْلَى عَلَيْهِمْ آيَاتُنَا بَيِّنَاتٍ قَالَ الَّذِينَ لاَ يَرْجُونَ لِقَاءنَا ائْتِ بِقُرْآنٍ غَيْرِ هَذَا أَوْ بَدِّلْهُ قُلْ مَا يَكُونُ لِي أَنْ أُبَدِّلَهُ مِن تِلْقَاء نَفْسِي إِنْ أَتَّبِعُ إِلاَّ مَا يُوحَى إِلَيَّ إِنِّي أَخَافُ إِنْ عَصَيْتُ رَبِّي عَذَابَ يَوْمٍ عَظِيمٍ
Ve izâ tutlâ aleyhim âyâtunâ beyyinâtin kâlellezîne lâ yercûne likâenati bi kurânin gayri hâzâ ev beddilh kul mâ yekûnu lî en ubeddilehû min tilkâi nefsî in ettebiu illâ mâ yûhâ ileyye innî ehâfu in asaytu rabbî azâbe yevmin azîm
ve izâ tutla aleyhim | : okunduğu zaman, onlara, |
âyâtu-nâ beyyinatin | : ayetlerimiz, apaçık delil, |
Kale ellezîne la yercun | : dedi, o kimseler, yok, dönmek, rücu, |
likae na | : kavuşmak, ulaşmak, birlik, anlamak, tevhid, biz, |
eti bi kuranin | : getir, sun, Kuran, okunan şey, |
gayri haza | : başka, bu, başka bir şey, |
Ev beddil hu | : veya, yada, karşılık, değiştir, o |
Kul ma yekunu | : anlat, değil, şey, ne, olamaz, |
li en ubeddile-hu | : onu benim değiştirmem, karşılık |
min tilkai nefsi | : katmam, nefsimden, kendimden, |
İn ettebiu illa | : tabi olma, uyma, ancak, |
mâ yûhâ ileyye | : şey, ne, değil, vahyolunan, bildirilen, bana, |
İnni ehafu | : ben, korkmak |
in asaytu rabbi | : isyan etmek, ikiliğe düşmek, rabbim |
azabe yevmin azim | : sıkıntı, azap, gün, vakit, o zaman, yüce, büyük |
15- Ayetlerimiz apaçık delillerle onlara okunduğu zaman, bildiklerinden dönmeyip Bizi anlayamayan o kimseler: Bize başka bir şey oku, ya da onu değiştir, derler. De ki: Benim onu değiştirmem olmaz, kendimden bir şey katmam da olmaz. Ancak bana vahyolunan şeye tâbi olurum. Ben Rabbime karşı ikiliğe düşmekten korkarım, o vakit büyük sıkıntılardan korkarım.
-16-
قُل لَّوْ شَاء اللّهُ مَا تَلَوْتُهُ عَلَيْكُمْ وَلاَ أَدْرَاكُم بِهِ فَقَدْ لَبِثْتُ فِيكُمْ عُمُرًا مِّن قَبْلِهِ أَفَلاَ تَعْقِلُونَ
Kul lev sâallâhu mâ televtuhû aleykum ve lâ edrâkum bihî fe kad lebistu fîkum umuren min kablih e fe lâ takilûn
Kul lev sae Allah | : de, anlat, eğer, olsa, olur, irade, dilemek, Allah |
mâ televtu-hu aleykum | : değil, şey, ne, okuma, anlatma, size |
ve la edra kum bihi | : yok, çevirme, dönme, bildirme, siz, onu |
fe kad lebistu | : fakat, halbuki oldu, yakında, kaldım |
Fi kum umur | : sizde, sizin içinizde, ömür, yaşam, |
min kabli hi | : ondan önce |
E fe la takilune | : hâlâ akıl etmez misiniz? Düşünmez misiniz? |
16- Anlat: Eğer Allah irade etseydi, size o hakikatleri okumazdım ve onları size bildirmezdim. Fakat size yakın olanlardanım, o hakikatleri açıklamadan önce de sizin içinizdeydim. Hâlâ düşünmez misiniz?
-17-
فَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرَى عَلَى اللّهِ كَذِبًا أَوْ كَذَّبَ بِآيَاتِهِ إِنَّهُ لاَ يُفْلِحُ الْمُجْرِمُونَ
Fe men azlemu mimmenifterâ alâllâhi keziben ev kezzebe bi âyâtih innehû lâ yuflihul mucrimûn
fe men azlemu | : artık, kim, kimse, daha zalim, |
mimmen iftera | : kimseler, onlar, iftira, uydumak, |
ala Allah keziben | : Allah hakkında, yalan, |
Ev kezzebe bi ayati hi | : ya da, yalanladı, onun ayetlerini, işaret, delil, |
İnnehu la yuflihu | : muhakkak, doğrusu, o, yok, felah, kurtulma, |
el mucrimûne | : suçlu, fena, kötülüklerde olan, |
17- Allah hakkında bir şey uyduran, o yalanı aktaran, ya da O’nun ayetlerini yalanlayandan daha zalim olan kimdir? Doğrusu o kötülüklerde kalanlar felah bulamazlar.
-18-
وَيَعْبُدُونَ مِن دُونِ اللّهِ مَا لاَ يَضُرُّهُمْ وَلاَ يَنفَعُهُمْ وَيَقُولُونَ هَؤُلاء شُفَعَاؤُنَا عِندَ اللّهِ قُلْ أَتُنَبِّئُونَ اللّهَ بِمَا لاَ يَعْلَمُ فِي السَّمَاوَاتِ وَلاَ فِي الأَرْضِ سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى عَمَّا يُشْرِكُونَ
Ve ya’budûne min dûnillâhi mâ lâ yedurruhum ve lâ yenfeuhum ve yekûlûne hâulâi şufeâunâ indallâh kul e tunebbiûnâllâhe bimâ lâ ya’lemu fîs semâvâti ve lâ fîl ard subhânehu ve teâlâ ammâ yuşrikûn
ve yabudûne | : kulluk, |
min duni Allah | : Allah’tan başka, zanna dayalı şeyler |
ma la yedurru hum | : onlara koruyamayan |
ve lâ yenfeu-hum | : onlara yarar, fayda, sağlamayan |
ve yekulune haulai | : ve derler, bunlar, onlar |
Şufeau na inde Allah | : şefaat, biz, Allah’ın katında, ona ait, yanında |
Kul e tunebbiûne Allah | : de, anlat, haber verme, bildirme, Allah |
Bima la yalemu | : şeyler, yok, bilme, ilmin sahibi, bildiren, |
fî el semavati | : göklerde bulunan, |
ve la fi el ard | : yoktur, yerde |
subhane hu | : yok, yeryüzü, noksan sıfattan münezzeh olan, o |
ve teala amma yuşrikun | : yüce olan, şeyler, şirk koşma, ortak koşmak, |
18- Allah’ı bırakıp, onları koruyamayan ve onlara bir faydası da olmayan zanna dayalı şeylere kulluk ederler. Derler ki: Bunlar Allah’ın katında bize şefaatçi olacaklar. Anlat: Göklerde ve yerde Allah’tan başka size hakikatleri bildiren yoktur. O noksan sıfatlardan münezzehtir ve ortak koştuğunuz şeylerden yücedir.
-19-
وَمَا كَانَ النَّاسُ إِلاَّ أُمَّةً وَاحِدَةً فَاخْتَلَفُواْ وَلَوْلاَ كَلِمَةٌ سَبَقَتْ مِن رَّبِّكَ لَقُضِيَ بَيْنَهُمْ فِيمَا فِيهِ يَخْتَلِفُونَ
Ve mâ kânen nâsu illâ ummeten vâhideten fahtelefû, ve lev lâ kelimetun sebekat min rabbike le kudiye beynehum fîmâ fîhi yahtelifûn
ve ma kane en nasu | : olmadı, bilemedi, insanlar |
İllâ ummeten | : başka, sadece, ümmet, topluluklar, |
vahiteden | : tek, bir olan, tevhit |
fe ihtelefu | : böylece, bundan sonra ihtilafa, ayrılık, ikilik, |
ve lev la kelimetun | : eğer, olsa, yok, söz, kelime, tecelli, |
Sebekat min rabbike | : geçen, önünde, gelen, Rabbinden |
le kudiye beynehum | : elbette, mutlaka, takdir, hüküm, aralarında, onlar |
Fima fihi yahtelifûne | : o şeyde, onun hakkında, ihtilafa düşme, ayrılık |
19- İnsanlar, tüm toplulukların Bir olandan geldiğini bilemediler. Böylece ikilikte kaldılar. Eğer Rabbinden gelen o tecellileri anlasalardı, elbette onlar aralarında varoluşu anlarlardı, o hakikatler hakkında ayrılığa düşmezlerdi.
-20-
وَيَقُولُونَ لَوْلاَ أُنزِلَ عَلَيْهِ آيَةٌ مِّن رَّبِّهِ فَقُلْ إِنَّمَا الْغَيْبُ لِلّهِ فَانْتَظِرُواْ إِنِّي مَعَكُم مِّنَ الْمُنتَظِرِينَ
Ve yekûlûne lev lâ unzile aleyhi âyetun min rabbih fe kul innemel gaybu lillâhi fentezirû innî meakum minel muntazirîn
ve yekûlûne lev la unzile | : derler, olmaz mıydı, indirildi, sunulan |
Aleyhi ayetun | : ona, onda, üzerinde bir işaret, delil, ayet, |
min rabbi hi | : rabbinden |
Fe kul innemâ el gaybu | : anlat, sadece, yalnız, ancak, bilinmeyen görünmeyen |
li Allâh | : Allah’ındır, Allah’a aittir |
fe entezirû | : artık bekleyin, bakıp gözleyin, |
inni mea kum | : bende, sizinle beraber |
min el muntezirîne | : bakıp gözleyenlerdenim, bekleyenlerdenim |
20- Derler ki: Onun üzerinde Rabbinden bir işaret olsaydı ya. Anlat: Bilinmeyen görünmeyen âlem ancak Allah’ındır. Bundan sonra hakikatleri anlamak için bakıp gözlemleyin, ben de sizinle birlikte gözlemlemekteyim.
-21-
وَإِذَا أَذَقْنَا النَّاسَ رَحْمَةً مِّن بَعْدِ ضَرَّاء مَسَّتْهُمْ إِذَا لَهُم مَّكْرٌ فِي آيَاتِنَا قُلِ اللّهُ أَسْرَعُ مَكْرًا إِنَّ رُسُلَنَا يَكْتُبُونَ مَا تَمْكُرُونَ
Ve izâ ezaknen nâse rahmeten min badi darrâe messethum izâ lehum mekrun fî âyâtinâ kulillâhu esrau mekrâ inne rusulenâ yektubûne mâ temkurûn
ve iza ezak na | : olduğunda, his, tat, gelme |
el nas rahmet | : insanlar, rahmet, yararlı olan, |
Min badi darr | : sonra, sıkıntı, daralma, |
messet-hum | : isabet, dokunma, onlar |
İza lehum mekrun | : olduğunda, onlar, karanlık, gizli, düzen, tuzak, plan, |
fî ayati na | : ayetlerimiz hakkında |
kul Allâh | : anlat, deki, Allah, |
esrau | : daha hızlı, hızla, |
mekr | : karanlık, gizli, düzen, tuzak |
İnne resule-na | : muhakkak, resul, anlatan, hakikatimizi gösteren, biz |
yektebune | : yazılan, kitab, okunan, bilgiler, |
Ma temkurûne | : karanlıkta kalmazlar, düzen, plan, tuzak, |
21- İnsanlara bir rahmet geldikten sonra, onlara bir sıkıntı dokunduğu zaman, onlar ayetlerimiz hakkında karanlık düşüncelere dalarlar. Anlat: Allah’ı anlayamayanlar hızla cehaletin karanlıklarına sürüklenirler. Muhakkak ki Bizi anlatanların sunduğu bilgilerle Bizi anlayanlar karanlıklarda kalmazlar.
-22-
هُوَ الَّذِي يُسَيِّرُكُمْ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ حَتَّى إِذَا كُنتُمْ فِي الْفُلْكِ وَجَرَيْنَ بِهِم بِرِيحٍ طَيِّبَةٍ وَفَرِحُواْ بِهَا جَاءتْهَا رِيحٌ عَاصِفٌ وَجَاءهُمُ الْمَوْجُ مِن كُلِّ مَكَانٍ وَظَنُّواْ أَنَّهُمْ أُحِيطَ بِهِمْ دَعَوُاْ اللّهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ لَئِنْ أَنجَيْتَنَا مِنْ هَذِهِ لَنَكُونَنِّ مِنَ الشَّاكِرِينَ
Huvellezî yuseyyirukum fîl berri vel bahr hattâ izâ kuntum fîl fulk ve cereyne bihim bi rîhin tayyibetin ve ferihû bihâ câethâ rîhun âsifun ve câehumul mevcu min kulli mekânin ve zannû ennehum uhîta bihim deavûllâhe muhlisîne lehud dîn le in enceytenâ min hâzihî le nekûnenne mineş şâkirîn
huve ellezi | : o, ki o, |
yuseyyiru kum | : seyretme, bakıp anlama, gezme, dolaşma, siz |
Fi el berri | : kara, doğruluk içinde, gerçeklik, nimetleriyle saran |
ve el bahri | : deniz, sonsuzluk, bilen kişi, bilge kişi, iyi kimse |
Hatta iza kuntum | : bile, dahi, olduğunuz zaman, |
fi el fulki | : gemi, yol alma, sonsuzluk içinde akıp gitmek, anlamak, |
ve cereyne bihim | : aktılar, gittiler, çalışmak, onlarla, |
bi rihin | : rüzgâr, his, duygu |
tayyibetin | : temiz, hoş, güzel, tertemiz, |
ve ferihû biha | : ferah, sevinç, kalbin rahatlığı, geniş, mutluluk, onunla |
Caet ha rıfun asifun | : geldi, o, rüzgâr, esinti, his, fırtına, esmek, ulaşmak, |
ve câe-hum el mevcu | : geldi, sunuldu, onlar, titreşim, dalga geldi |
min kulli mekânin | : her taraftan, her mekândan, bütün mekanlardan, |
ve zannu | : sanma, zannettiler, düşünme, |
ennehum uhita bihim | : muhakkak onlar, ihata, kuşatılma, onlar, herşey |
deavû Allâh | : dua, yönleme, çağrı, Allah, |
muhlisin | : tüm özüyle, içtenlikler, her şeyiyle teslim olma, |
lehu ed dine | : onun dinine, yaratma hakikatlerine, yasalarına, |
Le in enceyte na min hazihi | : elbette, kurtulmak, necat bulmak, biz, bundan |
le nekûnenne | : elbette, olmak, biz, |
min el şakirin | : şükreden, nimetlerin sahibini bilip teslim eden, |
22- Her varlığı nimetleriyle saranı anlamanız ve bilge kişilerden olmanız için, sizi gezdiren ki O’dur. Tertemiz duygularla o hakikatleri anlamak için çalışın ve devamlı hakikatlerle yol alın ve ulaştığınız o hakikatlerle ferahlayın. Tüm özüyle Allah’a, O’nun dinine yönelenler, muhakkak ki onlar bütün her şeyi ihata edenin Allah olduğunu anlarlar ve bütün mekânlardan bir titreşim onlara gelir. Elbette Bizi anlayanlar necat bulurlar, elbette nimetlerin sahibinin Biz olduğunu bilip teslim olanlardan olurlar.
-23-
فَلَمَّا أَنجَاهُمْ إِذَا هُمْ يَبْغُونَ فِي الأَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّمَا بَغْيُكُمْ عَلَى أَنفُسِكُم مَّتَاعَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا ثُمَّ إِلَينَا مَرْجِعُكُمْ فَنُنَبِّئُكُم بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ
Fe lemmâ encâhum izâ hum yebgûne fîl ardı bi gayril hakk yâ eyyuhen nâsu innemâ bagyukum alâ enfusikum metâal hayâtid dunyâ summe ileynâ merciukum fe nunebbiukum bimâ kuntum tamelûn
fe lemmâ enca hum | : artık sonra, olunca, necat bulma, kurtulma, onlar |
izâ hum yebgune | : ise, o zaman onlar, azgınlık, haddi aşma, |
fi el ard | : yeryüzünde |
bi gayri el hakkı | : başka, değil, hakk, doğruluk, gerçekler |
yâ eyyuhe en nasu | : seslenme, ey insanlar |
İnnema bagyu kum | : sadece, yalnız, ancak, ağzın, taşkınlık, siz |
alâ enfusi-kum | : kendi nefsi için, kendiniz için, sizler, |
metâ | : metaı, çıkar, mal, |
el hayâti ed dunyâ | : dünya hayatı, yaşam, |
Summe ileyna merciu kum | : sonra, bize, dönüş, kaynak, aslınız, siz |
fe nunebbiu-kum | : öyleki haber veriyoruz, bildiriyoruz, siz, |
bi-mâ kuntum talemun | : şeyler, oldunuz, yapıyorsunuz, |
23- Artık bu hâllerle hareket ettiklerinde kurtulacaklardır. Yeryüzünde taşkınlık içinde olup, doğruluklardan başka şeyler içinde olan insanlara ise: Siz sadece taşkınlıklar içindesiniz, yaşantınızda siz kendi çıkarlarınız için hareket ediyorsunuz, sizin kaynağınız Biziz, öyle ki yapmış olduğunuz şeylerden hakikatleri size bildiriyoruz, diye bildirilir.
-24-
إِنَّمَا مَثَلُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا كَمَاء أَنزَلْنَاهُ مِنَ السَّمَاء فَاخْتَلَطَ بِهِ نَبَاتُ الأَرْضِ مِمَّا يَأْكُلُ النَّاسُ وَالأَنْعَامُ حَتَّىَ إِذَا أَخَذَتِ الأَرْضُ زُخْرُفَهَا وَازَّيَّنَتْ وَظَنَّ أَهْلُهَا أَنَّهُمْ قَادِرُونَ عَلَيْهَآ أَتَاهَا أَمْرُنَا لَيْلاً أَوْ نَهَارًا فَجَعَلْنَاهَا حَصِيدًا كَأَن لَّمْ تَغْنَ بِالأَمْسِ كَذَلِكَ نُفَصِّلُ الآيَاتِ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
İnnemâ meselul hayâtid dunyâ ke mâin enzelnâhu mines semâi fahteleta bihî nebâtul ardı mimmâ yekulun nâsu vel enâm hattâ izâ ehazetil ardu zuhrufehâ vezzeyyenet ve zanne ehluhâ ennehum kâdirûne aleyhâ etâhâ emrunâ leylen ev nehâren fe cealnâhâ hasîden ke en lem tagne bil ems kezâlike nufassilul âyâti li kavmin yetefekkerûn
İnnema mesel | : sadece, yalnız, ancak, durum, misal, |
el hayat el dünya | : dünya hayatı, yaşam, |
ke main enzelna hu | : su gibidir, indirdik, akıp giden, |
min el sema | : semadan, gökten |
fe ihteleta bihi | : böylece, karışmış, onunla, |
nebat el ard | : bitki, nebat, yeryüzü |
mimmâ yekulu el nas | : şeyler, beslenme, yeme, faydalanmak, insanlar |
ve el enam | : hayvanlar, tüm varlık, |
Hatta iza ehazet el ardu | : hatta, olduğunda, alma, sarma, yeryüzü |
zuhrufe-hâ ve zeyyenet | : son derece güzel, parlak ve süslü, güzel |
ve zanne ehlu ha | : zanneder, ehil, yetkili, bilgili, varlık sahibi, onun |
enne-hum kadir aleyha | : oldukları, onlar, kudret, güçlü, ona |
etâ-hâ | : geldi, oldu, hareket etti, o, |
emr na | : emr, hüküm, işleyiş, iş, biz, |
leyl ev nehar | : gece, karanlık ya da veya gündüz, aydınlık, |
fe ceal na ha | : böylece, sonra, kıldık, eyledik, yapmak, biz, |
hasiden | : hasat, yok olma, dağılıp gitme, kökünden kopma, |
Ke en lem tagne | : sanki, gibi, olur, olmamış, zenginleşmemiş, |
bi el ems | : dün, önceki hali, dünkü gün, önceki gün, |
Kezalike nufassilu | : işte böylece, ayrı ayrı açıklıyoruz, ayrıntılı |
el ayati | : ayetlerimiz, işaret, delil, |
li kavmin yetefekkerun | : topluluklar için, hakikate ulaşmak için düşünme |
24- Dünya hayatının durumu gökten indirdiğimiz su gibidir. Böylece o yeryüzünde bitkilere karışır gider. İnsanlar ve hayvanlar ondan beslenir. Hatta yeryüzü bir güzellik içinde ve süsler içinde o bitkilerle sarılır. Kendi varlığının sahibi olduğunu sananlar; gece, gündüz Bizim işleyişimizle onlar hareket ettiği halde, onlar kudret sahibinin kendileri olduğunu sanırlar. Sonra da onlar, orada Bizi anlamamanın halinde, dünkü zenginliklerini kaybetmiş bir halin içinde olurlar. İşte böylece ayetlerimizi topluluklara; varlığın hakikatlerini düşünmeleri, anlamaları için, en ince ayrıntısına kadar açıklıyoruz.
-25-
وَاللّهُ يَدْعُو إِلَى دَارِ السَّلاَمِ وَيَهْدِي مَن يَشَاء إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ
Vallâhu yed’û ilâ dâris selâm ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtin mustekîm
ve Allâh yedu | : Allah, davet, çağrı, |
ila dar | : yurt, oda, bulundukları yer, konak, o halde olmak, |
el selam | : barış, huzur içinde olmak, selamet, |
ve yehdi | : ulaştırır, yol gösteren, rehber, |
men yeşau | : kim, kimse, ister, isteyen, |
ilâ sırâtın mustekım | : dosdoğru hak yolu, hakikat yolu, |
25- Allah, barış ve huzur içinde olmaya davet eder. İsteyen kimse dosdoğru hakikatin yolunu bulur.
-26-
لِّلَّذِينَ أَحْسَنُواْ الْحُسْنَى وَزِيَادَةٌ وَلاَ يَرْهَقُ وُجُوهَهُمْ قَتَرٌ وَلاَ ذِلَّةٌ أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
Lillezîne ahsenûl husnâ ve zîyâdeh ve lâ yerheku vucûhehum katerun ve lâ zilleh ulâike ashâbul cenneh hum fîhâ hâlidûn
li ellezîne ahsenu | : güzel haller içinde olanlar, yararlı iş, iyilik eden, |
el husna | : salih amel, güzel haller, hakkı görmek, ahlaklı |
ve zîyâdetun | : ziyade, daha fazlası, çok, çoğalma, |
ve lâ yerheku | : kaplamaz, bürümez, karamsarlık, |
vucuh hum | : yüz, gerçek, onlar |
katerun | : siyahlık, karanlık, karartı, korku, keder, sıkıntı |
ve lâ zilletun | : yok, zillet, hakirlik, horluk, alçalma |
Ulaike ashâbu el cenneti | : işte onlar, sahip, halkıdır, cennet, huzur sahibi, |
Hum fiha halidun | : onlar, orada, devamlı, hep o hallerde olmak, |
26- Güzel haller içinde olmak, hep yararlı işler yapmak ve daha fazlası o kimseler içindir ve onların yüzlerinde karamsarlık yoktur ve onlarda hor görme hâli yoktur. İşte onlar huzur sahibidirler, onlar devamlı o hallerle hareket ederler.
-27-
وَالَّذِينَ كَسَبُواْ السَّيِّئَاتِ جَزَاء سَيِّئَةٍ بِمِثْلِهَا وَتَرْهَقُهُمْ ذِلَّةٌ مَّا لَهُم مِّنَ اللّهِ مِنْ عَاصِمٍ كَأَنَّمَا أُغْشِيَتْ وُجُوهُهُمْ قِطَعًا مِّنَ اللَّيْلِ مُظْلِمًا أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
Vellezîne kesebûs seyyiâti cezâu seyyietin bi mislihâ ve terhekuhum zilleh mâ lehum minallâhi min âsim ke ennemâ ugsîyet vucûhuhum kitaan minel leyli muzlimâ ulâike ashâbun nâr hum fîhâ hâlidûn
ve ellezîne kesebû | : o kimseler, kazanma, edinme, çalışma, |
el seyyiat | : fenalıklar, kötülük, |
Cezâu | : cezası, karşılığı, |
seyyietin bi misli hi | : fenaların, kötülük, benzeri, misli ile, aynısı, |
ve terheku-hum | : kaplar, bürür, kalır, onlar, |
zillet | : horluk, zillet, kaybetme, cehaletin karanlığı, |
mâ lehum min Allah | : onlar değil, anlayamamışlar, Allah, |
min asim | : koruyuculuk, engel olan, günahdan koruyan, |
ke ennemâ ugsiyet | : gibi, ancak, sanki, bürüyen, kaplayan, |
vucuhhum | : yüz, gerçek, onlar |
Kitaan | : parça, cüz, kesilen miktar, |
min el leyli muzlimen | : gece, karanlık, cehalet karanlığı, zulum, |
Ulaike ashâbu en nâri | : işte, sahip, halk, arkadaş, ateş, yakıp yıkıcı haller, |
Hum fiha halidun | : onlar, orada, o halde, devamlı |
27- Fenalarda çalışan kimselerin karşılığı ise misli ile o fenalardır ve onlar cehaletin karanlığında kalmışlardır ve onlar, Allah’ın günahlardan koruyuculuğunu da anlayamamışlardır. Onların yüzleri sanki gece karanlığından bir parça gibidir. İşte onlar yakıp yıkıcı hallere sahiptirler, devamlı o hallerle hareket ederler.
-28-
وَيَوْمَ نَحْشُرُهُمْ جَمِيعًا ثُمَّ نَقُولُ لِلَّذِينَ أَشْرَكُواْ مَكَانَكُمْ أَنتُمْ وَشُرَكَآؤُكُمْ فَزَيَّلْنَا بَيْنَهُمْ وَقَالَ شُرَكَآؤُهُم مَّا كُنتُمْ إِيَّانَا تَعْبُدُونَ
Ve yevme nahşuruhum cemîan summe nekûlu lillezîne eşrekû mekânekum entum ve şurekâukum fe zeyyelnâ beynehum ve kâle şurekâuhum mâ kuntum iyyânâ tabudûn
ve yevme | : gün, vakit, zaman, |
nahşur hum | : birliğimiz, haşreden, cem eden, toplayan, onlar, |
cemia | : birlik, toplama, hepsi |
Summe nekulu li ellezine | : sonra, denir, söylenir, o kimseler için |
Eşrekû | : şirk koştular, ortak koşma, |
mekane kum entum | : mekan, yeriniz, bulunduğunuz yer, siz |
ve şurekâu-kum | : şirk koştuklarınız, ortak koşma, siz |
fe zeyyel-nâ beyne hum | : böylece ilave, altı, ayırma, tefrik, aralarında, onlar |
Ve kale şurekâu-hum | : dediler, şirk koşma, ortak koşma, onlar |
mâ kuntum | : siz olmadınız, değil, |
iyyana tabudun | : bizim, sadece bize, kulluk eden, |
28- O halde olanların hepsi, tüm varlığı bir birlik içinde tuttuğumuzu hiçbir zaman anlayamadılar. Sonra o kimseler kendilerini ortak koşmaya meylettirenler için derler ki: Sizler bulunduğumuz yerlerde bizi ortak koşturanlardan oldunuz. Sonra da onlar aralarında ayrılığa düşerler ve onları ortak koşturanlar derler ki: Siz de bizim gibi kulluk eden değilsiniz.
-29-
فَكَفَى بِاللّهِ شَهِيدًا بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ إِن كُنَّا عَنْ عِبَادَتِكُمْ لَغَافِلِينَ
Fe kefâ billâhi şehîden beynenâ ve beynekum in kunnâ an ibâdetikum le gâfilîn
fe kefâ bi Allah | : artık, bundan sonra, yeterli, kâfidir, Allah |
Şehid | : şahit olarak, tanık, bilen, |
beynena ve beyne kum | : bizim ve sizin aranızda |
in kun-nâ | : biz olduk, |
an abd ti kum | : kulluk, ibadet, siz, sizin gibi, |
le gâfilîne | : elbette, çevresinin, kendinin farkında olmayan |
29- Bundan sonra sizinle bizim aramızda hakikatlere şahit olmak isteyene Allah kâfidir. Biz de sizin gibi kulluğumuzu anlayamadık, elbette sizler gibi kendimizin ve çevremizin farkında olmayanlardan olduk
-30-
هُنَالِكَ تَبْلُو كُلُّ نَفْسٍ مَّا أَسْلَفَتْ وَرُدُّواْ إِلَى اللّهِ مَوْلاَهُمُ الْحَقِّ وَضَلَّ عَنْهُم مَّا كَانُواْ يَفْتَرُونَ
Hunâlike teblû kullu nefsin mâ eslefet ve ruddû ilallâhi mevlâhumul hakkı ve dalle anhum mâ kânû yefterûn
Hunalike teblû | : orada, vardır, bulma, yoklama, |
kullu nefsin | : bütün herkes, nefs, kişi |
mâ eslefet | : değil, şey, ne, dedim, geçmişte |
ve ruddû ila Allah | : dönme, dönerse, cevap, Allah |
mevlâ-hum | : efendi, sahip, malik, koruyucu, onlar |
el hakkı | : hakk olan, hakikat, gerçek, |
ve dalle anhum | : meyil, eğrilik, sapma, uzak olma, uzaklaşma, onlardan |
Ma kanu yefterun | : olmaz, şey, değil, ne, oldu, olmadı, iftira, uydurma |
30- Herkes ne ararsa onu bulur. Hakikatler için onların sahibi olan Allah’a dönenler; onlar sapkınlıklarda, uydurmalarda olmazlar.
-31-
قُلْ مَن يَرْزُقُكُم مِّنَ السَّمَاء وَالأَرْضِ أَمَّن يَمْلِكُ السَّمْعَ والأَبْصَارَ وَمَن يُخْرِجُ الْحَيَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَيُخْرِجُ الْمَيَّتَ مِنَ الْحَيِّ وَمَن يُدَبِّرُ الأَمْرَ فَسَيَقُولُونَ اللّهُ فَقُلْ أَفَلاَ تَتَّقُونَ
Kul men yerzukukum mines semâi vel ardı emmen yemlikus sema vel ebsâre ve men yuhricul hayye minel meyyiti ve yuhricul meyyite minel hayyi ve men yudebbirul emr fe se yekûlûnâllâh fe kul e fe lâ tettekûn
Kul men yerzuku kum | : de, anlat, kim, rızık, nimet, siz |
min es semâi ve el ard | : göklerden, semadan ve yeryüzü |
emmen yemliku | : veya kim, gücü yetme, sahip olma, melik, |
el sema ve el ebsar | : işitme ve görme |
ve men yuhrice el hayy | : kim, çıkarır, ortaya koyma, dirilik, canlı olan |
min el meyyiti | : ölüden, |
ve yuhricu meyyit | : çıkarır, ölü, |
meyyit min el hayy | : diri olan, |
ve men yudebbiru | : kim, idare eden, yürüten, |
el emre | : işler, işleyiş, hüküm, |
fe se yekûlûne Allah | : o zaman diyecekler, derler, Allah |
Fe kul | : öyleyse, artık, de, |
e fe la tettekûne | : hala, sakınmaz mısınız, ortak koşmama |
31- De ki: Sizi gökten ve yerden rızıklandıran kimdir? Ya da işitmenizdeki ve görmenizdeki gücün sahibi kimdir? Ölüden diriyi çıkaran kimdir ve diriden ölüyü çıkaran kimdir ve tüm varlığın işleyişini yürüten kimdir? O zaman derler ki: Allah. De ki: Hâlâ hakikatleri anlamak için fenalardan sakınmaz mısınız?
-32-
فَذَلِكُمُ اللّهُ رَبُّكُمُ الْحَقُّ فَمَاذَا بَعْدَ الْحَقِّ إِلاَّ الضَّلاَلُ فَأَنَّى تُصْرَفُونَ
Fe zâlikumullâhu rabbukumul hakk fe mâzâ badel hakkı illed dalâl fe ennâ tusrafûn
Fe zalikum Allah | : öyleyse, artık, işte o, Allah, |
rabb kum | : Rabbiniz, sizi vücudlandıran, |
el hakku | : Hakk, hakikat, gerçek |
fe mâzâ bade el hakk | : öyleyse, o halde, nedir, sonra, hak, gerçek, hakikat |
illâ ed dalâlu | : ancak, başka, dalalet, sapma, hakikatlerden sapma |
fe ennâ tusrafun | : öyleyse, artık, nasıl, israf etme, taşkınlık |
32- İşte bunlar sizi vücudlandıran Allah’ın hakikatleridir. Öyleyse nedir sizi hakikatlerden saptıran? O hâlde nasıl olurda taşkınlıklar içinde kalırsınız?
-33-
كَذَلِكَ حَقَّتْ كَلِمَتُ رَبِّكَ عَلَى الَّذِينَ فَسَقُواْ أَنَّهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ
Kezâlike hakkat kelimetu rabbike alâllezîne fesekû ennehum lâ yuminûn
Kezalike | : böylece, işte bu kâinat, durum, |
hakkat | : gerçek olan, gerçekleşen, olmakta olan, varoluş |
kelimet | : söz, kelime, tecelli, varlıktaki ilim, |
rabb ke | : rabbinin, seni vücudlandıran, |
alâ ellezine feseku | : fasık olanlar, kendi cehalet anlayışına çıkan |
enne-hum la yuminun | : elbette, doğrusu onlar, inanmazlar |
33- İşte tüm kâinattaki varoluş seni vücudlandıranın tecellileridir. Hakikatleri bırakıp kendi cehalet anlayışlarına sapan kimseler, elbette onlar inanmazlar.
-34-
قُلْ هَلْ مِن شُرَكَآئِكُم مَّن يَبْدَأُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ قُلِ اللّهُ يَبْدَأُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ فَأَنَّى تُؤْفَكُونَ
Kul hel min şurekâikum men yebdeul halka summe yuîduh kulillâhu yebdeul halka summe yuîduhu fe ennâ tufekûn
Kul hel min şurekai kum | : de, anlat, var mı, ortak koştuklarınızdan |
Men yebdeu | : kim, ne, ilk olarak, başlangıç, |
el halk | : halketme, yaratmak, varoluş |
Summe yuidu hu | : sonra, iade, geri döndüren, aslına dönme, o |
kul Allâh | : anlat, de ki, Allah, |
yebdeu el halk | : ilk olarak, başlangıç, halk etme, yaratma |
Summe yuıdı hu | : sonra, iade, döndürür, |
fe ennâ tufekun | : öyleyse nasıl, gerçeklerden dönme |
34- De ki: Halkoluş kimden başlar, sonra onu aslına döndüren kimdir? De ki: Halkoluşun başlangıcı Allah’ tır, sonra aslına döndüren O’dur. Sizin ortak koştuklarınız bunları yapabilir mi? Öyleyse nasıl olur da gerçeklerden dönersiniz?
-35-
قُلْ هَلْ مِن شُرَكَآئِكُم مَّن يَهْدِي إِلَى الْحَقِّ قُلِ اللّهُ يَهْدِي لِلْحَقِّ أَفَمَن يَهْدِي إِلَى الْحَقِّ أَحَقُّ أَن يُتَّبَعَ أَمَّن لاَّ يَهِدِّيَ إِلاَّ أَن يُهْدَى فَمَا لَكُمْ كَيْفَ تَحْكُمُونَ
Kul hel min şurekâikum men yehdî ilel hakk kulillâhu yehdî lil hakk e fe men yehdî ilel hakkı ehakku en yuttebea em men lâ yehiddî illâ en yuhdâ fe mâ lekum, keyfe tahkumûn
Kul hel min şurekai kum | : de, anlat, var mı, ortak koştuklarınızdan |
men yehdi | : kim, yol gösteren, kılavuz, hidayet, rehber, |
ile el hakk | : hakikatler, gerçekler |
kul Allah yehdi | : anlat, de, Allah, yol gösteren, hidayet, rehber, |
li el hakk | : hakikatler, gerçekler |
e fe men yehdi | : öyleyse, kim, yol gösterme, hidayet, |
ila el hakk | : hakikatler, gerçekler |
Ehakku | : doğru olan, hakk sahibi, |
en yuttebe | : uymak, tâbi olmak |
em men la yehiddi | : yoksa kim, kimse, kişi, yok, yol bulma |
İlla en yuhdâ | : ancak, yalnız, rehber, yol gösteren, |
fe mâ lekum | : öyleyse, artık, değil, şey, ne, siz, |
keyfe tahkumun | : nasıl, hüküm, karar |
35- De ki: Hakikatlere yol gösteren kimdir? De ki: hakikatlere yol gösteren Allah’tır. Sizin ortak koştuklarınızdan hakikatlere yol gösteren var mı? Öyleyse hakikatlere yol gösteren kim ise O’na mı, yoksa yol göstermede yol gösteremeyene mi tâbi olmak daha doğru? Öyleyse siz nasıl hüküm veriyorsunuz?
-36-
وَمَا يَتَّبِعُ أَكْثَرُهُمْ إِلاَّ ظَنًّا إَنَّ الظَّنَّ لاَ يُغْنِي مِنَ الْحَقِّ شَيْئًا إِنَّ اللّهَ عَلَيمٌ بِمَا يَفْعَلُونَ
Ve mâ yettebiu ekseruhum illâ zannâ innez zanne lâ yugnî minel hakkı şeyâ innallâhe alîmun bimâ yefalûn
ve mâ yeteba ekser hum | : tâbi olmuyorlar, uymak, onların çoğu, |
illa zan | : başka, zan, şüphe, cehaletine sığınmak, |
inne el zanne | : şüphesiz zan, şüphe, cehaletine sığınmak, |
la yugni | : yok, fayda, yarar, değersiz, |
Min el hakkı şeyn | : den, hak, hakikat, gerçek, şey |
İnne Allâh alim | : muhakkak, Allah, ilmiyle var eden, ilmin sahibi, |
bima yefalun | : şeyler, nesneler, her varlık, fail olan, yapan, |
36- Onların çoğu zandan başka şeye tâbi olmuyorlar. Muhakkak ki zan, hakikat olan şeyler hakkında fayda sağlamaz. Muhakkak ki Allah ilmin sahibidir, her varlıkta fâil olandır.
-37-
وَمَا كَانَ هَذَا الْقُرْآنُ أَن يُفْتَرَى مِن دُونِ اللّهِ وَلَكِن تَصْدِيقَ الَّذِي بَيْنَ يَدَيْهِ وَتَفْصِيلَ الْكِتَابِ لاَ رَيْبَ فِيهِ مِن رَّبِّ الْعَالَمِينَ
Ve mâ kâne hâzel kur’ânu en yufterâ min dûnillâhi ve lâkin tasdîkallezî beyne yedeyhi ve tafsîlel kitâbi lâ reybe fîhi min rabbil âlemîn
ve mâ kane haza | : olmaz, değildir, bu, |
el kuran | : okunan şey, kâinat kitabı, |
en yufterâ | : iftira, uydurulmuş |
min dûni Allâh | : ona ait, katındandır, Allah |
ve lakin tasdika | : ancak, lakin, tasdik etme, onaylama, doğrulama |
ellezi beyne yedey-hi | : o kimseler, arasında, el, gücü, kendilerindeki gücü, o |
ve tafsîle | : tafsilatlı, ayrıntılı olarak açıklama, göstermek |
el kitab | : kitap, varlık kitabı, yazılı olanı taşıyan, |
lâ reybe fihi | : yok, şek, şüphe, onda |
Min rabbi el âlemîne | : rabbinden, âlemler, tüm varlığı vücudlandıran, |
37- Kâinat kitabındaki hakikatler uydurulmuş değildir, Allah’a aittir. Kendilerindeki O gücü anlayan kimseler onun doğruluğunu bilir. Her varlık, hakikatleri ayrıntılı bir şekilde gösteren bir kitaptır, onda şüphe yoktur, tüm varlığı vücudlandırana aittir.
-38-
أَمْ يَقُولُونَ افْتَرَاهُ قُلْ فَأْتُواْ بِسُورَةٍ مِّثْلِهِ وَادْعُواْ مَنِ اسْتَطَعْتُم مِّن دُونِ اللّهِ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ
Em yekûlûnefterâh kul fetû bi sûretin mislihî vedû menisteta’tum min dûnillâhi in kuntum sâdikîn
Em yekûlûne ifterâ-hu | : yoksa, derler, uydurma, iftira, o |
Kul fetu | : de ki, söyle, getirin, |
bi suret misli hi | : suret, biçim, sure, nüsha, benzer |
Ve udu men istetatum | : çağrı, davet, kim, gücü yeten, gücü olan |
min dûni allâh | : ona ait, katında, Allah’tan başka |
in kuntum sadikin | : eğer siz, iseniz, doğru söyleyen, sadık |
38- O anlatılan hakikatlere uydurma derler. De ki: Eğer doğru söylediklerini iddia ediyorlarsa, onun benzer bir nüshasını getirsinler ve Allah’tan başka güçlü sandıkları kim varsa davet etsinler.
-39-
بَلْ كَذَّبُواْ بِمَا لَمْ يُحِيطُواْ بِعِلْمِهِ وَلَمَّا يَأْتِهِمْ تَأْوِيلُهُ كَذَلِكَ كَذَّبَ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ فَانظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الظَّالِمِينَ
Bel kezzebû bimâ lem yuhîtû bi ilmihî ve lemmâ yetihim tevîluh kezâlike kezzebellezîne min kablihim fanzur keyfe kâne âkibetuz zâlimîn
Bel kezzebu bima | : aksine, hayır, yalanlama, yalanda kalma, şeyler |
lem yuhîtû bi ilmi hi | : anlayamadılar, kavrayamadılar, ilmi, o ilmi |
ve lemmâ yetli him | : olmadıkça, onlara geldiğinde, |
tevil hu | : yorum, açıklama, o |
Kezalike kezzebe | : böylece, işte böyle, bunun gibi, yalanladılar |
ellezîne min kabli-him | : onlardan önceki kimseler |
fe unzur keyfe kane | : sonra, artık, bak, gör, anla, nasıl, oldu, |
Akıbet e zâlimîne | : sonları, akıbet, zalimler, zulmedenler, |
39- Hayır, onlar yalan şeylerde kaldılar, o ilmi kavrayamadılar. Hakikatlerden bir açıklama onlara geldiği halde, onlardan öncekiler gibi onlar da yalanlarda kaldılar. Artık zalimlerin akıbetlerinin nasıl olduğunu gör.
-40-
وَمِنهُم مَّن يُؤْمِنُ بِهِ وَمِنْهُم مَّن لاَّ يُؤْمِنُ بِهِ وَرَبُّكَ أَعْلَمُ بِالْمُفْسِدِينَ
Ve minhum men yuminu bihî ve minhum men lâ yuminu bih ve rabbuke alemu bil mufsidîn
ve minhum men yuminu bihi | : onlardan, kim, iman eder, inanır, ona, hakikatlere |
ve minhum men | : onlardan, kim, kimse, |
la yumin bihi | : yok, inanma, iman etme, ona, o hakikatlere |
ve rabbuke | : Rabbin, vücudlandıran, |
alemu | : ilmiyle var eden, ilmin sahibi, |
bi el mufsidine | : ikilikte kalan, fesat, bozguncu, ayrılık |
40- Onlardan kimi o hakikatlere inanır ve onlardan kimi o hakikatlere inanmaz. İlmin sahibi olan seni vücudlandırandır, o ikilikte kalanları da vücudlandıran O’dur.
-41-
وَإِن كَذَّبُوكَ فَقُل لِّي عَمَلِي وَلَكُمْ عَمَلُكُمْ أَنتُمْ بَرِيئُونَ مِمَّا أَعْمَلُ وَأَنَاْ بَرِيءٌ مِّمَّا تَعْمَلُونَ
Ve in kezzebûke fe kul lî amelî ve lekum amelukum entum berîûne mimmâ amelu ve ene berîun mimmâ tamelûn
ve in kezzebu-ke | : eğer, seni yalanlarlarsa |
Fe kul li amel | : o zaman, de, de ki, benim amelim, bana |
ve lekum amel kum entum | : sizin, ameliniz, size |
Berîûne | : uzak durmak, beri, |
mimma amel | : yapılan şeyler, ameller, yapmak, |
ve ene beri | : ben, uzak durmak, beri durmak, |
mimma tamelun | : şeyler, yaptığınız, amelleriniz, |
41- Eğer seni yalanlarlarsa, o zaman de ki: Benim amellerim bana ve sizin amelleriniz size, siz benim amellerimden uzaksınız ve ben de sizin amellerinizden uzağım.
-42-
وَمِنْهُم مَّن يَسْتَمِعُونَ إِلَيْكَ أَفَأَنتَ تُسْمِعُ الصُّمَّ وَلَوْ كَانُواْ لاَ يَعْقِلُونَ
Ve minhum men yestemiûne ileyk e fe ente tusmius summe ve lev kânû lâ yakilûn
ve min-hum men | : onlardan, kim, kimse |
Yestemiûne ileyke | : seni dinlerler, sana |
e fe ente tusmiu | : fakat, öyleyse, sen duyurabilir misin? |
el summe | : sağır, hakikat sağırı, hakikati duymayan, |
Ve lev kanu la yakilune | : olsa, ise, oldu, yok, düşünme, akıl etmezler |
42- Onlardan kimi senin anlattıklarını dinler. Fakat onlar düşünüp akıl etmedikleri müddetçe, hakikatlere sağır olanlara sen duyurabilir misin?
-43-
وَمِنهُم مَّن يَنظُرُ إِلَيْكَ أَفَأَنتَ تَهْدِي الْعُمْيَ وَلَوْ كَانُواْ لاَ يُبْصِرُونَ
Ve minhum men yanzuru ileyk e fe ente tehdil umye ve lev kânû lâ yubsırûn
ve minhum men | : onlardan, kim, |
yanzur ileyke | : bakar, görme, sana, seninle, |
e fe ente tehti | : öyleyse, artık, sen mi, yol gösteren, |
el umye | : hakikat körü, hakikati görmeyen, |
Ve lev kanu la yubsırune | : olsa, ise, oldu, yok, basiret, bakıp görme |
43- Onlardan kimi seninle bakar gibi görünür. Fakat onlar bakıp ta göremediği müddetçe, hakikatlere kör olanlara sen gösterebilir misin?
-44-
إِنَّ اللّهَ لاَ يَظْلِمُ النَّاسَ شَيْئًا وَلَكِنَّ النَّاسَ أَنفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ
İnnallâhe lâ yazlimun nâse şeyen ve lâkinnen nâse enfusehum yazlimûn
inne allâhe la yazlimu | : muhakkak ki Allah, yok, zulmetme, kötülük, |
el nâse şeyen | : insanlar, bir şey, hiçbir şekilde, |
ve lâkinne el nas | : ancak, lâkin, fakat, insanlar |
enfuse-hum yazlimun | : nefslerine, kendilerine, zulmederler, kötülük |
44- Muhakkak ki Allah hiçbir şekilde insanlara kötülük vermez. Fakat insanlar kendilerine kötülük ederler.
-45-
وَيَوْمَ يَحْشُرُهُمْ كَأَن لَّمْ يَلْبَثُواْ إِلاَّ سَاعَةً مِّنَ النَّهَارِ يَتَعَارَفُونَ بَيْنَهُمْ قَدْ خَسِرَ الَّذِينَ كَذَّبُواْ بِلِقَاء اللّهِ وَمَا كَانُواْ مُهْتَدِينَ
Ve yevme yahşuruhum keen lem yelbesû illâ sâaten minen nehâri yete ârefûne beynehum kad hasirellezîne kezzebû bi likâillâhi ve mâ kânû muhtedîn
ve yevme yahşuru hum | : gün, vakit, an, toplanma, birlik, ortaya çıkma, onlar |
Keen lem yelbesu | : gibi, ise, bile, olmadı, değil, kalırlar, kalmazlar, |
İllâ saaten | : başka, ancak, gelip gecen zaman, saat, vakit, |
min el nehar | : gündüz, aydınlık |
yeteârefûne | : tanımak, arif olmak, tanışırlar, |
Beyne hum kad hasire | : aralarında, onlar, oldu, hüsrana düştüler, kaybeden |
ellezîne kezzeb | : o kimseler, yalanlarda kalan, |
bi likai Allah | : birlik, ulaşma, Tevhid, idrak etme, Allah |
ve mâ kânû muhtedin | : olmadılar, olmaz, yol gösterilen, yol bulan |
45- Onlar her an ortaya çıkan tecellileri anlama konusunda, gündüz sadece kısa bir zaman bile düşünmezler. Onlar hakikatlere arif olma konusunda hüsrana uğrayanlardır. Allah’ın birliği hakkında yalanlarda kalan kimseler hakikatlere yol bulamazlar
-46-
وَإِمَّا نُرِيَنَّكَ بَعْضَ الَّذِي نَعِدُهُمْ أَوْ نَتَوَفَّيَنَّكَ فَإِلَيْنَا مَرْجِعُهُمْ ثُمَّ اللّهُ شَهِيدٌ عَلَى مَا يَفْعَلُونَ
Ve immâ nurîyenneke badellezî naıduhum ev neteveffeyenneke fe ileynâ merciuhum summallâhu şehîdun alâ mâ yefalûn
ve imma nuriyenne ke | : ama, aydınlık, ışık, hakikatlerimizi görme, sen |
Bade ellezî | : bir kısmı, bazı, o kimseler, |
naıdu-hum | : söz, vaat, vaadimiz, ortaya çıkış, gerçek, onlar |
ev neteveffeyenne-ke | : veya, teslim olma, sevgi bağlılığı, tamamını verme, sen |
Fe ileyna merciu-hum | : böylece, biziz, bize, kaynak, aslı, dönüş, onların |
summe Allâh şehidun | : sonra Allah, her an her yerde hazır olan |
alâ ma yefalun | : için, hakkında, üzerinde, her şeyde, fail olan, |
46- Ama sen hakikatlerimizi gördün. Onlardan bazı kimseler gerçeğimizi anlamak isterler, sana bir sevgiyle bağlanırlar. Böylece onlar Bize dönerler, sonra her şeyde fail olanın, her an her yerde hazır olanın Allah olduğunu anlarlar.
-47-
وَلِكُلِّ أُمَّةٍ رَّسُولٌ فَإِذَا جَاء رَسُولُهُمْ قُضِيَ بَيْنَهُم بِالْقِسْطِ وَهُمْ لاَ يُظْلَمُونَ
Ve likulli ummetin resûl feizâ câe resûluhum kudıye beynehum bil kıstı ve hum lâ yuzlamûn
ve li kulli ummet | : bütün ümmetler için |
resul | : resul, hakikati gösteren, |
fe izâ câe resul hum | : geldiği zaman, resul, hakikati gösteren, onlar, |
kada | : hüküm, takdir, işleyiş, varoluşun takdiri, |
beyne-hum bi el kıst | : onların aralarında, adalet, doğruluk, |
Ve hum lâ yuzlamûne | : onlar, yok, zulüm, kötülük, haksızlık, |
47- Bütün ümmetler için hakikatleri gösterenler vardır. Hakikatleri gösterenler onlara varoluşun takdirini anlatmak için geldiklerinde, onların aralarında adalet üzere hareket ederler ve onlar zulüm içinde olmazlar.
-48-
وَيَقُولُونَ مَتَى هَذَا الْوَعْدُ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ
Ve yekûlûne metâ hâzel vadu in kuntum sadıkîn
ve yekûlûne meta haza | : derler, söylerler, ne zaman, bu, |
el vadu | : söz, vaat, gerçek, açığa çıkan, yerine gelen, |
İn kuntum sadıkine | : eğer siz iseniz, doğru sözlü, sözlü |
48- Derler ki: Eğer doğru söylüyorsan, bu vaat ettiğin şey ne zamandır.
-49-
قُل لاَّ أَمْلِكُ لِنَفْسِي ضَرًّا وَلاَ نَفْعًا إِلاَّ مَا شَاء اللّهُ لِكُلِّ أُمَّةٍ أَجَلٌ إِذَا جَاء أَجَلُهُمْ فَلاَ يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً وَلاَ يَسْتَقْدِمُونَ
Kul lâ emliku li nefsî darran ve lâ nefan illâ mâ şâallâh li kulli ummetin ecel izâ câe eceluhum fe lâ yeste’hırûne sâaten ve lâ yestakdimûn
Kul la emliku | : de, söyle, yok, güç sahibi, melik olan |
li nefsi | : kendim için, kendimi, nefsi, varlığı |
Daran ve la nefan | : koruma, sıkıntı ve yok, fayda |
İlla ma şae Allâh | : ancak, sadece, istek, Allah |
li kulli ummet | : için, bütün, herkes |
ecelun | : bir zaman, belirli bir zaman, ömür, vakit, zaman akışı |
İza cae | : geldiğinde, olduğunda |
ecelu-hum | : ecel, vakit, zaman, ömür, onlar |
fe lâ yestehırûne saaten | : artık, böylece, yok, ertelenme, bir saat, o vakit |
ve lâ yestakdimûne | : öne alınmaz, tehir edilmez |
49- De ki: Benim kendime ait bir gücüm yoktur. Ne koruyabilirim, ne de fayda sağlayabilirim. Allah’ın isteğinden başka bir şey yoktur. Herkesin belirli bir zamanı vardır.
Onlara ecel geldiğinde, artık onu bir an bile erteleme yoktur ve öne alma yoktur.
-50-
قُلْ أَرَأَيْتُمْ إِنْ أَتَاكُمْ عَذَابُهُ بَيَاتًا أَوْ نَهَارًا مَّاذَا يَسْتَعْجِلُ مِنْهُ الْمُجْرِمُونَ
Kul ereeytum in etâkum azâbuhu beyâten ev nehâren mâzâ yestacilu minhul mucrimûn
Kul ereytum | : de, söyle, bakıp gördünüz mü, anladınız mı? |
in etâ-kum azabu hu | : eğer, olsa, şayet, size gelse, azap, sıkıntı, o |
Beyâten ev nehar | : geceleyin veya, ya da gündüz |
Mâzâ yestacılu | : ne, nedir, acele etme, isteme |
Min hu el mucrimûne | : ondan, fenalarda kalan, suçlular |
50- De ki: O ecelin sıkıntısının gece ya da gündüz size geldiğini göreceksiniz. Fenalarda kalanlar neden her konuda aceleci davranırlar?
-51-
أَثُمَّ إِذَا مَا وَقَعَ آمَنْتُم بِهِ آلآنَ وَقَدْ كُنتُم بِهِ تَسْتَعْجِلُونَ
E summe izâ mâ vakaa âmentum bihi âlâne ve kad kuntum bihî testacilûn
e summe iza ma vaka | : sonra mı, olduğunda, şey, ne, değil, vuku bulan, |
Âmentum bihi alane | : inanan, ona, şimdi, hemen, artık |
ve kad kuntum | : oldu, olmuştu, siz oldunuz, |
bihi testacilun | : onu, acele isteyen |
51- Başınıza bir şey geldiğinde mi iman ediyorsunuz? Siz her konuda acele ediyorsunuz.
-52-
ثُمَّ قِيلَ لِلَّذِينَ ظَلَمُواْ ذُوقُواْ عَذَابَ الْخُلْدِ هَلْ تُجْزَوْنَ إِلاَّ بِمَا كُنتُمْ تَكْسِبُونَ
Summe kîle lillezîne zalemû zûkû azâbel huld hel tuczevne illâ bimâ kuntum teksibûn
Summe kile | : sonra, denildi, |
li ellezin zalemu | : o kimseler için, zulmedenler, zalimler |
Zûkû | : tadın, o halde kalmak, his, |
azap el huldi | : azap, sıkıntı, daima |
Hel tuczevne | : mi, karşılık bulma, edindiğiniz karşılık, |
İllâ bima kuntum teksibun | : ancak, şeyler, kazandığınız, elde ettiğiniz |
52- Sonra zalim kimseler için: Kazandığınız şeyler sebebiyle edindiğiniz karşılık, daima sıkıntılı hallerde kalmaktır, denir.
-53-
وَيَسْتَنبِئُونَكَ أَحَقٌّ هُوَ قُلْ إِي وَرَبِّي إِنَّهُ لَحَقٌّ وَمَا أَنتُمْ بِمُعْجِزِينَ
Ve yestenbiûneke ehakkun hûve kul î ve rabbî innehu le hakkun ve mâ entum bi mucizîn
ve yestenbiûne-ke | : senden haber, bilgi, sorarlar, isterler. |
e hakkun huve | : bu hakikat midir, doğru, gerçek, o |
Kul i ve rabbî | : de, söyle, evet, Rabbim, beni vücudlandıran, |
İnne hu le hakkun | : muhakkak o, elbette, hakikattir, gerçektir, doğrudur |
ve mâ entum bi mucizin | : siz değilsiniz, aciz, acizlik içinde olan, |
53- Senden o hakikatler ile ilgili bilgi isterler. De ki: Muhakkak ki o elbette Rabbimin hakikatleridir ve sizler acizliğinizi bilen değilsiniz.
-54-
وَلَوْ أَنَّ لِكُلِّ نَفْسٍ ظَلَمَتْ مَا فِي الأَرْضِ لاَفْتَدَتْ بِهِ وَأَسَرُّواْ النَّدَامَةَ لَمَّا رَأَوُاْ الْعَذَابَ وَقُضِيَ بَيْنَهُم بِالْقِسْطِ وَهُمْ لاَ يُظْلَمُونَ
Ve lev enne li kulli nefsin zalemet mâ fîl ardı leftedet bihi ve eserrun nedâmete lemmâ reevul azâb ve kudıye beynehum bil kıstı ve hum lâ yuzlemûn
ve lev enne li kulli nefsin | : olsa, eğer, elbette, kendisi için, herkes, her kişi |
Zalemet | : zulmetti, zulmeder, zulüm görme, |
Ma fi el ard | : şey, ne, yeryüzü, |
le iftedet bihi | : elbette, kurtulmak için verme, onu |
ve eserru | : esir olmak, yakalanmak, gizli olan, |
en nedamet | : pişmanlık |
Lemma reevû el azâbe | : olduğunda, görünce, gördü, azap, sıkıntı |
ve kada | : takdir, hüküm, yerine gelme, işleyiş, varoluş, |
Beyne hum bi el kıst | : onlar aralarında, adalet, doğruluk, |
ve hum la yuzlemûne | : onlar, yok, zulmedilmez, kötülük, haksızlık, |
54- Her kişi, bir zulüm içinde kalsa ondan kurtulmak için yeryüzünde neyi varsa verir ve onlar bir sıkıntı gördüklerinde pişmanlığa yakalanırlar. Onlar aralarında adaletle davransınlar, varoluştaki takdiri anlasınlar ve onlar haksızlık içinde olmasınlar.
-55-
أَلا إِنَّ لِلّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ أَلاَ إِنَّ وَعْدَ اللّهِ حَقٌّ وَلَكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لاَ يَعْلَمُونَ
E lâ inne lillâhi mâ fîs semâvâti vel ard e lâ inne vadallâhi hakkun ve lâkinne ekserehum lâ ya’lemûn
e lâ inne li Allah | : değil mi? Yok mu, elbette, Allah |
ma fî es semâvât ve el ard | : göklerde olan şeyler ve yerde |
E la inne vade Allâh hakk | : değil mi, elbette, vaad, söz, tecelli, Allah, hakikat, |
ve lâkinne | : lakin, fakat |
Eksere hum la yelamun | : onların çoğu, bilmezler, bilemiyorlar |
55- Göklerde ve yerde ne varsa her şey Allah’ın değil midir? Tecelli eden her şey Allah’ın hakikatleri değil midir? Fakat insanların çoğu bilemiyorlar.
-56-
هُوَ يُحْيِي وَيُمِيتُ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
Hûve yuhyî ve yumîtu ve ileyhi turceûn
Huve yuhyi | : o, diriltir, diri olan, hayat veren, |
ve yumitu | : öldüren, sınırlayan, ölümü sunan, |
ve ileyhi turceun | : ona döneceksiniz, aslına dönmek, |
56- O hayat verendir ve sınırlayandır ve O’na döndürülürsünüz.
-57-
يَا أَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءتْكُم مَّوْعِظَةٌ مِّن رَّبِّكُمْ وَشِفَاء لِّمَا فِي الصُّدُورِ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِّلْمُؤْمِنِينَ
Yâ eyyuhen nâsu kad câetkum mevızatun min rabbikum ve şifâun limâ fîs sudûri ve huden ve rahmetun lil muminîn
yâ eyyuha en nasu | : ey insanlar |
Kad caet kum mevızatun | : oldu, geldi, sunuldu, siz, öğütler, tavsiye, vaaz |
min rabbi-kum | : Rabbinizden, sizi vücudlandıran, |
ve şifaun | : iyileşme, şifa, hastalıktan kurtuluş, şefaat, |
limâ fî el sudûri | : olan, ne, gönüllerin içinde |
ve huden | : yol gösterme, hidayet |
ve rahmetun li el muminin | : rahmet, müminler için |
57- Ey insanlar! Rabbinizden size hakikatler sunuldu. İyileşme gönüllerin içinde olur. O hakikatler müminler için rahmettir ve yol göstermedir.
-58-
قُلْ بِفَضْلِ اللّهِ وَبِرَحْمَتِهِ فَبِذَلِكَ فَلْيَفْرَحُواْ هُوَ خَيْرٌ مِّمَّا يَجْمَعُونَ
Kul bi fadlillâhi ve bi rahmetihî fe bi zâlike felyefrehû hûve hayrun mimmâ yecmeûn
Kul bi fadli Allah | : söyle, de, fazilet, lütuf, nitelik, sıfat, Allah |
ve bi rahmeti-hi | : rahmeti ile, o, |
fe bi zâlike | : işte, artık böylece, bundan sonra, |
fe le yefrehu huve | : bundan sonra, ferah, rahatlık, huzur, sevinç, o |
hayr | : hayırlı, iyi olan, ihsan, nur, güzel olan, faydalı, mal, |
mimma yecmeun | : şeyler, tüm varlık, toplama, birlik, cem olan |
58- De ki: Sıfatlar Allah’tandır ve O’nun rahmetidir. İşte o sıfatlarla hayr bulursunuz, huzur bulursunuz, tüm varlığın birliğinin sırrına ulaşırsınız.
-59-
قُلْ أَرَأَيْتُم مَّا أَنزَلَ اللّهُ لَكُم مِّن رِّزْقٍ فَجَعَلْتُم مِّنْهُ حَرَامًا وَحَلاَلاً قُلْ آللّهُ أَذِنَ لَكُمْ أَمْ عَلَى اللّهِ تَفْتَرُونَ
Kul e reeytum mâ enzelâllâhu lekum min rızkın fe cealtum minhu harâmen ve halâl kul allâhu ezine lekum em alallâhi tefterûn
Kul e reeytum | :de ki, bakıp ta gördünüz mü? İncelediniz mi? |
mâ enzele Âllâh | : şey, ne, sunduğu, verdiği, Allah |
Lekum min rızkın | : size, bir rızık, nimet, |
fe cealtum minhu | : fakat, yaptınız, kıldınız, eylediniz |
Haramen | : haram, yasak, zararlı, kutsal olan, |
ve halâlen | : helal, uygun, faydalı, |
kul Allâh ezine | : söyle, de ki, Allah, yetkili olan, izin |
Lekum em ala Allah | : siz, yoksa, Allah’a, Allah hakkında |
tefterun | : iftira, uydurma, yalan uydurmak |
59- De ki: Allah’ın size sunduğu rızıkları inceleyip de baktınız mı? Fakat siz onları haram ve helal diye ayırdınız. De ki: Yetkili olan Allah’tır. Yoksa sizler Allah’ın hakikatleri hakkında yalan mı uyduruyorsunuz?
-60-
وَمَا ظَنُّ الَّذِينَ يَفْتَرُونَ عَلَى اللّهِ الْكَذِبَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّ اللّهَ لَذُو فَضْلٍ عَلَى النَّاسِ وَلَكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لاَ يَشْكُرُونَ
Ve mâ zannullezîne yefterûne alâllahil kezibe yevmel kıyâmeh innallâhe le zû fadlın alen nâsi ve lâkinne ekserehum lâ yeşkurûn
ve ma zannu | : değil, şey, zan, kesin bilgi, sanma, düşünmez |
ellezîne yefterûne | : uydurmalarda kalan kimseler, iftira |
alâ Allah el kezibe | : Allah hakkında, yalanları yaymak |
yevme el kıyâmeti | : ölüm vakti, hakikatlerin ortaya çıktığı gün, |
inne Allâh le zu el fadl | : muhakkak ki Allah, elbet, sahip, nimet, lütuf, sıfat, |
ala en nasi | : insanlardaki, |
ve lakinne ekser hum | : fakat, ancak, lâkin, onların çoğu, |
la yeşkurune | : yok, şükretme, nimetlerin sahibini bilip teslim etmek |
60- Allah hakkında bir şey uyduranlar, o yalanları yayanlar ölünceye kadar zanna dayalı şeylerde kalırlar. Muhakkak ki Allah insanlardaki sıfatların sahibidir. Fakat onların çoğunun, sıfatların sahibini bilip teslim etmeleri yoktur.
-61-
وَمَا تَكُونُ فِي شَأْنٍ وَمَا تَتْلُو مِنْهُ مِن قُرْآنٍ وَلاَ تَعْمَلُونَ مِنْ عَمَلٍ إِلاَّ كُنَّا عَلَيْكُمْ شُهُودًا إِذْ تُفِيضُونَ فِيهِ وَمَا يَعْزُبُ عَن رَّبِّكَ مِن مِّثْقَالِ ذَرَّةٍ فِي الأَرْضِ وَلاَ فِي السَّمَاء وَلاَ أَصْغَرَ مِن ذَلِكَ وَلا أَكْبَرَ إِلاَّ فِي كِتَابٍ مُّبِينٍ
Ve mâ tekûnu fî şenin ve mâ tetlû minhu min kurânin ve lâ ta’melûne min amelin illâ kunnâ aleykum şuhûden iz tufîdûne fîh ve mâ yazubu an rabbike min miskâli zerretin fîl ardı ve lâ fîs semâi ve lâ asgare min zâlike ve lâ ekbere illâ fî kitâbin mubîn
ve mâ tekunu | : değil, şey, ne, olmak, olmasın, |
fi şenin | : değil, şey, ne, olmak, tecelli, iş, bir durum |
ve mâ tetlû minhu | : değil, şey, okuma, ondan, |
min kuran | : kurandan, kâinat kitabından, |
ve la tamelûne min amel | : yok, yapmak, çalışmak, amel, yapmak, |
İlla kunna aleykum | : ancak, sadece, vardır, biz olduk, sizde, üzerinizde |
Şuhuden | : şahit, her zerrede var olan, var olan, tanık, |
iz tufidune fihi | : daldığında, içalem, ona |
ve mâ yazubu an rabbike | : gizli kalmaz, ayrı değil, rabbinden |
min miskali zerretin | : miktar, ağırlığından, zerre kadar, |
Fi el ard ve la fi el semai | : yerde ve yok, gökte, semada |
ve la asgare min zalike | : yok, küçük, bundan |
ve la ekbere | : yok, yüce, büyük, asil, |
İlla fî kitabin | : ancak, sadece, vardır, kâinat kitabının içinde, |
mubinin | : gösterilen, apaçık, açıklayıcı |
61- Hiçbir tecelli olmasın ki ve kâinat kitabından okunan hiçbir şey olmasın ki ve yaptığınız amellerinizde hiçbir şey yoktur ki, sizin üzerinizde ve iç âleminizdeki her zerrede Biz olmayalım. Yerlerde olanlarda ve göklerde olanlarda zerre miktarı kadar da olsa ve bundan daha küçük de olsa Rabbinden ayrı değildir. Apaçık olan bu kâinat kitabının içindekinden başka bir yücelik yoktur.
-62-
أَلا إِنَّ أَوْلِيَاء اللّهِ لاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
E lâ inne evlîyâ Allâh lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenun
e lâ inne evliya Allah | : yoktur, muhakkak, elbette, dost, evliya, Allah |
lâ havfun aleyhim | : korku yoktur, onlara |
ve la hum yahzenûne | : yok, onlara, mahzun, üzgün, kederli, |
62- Muhakkak ki Allah’ı evliya edinenlere korku yoktur ve onlar mahzun da olmazlar.
-63-
الَّذِينَ آمَنُواْ وَكَانُواْ يَتَّقُونَ
Ellezîne âmenû ve kânû yettekûn
Ellezîne amenu | : iman edenler, o kimseler, inanma |
ve kânû yettekune | : oldu, takva, fenalardan sakınma ortak koşmama |
63- O kimseler iman edenlerdir ve fenalardan sakınıp ortak koşmayanlardır.
-64-
لَهُمُ الْبُشْرَى فِي الْحَياةِ الدُّنْيَا وَفِي الآخِرَةِ لاَ تَبْدِيلَ لِكَلِمَاتِ اللّهِ ذَلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ
Lehumul buşrâ fîl hayâtid dunyâ ve fîl âhırah lâ tebdîle li kelimâtillâh zâlike huvel fevzul azîm
lehum el buşra | : onlara, müjde, güler yüz, sevinç, mutluluk, |
fî el hayâti ed dunyâ | : dünya hayatında, yaşarken, |
ve fî el âhıreti | : sonlarında, ahirette |
La tebdile | : yok, değişiklik, çarpıklık, başka anlama bürümek, |
li kelimâti Allâh | : kelimeleri, Allah |
Zalike huve | : işte bu, |
el fevzu el azim | : zafer, kazanmak, yüce, yüce zafer, |
64- Onlar yaşarken ve son anlarında bile güleryüzlülük içindedirler. Allah’ın kelimelerini çarpıtmazlar. İşte o yüce zafer budur.
-65-
وَلاَ يَحْزُنكَ قَوْلُهُمْ إِنَّ الْعِزَّةَ لِلّهِ جَمِيعًا هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ
Ve lâ yahzunke kavluhum, innel izzete lillâhi cemîâ huves semîul alîm
ve lâ yahzun-ke | : yok, mahzunluk, üzmesin, üzülme, sen, |
kavlu hum | : sözler, söyledikleri, onlar |
inne el izzete | : muhakkak, izzet, yücelik, galip gelen, büyüklük, |
li Allah cemian | : Allah, hepsi, bütün, birlik, |
huve el semîu | : o, işitmek, |
el alim | : ilmiyle var eden, ilmin sahibi, |
65- Onların söylediklerine üzülme. Muhakkak ki bütün her şeyde izzet sahibi Allah’tır.
İşitme O’ndandır, ilmiyle varedendir.
-66-
أَلا إِنَّ لِلّهِ مَن فِي السَّمَاوَات وَمَن فِي الأَرْضِ وَمَا يَتَّبِعُ الَّذِينَ يَدْعُونَ مِن دُونِ اللّهِ شُرَكَاء إِن يَتَّبِعُونَ إِلاَّ الظَّنَّ وَإِنْ هُمْ إِلاَّ يَخْرُصُونَ
E lâ inne lillâhi men fîs semâvâti ve men fîl ard ve mâ yettebiullezîne yed’ûne min dûnillâhi şûrekâ in yettebiûne illez zanne ve in hum illâ yahrusûn
e lâ inne li Allah | : öyle değil mi, muhakkak, Allah |
Men fi el semâvât | : kim, ne varsa, göklerde, semalarda |
ve men fi el ard | : kim, kim, ne varsa, yerde, yeryüzü, |
ve mâ yettebiu | : değil, şey, ne, tâbi olma, izleme, takip, tabi olmadılar |
ellezîne yedûne | : o kimseler, dua, yönelme, |
min dûni Allâh şurekae | : ondan başka, Allah, ortak koşma, |
İn yettebiun | : uymak, izlemek, tâbi olmak |
illa el zanne | : sadece, ancak, yalnız, zan, cehalete sapmak |
ve in hum illa yahrusun | : onlar sadece, haris, hırs, çıkarına uyan, aç gözlü |
66- Yerlerde ne varsa ve göklerde ne varsa Allah’ın değil midir? Allah’ı bırakıp ta zanna dayalı şeylere yönelip ortak koşan o kimseler, aslında onlara da tâbi olmadılar. Onlar sadece zanlarına tâbi oldular ve onlar sadece çıkarlarına tâbi oldular.
-67-
هُوَ الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ اللَّيْلَ لِتَسْكُنُواْ فِيهِ وَالنَّهَارَ مُبْصِرًا إِنَّ فِي ذَلِكَ لآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يَسْمَعُونَ
Huvellezî ceale lekumul leyle li teskunû fîhi ven nehâre mubsırâ inne fî zâlike leâyâtin li kavmin yesmeûn
Huve ellezi ceale lekum | : o, ki o, kıldı, düzenledi, yaptı, sundu, size |
el leyle | : gece, |
li teskun fihi | : sükûn, dinlenme, onda, onun içinde |
ve en nehâre mubsiren | : gündüz, basiret, görme, gösterici, anlama |
İnne fi zalike le ayetin | : muhakkak, işte bunların içinde, elbette, ayet, işaret, delil |
li kavmin yesmeun | : bir kavim için, topluluklar için, kimseler, işitme |
67- Size, içinde sükûnet olan geceyi ve aydınlık olan gündüzü düzenleyen ki O’dur. Muhakkak ki işte bunların içinde işiten kimseler için deliller vardır
-68-
قَالُواْ اتَّخَذَ اللّهُ وَلَدًا سُبْحَانَهُ هُوَ الْغَنِيُّ لَهُ مَا فِي السَّمَاوَات وَمَا فِي الأَرْضِ إِنْ عِندَكُم مِّن سُلْطَانٍ بِهَذَا أَتقُولُونَ عَلَى اللّهِ مَا لاَ تَعْلَمُونَ
Kâlûttehazallâhu veleden subhâneh huvel ganiy lehu mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ard in indekum min sultânin bi hâzâ e tekûlûne alâllâhi mâ lâ talemûn
kâlû ittehaze | : dediler, edindi, sarıldı, |
Allâh veleden | : Allah, çocuk, evlat, |
subhâne-hu | : noksan sıfatdan münezzehtir, o |
huve el ganiyyu | : o, tüm varlığın sahibidir, gani, zengin, |
Lehu ma fî es semâvâti | : onun, şeyler, değil, ne, göklerde var olan |
ve mâ fi el ard | : değil, ne, şey, yerde |
İn inde kum min sultan | : ise, olsa, yanınızda, sizde, delil, kudret sahibi |
Bi haza e tekûlûne | : bu, o şey, bunlar, söylediğiniz, söylüyorsunuz |
ala Allâh | : hakkında, için, Allah, |
ma la telamun | : değil, şey, ne, yok, bilmek, bilginiz yok, |
68- Allah çocuk edindi, dediler. O noksan sıfatlardan münezzehtir. O tüm varlığın sahibidir. Göklerde ne varsa ve yerde ne varsa O’nun dur. Hakikatler hakkında bir deliliniz olmadan kendinize göre konuşuyorsunuz. Söylediğiniz o şeyler Allah hakkında bilginiz olmadığındandır.
-69-
قُلْ إِنَّ الَّذِينَ يَفْتَرُونَ عَلَى اللّهِ الْكَذِبَ لاَ يُفْلِحُونَ
Kul innellezîne yefterûne alâllâhil kezibe lâ yuflihûn
Kul inne ellezine | : de ki, muhakkak, o kimseler |
Yefterûne ala Allah | : iftira, uydurma, Allah hakkında |
El kezibe | : yalanlarda kalan, yalanları yayan, |
lâ yuflihûne | : felah, başarı, huzur, kurtuluşa eremezler |
69- De ki: Muhakkak ki Allah hakkında iftira atanlar ve o yalanları yayan kimseler kurtuluşa eremezler.
-70-
مَتَاعٌ فِي الدُّنْيَا ثُمَّ إِلَيْنَا مَرْجِعُهُمْ ثُمَّ نُذِيقُهُمُ الْعَذَابَ الشَّدِيدَ بِمَا كَانُواْ يَكْفُرُونَ
Metâun fîd dunyâ summe ileynâ merciuhum summe nuzîkuhumul azâbeş şedîde bimâ kânû yekfurûn
Metâun fi el dunya | : metadır, fayda, yarar, geçinme, çıkar, |
Summe ileyna merciu hum | : sonra, bize, kaynak, aslına dönme, onlar |
Summe nuzik hum | : sonra, tatma, his, o halde kalma, onlar |
el azâbe el şedîde | : sıkıntı, daha fazla, şiddetli azabı |
bimâ kanu yekfurun | : şeyler sebebiyle, oldu, hakikatleri örtmeleri |
70- Onlar dünya hayatını bir çıkar yeri görürler, sonra onlar geldikleri kaynağın Biz olduğunu da bilemezler, sonra onlar hakikatleri görmemezlikten geldiklerinden dolayı daha fazla sıkıntılı hallerde kalırlar.
-71-
وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَأَ نُوحٍ إِذْ قَالَ لِقَوْمِهِ يَا قَوْمِ إِن كَانَ كَبُرَ عَلَيْكُم مَّقَامِي وَتَذْكِيرِي بِآيَاتِ اللّهِ فَعَلَى اللّهِ تَوَكَّلْتُ فَأَجْمِعُواْ أَمْرَكُمْ وَشُرَكَاءكُمْ ثُمَّ لاَ يَكُنْ أَمْرُكُمْ عَلَيْكُمْ غُمَّةً ثُمَّ اقْضُواْ إِلَيَّ وَلاَ تُنظِرُونِ
Vetlu aleyhim nebee nûh iz kâle li kavmihî yâ kavmi in kâne kebure aleykum makâmî ve tezkîrî bi âyâtillâhi fe alâllâhi tevekkeltu fe ecmiû emrekum ve şurekâekum summe lâ yekun emrukum aleykum gummeten summakdû ileyye ve lâ tunzirûn
Vetlu aleyhim | : okumak, anlatmak, bildirmek, onlara, |
nebe Nuh | : haber, bilgi, Nuh |
İz kale li kavmihi ya kavmi | : demişti, kavmine, ey kavmim |
in kâne kebur aleykum | : eğer, ise oldu, size, ağır, büyük, |
makam | : durulan yer, orada bulunmak, karşınıza geçip |
ve tezkiri | : zikretmem, anmam, bahsetmem, anlatmam, |
bi ayeti Allah | : ayet, delil, işaret, Allah |
fe ala Allâh tevekkeltu | : artık, Allah’a, tüm varlığı ile teslim olma, ben |
Fe ecmıu | : sonra, toplanma, birlik olma, bütünlük, |
emre-kum | : işi, işleyiş, hüküm, tüm varlıktaki işleyiş, siz |
ve şurekae-kum | : ortaklarınız, ortak koştuklarınız, |
Summe la yekun | : sonra, yok, olma, olmayın, |
emru-kum aleykum | : iş, işleyiş, siz, üzerinizde, sizde, bedenlerinizde |
gummet | : gam, keder, üzülme, |
Summe akdu ileyye | : sonra, böylece, yerine getirme, uygulama, benim |
ve la tunzirûne | : yok, bakıp görmeyen, beklemeyin, anlamayan |
71- Onlara Nuh’un haberini bildir. Nuh kavmine demişti ki: Ey kavmim! Karşınıza geçip delilleriyle Allah’ı anlatmam size ağır mı geldi? Artık ben, tüm varlığımla Allah’a teslim oldum. Artık siz, tüm varlıktaki işleyişi, birliği anlayın ve siz ortak koştuğunuz şeyleri görün. Sonra da bedenlerinizdeki o işleyişi anlamayıp üzülenlerden olmayın. Böylece benim gibi yapın ve anlamayanlardan olmayın.
-72-
فَإِن تَوَلَّيْتُمْ فَمَا سَأَلْتُكُم مِّنْ أَجْرٍ إِنْ أَجْرِيَ إِلاَّ عَلَى اللّهِ وَأُمِرْتُ أَنْ أَكُونَ مِنَ الْمُسْلِمِينَ
Fe in tevelleytum fe mâ seeltukum min ecr in ecriye illâ alâllâhi ve umirtu en ekûne minel muslimîn
fe in tevelleytum | : eğer, yüz çevirirseniz, eski bilişlerinize dönerseniz |
fe mâ seeltukum | : sizden istemem, itemiyorum, |
min ecrin | : bir ecir, karşılık |
İn ecriye | : eğer, şayet, ecir, karşılık, |
illa ala Allâh | : sadece, ancak, Allah’tan |
ve emir tu en nekune | : iş, hüküm, emir, ben, olmakla, |
min el muslimîne | : barış ve huzur üzere olan, teslim olmak |
72- Sizler bu hakikatlerden yüz çevirseniz de ben sizden bir karşılık istemiyorum. Eğer bir karşılık olacaksa, sadece Allah’tandır. Ben barış ve huzur üzere olmakla emrolundum.
-73-
فَكَذَّبُوهُ فَنَجَّيْنَاهُ وَمَن مَّعَهُ فِي الْفُلْكِ وَجَعَلْنَاهُمْ خَلاَئِفَ وَأَغْرَقْنَا الَّذِينَ كَذَّبُواْ بِآيَاتِنَا فَانظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُنذَرِينَ
Fe kezzebûhu fe necceynâhu ve men meahu fîl fulki ve cealnâhum halâife ve agraknellezîne kezzebû bi âyâtinâ fanzur keyfe kâne âkıbetul munzerîn
fe kezzebû-hu | : fakat, yalanladılar, onu, |
fe necceynâ-hu | : sonra, necat buldu, kurtuldu, biz, o |
ve men meahu | : kim, kimse, onunla beraber, |
fi el fulki | : yol alma, sonsuzluk, |
ve ceal nâ hum | : yaptı, sundu, anlattı, biz, onlar, |
halaife | : ardından gelen, halife, varis |
ve agrak na | : boğulmak, cehaletinde boğulmak, gark, biz, |
ellezîne kezzebû | : o kimseler, yalanlarda kalan, |
bi ayati na | : ayetlerimiz, delil, işaret, |
fe unzur keyfe kane | : bundan sonra, artık bak gör, nasıl, oldu |
âkıbetu el munzerîne | : sonu, akıbeti, uyarılanlar, açıklanıp uyarılan, |
73- Fakat onu yalanladılar. O ise Bizi anlayıp kurtuldu. Onunla beraber olanlar hakikatlere yol aldılar ve onların ardından Bizi anlatanlar açığa çıktı. Ayetlerimizi yalanlayan o kimseler ise Bizi anlayamayıp kendi cehaletlerinde boğulup gittiler. Artık bak gör, hakikatlerin açıklanıp uyarıldığı kimselerin akıbetleri nasıl olur.
-74-
ثُمَّ بَعَثْنَا مِن بَعْدِهِ رُسُلاً إِلَى قَوْمِهِمْ فَجَآؤُوهُم بِالْبَيِّنَاتِ فَمَا كَانُواْ لِيُؤْمِنُواْ بِمَا كَذَّبُواْ بِهِ مِن قَبْلُ كَذَلِكَ نَطْبَعُ عَلَى قُلوبِ الْمُعْتَدِينَ
Summe beasnâ min ba’dihî rusulen ilâ kavmihim fe câûhum bil beyyinâti fe mâ kânû li yuminû bimâ kezzebû bihî min kabl kezâlike natbeu alâ kulûbil mugtedîn
Summe beas na | : sonra, gönderilme, dirilme, açığa çıkma, biz |
min badi hi resul | : ondan sonra, resul, hakikati gösteren, |
ilâ kavmi-him | : onların kavmine |
Fe cae hum | : geldi, sunuldu, onlar, |
bi el beyyinâti | : apaçık açıklamalar, delillerle |
fe mâ kânû li yuminû | : ama inanmadılar, emin olmadılar |
bi mâ kezzebû bihi min kabl | : yalanladıklarından dolayı, onu, önceden |
Kezâlike natbeu | : işte böyle, biz, mühür, kapalı, |
alâ kulûbi | : kalpleri, idrakleri, anlayışları, |
el mugtedin | : haddi aşan, saldırgan |
74- Onlardan sonra onların kavminden olan resuller, Bizi anlatmak için açığa çıktı. Onlara apaçık açıklamalarla geldiler. Fakat onlar daha önceki yalanlarında kaldıklarından dolayı inanmadılar. İşte o haddi aşanların kalbleri Bizi anlamaya karşı kapalıdır.
-75-
ثُمَّ بَعَثْنَا مِن بَعْدِهِم مُّوسَى وَهَارُونَ إِلَى فِرْعَوْنَ وَمَلَئِهِ بِآيَاتِنَا فَاسْتَكْبَرُواْ وَكَانُواْ قَوْمًا مُّجْرِمِينَ
Summe beasnâ min ba’dihim mûsâ ve hârûne ilâ firavne ve melâihî bi âyâtinâ festekberû ve kânû kavmen mucrimîn
Summe beas na | : sonra, diri olan, diriliş, açığa çıktı, gitti, biz, |
min badi-him | : onlardan sonra, ardından, |
Mûsâ ve Hârûn | : Mûsâ, Hârûn |
ilâ firavne | : firavuna, kibirli olan, |
ve melai hi | : onun ileri gelenlerine, din adamlarına, |
bi ayati na | : delil, işaret, ayetlerimizle |
fe istekberu | : fakat kibirlendiler |
ve kanu kavmen mücrimin | : oldu, topluluk, kimse, fenalarda kalan, günah, suç |
75- Daha sonra, Mûsâ ve Hârûn, firavuna ve onun din adamlarına delillerimizle bizi anlatmak için açığa çıktı. Fakat onlar kibirlendiler ve fenalarda kalan kimselerden oldular.
-76-
فَلَمَّا جَاءهُمُ الْحَقُّ مِنْ عِندِنَا قَالُواْ إِنَّ هَذَا لَسِحْرٌ مُّبِينٌ
Fe lemmâ câehumul hakku min indinâ kâlû inne hâzâ le sıhrun mubîn
fe lemmâ cea hum | : böylece, olduğu zaman, geldi, sunuldu, onlar |
el hakku min indi na | : hak, hakikat, gerçek olan, katımızdan, bize ait |
Kalu inne haza | : dediler, muhakkak, bu, |
le sıhrın mubin | : apaçık aldatma, |
76- Böylece onlara, bize ait olan hakikatler sunulduğunda: Muhakkak ki bu apaçık bir aldatmadır, dediler.
-77-
قَالَ مُوسَى أَتقُولُونَ لِلْحَقِّ لَمَّا جَاءكُمْ أَسِحْرٌ هَذَا وَلاَ يُفْلِحُ السَّاحِرُونَ
Kâle mûsâ e tekûlûne lil hakkı lemmâ câekum e sıhrun hâzâ ve lâ yuflihus sâhırûn
Kâle Mûsâ e tekulune | : dedi, Mûsâ, söyleme, konuşma |
Li el hakk | : hak, hakikat, gerçek, |
lemmâ câe kum | : sunulduğunda, geldiği zaman, siz |
e sıhrun haza | : aldatma, büyü, maskaralık, bir sihir mi, bu |
ve lâ yuflihu el sahirun | : yok, felah, kurtuluş, aldatmada olanlar, etkiliyen, |
77- Mûsâ dedi ki: Size hakikatler sunulduğu halde bu aldatma mı diyorsunuz? Aldatanların kurtuluşu yoktur.
-78-
قَالُواْ أَجِئْتَنَا لِتَلْفِتَنَا عَمَّا وَجَدْنَا عَلَيْهِ آبَاءنَا وَتَكُونَ لَكُمَا الْكِبْرِيَاء فِي الأَرْضِ وَمَا نَحْنُ لَكُمَا بِمُؤْمِنِينَ
Kâlû e citenâ li telfitenâ ammâ vecednâ aleyhi âbâenâ ve tekûne lekumel kibriyâu fîl ard ve mâ nahnu lekumâ bi muminîn
Kalu e cite na | : dediler, geldiniz mi, bize, |
li elfite na | : geri çevirmek için, bizi |
ammâ veced na aleyhi | : şeyden, bulduk, üzerinde, |
abaena | : atalarımız |
ve tekûne lekum el kibriyau | : olursunuz, sizin, büyüklük, üstünlük, |
fî el ardı | : yeryüzünde |
ve mâ nahnu | : biz değiliz, |
lekum bi mümin | : sizin gibi, inanacak |
78- Dediler ki: Siz bizi atalarımızın yolundan geri çevirmek için ve bize yeryüzünde üstünlük taslamak için mi geldiniz? Biz sizin gibi inanacak değiliz.
-79-
وَقَالَ فِرْعَوْنُ ائْتُونِي بِكُلِّ سَاحِرٍ عَلِيمٍ
Ve kâle firavn utûnî bi kulli sâhırin alîm
ve kale firavnu | : dedi, firavun |
Utuni | : bana getirin, |
bi kulli sahir alim | : hepsini, etkili, tesirli, bilgin, iyi bilen |
79- Firavun dedi, ne kadar etkili bilgin varsa bana getirin.
-80-
فَلَمَّا جَاء السَّحَرَةُ قَالَ لَهُم مُّوسَى أَلْقُواْ مَا أَنتُم مُّلْقُونَ
Fe lemmâ câes seharetu kâle lehum mûsâ elkû mâ entum mulkûn
Fe lemma cae | : böylece, geldiğinde, |
el seharet | : etkiliyen, tesirli, |
Kâle lehum Mûsâ | : dedi, onlara, Mûsâ |
Elkû | : atın, ortaya koyun, bırakın, anlatın, |
ma entum mulkun | : şey, ne, siz, bilip taşıdığınız, mülk, sahip olunan şey |
80- Böylece o etkili olanlar geldiğinde, Mûsâ: Siz, sahip olduğunuz bilgilerden ne varsa ortaya koyun, dedi.
-81-
فَلَمَّا أَلْقَواْ قَالَ مُوسَى مَا جِئْتُم بِهِ السِّحْرُ إِنَّ اللّهَ سَيُبْطِلُهُ إِنَّ اللّهَ لاَ يُصْلِحُ عَمَلَ الْمُفْسِدِينَ
Fe lemmâ elkav kâle mûsâ mâ ci’tum bihis sihr innallâhe se yubtiluh innallâhe lâ yuslihu amelel mufsidîn
fe lemma elkav | : artık, olduğu zaman, ortaya koyma, atma |
Kale Mûsâ | : dedi, Mûsâ, şey, değil, ne, getirme, sunma, yapma, |
Ma citum bihi el sihru | : değil, şey, ne, getirme, olan, sunma, etki, tesir, |
inne Allâh se yubtilu | : muhakkak Allah, batıl, temelsiz, asılsız, o |
inne Allâh | : muhakkak Allah |
La yuslihu | : yok, ıslah olma, düzelme, iyileşmek |
amel el mufsidîn | : amel, çalışma, fesat, ikilik, bozgunculuk, |
81- Böylece onlar bildiklerini ortaya koyunca, Mûsâ dedi ki: Etkili olan bir şey getirmediniz. Bunlar Allah hakkında asılsız temelsiz şeylerdir. Muhakkak ki amellerinde bozgunculuk içinde olanlarda, ıslah olma yoktur, Allah’ı anlama yoktur.
-82-
وَيُحِقُّ اللّهُ الْحَقَّ بِكَلِمَاتِهِ وَلَوْ كَرِهَ الْمُجْرِمُونَ
Ve yuhikkullâhul hakka bi kelimâtihî ve lev kerihel mucrimûn
ve yuhikku Allâh | : gerçek olan, Allah |
el hakka | : hakikat, gerçek, doğru, |
bi kelimeati hi | : kelime, sözler, tecelli, o |
ve lev kerihe | : olsada, eğer, iğrenç, küçük görme, |
el mucrimin | : fenalarda kalan, suçlu, hatalı, günahkâr, |
82- Fenalarda kalanlar hakikatleri küçük görseler de, Allah gerçek olandır, O’nun kelimeleri hakikatlerdir.
-83-
فَمَا آمَنَ لِمُوسَى إِلاَّ ذُرِّيَّةٌ مِّن قَوْمِهِ عَلَى خَوْفٍ مِّن فِرْعَوْنَ وَمَلَئِهِمْ أَن يَفْتِنَهُمْ وَإِنَّ فِرْعَوْنَ لَعَالٍ فِي الأَرْضِ وَإِنَّهُ لَمِنَ الْمُسْرِفِينَ
Fe mâ âmene li mûsâ illâ zurriyyetun min kavmihî alâ havfin min firavne ve melâihim en yeftinehum ve inne firavne leâlin fîl ard ve innehu le minel musrifîn
Fe ma amene li Mûsâ | : böylece, bundan sonra, değil, şey, iman, inanma, Mûsâ |
İlla zurriyyetun | : ancak, sadece, nesil, zürriyet, sülale, soy, grup, |
min kavmi-hî | : onun kavminden |
alâ havfin min firavun | : korkusu üzerine, korkusuyla, firavun |
ve melâi-him | : onun ileri gelenleri, din adamları, |
en yeftine-hum | : eziyet, işkence, ondan korkmak, |
ve inne firavn | : muhakkak, firavun, kibirli olan, |
Le alin fi el ard | : elbette, büyüklük taslama, yeryüzünde, |
ve inne hu le min el musrifin | : doğrusu o, haddi aşan, azgınlardan |
83- Böylece firavunun ve onun din adamlarının işkencesinden korktukları için, kavminden bir soydan başkası Mûsâ’ya inanmadı. Muhakkak ki firavun yeryüzünde büyüklük taslayanlardandı ve doğrusu o haddi aşanlardandı.
-84-
وَقَالَ مُوسَى يَا قَوْمِ إِن كُنتُمْ آمَنتُم بِاللّهِ فَعَلَيْهِ تَوَكَّلُواْ إِن كُنتُم مُّسْلِمِينَ
Ve kâle mûsâ yâ kavmi in kuntum âmentum billâhi fe aleyhi tevekkelû in kuntum muslimîn
ve kâle Mûsâ ya kavmi | : dedi, Mûsâ, ey kavmim |
in kuntum amentum bi Allah | : eğer siz olduysanız, inanma, iman, siz, Allah |
fe aleyhi tevekkel | : artık ona, tüm varlığı ile teslim olma, güvenme |
in kuntum müslimin | : eğer siz, iseniz, teslim olma, barış üzere olmak, |
84- Mûsâ dedi ki: Ey kavmim! Eğer siz Allah’a iman edenlerdenseniz, artık tüm varlığınızla O’na teslim olun, O’na güvenin.
-85-
فَقَالُواْ عَلَى اللّهِ تَوَكَّلْنَا رَبَّنَا لاَ تَجْعَلْنَا فِتْنَةً لِّلْقَوْمِ الظَّالِمِينَ
Fe kâlû alallâhi tevekkelnâ rabbenâ lâ tecalnâ fitneten lil kavmiz zâlimîn
fe kâlû ala Allah | : böylece, dediler, Allah, |
tevekkelna | : tüm varlığıyla teslim olmak, biz |
rabbe-nâ | : Rabbimiz, bizi vücudlandıran, |
la tecal na | : yok, yapma, kılma, biz, |
fitne | : fitne, sınama, müşküllü hal, kargaşa, |
li el kavmi el zalimine | : kavmimiz, kimseler, topluluk, zulümde olan, zalim |
85- Böylece dediler ki: Biz tüm varlığımızla Allah’a teslim olduk. Rabbimiz! Bizi zalim kimselerin içinde bulundukları o müşküllü hallerde bırakma.
-86-
وَنَجِّنَا بِرَحْمَتِكَ مِنَ الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ
Ve neccinâ bi rahmetike minel kavmil kâfirîn
ve necci-nâ | : necat ver, bizi kurtar, |
bi rahmeti ke | : rahmetinle |
min el kavmi el kafirine | : kavim, topluluk, hakikatleri görmemezlikten gelip örten |
86- Hakikatleri görmemezlikten gelip örten kimselerin hallerinden bizi rahmetinle kurtar.
-87-
وَأَوْحَيْنَا إِلَى مُوسَى وَأَخِيهِ أَن تَبَوَّءَا لِقَوْمِكُمَا بِمِصْرَ بُيُوتًا وَاجْعَلُواْ بُيُوتَكُمْ قِبْلَةً وَأَقِيمُواْ الصَّلاَةَ وَبَشِّرِ الْمُؤْمِنِينَ
Ve evhaynâ ilâ mûsâ ve ahîhi en tebevveâ li kavmikumâ bi mısra buyûten vec’alû buyûtekum kıbleten ve akîmus sâlah ve beşşiril muminîn
ve evhaynâ ila Mûsâ | : vahyettik, bildirdik, Mûsâ |
ve ahî-hi en tebevvea | : kardeş, o, yerleşmek, tabi olmak, ev yapmak |
li kavmi kuma | : kavminiz için, beraber, ikiniz, |
bi mısr buyute | : Mısır’da, evler |
ve cealû buyutu kum | : yapın, eylemek, evlerinizi, |
kıblete | : yönelmek, kabul etmek, kıble, yön, hatırlayın, |
ve akimu es sâlate | : her an salât üzere olun, hakka bağlılık, |
ve beşşiri el muminine | : müjde, sevinçli haber, mutluluk, emin olan, müminler |
87- Mûsâ ve Kardeşine: Kavminiz için Mısır’da evler yapın ve evlerinizde hep Hakk’a yönelin ve her an Hakk’a bağlılık şuuru ile hareket edin ve müminlere hakikatleri müjdeleyin, diye vahyettik.
-88-
وَقَالَ مُوسَى رَبَّنَا إِنَّكَ آتَيْتَ فِرْعَوْنَ وَمَلأهُ زِينَةً وَأَمْوَالاً فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا رَبَّنَا لِيُضِلُّواْ عَن سَبِيلِكَ رَبَّنَا اطْمِسْ عَلَى أَمْوَالِهِمْ وَاشْدُدْ عَلَى قُلُوبِهِمْ فَلاَ يُؤْمِنُواْ حَتَّى يَرَوُاْ الْعَذَابَ الأَلِيمَ
Ve kâle mûsâ rabbenâ inneke âteyte firavne ve melâhu zîneten ve emvâlen fîl hayâtid dunyâ rabbenâ li yudıllû an sebîlik rabbenatmis alâ emvâlihim veşdud alâ kulûbihim fe lâ yuminû hattâ yerevul azâbel elîm
ve kâle Mûsâ rabbe na | : dedi, Mûsâ, rabbimiz |
inne-ke ateyte | : muhakkak sen, verdensin, sundun, |
Firavne ve melâ-hu | : firavun ve onun ileri gelenleri, |
Zineten ve emval | : süs, zinet, sıfat ve mallar, değerler, |
fi el hayat el dunya | : dünya hayatında, yaşamlarında, |
Rabbe nâ | : Rabbimiz, |
li yudillu an sebil ke | : sapma, hakikatlerden sapma, senin yolundan |
Rabbena atmis | : Rabbimiz, yok et, silmek, mahv etmek, yüce görmek |
ala emval him | : içinde, üzerinde, mallarının, onlar |
ve uşdud | : gerilme, şiddet, titreme, sıkışma, |
ala kulubi him | : kalbler, onlar |
fe la yuminû | : böylece, artık yok, iman, mümin, emin olan |
hattâ yerevu | : hatta, bile, görseler bile, |
el azap el elim | : azap, sıkıntı, azap, elim, acı |
88- Mûsâ dedi ki: Rabbimiz! Muhakkak ki sen her şeyi verensin. Firavun ve onun ileri gelenleri yaşamlarında zinetler ve mallar edindiler. Rabbimiz! Onlar senin yolunun hakikatlerinden saptılar. Rabbimiz! Onlar mallarının içinde kendilerini mahvettiler ve onların kalblerinde hakikatler için bir titreme de olmadı. Hatta onlar acı sıkıntılar görseler bile inanmadılar.
-89-
قَالَ قَدْ أُجِيبَت دَّعْوَتُكُمَا فَاسْتَقِيمَا وَلاَ تَتَّبِعَآنِّ سَبِيلَ الَّذِينَ لاَ يَعْلَمُونَ
Kâle kad ucîbet davetukumâ festekîmâ ve lâ tettebi ânni sebîlellezîne lâ yalemûn
Kâle kad ucibet | : dedi, oldu, icabet, devam, uyma, |
davet kuma | : davet, sizler |
fe istekîmâ | : istikamet, dosdoğru gitme, hak üzere olma |
ve lâ tettebi | : yok, izleme, tabi olma, uymayın, |
anni | : hakikatlerimizi reddeden, uymayan, uzaklaşan, |
Sebil ellezîne | : yol, o kimseler, |
la yalemûne | : bilmeyen, cahillerin, hakikatleri bilmeyen, |
89- Sizler hakikatlere davet etmeye devam edin ve dosdoğru hareket edin ve hakikatlerimizi reddeden, hakikatlerimizi bilmeyen o kimselerin yoluna tâbi olmayın, diye bildirdik.
-90-
وَجَاوَزْنَا بِبَنِي إِسْرَائِيلَ الْبَحْرَ فَأَتْبَعَهُمْ فِرْعَوْنُ وَجُنُودُهُ بَغْيًا وَعَدْوًا حَتَّى إِذَا أَدْرَكَهُ الْغَرَقُ قَالَ آمَنتُ أَنَّهُ لا إِلِهَ إِلاَّ الَّذِي آمَنَتْ بِهِ بَنُو إِسْرَائِيلَ وَأَنَاْ مِنَ الْمُسْلِمِينَ
Ve câveznâ bi benî isrâîlel bahre fe etbeahum firavnu ve cunûduhu bagyen ve advâ hattâ izâ edrekehul gareku kâle âmentu ennehu lâ ilâhe illellezî âmenet bihî benû isrâîle ve ene minel muslimîn
ve cavezna | : aşılma, yol almak, geçmek, hakikatlerimiz, biz, |
beni İsrail | : İsrailoğulları, hakkın kulları, Yakuboğulları, |
el bahr | : bilgili olan, bilginin yolu, bilge, deniz |
fe etbea-hum firavnu | : böylece, tâbi olma, izleme, onlar, firavun |
ve cunûdhu | : askeri, varlığı, gücü, o, |
bagyen ve adven | : öfke, kin, haset, zulüm, düşmanlık |
Hatta iza edrekehu | : hatta, kadar, idrak, gerçekleşme, yakalama, erişme |
el gareku | : gark olma, boğulmak, cehalet içinde boğulmak, |
Kâle amentum | : dedi, inandım, iman ettim, |
Enne hu la ilahe illa | : muhakkak o, yok, ilah, ancak, sadece, vardır |
ellezi amenet bihi | : o kimse, iman etti, inandı, ona, |
beni israil | : İsrailoğulları, hakkın kulları, Yakuboğulları, |
ve ene min el muslimîne | : ben, teslim olanlardanım, barış ehli olan |
90- Ve İsrailoğulları hakikatlerin bilgileri doğrultusunda hakikatlerimize doğru yol aldılar. Böylece firavun bir öfkeyle ve düşmanlıkla, tüm gücüyle onları izledi, o cehalet halinde boğulmak üzere iken, İsrailoğullarından iman eden o kimselere dedi ki: Ben de inandım, muhakkak ki O’ndan başka ilah yoktur ve ben de teslim olanlardanım.
-91-
آلآنَ وَقَدْ عَصَيْتَ قَبْلُ وَكُنتَ مِنَ الْمُفْسِدِينَ
Âlâne ve kad asayte kablu ve kunte minel mufsidîn
Âlâne | : şimdi, apaçık, aleni, |
ve kad asayte kabl | : oldu, asi, ikilik, önceden |
Ve kunte min el mufsidine | : oldun, ara bozuçu, bozguncu, fesat çıkaran |
91- Önceden ikiliklerde kalmışken ve bozgunculardan olmuşken, şimdi mi?
-92-
فَالْيَوْمَ نُنَجِّيكَ بِبَدَنِكَ لِتَكُونَ لِمَنْ خَلْفَكَ آيَةً وَإِنَّ كَثِيرًا مِّنَ النَّاسِ عَنْ آيَاتِنَا لَغَافِلُونَ
Fel yevme nuneccîke bi bedenike li tekûne limen halfeke âyet ve inne kesîren minen nâsi an âyâtinâ le gâfilûn
fe el yevme | : böylece, bugün, vakit, zaman, her zaman, |
nunecci ke | : bizde necat bulma, kurtuluş, sen |
bi bedeni ke | : ile, vücud, beden, gövde, cisim, çıkar, sen, kendi, |
li tekune li men | : için, olman, kim, kimse, |
halfe ke | : ardından, sonra, sen |
âyeten | : ayet, delil, işaret |
ve inne kesiren | : muhakkak, doğrusu, çoğu, |
min elnas | : insanlar |
an ayati na | : ayetlerimiz, işaret, delil, |
le gafilun | : gercekten, farkında olmayan, habersiz, gafil, dikkatsiz |
92- Sen her zaman bizde necat bulabilirdin, senin bedenin ile sana hakikatlerimiz sunuldu. Bunlar senden sonraki kimselere delil olması içindir. Doğrusu insanların çoğu delillerimize karşı bir gaflet içinde kalıyorlar.
-93-
وَلَقَدْ بَوَّأْنَا بَنِي إِسْرَائِيلَ مُبَوَّأَ صِدْقٍ وَرَزَقْنَاهُم مِّنَ الطَّيِّبَاتِ فَمَا اخْتَلَفُواْ حَتَّى جَاءهُمُ الْعِلْمُ إِنَّ رَبَّكَ يَقْضِي بَيْنَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فِيمَا كَانُواْ فِيهِ يَخْتَلِفُونَ
Ve lekad bevvenâ benî isrâîle mubevvee sıdkın ve razaknâhum minet tayyibât femahtelefû hattâ câehumul ilm inne rabbeke yakdî beynehum yevmel kıyâmeti fî mâ kânû fîhi yahtelifûn
ve lekad bevvena | : andolsun ki, yerleşme, durdukları yer, |
beni israil | : İsrail oğulları, yakubun oğulları, hak yolunda olanlar |
Mubevvee sıdkın | : yerleşme yeri, durdukları yer, içten, samimi, doğru |
ve razakna hum | : rızık, fayda, sağlanan, yarar, nimet, onları, |
min el tayyibat | : tertemiz, güzel, |
fe ma ihtelefu | : böylece, değil, şey, ayrıklık, ikilik, ihtilaf, |
hattâ câe-hum | : olduğunda, hatta, geldi, sunuldu, |
el ilmu | : ilim, bilgi, |
inne rabbe-ke | : muhakkak, doğrusu, Rabbin, |
yakdi | : hüküm, işleyiş, varoluştaki takdir, kesin olan |
Beyne hum | : aralarında, |
yevme el kıyamet | : ölüm vakti, dünyanın sonu, kıyamete kadar |
Fi ma kanu fi hi | : içinde, oldu, onun hakkında, o hakikatler hakkında |
yahtelifûne | : ihtilaf, ayrılık, ikiliğe düştüler, |
93- Doğrusu İsrailoğulları yerleştikleri yerlere Bizi anlayıp yerleştiler ve onlar Bizim hakikatlerimizden tertemiz yararlandılar. Böylece onlara sunulan ilmi anladıkları müddetçe ikiliğe düşmediler. Daha sonra onlar aralarında hakikatler hakkında ikiliğe düştüler, Rabbinin işleyişi hakkında, ölüm onlara gelinceye kadar aralarında tartıştılar.
-94-
فَإِن كُنتَ فِي شَكٍّ مِّمَّا أَنزَلْنَا إِلَيْكَ فَاسْأَلِ الَّذِينَ يَقْرَؤُونَ الْكِتَابَ مِن قَبْلِكَ لَقَدْ جَاءكَ الْحَقُّ مِن رَّبِّكَ فَلاَ تَكُونَنَّ مِنَ الْمُمْتَرِينَ
Fe in kunte fî şekkin mimmâ enzelnâ ileyke feselillezîne yakreûnel kitâbe min kablik lekad câekel hakku min rabbike fe lâ tekûnenne minel mumterîn
fe in kunte fi şekk | : sonra, eğer, sen oldun, şüphe içine, ikilik, |
mimmâ enzel na ileyke | : şeyler, sunduğumuz, indirdiğimiz, sana |
fe eseli ellezine yakreune | : öyleyse, sor, ara, o kimseler, okuma, idrak etme, |
el kitabe min kabli ke | : kitabı, varlık kitabı, ilahi sözler, senden önce |
Lekad cea ke el hakku | : andolsun, geldi, sunuldu, sen, hakikat, gerçek |
min rabbi-ke | : Rabbinin, seni vücudlandıran, |
fe la tekunenne | : öyleyse sakın olma |
min el mumterîne | : şüphe etme, tereddüd, kuşkulanma |
94- Bundan sonra eğer sana sunduğumuz şeyler hakkında içinde bir şüphe olursa, senden önce de o varlık kitabından hakikatleri okuyan o kimselerde araştır. Doğrusu o sana sunulanlar Rabbinin hakikatleridir. Bundan sonra sakın şüphe edenlerden olma.
-95-
وَلاَ تَكُونَنَّ مِنَ الَّذِينَ كَذَّبُواْ بِآيَاتِ اللّهِ فَتَكُونَ مِنَ الْخَاسِرِينَ
Ve lâ tekûnenne minellezîne kezzebû bi âyâtillâhi fe tekûne minel hâsirîn
ve lâ tekûnenne | : yok, olmak, sakın olma |
min ellezine kezzebu | : o kimselerden, yalanlarda kalan, yalanlayan |
bi âyâti Allâh | : Allah’ın ayetleri, işaret, delil, |
Fe tekune min el hasirin | : böylece, yoksa, olursun, kaybeden, hüsrana uğrayan |
95- Allah’ın ayetleri hakkında yalanlarda kalan kimselerden sakın olma. Yoksa kaybedenlerden olursun.
-96-
إِنَّ الَّذِينَ حَقَّتْ عَلَيْهِمْ كَلِمَتُ رَبِّكَ لاَ يُؤْمِنُونَ
İnnellezîne hakkat aleyhim kelimetu rabbike lâ yuminûn
inne ellezine | : muhakkak, o kimseler, yalanlarda kalan kimseler, |
hakkat | : gerçek olan, hakikat |
Aleyhim kelimetu | : üzerlerinde, vücutlarında olan, kelime, tecelliler, |
rabbi ke | : rabbinin |
la yuminûne | : yok, inanma, mümin, emin olma |
96- Muhakkak ki yalanlarda kalan o kimseler, kendi üzerlerinde olan Rabbinin kelimelerinin hakikatlerinden emin olamazlar.
-97-
وَلَوْ جَاءتْهُمْ كُلُّ آيَةٍ حَتَّى يَرَوُاْ الْعَذَابَ الأَلِيمَ
Ve lev câethum kullu âyetin hattâ yerevûl azâbel elîm
ve lev câet-hum | : onlara gelse bile, sunulsa, |
kullu ayet | : bütün, hepsi, ayet, delil |
Hatta yerevu | : hatta, olsa bile, görürler, görseler bile, |
el azab el elim | : azap, sıkıntı, acı, elim |
97- Onlara bütün deliller sunulduğu hâlde, hatta acı sıkıntılar görseler bile emin olamazlar.
-98-
فَلَوْلاَ كَانَتْ قَرْيَةٌ آمَنَتْ فَنَفَعَهَا إِيمَانُهَا إِلاَّ قَوْمَ يُونُسَ لَمَّآ آمَنُواْ كَشَفْنَا عَنْهُمْ عَذَابَ الخِزْيِ فِي الْحَيَاةَ الدُّنْيَا وَمَتَّعْنَاهُمْ إِلَى حِينٍ
Fe lev lâ kânet karyetun âmenet fe nefeahâ îmânuhâ, illâ kavme yûnus lemmâ âmenû keşefnâ anhum azâbel hızyi fîl hayâtid dunyâ ve meta nâ hum ilâ hîn
Fe lev la kanet | : bundan sonra, fakat, eğer, yok, olsada, olmadı, |
Karyetun | : bir ülke, belde, bulundukları yer, |
amenet | : iman eden, inanan |
fe nefea ha imanu ha | : böylece, fayda, yarar sağladı, ona, inanması, imanı |
İlla kavme Yûnus | : ancak, hariç, başka, Yûnus kavmi |
Lemmâ amenu keşef na | : olduğu zaman, olunca, inanma, keşif, ortaya çıkarma, biz |
An hum azâbe | : onlardan, azap, sıkıntı, |
el hızyi | : düşük, aşağılayıcı, yazık, ayıp, |
fî el hayâti ed dunyâ | : dünya hayatında |
ve meta na hum | : meta, geçim, yararlanmak, biz, onlar |
İlâ hin | : belli bir zaman, bir süre, geçici |
98- Fakat bulundukları yerlerde eğer iman edenlerden olsalardı, onlar imanlarından dolayı fayda bulurlardı. Yunus’un kavmi başka! Onlar Bizi anlayıp inandıklarında, yaşamlarında müşküllü hallerden kurtuldular ve onlar Bizim hakikatlerimizden yararlandılar.
-99-
وَلَوْ شَاء رَبُّكَ لآمَنَ مَن فِي الأَرْضِ كُلُّهُمْ جَمِيعًا أَفَأَنتَ تُكْرِهُ النَّاسَ حَتَّى يَكُونُواْ مُؤْمِنِينَ
Ve lev şâe rabbuke le âmene men fîl ardı kulluhum cemîâ e fe ente tukrihun nâse hattâ yekûnu muminîn
Ve lev şae rabbuke | : eğer, istek, arzu, Rabbin, |
le amen | : elbette, imanma, iman etme |
Men fi el ardı | : kim, kimse, yeryüzünde |
Kullu hum cemian | : hepsi, bütünü, onlar, tüm insanlar, topluca, birlik |
e fe ente te | : öyleyse, artık, sen, |
kerihu el nas | : kerih görme, küçük, pis, çirkin, insanlar, |
Hatta yekunu muminine | : hatta, bile, hemde, ayrıca, olurlar, müminler |
99- Eğer isteselerdi yeryüzündeki bütün insanlar birliği anlarlar, elbette Rabbine iman ederlerdi. Öyleyse sen; insanları küçük görmeden hakikatleri anlat, hatta müminlerden oluncaya kadar.
-100-
وَمَا كَانَ لِنَفْسٍ أَن تُؤْمِنَ إِلاَّ بِإِذْنِ اللّهِ وَيَجْعَلُ الرِّجْسَ عَلَى الَّذِينَ لاَ يَعْقِلُونَ
Ve mâ kâne li nefsin en tumine illâ bi iznillâh ve yecalur ricse alellezîne lâ yakılûn
ve mâ kâne li nefsin | : olmadı, olmaz, nefs için, kendi için, çıkarı için |
en tumine | : inanması, mümin olması |
İlla bi izni Allâh | : ancak, sadece, yetkili olan, izin, Allah |
ve yecalu | : üretir, kılma, yapar, verir, |
el ricse | : pislik, kirlilik, cehaletin kirliliği, |
ala ellezine lâ yakılûne | : üzerine, o kimseler, yok, akıl, akıl etmeyen kimseler |
100- Kendi çıkarı için iman etmek olmaz. Tüm varlıkta yetkili olan ancak Allah’tır. Aklını çalıştırmayan kimseler, cehaletin pisliklerini üretirler.
-101-
قُلِ انظُرُواْ مَاذَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَمَا تُغْنِي الآيَاتُ وَالنُّذُرُ عَن قَوْمٍ لاَّ يُؤْمِنُونَ
Kulinzurû mâzâ fîs semâvâti vel ard ve mâ tugnîl âyâtu ven nuzuru an kavmin lâ yuminûn
Kul unzur ma za | : anlat, bakın görün, anlayın, ne var |
fî es semâvâti ve fi el ard | : göklerde ve yerde |
ve ma tugni el ayet | : değil, fayda, zenginlik, ayetler, işaret |
ve en nuzuru | : hakikatleri açıklamalar, uyarmalar |
an kavmin la yuminun | : kavminden, kavme, kimseler, yok, inanma, iman etmeyen |
101- De ki: Yerlerde ve göklerde olanlara bakın görün, anlayın. Fakat inanmayan kimselere ayetleri açıklamak, uyarmak bir fayda vermez.
-102-
فَهَلْ يَنتَظِرُونَ إِلاَّ مِثْلَ أَيَّامِ الَّذِينَ خَلَوْاْ مِن قَبْلِهِمْ قُلْ فَانتَظِرُواْ إِنِّي مَعَكُم مِّنَ الْمُنتَظِرِينَ
Fe hel yentezırûne illâ misle eyyâmillezîne halev min kablihim kul fentezırû innî meakum minel muntezirîn
fe hel yentezırune | : artık, yoksa, bakıp gözlemlemez lermi? Beklemek, |
İlla misle eyyâmi | : ancak, sadece, benzeri, gibi, hayırlı, güzel, günler |
ellezîne halev min kabl him | : o kimseler, yoksun, mahrum, gelip geçen, önce, onlar |
Kul fe intezıru | : de, söyle, artık, bakıp gözlemleyin, bekleyin |
İnni mea-kum | : ben, sizinle beraber |
min el muntezirîne | : bakıp gözlemleyen, bekleyenlerden |
102- Artık o benzeri güzellikleri bakıp ta gözlemlemezler mi? Onlardan önce gelip geçen o hallerde olan kimseler de hakikatleri anlamaktan mahrum kaldılar. De ki: Artık bakıp gözlemleyin. Ben de sizinle beraber bakıp gözlemlemekteyim.
-103-
ثُمَّ نُنَجِّي رُسُلَنَا وَالَّذِينَ آمَنُواْ كَذَلِكَ حَقًّا عَلَيْنَا نُنجِ الْمُؤْمِنِينَ
Summe nuneccî rusulenâ vellezîne âmenû kezâlik hakkan aleynâ nuncil muminîn
Summe nunecci | : sonra, bizde necat bulan, kurtuluş, |
resul na | : resul, biz, bizi anlatan, hakikatlerimiz, |
Ve ellezine âmenû | : iman edenler, |
Kezâlike hakkan aleyna | : böylece, hakikat, gerçek, doğru, bize, biz |
Nunci el muminine | : kurtarmamız, bizde necat bulma, müminler |
103- Sonra hakikatlerimizi gösterenler ve iman edenler Bizde necat buldular. İşte müminler hakikatlerimizi anlayıp Bizde necat bulanlardır.
-104-
قُلْ يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِن كُنتُمْ فِي شَكٍّ مِّن دِينِي فَلاَ أَعْبُدُ الَّذِينَ تَعْبُدُونَ مِن دُونِ اللّهِ وَلَكِنْ أَعْبُدُ اللّهَ الَّذِي يَتَوَفَّاكُمْ وَأُمِرْتُ أَنْ أَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ
Kul yâ eyyuhen nâsu in kuntum fî şekkin min dînî fe lâ abudullezîne tabudûne min dûnillâhi ve lâkin abudullâhellezî yeteveffâkum ve umirtu en ekûne minel muminîn
kul yâ eyyuhâ en nâsu | : anlat, söyle, de, ey insanlar |
in kuntum fi şekkin | : eğer siz iseniz, şüphe içindeyseniz |
min dini | : din hakkında, varlığın yaratılış yasaları |
fe lâ abudu | : yok, kulluk, tapmayın |
ellezîne tabudûn | : kimselere, şeylere, kul olduklarınız, taptıklarınız, |
min duni Allah | : Allah’tan başka |
Ve lakin abudu Allâh | : lakin, fakat, ancak, kulluk, Allah |
ellezi yeteveffâ-kum | : o kimseler, sevgi bağlılığı, teslim olma, |
ve emr tu en nekune | : emr, iş, hüküm, ben, olmak, olmakla |
min el muminîne | : müminlerden, emin olanlardan |
104- De ki: Ey insanlar! Varlığın yaratılış yasaları hakkında eğer şüpheler içindeyseniz, artık Allah’ı bırakıp ta kul olduğunuz şeylere kul olmayın. Fakat Allah’ın kulu olduğunuzu anlarsanız, sizler sevgi üzere olan kimselerden olursunuz ve ben müminlerden olmakla emrolundum, dersiniz.
-105-
وَأَنْ أَقِمْ وَجْهَكَ لِلدِّينِ حَنِيفًا وَلاَ تَكُونَنَّ مِنَ الْمُشْرِكِينَ
Ve en ekim vecheke lid dîni hanîfâ ve lâ tekûnenne minel muşrikîn
ve en ekim veche ke | : yöneltmek, yönelt, çevir, yüzünü, |
li ed dini | : din, varlığın yaratılış yasaları, |
hanifa | : Tevhid üzere, varlığın tekliği |
ve la tekunne | : sakın olma, |
mil el müşrikin | : ortak koşan, kendine varlık isnat etme |
105- Yüzünü Tevhid üzere varlığın yaratılış yasalarına çevir ve sakın ortak koşanlardan olma.
-106-
وَلاَ تَدْعُ مِن دُونِ اللّهِ مَا لاَ يَنفَعُكَ وَلاَ يَضُرُّكَ فَإِن فَعَلْتَ فَإِنَّكَ إِذًا مِّنَ الظَّالِمِينَ
Ve lâ tedu min dûnillâhi mâ lâ yenfeuke ve lâ yadurruk fe in fealte fe inneke izen minez zâlimîn
ve la tedu min duni Allah | : yok, yönelme, tapma, dua etme, Allah’tan başka |
ma la yenfeu-ke | : sana faydası olmayan, |
ve lâ yadurru-ke | : seni koruyamayan |
fe in fealte | : böylece, bundan sonra, eğer yapacak olursan, yaparsan |
fe inne-ke | : o zaman, muhakkak, sen |
İzen min ez zalimine | : o zaman, bu durumda, zulmedenlerden |
106- Allah’ı bırakıp ta, sana bir faydası olmayan ve seni koruyamayan zanna dayalı şeylere yönelme. Eğer böyle yaparsan, o zaman sen muhakkak ki zalimlerden olursun.
-107-
وَإِن يَمْسَسْكَ اللّهُ بِضُرٍّ فَلاَ كَاشِفَ لَهُ إِلاَّ هُوَ وَإِن يُرِدْكَ بِخَيْرٍ فَلاَ رَآدَّ لِفَضْلِهِ يُصَيبُ بِهِ مَن يَشَاء مِنْ عِبَادِهِ وَهُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ
Ve in yemseskallâhu bidurrin fe lâ kâşife lehu illâ hûve ve in yuridke bi hayrin fe lâ râdde li fadlih yusîbu bihî men yeşâu min ibâdih ve huvel gafûrur râhîm
ve in yemses ke Allâh | : eğer dokunursa, isabet, gelirse, Allah |
bi durrin | : koruma, ev, darlık, sıkıntı, müşkül, |
fe la kaşif lehu | : artık, yok, bulucu, ortaya çıkaran, onu, |
illa huve | : ondan başka, ancak o, |
ve in yurid-ke bi hayrin | : eğer, istek, irade, sen, hayırlı, iyi olan |
fe lâ radde | : artık, yok, red, geri çevirme, iade, |
li fadli hi | : lutüf, fazilet, nitelik, değer, o, |
Yusibu bihi | : isabet, değmesi, tecelliler, hissiyat, ona, kendine, |
Men yeşau | : kim, kimse, ister, isteyen, |
min ibâdi-hi | : kulluk, o, kullarından, |
ve huve el gafur | : o, mağfiret eden, arındıran, |
el rahim | : tüm varlığı özünden var eden, rahim |
107- Eğer sana Allah hakkında bir müşkül gelirse, artık O’ndan başka O’nun hakikatini ortaya koyacak yoktur. Eğer sendeki istek hayr üzere ise, artık o lütfu engelleyecek yoktur. O’nun kulu olduğunu anlamak isteyen, O’nu kendinde hisseder ve mağfiret edenin, tüm varlığı özünden varedenin O olduğunu anlar.
-108-
قُلْ يَا أَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءكُمُ الْحَقُّ مِن رَّبِّكُمْ فَمَنِ اهْتَدَى فَإِنَّمَا يَهْتَدِي لِنَفْسِهِ وَمَن ضَلَّ فَإِنَّمَا يَضِلُّ عَلَيْهَا وَمَا أَنَاْ عَلَيْكُم بِوَكِيلٍ
Kul yâ eyyuhen nâsu kad câekumul hakku min rabbikum, fe men ihtedâ fe innemâ yehtedî li nefsih ve men dalle fe innemâ yadıllu aleyhâ ve mâ ene aleykum bi vekîl
kul yâ eyyuhâ en nâsu | : anlat, söyle, de, ey insanlar |
kad câe-kum el hakk | : oldu, geldi, sunuldu, size, hakikatler, gerçekler |
min rabbi-kum | : Rabbiniz, sizi vücudlandıran |
fe men ihteda | : bundan sonra, kim hakka yol bulursa, hidayet |
fe innemâ yehtedi | : o ancak, muhakkak, yol bulur, |
li nefs hi | : kendi nefsi için, kendisi için, |
ve men dalle | : kim, hakikatlerden saparsa |
Fe innema yadıllu aleyha | : ancak, hakikatlerden sapmak, onun, kendi aleyhine |
ve mâ ene aleykum | : ben değilim, size, üzerinize, |
bi vekil | : vekil, yetkili olan, sorumlu, |
108- De ki: Ey insanlar! Rabbinizin hakikatleri size sunulduğunda, bundan sonra kim hakka yol bulursa, böylece ancak kendisi için yol bulmuş olur ve kim hakikatlerden saparsa, böylece ancak kendi aleyhine sapmış olur ve ben sizin üzerinizde yetkili olan değilim.
-109-
وَاتَّبِعْ مَا يُوحَى إِلَيْكَ وَاصْبِرْ حَتَّىَ يَحْكُمَ اللّهُ وَهُوَ خَيْرُ الْحَاكِمِينَ
Vettebi mâ yûhâ ileyke vasbir hattâ yahkum allâh ve huve hayrul hâkimîn
ve ittebi | : tâbi ol, izle, uy, |
ma yuha ileyke | : vahyolunan şeye, sunulan, sana |
ve ısbir | : sabret, kadar, |
hatta yahkumu Allah | : hatta, kadar, hüküm, yerli yerine koyan, hâkim, Allah |
ve huve hayru | : o, hayırlı olan, faydalı, |
el hakimine | : hâkim olan, her şeye hâkim olan, hikmet sahibi, |
109- Sana vahyolunan şeye tâbi ol. Bütün varlığa hâkim olan Allah’ı anlayıncaya kadar sabırlı ol ve O hüküm ve hikmetiyle hayırlı olandır.