YÛSUF SÛRESİ
1
الر تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ الْمُبِينِ
Elif lâm râ tilke âyâtul kitâbil mubîn
Elif, lâm, râ, | : Elif, Lam, Ra, Hakk, Halk, Fiil |
Tilke | : bunlar, bu, işte bu, şu görünen, |
âyet | : âyet, işaret, delil, varlıktaki işaretler, nitelikler |
el kitâb | : tüm varlık bir kitap, yazılı olan, ilmi gösteren, |
1- Meâli: Elif, Lam, Ra. Tüm varlık işaretleriyle apaçık bir kitaptır.
2
إِنَّا أَنزَلْنَاهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا لَّعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ
İnnâ enzelnâhu kurânen arabiyyen le allekum takılûn
innâ enzelnâ hu | : biz, indirdik, sunduk, onu, |
Kur’ân | : okunan şey, kâinat kitabı, ilahi sözler, |
arabiyyen | : anlaşılır olarak, Arapça olarak, kendi dilinden sesleniş |
lealle-kum | : umulur ki siz, |
2- Meâli: Muhakkak ki Biz tüm kâinat kitabını anlaşılır bir halde sunduk. Umulur ki siz düşünür anlarsınız.
3
نَحْنُ نَقُصُّ عَلَيْكَ أَحْسَنَ الْقَصَصِ بِمَا أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ هَذَا الْقُرْآنَ وَإِن كُنتَ مِن قَبْلِهِ لَمِنَ الْغَافِلِينَ
Nahnu nakussu aleyke ahsenel kasası bimâ evhaynâ ileyke hâzel kurâne ve in kunte min kablihî le minel gâfilîn
Nahnu nakussu aleyke | : biz, kıssa, nakletme, kıssa, ders alınacak hikâye, sana |
ahsene | : güzel, güzellikler, hasenet, içinde incelikler olan, değerler |
el kasası | : kıssa, hikâye, olay, izleri takip etmek, mesajlar sunan |
bimâ evhaynâ | : içeren, dâhil, şey ile, vahyettik, bildirdik, haydan sunduk |
İleyke hâze el kurâne | : sana, bu Kur’ân, okunan şey, bildirilen şey, |
Ve in kunte min kabli-hî | : sen öyle idin, ondan önce, daha önce |
3- Meâli: Sana kıssaların içinde güzel dersler sunuyoruz, bu okunan şeylerle hakikatleri bildiriyoruz ve sen daha önce bunları bilenlerden değildin.
4
إِذْ قَالَ يُوسُفُ لِأَبِيهِ يَا أَبتِ إِنِّي رَأَيْتُ أَحَدَ عَشَرَ كَوْكَبًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ رَأَيْتُهُمْ لِي سَاجِدِينَ
İz kâle yûsufu li ebîhi yâ ebeti innî re eytu ehade aşere kevkeben veş şemse vel kamere re eytuhum lî sâcidîn
iz kâle Yûsuf li ebî hi | : dediği zaman, demişti, Yûsuf, babasına |
yâ ebeti | : ey babacığım, |
innî reeytu | : ben gördüm |
ehade aşere kevkeben | : on bir yıldız, ışığı yansıtan, her bir cüz, |
ve el şemse ve el kamer | : güneş ve ay |
reeytu-hum | : onları gördüm, |
li sâcidîn | : bana secde edenler, her şeyiyle teslim olan, |
4- Meâli: Yûsuf babasına demişti ki: Ey babacığım! Ben on bir yıldızı ve güneşi ve ayı bana secde ediyorlar olarak gördüm.
5
قَالَ يَا بُنَيَّ لاَ تَقْصُصْ رُؤْيَاكَ عَلَى إِخْوَتِكَ فَيَكِيدُواْ لَكَ كَيْدًا إِنَّ الشَّيْطَانَ لِلإِنسَانِ عَدُوٌّ مُّبِينٌ
Kâle yâ buneyye lâ taksus ru’yâke alâ ihvetike fe yekîdû leke keydâ inneş şeytâne lil insâni aduvvun mubîn
Kâle ya buneyye | : dedi, ey oğlum, |
lâ taksus | : anlatma, nakletme |
ruya ke | : vizyon, ileri görüş, rüyanı, gördüklerini, |
alâ ihveti ke | : kardeşlerine |
fe yekîdû leke | : sonra, yaparlar, kurarlar, |
keydâ | : hile, oyun, aldatmak, mücadele |
inne el şeytân | : muhakkak ki, şeytan, şeytani haller, kötülük, zulüm, |
li el insân | : insan için |
Aduvvun mubînun | : düşman, apaçık, |
5- Meâli: Dedi ki: Ey oğlum! Rüyanı kardeşlerine anlatma. Sonra sana oyun yaparlar. Muhakkak ki şeytani haller insan için apaçık düşmandır.
6
وَكَذَلِكَ يَجْتَبِيكَ رَبُّكَ وَيُعَلِّمُكَ مِن تَأْوِيلِ الأَحَادِيثِ وَيُتِمُّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكَ وَعَلَى آلِ يَعْقُوبَ كَمَا أَتَمَّهَا عَلَى أَبَوَيْكَ مِن قَبْلُ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْحَقَ إِنَّ رَبَّكَ عَلِيمٌ حَكِيمٌ
Ve kezâlike yectebîke rabbuke ve yu allimuke min tevîlil ehâdîsi ve yutimmu nimetehu aleyke ve alâ âli yakûbe kemâ etemmehâ alâ ebeveyke min kablu ibrâhîme ve ishâk inne rabbeke alîmun hakîm
ve kezâlike yectebîke | : işte böylece, seçicilik, fark etmek, tâbi olmak, |
rabbuke | : Rabbin, seni vücûdlandıran, |
ve yuallimu-ke | : öğretecek, sana |
Min tevîl | : tevîl, yorum, aslına ulaştıran, gerçeği gösteren |
el hâdîsi | : sözler, olaylar, davranışlar, hadise, |
ve yutimmu | : tamamlayacak, |
Nimete hu aleyke | : nimetini, lütûf, ihsan, o, sana |
ve ala âli Yâ’kûbe | : üzerine, Yakûb ailesi, soyu, |
Kemâ etemme ha | : gibi, onu, tamamladı |
alâ ebevey-ke | : ebeveynine, ataları, anne baba, sen |
Min kabl İbrâhîm ve İshâk | : daha önce, İbrâhîm ve İshâk |
İnne rabbeke | : muhakkak, Rabbin, seni vücûdlandıran, |
âlim hâkim | : ilmin sahibi, hâkim olan, ilmiyle hâkim olan, |
6- Meâli: İşte böylece sen, seni vücudlandırana tâbi olacaksın ve sözlerin yorumu sana öğretilecek ve senin üzerindeki O’nun nimetlerini anlamayı tamamlayacaksın. Daha önceki senin atalarından olan İbrahim ve İshak’ında tamamladığı gibi, Yakub ailesi de hakikatleri anlamayı tamamlayacak. Muhakkak ki seni vücudlandıran, tüm varlığa ilmiyle de hâkim olandır.
7
لَّقَدْ كَانَ فِي يُوسُفَ وَإِخْوَتِهِ آيَاتٌ لِّلسَّائِلِينَ
Le kad kâne fî yûsufe ve ihvetihî âyâtun lis sâilîn
Lekad kane fi Yûsuf | : andolsun, doğrusu, gerçek şu ki, oldu, Yûsuf |
ve ihvetihî | : kardeşleri, eş, dost, aynı bağla bağlı, birbirine bağlı |
âyet | : âyetler, işaretler, delil, izler |
li el sâilîn | : soran, arayan için, hakikatleri araştıran, |
7- Meâli: Doğrusu Yûsuf ve kardeşlerinin hakikatlerini araştıranlar için işaretler vardır.
8
إِذْ قَالُواْ لَيُوسُفُ وَأَخُوهُ أَحَبُّ إِلَى أَبِينَا مِنَّا وَنَحْنُ عُصْبَةٌ إِنَّ أَبَانَا لَفِي ضَلاَلٍ مُّبِينٍ
İz kâlû le yûsufu ve ehûhu ehabbu ilâ ebînâ minnâ ve nahnu usbeh inne ebânâ le fî dalâlin mubîn
iz kâlû le Yûsuf ve ebûhu | : dediler ki, elbette Yûsuf ve kardeşi |
Ehabbu | : daha sevgili, muhabbetli, |
ilâ ebînâ minnâ | : babamıza, bizden |
ve nahnu usbeh | : biz, takım, grup, hizip, çokluk, daha çok, topluluk |
İnne ebâ nâ | : elbette, muhakkak, babamız |
le fî dalâlin mubîn | : elbette içindedir, yanılgı, hata, dalalet, apaçık |
8- Meâli: Dediler ki: Babamız, Yûsuf ve kardeşini, biz bir gurup olduğumuz halde bizden daha çok seviyor, elbette babamız apaçık bir hata içindedir.
9
اقْتُلُواْ يُوسُفَ أَوِ اطْرَحُوهُ أَرْضًا يَخْلُ لَكُمْ وَجْهُ أَبِيكُمْ وَتَكُونُواْ مِن بَعْدِهِ قَوْمًا صَالِحِينَ
Uktulû yûsufe evitrahûhu ardan yahlu lekum vechu ebîkum ve tekûnû min badihî kavmen sâlihîn
Utkulû Yûsuf | : öldürün, ortadan kaldırın, kesin, yok edin, Yûsuf |
ev itrahû hu ardan | : veya onu atın, bırakın, yer, arazi, |
Yahlu lekum | : hâl, sevgi, dost olur, size, |
vechu ebî kum | : yüz, yön, yönelmek, babanız |
Ve tekûnû min badi hî | : olun, yapın, olursunuz, ondan sonra |
Kavmen sâlihîn | : kavim, topluluk, iyilerden, Salihlerden |
9- Meâli: Onlardan biri dedi ki: Yûsuf’u öldürün ya da onu bir araziye bırakın. Böylece babanızın sevgisi yalnız size yönelir ve ondan sonra siz ona iyi bir topluluk olursunuz.
10
قَالَ قَآئِلٌ مَّنْهُمْ لاَ تَقْتُلُواْ يُوسُفَ وَأَلْقُوهُ فِي غَيَابَةِ الْجُبِّ يَلْتَقِطْهُ بَعْضُ السَّيَّارَةِ إِن كُنتُمْ فَاعِلِينَ
Kâle kâilun minhum lâ taktulû yûsufe ve elkûhu fî gayâbetil cubbi yeltekithu badus seyyâreti in kuntum fâilîn
Kâle kâilun minhum | : dedi, birisi, söyleyen, sözcü, bir söyleyen, onlardan |
lâ taktulû Yûsuf | : öldürmeyin, yok etmeyin, yazık etmeyin, Yûsuf |
Ve elku | : atın, bırakın, |
fi gayâbeti el cubbi | : kuyunun dibine |
Yeltekit hu | : bulma, raslama, o, |
badu el seyyâret | : kervan, bir grup yolcu, yolcu kafilesi |
in kuntum fâilîn | : eğer siz, iseniz, yapanlar |
10- Meâli: Onlardan birisi de dedi ki: Yûsuf’u öldürmeyin, eğer illa bir şey yapacaksanız, onu bir kuyunun dibine bırakın, bir kervan gelir onu bulur.
11-
قَالُواْ يَا أَبَانَا مَا لَكَ لاَ تَأْمَنَّا عَلَى يُوسُفَ وَإِنَّا لَهُ لَنَاصِحُونَ
Kâlû yâ ebânâ mâ leke lâ te’mennâ alâ yûsufe ve innâ lehu lenâsıhûn
Kâlû ya abânâ | : dediler, ey babamız, |
ma leke | : sen değilsin |
lâ temen-nâ | : yok, güvenmek, emin olmak, bizden, |
alâ Yûsuf | : için, hakkında, Yûsuf |
ve innâ lehu | : muhakkak ki biz, onun, |
le nâsıhun | : elbette, nasihat, yardım, iyilik
|
11- Meâli: Dediler ki: Ey babamız! Sen Yûsuf hakkında bize güvenen değilsin. Muhakkak biz onun iyiliğini isteyenlerdeniz.
12-
أَرْسِلْهُ مَعَنَا غَدًا يَرْتَعْ وَيَلْعَبْ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ
Ersilhu ma anâ gaden yerta ve yelab ve innâ lehu lehâfizûn
ersil-hu mea nâ | : onu gönder, bizimle beraber, |
gaden | : yarın, |
Yerta ve yelab | : gezsin yesin ve eğlensin, oynasın |
ve innâ lehu le hâfızûn | : muhakkak biz, onu, elbette koruma, muhafaza etme
|
12- Meâli: Yarın onu bizimle gönder, gezsin yesin ve eğlensin ve biz onu elbette koruruz.
13-
قَالَ إِنِّي لَيَحْزُنُنِي أَن تَذْهَبُواْ بِهِ وَأَخَافُ أَن يَأْكُلَهُ الذِّئْبُ وَأَنتُمْ عَنْهُ غَافِلُونَ
Kâle innî le yahzununî en tezhebû bihî ve ehâfu en yekulehuz zibu ve entum anhu gâfilûn
Kâle inni le yahzunu nî | : dedi, ben, elbette, mahzun olma, üzülme, tedirgin, ben |
en tezhebû bihî | : gitmeniz, onu da, onunla |
Ve ehâfu en yekulehu | : korkarım, onu yemesi, |
el zibu | : bir kurt, cânavar, sinsice gelen, |
ve entum anhu gâfilûn | : siz, ondan, bir gaflette iken, habersiz
|
13- Meâli: Dedi ki: Onu da götürdüğünüzde ben elbette üzülürüm ve siz bir gaflette iken onu bir kurdun yemesinden korkarım.
14-
قَالُواْ لَئِنْ أَكَلَهُ الذِّئْبُ وَنَحْنُ عُصْبَةٌ إِنَّا إِذًا لَّخَاسِرُونَ
Kâlû le in ekelehuz zibu ve nahnu usbetun innâ izen lehâsirûn
Kâlû le in ekele | : dediler, elbette, yerse, yeme, onu, |
el zibu | : bir kurt, cânavar, sinsice gelen, |
ve nahnu usbetun | : biz, gurup, ekip, topluluk |
İnnâ izen le hâsirûne | : biz, o zaman, öyleyse, kaybeden, hüsrana düşenler, âciz
|
14- Meâli: Dediler ki: Biz bir grup iken bir kurt onu yerse, elbette biz hüsrana uğrayanlardan oluruz.
15-
فَلَمَّا ذَهَبُواْ بِهِ وَأَجْمَعُواْ أَن يَجْعَلُوهُ فِي غَيَابَةِ الْجُبِّ وَأَوْحَيْنَآ إِلَيْهِ لَتُنَبِّئَنَّهُم بِأَمْرِهِمْ هَذَا وَهُمْ لاَ يَشْعُرُونَ
Fe lemmâ zehebû bihî ve ecmeû en yecalûhu fî gayâbetil cubb ve evhaynâ ileyhi le tunebbiennehum bi emrihim hâzâ ve hum lâ yeşurûn
fe lemmâ zehebu bihi | : böylece, olduğu zaman, götürme, gitme, onunla, |
Ve ecmeû | : birlikte, topluca, |
en yecalû-hu | : kılmak için, yapmak, bırakmak, o |
Fî gayâbet el cubb | : içinde, içine, dip, derin, kuyu |
ve evhaynâ ileyhi | : biz vahyettik, ona |
le tunebbienne-hum | : mutlaka onlara haber vereceksin |
bi emri-him hâzâ | : işleri, yaptıkları, hükümler, onlar, bu |
Ve hum lâ yeşurûn | : onlar, yok, şuur, tanımama, fakında, farkında değiller
|
15- Meâli: Böylece onunla birlikte, onu bir kuyunun dibine bırakmak amacıyla yola çıktıklarında, onların bu yaptıklarını bir zaman sonra, onlar bir şuursuzluk içindeyken sen onlara haber vereceksin, diye ona vahyettik.
16-
وَجَاؤُواْ أَبَاهُمْ عِشَاء يَبْكُونَ
Ve câû ebâhum işâen yebkûn
ve câû | : geldiler, yaptılar, uydular, |
eba hum | : ata, baba, aslı, onlar, |
işaen yebkun | : akşam vakti, ağlıyorlar, gözyaşı, duygusal
|
16- Meâli: Ve akşam vakti babalarına ağlayarak geldiler.
17-
قَالُواْ يَا أَبَانَا إِنَّا ذَهَبْنَا نَسْتَبِقُ وَتَرَكْنَا يُوسُفَ عِندَ مَتَاعِنَا فَأَكَلَهُ الذِّئْبُ وَمَا أَنتَ بِمُؤْمِنٍ لِّنَا وَلَوْ كُنَّا صَادِقِينَ
Kâlû yâ ebânâ innâ zehebnâ nestebiku ve tereknâ yûsufe inde metâınâ fe ekelehuz zibu ve mâ ente bi mu’minin lenâ ve lev kunnâ sâdikîn
Kâlû ya eba na | : dediler, ey babamız |
innâ zehebnâ nestebiku | : biz, gittik, yarışmak, koşmak, |
ve tereknâ Yûsuf | : bıraktık, terk ettik, Yûsuf, |
inde metâına | : yanına, eşyalarımız, yiyeceklerimiz, dünya malı, |
fe ekele-hu | : böylece, yemiş, o zaman, onu, |
el zibu | : kurt, cânavar, sinsice gelen, |
ve mâ ente bi mu’minin lenâ | : sen değilsin, inanan, bize |
ve lev kunnâ sâdıkîn | : biz olsak bile, doğruyu, doğru söz
|
17- Meâli: Dediler ki: Ey babamız! Biz Yûsuf’u mallarımızın yanına bırakıp yarışmak için gitmiştik, o zaman kurt onu yemiş ve biz doğru söyleyenlerden olsak bile, sen bize inanacak değilsin.
18-
وَجَآؤُوا عَلَى قَمِيصِهِ بِدَمٍ كَذِبٍ قَالَ بَلْ سَوَّلَتْ لَكُمْ أَنفُسُكُمْ أَمْرًا فَصَبْرٌ جَمِيلٌ وَاللّهُ الْمُسْتَعَانُ عَلَى مَا تَصِفُونَ
Ve câû alâ kamîsıhî bi demin kezib kâle bel sevvelet lekum enfusukum emrâ fe sabrun cemîl vallâhul musteânu alâ mâ tesıfûn
ve câû alâ kamîsı hî | : geldiler, üzerinde, gömlek, giysi, |
bi demin kezib | : kan ile, yalancı, sahte |
Kâle bel sevvelet lekum | : dedi, hayır, teşvik etti, sürükledi, sizi |
Enfusu kum emr | : sizin nefsiniz, kendiniz, kişilik, iş, yapılan, hüküm, |
Fe sabrun cemîlun | : artık, sabır, güzel, iyi |
Ve Allah musteânu | : Allah, yardım isteme, istiane, |
Alâ ma tesıfûn | : üzerine, şey, değil, ne, vasıflandırma, anlatma, teessüf, acı şeyler |
18- Meâli: Gömleğin üzerinde sahte bir kan ile geldiler. Dedi ki: Sizin kişiliğiniz sizi böyle bir işe sürükledi. Bundan sonra bana güzelce sabretmek düşer ve anlattığınız acı şeylere karşı Allah’tan yardım isterim.
19-
وَجَاءتْ سَيَّارَةٌ فَأَرْسَلُواْ وَارِدَهُمْ فَأَدْلَى دَلْوَهُ قَالَ يَا بُشْرَى هَذَا غُلاَمٌ وَأَسَرُّوهُ بِضَاعَةً وَاللّهُ عَلِيمٌ بِمَا يَعْمَلُونَ
Ve câet seyyâretun fe erselû vâridehum fe adlâ delveh kâle yâ buşrâ hâzâ gulâm ve eserrûhu bidâah vallâhu alîmun bi mâ yamelûn
ve câet seyyâretun | : geldi, kervan, seyredenler, yolcu kafilesi |
Fe erselû | : sonra, göndermek, irsal, resûl, açığa çıkardı, |
Vâride hum | : sucu, vird, erişen, ulaşan, akla gelen, vâridat, değerler |
Fe adlâ delve-hu | : sonra, sarkıttı, kovasını |
Kâle ya buşrâ | : dedi, ey, ya, müjde, sevinme, |
hâzâ gulâm | : bu, erkek çocuk, kul, köle, emanet |
Ve eserru hu bidaaten | : gizleme, saklama, onu, sermaye, ticaret malı olarak |
Ve Allah âlim | : Allah, ilmin sahibi, ilmiyle var eden, |
bimâ yamelûn | : amelleriniz, yaptığınız şeyler, çalışmalarınız,
|
19- Meâli: Ve bir kervan geldi. Sonra da sucularını gönderdiler, böylece kovasını sarkıttı. Dedi ki: Müjde bu bir erkek çocuk. Onu ticaret malı olarak sakladılar. Allah yaptığınız şeylerdeki ilmin sahibidir.
20-
وَشَرَوْهُ بِثَمَنٍ بَخْسٍ دَرَاهِمَ مَعْدُودَةٍ وَكَانُواْ فِيهِ مِنَ الزَّاهِدِينَ
Ve şerevhu bi semenin bahsin derâhime madûdeh ve kânû fîhi minez zâhidîn
ve şerev-hu | : onu sattılar, |
bi semenin | : bir fiat ile, karşılık, değer, tutar, meni |
Bahsin derâhime | : bahis, bahseden, konu, az, düşük, dirhemler, para, |
madûdet | : birkaç, sayılı, belirli, |
ve kânû fihi min el zâhid | : oldu, idi, ona, zâhid, kendi inancına düşkün olan
|
20- Meâli: Ve onu düşük bir fiyata, birkaç dirheme sattılar. Onu alan zâhidlerdendi.
21-
وَقَالَ الَّذِي اشْتَرَاهُ مِن مِّصْرَ لاِمْرَأَتِهِ أَكْرِمِي مَثْوَاهُ عَسَى أَن يَنفَعَنَا أَوْ نَتَّخِذَهُ وَلَدًا وَكَذَلِكَ مَكَّنِّا لِيُوسُفَ فِي الأَرْضِ وَلِنُعَلِّمَهُ مِن تَأْوِيلِ الأَحَادِيثِ وَاللّهُ غَالِبٌ عَلَى أَمْرِهِ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لاَ يَعْلَمُونَ
Ve kâlellezîşterâhu min mısra limre’etihî ekrimî mesvâhu asâ en yenfeanâ ev nettehizehu veledâ ve kezâlike mekkennâ li yûsufe fîl ardı ve li nuallimehu min tevîlil ehâdîs vallâhu gâlibun alâ emrihî ve lâkinne ekseren nâsi lâ yalemun
ve kâle ellezi işterâ hu | : dedi, o kimse, satın alma, onu |
min mısra | : Mısır’da, |
li imreeti hi ekrimî | : eşine, o, ikram, etmek, güzellikler sunmak, |
mesvâ hu | : mekân, mesken, hane, bulunulan yer, o |
Asâ en yenfea nâ | : belki, umulur, fayda, yarar, bize |
ev nettehize hu | : ya da, edinme, alma, sarma, kucaklama, |
veledâ | : evlat, çocuk, doğan, |
ve kezâlike meken nâ | : böylece, güç sahibi, mekân, yerleşme, yer, biz |
Li Yûsuf | : Yûsuf, |
fî el ardı | : bir yer, toprak, yeryüzünde, |
ve li nuallime-hu | : için, öğretmemiz, öğretelim, ona |
min tevîli | : tevîl, yorum, açıklama, kaynağına götüren yorum |
el ehâdîsi | : hadise, hadis, sözler, olaylar, varlıktaki işleyiş |
ve Allah galibun | : Allah, galip, üstün, her şeye hâkim olan, galebe çalan |
alâ emri hî | : işleyişinde, hükümlerinde, |
ve lâkin ekser el nâsi yâlemun | : lâkin, insanların çoğu, bilemiyorlar, ilim üzere değiller
|
21- Meâli: Mısır’da onu satın alan kişi hanımına dedi ki: Ona iyi bak, belki bize fayda sağlar, ya da onu evlat ediniriz. İşte böylece Yûsuf, o Bizim gücümüze sığınarak ve Bizi bilmesi için, sözlerin hakikatlerinin yorumu için o yerde kaldı. Allah, bütün varlıktaki işleyişiyle bütün varlığa mutlak hâkim olandır, fakat insanların çoğu bilemiyorlar.
22-
وَلَمَّا بَلَغَ أَشُدَّهُ آتَيْنَاهُ حُكْمًا وَعِلْمًا وَكَذَلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ
ve lemma belega eşeddu hu | : erişti, ulaştı, güçlü çağına, ergenlik, olgun, |
âteynâ hû | : ona verdik, sunduk, |
hukmen | : hüküm, değer, hâkim olan, |
ve âlim | : ilmin sahibi, ilmiyle var eden |
ve kezâlike neczi | : işte böyle, karşılık, ceza, |
el muhsinîn | : iyilikte bağışta bulunan, içten samimi, iyi insan, ihsan sahibi, |
22- Meâli: O ergenlik çağına ulaştığında, sunduğumuz hakikatlerle her şeyde mutlak hâkim olanı ve ilmiyle varedeni anladı ve işte böylece Bizi anlamanın karşılığı olarak iyi insanlardan oldu.
23-
وَرَاوَدَتْهُ الَّتِي هُوَ فِي بَيْتِهَا عَن نَّفْسِهِ وَغَلَّقَتِ الأَبْوَابَ وَقَالَتْ هَيْتَ لَكَ قَالَ مَعَاذَ اللّهِ إِنَّهُ رَبِّي أَحْسَنَ مَثْوَايَ إِنَّهُ لاَ يُفْلِحُ الظَّالِمُونَ
Ve râvedethulletî huve fî beytihâ an nefsihî ve gallekatil ebvâbe ve kâlet heyte lek kâle ma âzallâhi innehu rabbî ahsene mesvây innehu lâ yuflihuz zâlimûn
ve râvedet hu elleti huve | : onunla olmak, tatmin, onu istemek, arzu, ki o, onu |
fî beytihâ | : onun evinde, evinin içinde, |
an nefs hî | : onun nefsinden, ondan, |
ve gallekat el ebvâbe | : sımsıkı kapadı, kapılar |
ve kâlet heyte leke | : dedi, hadi gel, sen, |
Kale maâza Allah | : dedi, sığınırım, korusun, Allah |
İnne hu rabbî | : elbette o, rab, efendim, beni vücûdlandıran, |
Ahsen | : güzel, güzelce bakan, iyi olan, |
mesvâye | : hane, ev, barınak |
inne-hu lâ yuflihu | : şüphesiz, o, yok, felah, huzur, kurtuluş, |
el zâlimun | : zalimler, zulmeden, kötülük yapan,
|
23- Meâli: O kimse, evinin içinde ondan yararlanmak istedi ve kapıları sımsıkı kapadı ve dedi ki: Hadi gel. Dedi ki: Allah’a sığınırım, elbette benim efendim bana barınacak yer edindirdi, güzelce baktı, şüphesiz bir zalimlik içinde olan felah bulamaz.
24-
وَلَقَدْ هَمَّتْ بِهِ وَهَمَّ بِهَا لَوْلا أَن رَّأَى بُرْهَانَ رَبِّهِ كَذَلِكَ لِنَصْرِفَ عَنْهُ السُّوءَ وَالْفَحْشَاء إِنَّهُ مِنْ عِبَادِنَا الْمُخْلَصِينَ
Ve le kad hemmet bihî ve hemme bihâ levlâ en reâ burhâne rabbih kezâlike li nasrife anhus sûe vel fahşâ innehu min ibâdinel muhlesîn
ve le kad hemet bihî | : andolsun, doğrusu, arzulayan, istek, onu |
ve hemme bihâ | : istedi, arzuladı, onu |
lev lâ en rea | : şâyet, görmeseydi, |
burhân rabbi hi | : kanıt, hakikatler, delil, rabbi |
Kezâlike li nasrife anhu | : işte böyle, geçirmek için, geçmek, çevrildi, onu, |
el sûe | : fenâlık, kötülük, zararlı olan, |
ve el fahşâ | : fuhuş, çirkinlik, benlik, kendini büyük görme, |
İnnehu min abd na | : muhakkak o, kullarımızdan, |
el muhlesîn | : tüm özüyle bağlı olan
|
24- Meâli: Doğrusu o onu şiddetle istemişti. O Rabbinin hakikatlerini delilleriyle görmemiş olsaydı, o da isteyecekti. İşte böylece o kendini fenâlardan ve kendini büyük görmenin o hâllerinden çevirdi. Muhakkak ki o tüm özüyle Bize bağlı olan kullarımızdandı.
25-
وَاسُتَبَقَا الْبَابَ وَقَدَّتْ قَمِيصَهُ مِن دُبُرٍ وَأَلْفَيَا سَيِّدَهَا لَدَى الْبَابِ قَالَتْ مَا جَزَاء مَنْ أَرَادَ بِأَهْلِكَ سُوَءًا إِلاَّ أَن يُسْجَنَ أَوْ عَذَابٌ أَلِيمٌ
Vestebekâl bâbe ve kaddet kamîsahu min duburin ve elfeyâ seyyidehâ ledel bâb kâlet mâ cezâu men erâde bi ehlike sûen illâ en yuscene ev azâbun elîm
Ve istebekâ el bâbe | : koştular, yöneldiler, kapı |
Ve kadet kamîsahu | : yırtı, onun gömleği, |
min dubur | : arkadan, gerisinden, |
ve elfeyâ seyide hâ | : karşılaştılar, efendisi, yetiştiren, bilge kişi, |
leda el bâb | : kapının yanı, |
Kâlet mâ cezâu | : dedi, ne, değil, şey, karşılık, ceza, |
men erâde | : isteyen kimse, |
bi ehli ke sûen | : senin ailene, kötülük, fenâlık |
İllâ en yuscene | : ancak, zindana atılmak, |
ev azâbun elîm | : ya da azap, eziyet, acı, sıkıntı
|
25- Meâli: Kapıya doğru koştular ve onun gömleğini arkasından yırttı. Onu yetiştiren ile kapının yanında karşılaştılar. Dedi ki: Senin ailene kötülük yapmak isteyenin cezası nedir? Ya zindana atılmaktır ya da acı bir işkence etmektir.
26-
قَالَ هِيَ رَاوَدَتْنِي عَن نَّفْسِي وَشَهِدَ شَاهِدٌ مِّنْ أَهْلِهَا إِن كَانَ قَمِيصُهُ قُدَّ مِن قُبُلٍ فَصَدَقَتْ وَهُوَ مِنَ الكَاذِبِينَ
Kâle hiye râvedetnî an nefsî ve şehide şâhidun min ehlihâ in kâne kamîsuhu kudde min kubulin fe sadekat ve huve minel kâzibîn
Kâle hiye râvedet nî | : dedi, o, o kadın, beni istedi, yararlanmak, |
an nefs | : nefsimden, benden, kendimden, |
ve şehide şâhid | : şahitlik etti, bir şahit, tanık, |
min ehlinâ | : ailesinden, dostundan, aslından |
İn kane kamîsu-hu | : eğer, olduysa, onun gömleği |
Kudde min kubulin | : yırtıldı, önden, önünden |
fe sadekat | : o zaman, artık, doğru söyledi, haklı |
Ve huve min el kâzibîne | : o, bir yalancı, yalan söyleyen, doğru söylemeyen
|
26- Meâli: Dedi ki: O benden yararlanmak istedi. Onun ailesinden bir tanık ona tanıklık etti. Eğer onun gömleği önden yırtılmışsa, o zaman o doğru söylüyor ve diğeri ise doğru söylemiyor.
27-
وَإِنْ كَانَ قَمِيصُهُ قُدَّ مِن دُبُرٍ فَكَذَبَتْ وَهُوَ مِن الصَّادِقِينَ
Ve in kâne kamîsuhu kudde min duburin fe kezebet ve huve mines sâdikîn
ve in kâne kamîsu hu | : eğer olduysa, onun gömleği |
Kudde min duburin | : yırtıldı, arkadan |
fe kezebet | : o zaman, yalan söylemek, doğru söylememe, |
Ve huve min es sâdikîne | : o, doğru söyleyenlerden, sadıklardan
|
27- Meâli: Eğer onun gömleği arkadan yırtılmışsa, o zaman o doğru söylemiyor ve diğeri ise doğru söylüyor
28-
فَلَمَّا رَأَى قَمِيصَهُ قُدَّ مِن دُبُرٍ قَالَ إِنَّهُ مِن كَيْدِكُنَّ إِنَّ كَيْدَكُنَّ عَظِيمٌ
Fe lemmâ reâ kamîsahu kudde min duburin kâle innehu min keydikun inne keydekunne azîm
fe lemmâ reâ | : böylece, gördüğünde, |
kamîsu hu | : onun gömleği |
Kudde min duburin | : yırtılmış, arkadan |
Kâle inne hu min keydikunne | : muhakkak o, tuzak, hile, sizin |
İnne keydekunne azîm | : muhakkak, elbette, tuzağınız, hile, çare, büyük,
|
28- Meâli: Böylece onun gömleğinin arkadan yırtıldığını gördüğünde, dedi ki: Muhakkak o sizin hilelerinizdir, elbette siz büyük hilelerdesiniz.
29-
يُوسُفُ أَعْرِضْ عَنْ هَذَا وَاسْتَغْفِرِي لِذَنبِكِ إِنَّكِ كُنتِ مِنَ الْخَاطِئِينَ
Yûsufu arıd an hâzâ vestagfirî li zenbik inneki kunti minel hâtıîn
Yûsufu arıd an hâzâ | : Yûsuf, tanıtmak, bahsetmek, bırak, bunu, bundan |
ve istagfirî | : bağışlanma, mağfiret iste, arınmak, |
li zenbi ki | : günah, suç, sen |
İnne ki kunte | : muhakkak sen, oldun, |
min el hâtıîne | : günahkâr, hata eden, yoldan sapan
|
29- Meâli: Yûsuf, sen bundan artık bahsetme. Ve diğerine dönerek, sen de günahın için bağışlanma iste, muhakkak ki sen hata edenlerden oldun.
30-
وَقَالَ نِسْوَةٌ فِي الْمَدِينَةِ امْرَأَةُ الْعَزِيزِ تُرَاوِدُ فَتَاهَا عَن نَّفْسِهِ قَدْ شَغَفَهَا حُبًّا إِنَّا لَنَرَاهَا فِي ضَلاَلٍ مُّبِينٍ
Ve kâle nisvetun fîl medînetimreetul azîzi turâvidu fetâhâ an nefsih kad şegafehâ hubbâ innâ le nerâhâ fî dalâlin mubîn
ve kâle nisvet | : dedi, kadınlar, |
fi el medînet | : şehirde |
emreetu el azîzi | : eşi, hanımı, aziz, vezir |
Turâvidu | : etkilenmiş, aşılamak, elde etmek istiyor, |
fetâhâ | : genç, en iyi, dinamik, açan, |
en nefs hi | : nefs, ondan, onun kendinden, nefsinden, kişi, |
Kad şegafe hâ | : olmuş, oldu, onun kâlbine işlemiş, |
hubb | : aşk, sevgi, muhabbet, ilgi, |
İnnâ le nerâ hâ | : biz, onu görüyoruz |
fî dalâlin mubîn | : bir sapıklık içinde, dalalet, apaçık
|
30- Meâli: Şehirdeki bazı kadınlar: Vezirin hanımı, yanındaki gençten etkilenip onu elde etmek istemiş, onun aşkı kâlbine işlemiş, biz onu apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz, dediler.
31-
فَلَمَّا سَمِعَتْ بِمَكْرِهِنَّ أَرْسَلَتْ إِلَيْهِنَّ وَأَعْتَدَتْ لَهُنَّ مُتَّكَأً وَآتَتْ كُلَّ وَاحِدَةٍ مِّنْهُنَّ سِكِّينًا وَقَالَتِ اخْرُجْ عَلَيْهِنَّ فَلَمَّا رَأَيْنَهُ أَكْبَرْنَهُ وَقَطَّعْنَ أَيْدِيَهُنَّ وَقُلْنَ حَاشَ لِلّهِ مَا هَذَا بَشَرًا إِنْ هَذَا إِلاَّ مَلَكٌ كَرِيمٌ
Fe lemmâ semiat bi mekrihinne erselet ileyhinne ve atedet lehunne muttekeen ve âtet kulle vâhidetin minhunne sikkînen ve kâletihruc aleyhinn fe lemmâ reeynehû ekbernehu ve kattane eydiyehunne ve kulne hâşe lillâhi mâ hâzâ beşerâ in hâzâ illâ melekun kerîm
fe lemmâ semiat | : böylece, olduğu zaman, işitti, |
bi mekr hin | : dedikodu, sinsilik, hile, çare, |
Erselet ileyhinne | : gönderdi, haber gönderdi, onlara |
ve âtedet lehunne | : hazırladı, onlar için, |
muttekeen | : karşılıklı oturacak yer |
ve âtet kule vâhidet | : verdi, hepsine birden |
min hunne sikkînen | : onlara, bir bıçak |
ve kâlet ihruc aleyhinne | : dedi, çık ortaya, onlara |
fe lemmâ reeyne hû | : o zaman, olduğunda, gördüler, onu, |
ekberne hû | : büyük, yüce, güzellik, muhteşem, o |
Ve katta ne eydiye hunne | : kestiler, ellerini, onlar |
ve kulne haşe li Allah | : dediler, asla, öyle değil, olmaz, Allah için |
Mâ hâzâ beşer | : değil, bu, beşer, |
in hâzâ | : bu olsa, |
illa melek kerîm | : ancak, melek, güç kuvve, asil, üstün |
31- Meâli: Böylece o, onların dedikodularını işitince; onlara bir haber gönderdi, onlar için karşılıklı oturacakları yer düzenledi ve onların her birine bir bıçak verdi ve ona dedi ki: Ortaya çık. Böylece onu; bir yücelik, bir güzellik içinde gördüklerinde, onlar ellerini kestiler ve dediler ki: Aman Allah’ım! Bu bir beşer olamaz, olsa olsa ancak asil bir melek olur.
32-
قَالَتْ فَذَلِكُنَّ الَّذِي لُمْتُنَّنِي فِيهِ وَلَقَدْ رَاوَدتُّهُ عَن نَّفْسِهِ فَاسَتَعْصَمَ وَلَئِن لَّمْ يَفْعَلْ مَا آمُرُهُ لَيُسْجَنَنَّ وَلَيَكُونًا مِّنَ الصَّاغِرِينَ
Kâlet fe zâlikunnellezî lumtunnenî fîh ve lekad râvedtuhu an nefsihî festasam ve lein lem yefal mâ âmuruhu le yuscenenne ve leyekûnen mines sâgırîn
Kâlet fe zâlikunne | : dedi, işte bu, |
ellezî lumtunne-nî fihi | : beni kınadığınız kimse, o konuda, onun hakkında |
Ve lekad râvedtu-hu | : andolsun, gerçek şu ki, elde etmek istedim, |
an nefsi-hî | : onun nefsinden, kendinden |
fe istasame | : fakat o, şiddetle sakındı, istemedi |
ve lein lem yefal | : eğer, yapmazsa |
mâ emr hu | : şey, değil, emir, hüküm, kanun, ona |
le yuscenenne | : elbette, zindana atılacak |
ve le yekûne | : mutlaka, elbette, olacak, olarak, |
min el sâgırin | : küçük düşen, aşağılanan, kaybeden,
|
32- Meâli: Dedi ki: İşte o konuda beni kınadığınız o kimse budur. Gerçek şu ki ben onu elde etmek istedim, fakat o şiddetle sakındı ve eğer o benim emrime uymazsa, o elbette zindana atılacak ve küçük düşenlerden olacak.
33-
قَالَ رَبِّ السِّجْنُ أَحَبُّ إِلَيَّ مِمَّا يَدْعُونَنِي إِلَيْهِ وَإِلاَّ تَصْرِفْ عَنِّي كَيْدَهُنَّ أَصْبُ إِلَيْهِنَّ وَأَكُن مِّنَ الْجَاهِلِينَ
Kâle rabbis sicnu ehabbu ileyye mimmâ yedûnenî ileyhi ve illâ tasrif annî keydehunne asbu ileyhinne ve ekun minel câhilîn
Kâle rabbi el sicnu | : dedi, rabbim, zindan, hapishane |
Ehabbu ileyye | : daha sevimlidir |
mimmâ yedûne ileyhî | : şeyden, davet, çağırma, ona |
ve illâ tasrif annî | : ancak, başka, çevir, uzaklaştır, benden |
Keydehunne | : hileleri, karanlık emel, onların, |
asbu ileyhinne | : dökmek, kaymak, meyletmek, yönelmek, onlara |
Ve ekun min el câhilîn | : olurum, cahillerden, bilmeyenlerden,
|
33- Meâli: Yûsuf dedi ki: Rabbim! Zindan onların beni davet ettiği şeyden daha sevimlidir, onların karanlık emellerinden beni uzak tut, yoksa onlara meylederim ve cahillerden olurum.
34-
فَاسْتَجَابَ لَهُ رَبُّهُ فَصَرَفَ عَنْهُ كَيْدَهُنَّ إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ
Festecâbe lehu rabbuhu fe sarefe anhu keydehunn innehu huves semîul alîm
fe istecâbe lehu | : böylece cevap buldu, icabet etti, uydu |
rabbu hu | : rabbine, onu vücûdlandırana, |
fe sarefe anhu | : böylece uzaklaştırdı, çevirdi, ondan, |
keydehunne | : hile, tuzak, karanlık emel, çare, onlar, |
İnnehu huve el semî | : muhakkak o, işittiren |
el âlim | : ilmiyle var eden, imin sahibi
|
34- Meâli: Böylece o, Rabbine uyanlardan oldu. Sonra da onların hilelerinden uzak durdu. Muhakkak ki O işittirendir, ilmin sahibidir.
35-
ثُمَّ بَدَا لَهُم مِّن بَعْدِ مَا رَأَوُاْ الآيَاتِ لَيَسْجُنُنَّهُ حَتَّى حِينٍ
Summe bedâlehum min badi mâ raevul âyâti le yescununnehu hattâ hîn
Summe bedâle hum | : sonra, göründü, uygun, onlara |
min badi mâ raevu | : ondan sonra, gördükleri şey, |
el âyet | : delil, işaret, âyet |
le yescununne-hu | : elbette, zindan, hapis, onu, |
hatta hîn | : hatta, belli süre, bir az, bir müddet, |
35- Meâli: Sonra da onlar, onun suçsuzluğunun delillerini görmelerine rağmen, onun bir müddet hapiste kalmasını istediler.
36-
وَدَخَلَ مَعَهُ السِّجْنَ فَتَيَانَ قَالَ أَحَدُهُمَآ إِنِّي أَرَانِي أَعْصِرُ خَمْرًا وَقَالَ الآخَرُ إِنِّي أَرَانِي أَحْمِلُ فَوْقَ رَأْسِي خُبْزًا تَأْكُلُ الطَّيْرُ مِنْهُ نَبِّئْنَا بِتَأْوِيلِهِ إِنَّا نَرَاكَ مِنَ الْمُحْسِنِينَ
Ve dehale meahus sicne feteyân kâle ehaduhumâ innî erânî asıru hamrâ ve kâlel âharu innî erânî ahmilu fevka resî hubzen tekulut tayru minhu nebbinâ bi tevîlih innâ nerâke minel muhsinîn
Ve dehale mea hu | : Girdi, dâhil oldu, onunla beraber, |
El sicne | : Zindan, hapis, |
Feteyâni | : İki genç, gençler, |
Kâle ehadu humâ | : Dedi, onlardan biri, |
İnnî erânî | : Ben görüyorum, |
Asıru hamr | : Kendimi, sıkıyorum, şarap, üzüm, kendinden geçiren, |
Ve kâle el âharu | : Dedi, diğeri, başkası, |
İnne erânî | : Ben görüyorum, |
Ahmilu fevka resî | : Taşıyorum, üstünde, başım, |
Hubzen tekulu | : Ekmek, besleniyor, yiyor, |
Tayr | : Kuşlar, |
Minhu | : Ondan, |
Nebbinâ | : Bize haber ver, bize bildir, |
Bi tevîli hi | : Yorumunu, açıklamasını, tevîlini, onun, |
İnna nerake | : Muhakkak, görüyoruz, biz, |
Min el muhsinîn | : İyilik eden, ihsan eden, iyi insanlardan, |
36- Meâli: Onunla beraber iki genç zindana girdiler. Onlardan biri dedi ki: Ben kendimi şaraplık üzüm sıkıyor olarak gördüm. Diğeri dedi ki: Bende kendimi başımın üstünde ekmek taşıyor, kuşların da oradan beslendiğini gördüm. Muhakkak ki biz seni iyilerden, bağışta bulunanlardan görüyoruz, sen bunların yorumunu bize bildir.
37-
قَالَ لاَ يَأْتِيكُمَا طَعَامٌ تُرْزَقَانِهِ إِلاَّ نَبَّأْتُكُمَا بِتَأْوِيلِهِ قَبْلَ أَن يَأْتِيكُمَا ذَلِكُمَا مِمَّا عَلَّمَنِي رَبِّي إِنِّي تَرَكْتُ مِلَّةَ قَوْمٍ لاَّ يُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَهُم بِالآخِرَةِ هُمْ كَافِرُونَ
Kâle lâ ye’tikumâ taâmun turzekânihî illâ nebbetukumâ bi tevîlihî kable en yetiyekumâ zâlikumâ mimmâ allemenî rabbî innî terektu millete kavmin lâ yuminûne billâhi ve hum bil âhiretihum kâfirûn
Kâle lâ yetikuma taâmun | : dedi, yok, gelmek, ikiniz, siz, yiyecek, fayda, |
turzekâni hî | : rızık, fayda, yarar, o |
İllâ nebbetu kum | : ancak, haber verdim, size, |
bi tevîli hî | : yorumu, onun |
Kabl en yetiyekum | : önce, gelmesi, size |
Zâlikumâ mimma | : işte bu ikisi, şeyler |
alleme-ni rabbi | : bana öğretti, rabbim |
İnni terektu | : ben, terk ettim, bıraktım, |
millete kavmin | : millet, inanç, adet, kültür, kavim, imla, |
lâ yuminûne bi Allah | : inanmayan, iman etmeyen, Allah |
ve hum bi el âhiret hum | : onlar, sonları, son anlarına kadar, |
kâfirun | : hakikatleri görmemezlikten gelen, örten,
|
37- Meâli: Dedi ki: Faydalanacağınız rızk size gelmeden, Rabbimin bana öğrettiği şekilde, işte onların yorumunu size önceden bildiririm. Ben; Allah’a iman etmeyen bir kavmin inançlarını, adetlerini, kültürünü terk ettim ve onlar son anlarına kadar hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerdir.
38-
وَاتَّبَعْتُ مِلَّةَ آبَآئِي إِبْرَاهِيمَ وَإِسْحَقَ وَيَعْقُوبَ مَا كَانَ لَنَا أَن نُّشْرِكَ بِاللّهِ مِن شَيْءٍ ذَلِكَ مِن فَضْلِ اللّهِ عَلَيْنَا وَعَلَى النَّاسِ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لاَ يَشْكُرُونَ
Vettebatu millete âbâî ibrâhîme ve ishâka ve yakûb mâ kâne lenâ en nuşrike billâhi min şey zâlike min fadlillâhi aleynâ ve alen nâsi ve lâkinne ekseren nâsi lâ yeşkurûn
ve ittebatu | : tâbi oldum, uydum, takip, |
millet | : hakikati arayan, aynı inanç, imla, izlediği düzen |
âbâi | : atalarım |
İbrâhîme ve İshâk ve Yâ’kûb | : İbrâhîm, ishâk, Yakûb |
mâ kâne lena en nuşrike | : olmadı, bize, şirk koşmamız, ortak koşma |
bi Allah min şeyin | : Allah’a, bir şey |
Zâlike min fadli | : işte bu, fazilet, nitelik, lütûf, sıfatlar, |
Allah aleynâ | : Allah, üzerimizdeki, bedenimizdeki, |
ve alâ en nâsi | : insanların üzerine, insanlara |
Ve lâkin eksere en nâsi | : lâkin, insanların çoğu |
lâ yeşkurûne | : şükretmezler, lütûfların sahibi bilip teslim etmezler |
38- Meâli: Ben, atalarım İbrâhîm, İshâk, Yakûb’un izlediği düzen üzere oldum. Bizler hiçbir şeyi Allah’a ortak koşan olmayız. İşte bu bizim üzerimizdeki sıfatlar Allah’ındır. Fakat insanların çoğu, onlara verilen lütûfların sahibini bilip teslim etmezler.
39-
يَا صَاحِبَيِ السِّجْنِ أَأَرْبَابٌ مُّتَفَرِّقُونَ خَيْرٌ أَمِ اللّهُ الْوَاحِدُ الْقَهَّارُ
Yâ sâhibeyis sicni e erbâbun muteferrikûne hayrun emillâhul vâhıdul kahhâr
yâ sâhibeyis sinci | : ey zindan arkadaşlarım, |
e erbâbun | : mı, yüce, ulu, kapının sahibi, yüce tutulan, |
Muteferrikûne hayrun | : ayrı ayrı, ayrılmış, dağılmış, hayırlı |
emi Allah el vâhıd | : yoksa, Allah, tek olan, teklini gösteren, |
el kahhâr | : her şey hâkim olan, sımsıkı tutan
|
39- Meâli: Ey benim zindan arkadaşlarım! Ayrı ayrı yüce tuttuklarınız mı, yoksa her varlıkta tekliğini gösteren, her varlığa mutlak hâkim olan mı daha hayırlıdır?
40-
مَا تَعْبُدُونَ مِن دُونِهِ إِلاَّ أَسْمَاء سَمَّيْتُمُوهَا أَنتُمْ وَآبَآؤُكُم مَّا أَنزَلَ اللّهُ بِهَا مِن سُلْطَانٍ إِنِ الْحُكْمُ إِلاَّ لِلّهِ أَمَرَ أَلاَّ تَعْبُدُواْ إِلاَّ إِيَّاهُ ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لاَ يَعْلَمُونَ
Mâ tabudûne min dûnihî illâ esmâen semmeytumûhâ entum ve âbâukum mâ enzelallâhu bihâ min sultân inil hukmu illâ lillâh emere ellâ tabudû illâ iyyâh zâliked dînul kayyimu ve lâkinne ekseren nâsi lâ yalemûn
Mâ tabudûne min dûni hî | : değil, kulluk ettiğiniz, taptığınız, ondan başka |
İlla esmâ esemmeytumû hâ | : ancak, yalnız, isimler, onu isimlendirdiniz |
Entum ve âbâu-kum | : siz ve atalarınız, |
mâ enzele Allah | : sunmaz, indirmez, Allah |
Biha min sultânin | : ona, o konuda, bir delil, apaçık delil, varlığın sahibi |
in el hukmu | : hüküm ise, varoluştaki hükümler, |
illâ li Allah | : sadece, ancak, Allah |
Emr | : iş, hüküm, işleyiş onundur, |
ellâ taabudû | : kul olmamanız, dışında, |
illâ iyyahu | : ancak, vardır, yalnız, o |
Zalike ed dînu | : işte bu, din, yaratılış yasaları, |
el kayyimu | : diri olan, sürüp giden, dosdoğru olan, |
Ve lâkin eksere en nâsi | : lâkin, fakat, insanların çoğu |
lâ yâlemûne | : bilemiyorlar, ilim üzere değiller |
40- Meâli: Sizin O’nu bırakıp, zanna dayalı kulluk ettiğiniz şeyler, atalarınız ve sizin çeşitli isimlerle isimlendirdiğiniz şeylerden başka bir şey değildir. Allah apaçık delillerin dışında bir şey sunmaz. Hükümler ancak Allah’ındır. Tüm varlıkta işleyen O’dur, kulluk yalnız O’nadır, yalnız O vardır. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilemiyorlar.
41-
يَا صَاحِبَيِ السِّجْنِ أَمَّا أَحَدُكُمَا فَيَسْقِي رَبَّهُ خَمْرًا وَأَمَّا الآخَرُ فَيُصْلَبُ فَتَأْكُلُ الطَّيْرُ مِن رَّأْسِهِ قُضِيَ الأَمْرُ الَّذِي فِيهِ تَسْتَفْتِيَانِ
Yâ sâhıbeyis sicni emmâ ehadukumâ fe yeskî rabbehu hamrâ ve emmel âharu fe yuslebu fe tekulut tayru min resih kudiyel emrullezî fîhi testeftiyân
ya sâhıbeyi es sicni | : ey zindan arkadaşlarım |
emmâ ehadu kuma | : ama, fakat, sizin ikinizden biri |
fe yeskî rabbe hu | : bundan sonra, sakilik yapacak, efendisine, |
hamr | : içecek, şarap, içki |
ve emmâ el âharu | : ama, fakat, diğeri, |
fe yuslebu | : fakat, asılacak |
fe tekulu el tayru | : sonra, yiyecek, beslenecek, kuşlar, |
min res hi | : başından |
Kudiye el emr | : istedi, tavsiye, haber vermek, emir, iş, hüküm |
Ellezî fihi testeftiyâni | : ki o, onun hakkında, onda, fetva, istenen açıklama
|
41- Meâli: Ey zindan arkadaşlarım! Sizlerden biriniz bundan sonra efendisine içki sunmaya devam edecek. Fakat diğeri asılacak, sonra da başından kuşlar beslenecek. İşte sorduğunuz o işlerin haberi böyledir.
42-
وَقَالَ لِلَّذِي ظَنَّ أَنَّهُ نَاجٍ مِّنْهُمَا اذْكُرْنِي عِندَ رَبِّكَ فَأَنسَاهُ الشَّيْطَانُ ذِكْرَ رَبِّهِ فَلَبِثَ فِي السِّجْنِ بِضْعَ سِنِينَ
Ve kâle lillezî zanne ennehu nâcin minhumazkurnî inde rabbike fe ensâhuş şeytânu zikre rabbihî fe lebise fîs sicni bida sinîn
Ve kâle li ellezi zanne | : Dedi, o kimse, sanmak, zannetmek, |
Enne hu | : Onun olduğu |
Nâcin min huma | : Kurtulan kimse, onlardan, ikisinden, |
uzkur ni | : Beni an, hatırlat, |
İnde Rabbike | : Efendinin yanında |
Fe ensâhu | : Fakat, unutmak, o, |
El şeytan | : Şeytani haller, |
Zikr rabb hî | : Anmak, rab, efendi, o, |
Fe lebise fi el sinci | : Böylece kaldı, zindan, |
Bida sinîn | : Birkaç yıl, bir zaman, sene,
|
42- Meâli: Onlardan, kurtulacağını düşündüğü o kimseye: Efendinin yanında beni an, dedi. Fakat o efendisine ondan bahsetmeyi, şeytani hallerinden dolayı unuttu. Böylece o zindanda bir kaç yıl daha kaldı.
43-
وَقَالَ الْمَلِكُ إِنِّي أَرَى سَبْعَ بَقَرَاتٍ سِمَانٍ يَأْكُلُهُنَّ سَبْعٌ عِجَافٌ وَسَبْعَ سُنبُلاَتٍ خُضْرٍ وَأُخَرَ يَابِسَاتٍ يَا أَيُّهَا الْمَلأُ أَفْتُونِي فِي رُؤْيَايَ إِن كُنتُمْ لِلرُّؤْيَا تَعْبُرُونَ
Ve kâlel meliku innî erâ seba bakarâtin simânin yekuluhunne sebun icâfun ve seba sunbulâtin hudrin ve uhara yâbisât yâ eyyuhel meleu eftûnî fî ruyâye in kuntum lir ruyâ taburûn
ve kâle el melik | : dedi, melik, hükümdar, |
innî erâ | : ben gördüm |
Seba bakarâtin | : yedi, inekler, tapılan şey, eski tapında âdetleri, |
Simânin yekulu hunne | : semiz, besili, beslenme, yeme, onlar |
Sebun icâfun | : yedi, zayıf, cılız |
ve seba sunbulâtin hudrin | : yedi, başak, yeşil |
ve uhara yâbisâtin | : diğerleri, ötekileri, kuru |
yâ eyyuhâ el meleu | : ey önde gelenleri, ileri gelenler, din adamları |
Eftun ni fî ruyâye | : açıklama, fetva, tâbir edin, rüyamı, rüyam hakkında |
in kuntum | : eğer iseniz, |
li el ruyâ taburûn | : rüya için, tâbir, yorumlama, ifade, anlatma, terim
|
43- Meâli: Hükümdar: Ben yedi cılız ineğin yedi besili ineği yediğini ve yedi yeşil başak ve yedi kuru başak gördüm. Ey ileri gelenler! Eğer sizler rüya tâbir edenlerdenseniz, benim rüyamı açıklayın, dedi.
44-
قَالُواْ أَضْغَاثُ أَحْلاَمٍ وَمَا نَحْنُ بِتَأْوِيلِ الأَحْلاَمِ بِعَالِمِينَ
Kâlû adgâsu ahlâm ve mâ nahnu bi tevîlil ahlâmi bi âlimîn
Kâlû adgasu ahlâmin | : dediler, karışık, rüyalar |
ve mâ nahnu | : değil, biz değiliz, |
bi tevîli el ahlâmi | : rüyaların yorumunu, tevîli, açıklaması, |
bi âlimîn | : bilenler, ilim üzere olmak,
|
44- Meâli: Dediler ki: Bunlar karışık rüyalar, biz bu rüyaların yorumunu bilenlerden değiliz.
45-
وَقَالَ الَّذِي نَجَا مِنْهُمَا وَادَّكَرَ بَعْدَ أُمَّةٍ أَنَاْ أُنَبِّئُكُم بِتَأْوِيلِهِ فَأَرْسِلُونِ
Ve kâlellezî necâ minhumâ veddekere bade ummetin ene unebbiukum bi tevîlihî fe ersilûn
ve kâle ellezi neca min huma | : dedi, o kimse, kurtulan, necat bulan, ikisinden, onlar |
ve eddekere bade | : unutmuşken hatırladı, sonradan, |
ummetin | : insan, ümmet, kimse |
Ene unebbiu-kum | : ben, size haber veririm, bildirme, |
bi tevîl hî | : onun yorumu bilen, onun yorumunu yapabilen, |
fe ersilû ni | : hemen, gönder, açığa çıkar, beni
|
45- Meâli: Kurtulan o kimse, unutmuşken sonradan o insanı hatırladı ve dedi ki: Ben size onun yorumunu haber verebilirim, hemen beni gönderin.
46-
يُوسُفُ أَيُّهَا الصِّدِّيقُ أَفْتِنَا فِي سَبْعِ بَقَرَاتٍ سِمَانٍ يَأْكُلُهُنَّ سَبْعٌ عِجَافٌ وَسَبْعِ سُنبُلاَتٍ خُضْرٍ وَأُخَرَ يَابِسَاتٍ لَّعَلِّي أَرْجِعُ إِلَى النَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَعْلَمُونَ
Yûsufu eyyuhes sıddîku eftinâ fî sebı bakarâtin simânin yekuluhunne sebun icâfun ve sebı sunbulâtin hudrin ve uhare yâbisâtin leallî erciu ilen nâsi leallehum yalemûn
Yûsuf eyyeha el sıddık | : Yûsuf, ey doğru sözlülerden olan, |
efti nâ | : açıkla, yorumla, biz |
Fi sebı bakarâtin | : için, yedi, inekler |
Simânin yekulu hunne | : semiz, besili, beslenme, yeme, onlar, |
Sebun icâfun | : yedi, zayıf, cılız |
ve sebı sunbulâtin hudrin | : yedi, başak, yeşil |
ve uhare yâbisâtin | : diğerleri, kuru, kuru olanlar |
Leal li erciu il el nâs | : umarım ben, dönerim, insanlar |
lealle-hum yâlemun | : umulur ki, bilirler, anlarlar, ilim üzere olurlar
|
46- Meâli: Ey doğru sözlülerden olan Yûsuf! Yedi besili ineği yiyen yedi cılız ineği ve yedi yeşil başak ve bir de yedi kuru başağı, bize yorumla. Umarım ki ben insanlara döndüğümde anlatırım, umulur ki onlar bilirler.
47-
قَالَ تَزْرَعُونَ سَبْعَ سِنِينَ دَأَبًا فَمَا حَصَدتُّمْ فَذَرُوهُ فِي سُنبُلِهِ إِلاَّ قَلِيلاً مِّمَّا تَأْكُلُونَ
Kâle tezreûne seb’a sinîne deebâ fe mâ hasadtum fe zerûhu fî sunbulihî illâ kalîlen mimmâ tekulûn
Kâle tezreûne | : dedi, ekin ekerseniz, |
seba sinîn | : yedi yıl, sene, |
deebâ | : sebaet ederek, azimli, devam ederek, |
Fe mâ hasadtum | : sonra, hasat ettiğiniz, biçtiğiniz şeyleri |
fe zerû-hu | : sonra, tepe, doruk, ekin, bırakın, onu |
fî sunbulî hî | : kendi başağında |
İllâ kalîlen mimmâ tekulûn | : ancak, hariç, az, şeyler, beslenme, yeme
|
47- Meâli: Yûsuf dedi ki: Yedi yıl sebat ederek ekip biçin, sonra da onu hasat ettiğinizde az bir kısmıyla beslenin, sonra da geri kalanını başağında bırakın.
48-
ثُمَّ يَأْتِي مِن بَعْدِ ذَلِكَ سَبْعٌ شِدَادٌ يَأْكُلْنَ مَا قَدَّمْتُمْ لَهُنَّ إِلاَّ قَلِيلاً مِّمَّا تُحْصِنُونَ
Summe yetî min badi zâlike sebun şidâdun yekulne mâ kaddemtum lehunne illâ kalîlen mimmâ tuhsinûn
Summe yetî min badi | : sonra, bir süre sonra, gelir, gelecek, daha sonra |
Zâlike sebun şidâd | : bu, yedi, şiddetli, daha fazla, zorlu kurak yıllar, |
yekulne | : beslenme, yiyecek |
mâ kaddemtum lehunne | : sakladığınız, hazırladığınız, onlardan |
İllâ kalîlen | : ancak, başka, az miktar, |
mimmâ tuhsinûn | : şeyler, sakladğınız,
|
48- Meâli: Daha sonra yedi yıl zorlu kurak yıllar geldiğinde, hazır tuttuğunuz sakladığınız şeylerden ancak az miktar beslenirsiniz.
49-
ثُمَّ يَأْتِي مِن بَعْدِ ذَلِكَ عَامٌ فِيهِ يُغَاثُ النَّاسُ وَفِيهِ يَعْصِرُونَ
Summe yetî min badi zâlike âmun fîhi yugâsun nâsu ve fîhi yasırûn
Summe yetî min badi | : sonra, gelecek, uzak, ondan sonra |
Zâlike âmun | : bu, yıl, |
fîhi yugasu el nâs | : onda, dönem, içinde, yardım, verimli, insanlar |
ve fî-hi yasırûn | : onda, yaş, verim |
49- Bu yıllardan sonra da, insanlar için verimli yararlı yıllar gelir.
50-
وَقَالَ الْمَلِكُ ائْتُونِي بِهِ فَلَمَّا جَاءهُ الرَّسُولُ قَالَ ارْجِعْ إِلَى رَبِّكَ فَاسْأَلْهُ مَا بَالُ النِّسْوَةِ اللاَّتِي قَطَّعْنَ أَيْدِيَهُنَّ إِنَّ رَبِّي بِكَيْدِهِنَّ عَلِيمٌ
Ve kâlel melikutûnî bihî fe lemmâ câehur resûlu kâlerci ilâ rabbike feselhu mâ bâlun nisvetillâtî kattane eydiyehunn inne rabbî bi keydihinne alîm
ve kâle el melikutû nî bihî | : dedi, Hükümdar, bana getirin, onu |
Fe lemma câe-hu | : böylece, geldiğinde, o, |
el resûlu | : hakikati aktaran, irsal eden, açığa çıkaran, |
kâle irci ila rabbi ke | : dedi, dön, efendi, rab, |
fe esel hu | : böylece, o zaman ona sor |
Ma bâlu en nisveti | : nedir, ne, değil, durumu, o kadınların durumu, hali |
ellâtî katane | : o kimse, kesenler, |
eydiye hunne | : ellerini, onlar |
İnne rabbi bi | : muhakkak, rabbim, beni vücûdlandıran, |
keydihinne | : hile, çare, tuzak, karanlık, onlar |
alîmun | : ilmin sahibi, ilmiyle var eden,
|
50- Meâli: Hükümdar: Onu bana getirin, dedi. Böylece o hakikati aktaran Yûsuf’a geldiğinde, Yûsuf ona dedi ki: Efendine dön, o ellerini kesen kadınların durumları neymiş diye sor. Muhakkak ki beni vücûdlandıran, o hilelerde olanları da vücûdlandırandır, ilmin sahibidir.
51-
قَالَ مَا خَطْبُكُنَّ إِذْ رَاوَدتُّنَّ يُوسُفَ عَن نَّفْسِهِ قُلْنَ حَاشَ لِلّهِ مَا عَلِمْنَا عَلَيْهِ مِن سُوءٍ قَالَتِ امْرَأَةُ الْعَزِيزِ الآنَ حَصْحَصَ الْحَقُّ أَنَاْ رَاوَدتُّهُ عَن نَّفْسِهِ وَإِنَّهُ لَمِنَ الصَّادِقِينَ
Kâle mâ hatbukunne iz râvedtunne yûsufe an nefsih kulne hâşe lillâhi mâ alimnâ aleyhi min sû kâletimreetul azîzil âne hashasal hakku ene râvedtuhu an nefsihî ve innehu le mines sâdikîn
Kâle ma hatbukunne | : dedi, ne, değil, şey, konuşma, hitap, onların |
iz râvedtunne | : elde etmeye çalıştığınız zaman, yararlanma, Yûsuf |
Yûsuf nefsihi | : elde etmeye çalıştığınız zaman, yararlanma, Yûsuf |
Kulne hâşe li Allah | : dediler, hayır, olmaz, değil, Allah |
mâ alimna aleyhi nin suin | : biz bilmedik, onda, bir kötülük |
kâlet imreetu el azîzi | : dedi, hanımı, aziz, vezir, |
Elane hashasa | : şimdi, duyarlı, gizlenen, ortaya çıktı, |
el hakku | : hakikat, doğrular |
Ene râvedtu-hu | : ben onu elde etmeye çalıştım, |
an nefs hi | : ondan, onun nefsinden, kendinden, |
Ve inne hu | : muhakkak o, |
le min el sâdikîn | : elbette doğru söyleyenlerden, sadık, dürüst
|
51- Dedi ki: Yûsuf’u elde etmek istediğinizde aranızda ne konuşuyordunuz. Dediler ki: Allah için hayır, biz ondan bir kötülük görmedik. Vezirin hanımı dedi ki: İşte şimdi gizlenen hakikatler ortaya çıktı, onu elde etmeye çalışan benim ve muhakkak ki o elbette doğru söyleyenlerdendir.
52-
ذَلِكَ لِيَعْلَمَ أَنِّي لَمْ أَخُنْهُ بِالْغَيْبِ وَأَنَّ اللّهَ لاَ يَهْدِي كَيْدَ الْخَائِنِينَ
Zâlike li yaleme ennî lem ehunhu bil gaybi ve ennallâhe lâ yehdî keydel hâinîn
Zâlike li yâleme | : bu, bilmesi için |
Ennî lem ehun hu | : ben, ona ihanet etmedim, |
bi el gayb | : bilinmeyen, görünmeyen, bilmediği şey, |
ve enne Allah | : muhakkak, elbette, Allah |
lâ yehdî | : yok, yol bulmaz, hidâyete ulaşmaz, |
keyde el hâinîn | : hile, tuzak, karanlık emelde olan, hainler,
|
52- Meâli: İşte bu onun bilmediği şeydi, benim ona hainlik yapmadığımı bilmesi içindir. Muhakkak ki karanlık emeller içinde olanlar, hainler Allah’a yol bulamazlar.
53-
وَمَا أُبَرِّئُ نَفْسِي إِنَّ النَّفْسَ لأَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ إِلاَّ مَا رَحِمَ رَبِّيَ إِنَّ رَبِّي غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Ve mâ uberriu nefsî innen nefse le emmâretun bis sûı illâ mâ rahime rabbî inne rabbî gafûrun rahîm
ve mâ uberriu nefsi | : değil, şey, ne, temize çıkarmak, nefsi, kendisi, kişi, |
inne en nefs | : doğrusu, nefs, kişi, kendisi, |
le emmâret | : elbette, emmare, zorlama, kendi isteginin zorbalığı |
bi el sûi | : kötülük, fenâlık, bir kötülük içinde olmak, |
İlla ma râhime rabbî | : ancak, hariç, ne, değil, şey, merhamet, rabbim |
İnne rabbî gafûr | : muhakkak, rabbim, mağfiret eden, |
râhim | : râhim olan, varlığı özünden var eden,
|
53- Meâli: Ben kendimi temize çıkaramam. Doğrusu bir kişi, elbette kendi isteklerinin zorbalığında olduğunda bir kötülük içinde olur. Ancak Rabbinin merhametini anlayanlar başka. Muhakkak ki Rabbim mağfiret edendir, tüm varlığı özünden varedendir.
54-
وَقَالَ الْمَلِكُ ائْتُونِي بِهِ أَسْتَخْلِصْهُ لِنَفْسِي فَلَمَّا كَلَّمَهُ قَالَ إِنَّكَ الْيَوْمَ لَدَيْنَا مِكِينٌ أَمِينٌ
Ve kâlel melikutûnî bihî estahlishu li nefsî fe lemmâ kellemehu kâle innekel yevme ledeynâ mekînun emîn
ve kâle el melik | : dedi, Hükümdar, Melik, |
etuni bihi | : bana getirin, onu |
estahlis-hu | : onu seçtim, has kıldım, |
li nefsî | : kendim için |
fe lemmâ kelleme hu | : olduğu zaman, konuşma, konuştuğunda, o |
Kale inneke el yevme | : muhakkak ki sen, bugün, zaman, an, vakit, |
ledey-nâ | : yanımızda, katımızda, biza ait, |
mekîn emînun | : güçlü, yüksek mevki sahibi, güvenilir, emin
|
54- Meâli: Hükümdar: Onu bana getirin, onu kendim için seçtim, dedi. Böylece onunla konuştuğunda dedi ki: Muhakkak ki sen bugün bizim yanımızda yüksek bir mevkidesin, güvenilir bir kimsesin.
55-
قَالَ اجْعَلْنِي عَلَى خَزَآئِنِ الأَرْضِ إِنِّي حَفِيظٌ عَلِيمٌ
Kâlecalnî alâ hazâinil ard innî hafîzun alîm
kale ical-nî | : dedi, yap, kıl, eyle, |
alâ hazâin el ard | : hazineler, değerler, bu yer, ülke, toprak, |
İnni hafîzun âlim | : ben, koruyan, muhafaza eden, bilen, ilmin sahibi
|
55- Meâli: Yûsuf dedi ki: Beni ülkenin hazinelerinden sorumlu kıl, ben onları muhafaza etmeyi bilirim.
.
56-
وَكَذَلِكَ مَكَّنِّا لِيُوسُفَ فِي الأَرْضِ يَتَبَوَّأُ مِنْهَا حَيْثُ يَشَاء نُصِيبُ بِرَحْمَتِنَا مَن نَّشَاء وَلاَ نُضِيعُ أَجْرَ الْمُحْسِنِينَ
Ve kezâlike mekkennâ li yûsufe fîl ard yetebevveu minhâ haysu yeşâ nusîbu bi rahmetinâ men neşâu ve lâ nudîu ecrel muhsinîn
ve kezâlike mekken na li Yûsuf | : böylece, mevki, makam, mekân, mekke. biz, Yûsuf |
fî el ardı | : yeryüzünde, |
yetebevveu minhâ | : üstlenmek, yerleşmek, bulmak, orada, |
Haysu yeşâu | : nerede, yer, yerde, ister, isteyen, |
nusîbu | : isabet, hisse, pay, nasip |
bi rahmeti-nâ | : rahmetimizi, |
men neşâu | : kim, biz, ister, arzu, |
Ve la nudiu ecre | : yok, israf, zayi, karşılık, ücret, |
el muhsinîn | : iyi kimseler, tüm özüyle bağlı olan
|
56- Meâli: İşte böylece Yûsuf, bize teslimiyet içinde bir makama yerleşti. Yeryüzünde elde etmek istediği hakikatleri buldu. Kim isterse bizim rahmetimizi anlar ve tüm özüyle bağlananların karşılıkları zayi olmaz.
57-
وَلَأَجْرُ الآخِرَةِ خَيْرٌ لِّلَّذِينَ آمَنُواْ وَكَانُواْ يَتَّقُونَ
Ve le ecrul âhıreti hayrun lillezîne âmenû ve kânû yettekûn
ve le ecr | : elbette, karşılık, ecir, ücret, hak ediş, |
el âhıreti | : âhir, son, sonunda, bir şeyin sonu yeni bir şeyin başlangıcı |
hayrun | : hayırlı olan, iyi olan, faydalı, |
li ellezîne âmenu | : o kimseler için, iman edenler, inananlar, emin olanlar |
ve kânû yettekûne | : oldu, takva sahibi, fenâlardan sakınan ortak koşmayan |
57- Meâli: İman edenler için ve fenâlardan sakınıp ortak koşmayanlar için, elbette sonunda daha hayırlı karşılıklar vardır.
58-
وَجَاء إِخْوَةُ يُوسُفَ فَدَخَلُواْ عَلَيْهِ فَعَرَفَهُمْ وَهُمْ لَهُ مُنكِرُونَ
Ve câe ihvetu yûsufe fe dehalû aleyhi fe arefehum ve hum lehu munkirûn
ve câe | : gelmek, geldiler |
ihvetu Yûsuf | : kardeşler, Yûsuf |
fe dehalû aleyhi | : böylece girdiler, dâhil oldular, onun yanına |
fe arefe-hum | : hemen, onları tanıdı, onlara arif oldu, |
ve hum lehu munkirûn | : onlar, onu, tanıyamayan
|
58- Meâli: Yûsuf’un kardeşleri geldiler, sonra da onun yanına girdiler. Böylece Yûsuf onları hemen tanıdı, fakat onlar Yûsuf’u tanıyamadılar.
59-
وَلَمَّا جَهَّزَهُم بِجَهَازِهِمْ قَالَ ائْتُونِي بِأَخٍ لَّكُم مِّنْ أَبِيكُمْ أَلاَ تَرَوْنَ أَنِّي أُوفِي الْكَيْلَ وَأَنَاْ خَيْرُ الْمُنزِلِينَ
Ve lemmâ cehhezehum bi cehâzihim kâletûnî bi ahin lekum min ebîkum e lâ terevne ennî ûfîl keyle ve ene hayrul munzilîn
ve lemmâ cehheze hum | : olduğu zaman, hazırlama, onlar |
bi cehâzi-him | : zahire yüklerini |
Kâle tûnî bi ahin | : bana getirin dedi, kardeş |
Lekum min ebî-kum | : sizin, babanız |
Ela terevne | : görmez misiniz? |
ennî ûfi el keyl | : ben, tam yapmak, ölçme |
ve ene hayru el munzilin | : ben, hayırlı, iyi, ağırlayan, ikram eden, evler
|
59- Meâli: Onların yüklerini hazırlayınca dedi ki: Sizin aynı babadan olan kardeşinizi bana getirin. Görüyorsunuz ki ben ölçüyü tam tutmaktayım ve ben iyi bir şekilde ağırlamaktayım.
60-
فَإِن لَّمْ تَأْتُونِي بِهِ فَلاَ كَيْلَ لَكُمْ عِندِي وَلاَ تَقْرَبُونِ
Fe in lem tetûnî bihî fe lâ keyle lekum indî ve lâ takrebûn
Fe in lem tetuni bihi | : artık, eğer, bana getirmezseniz onu |
fe lâ keyle | : o zaman, yok, ölçülen şey, verilecek şey, |
lekum indi | : size, benden, yanımda |
ve lâ takrebû-ni | : yaklaşmayın, bana yakın olmayın, yakınlığı anlamamak
|
60- Meâli: Eğer bana onu getirmezseniz, o zaman benden size verilecek bir şey yoktur ve bana yaklaşmayın.
61-
قَالُواْ سَنُرَاوِدُ عَنْهُ أَبَاهُ وَإِنَّا لَفَاعِلُونَ
Kâlû senurâvidu anhu ebâhu ve innâ le fâilûn
Kâlû se nûrâvidu anhu | : dediler, razı, isteyeceğiz, onu |
ebâ hu | : baba, ata, o |
ve innâ le fâilûn | : muhakkak ki biz, elbette, yapanlar, işleyenler
|
61- Meâli: Dediler ki: Biz onu getirmek için onun babasını razı etmeye çalışacağız ve bunu elbette yapacağız.
62-
وَقَالَ لِفِتْيَانِهِ اجْعَلُواْ بِضَاعَتَهُمْ فِي رِحَالِهِمْ لَعَلَّهُمْ يَعْرِفُونَهَا إِذَا انقَلَبُواْ إِلَى أَهْلِهِمْ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ
Ve kâle li fityânihicalû bidâatehum fî rihâlihim leallehum yarifûnehâ izenkalebû ilâ ehlihim leallehum yerciûn
ve kâle li fityâni hi | : dedi, yardımcılarına, adamlarına, |
Icalû | : yapın, edin, koyun, gelin, |
bidâate-hum | : malları, erzak bedelleri, kayıp, unutma, onlar |
fî rihâli-him | : onların yüklerinin içine, heybelerine, palan, |
Lealle hum yarifûne-hâ | : umulur ki, onlar, onu tanırlar, onu farkederler |
izâ inkalebû | : geri döndükleri zaman, |
ilâ ehli him | : ailelerine, |
lealle-hum yercıûn | : umulur ki, onlar, aslına dönerler, dönerler
|
62- Meâli: Yûsuf yardımcılarına dedi ki: Onların heybelerinin içine, onların unuttuklarını sanmaları için mal bedellerini koyun, umulur ki onlar ailelerine vardıkları zaman onu fark ederler, umulur ki onlar geri dönerler.
63-
فَلَمَّا رَجِعُوا إِلَى أَبِيهِمْ قَالُواْ يَا أَبَانَا مُنِعَ مِنَّا الْكَيْلُ فَأَرْسِلْ مَعَنَا أَخَانَا نَكْتَلْ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ
Fe lemmâ receû ilâ ebîhim kâlû yâ ebânâ munia minnel keylu fe ersil meanâ ehânâ nektel ve innâ lehu le hâfizûn
fe lemmâ receû | : böylece, döndüklerinde, vardıklarında, |
ilâ ebîhim | : baba, ata, onlar |
Kalu yâ ebâ nâ munia | : dediler, ey babamız, men etme, engellenme, |
minnâ el keylu | : bizden, ölçek |
fe ersil mea nâ | : artık gönder, bizimle beraber, |
ehâ nâ | : kardeşimiz, |
nektel | : erzak, mal, ihtiyaçlarımız, |
ve innâ lehu le hâfızûn | : muhakkak biz, onu, koruma, muhafaza etme
|
63- Meâli: Böylece onlar babalarına döndükleri zaman dediler ki: Ey babamız! Bize belli bir ölçüyle verilen mal yasaklandı. Artık sen kardeşimizi bizimle gönder ki biz de ihtiyacımızı alabilelim ve biz elbette onu koruruz.
64-
قَالَ هَلْ آمَنُكُمْ عَلَيْهِ إِلاَّ كَمَا أَمِنتُكُمْ عَلَى أَخِيهِ مِن قَبْلُ فَاللّهُ خَيْرٌ حَافِظًا وَهُوَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ
Kâle hel âmenukum aleyhi illâ kemâ emintukum alâ ahîhi min kabl fallâhu hayrun hâfizâ ve huve erhamur râhimîn
Kâle hel amenu kum aleyhi | : dedi, nasıl, inanma, size, onun için, onun hakkında |
İllâ kemâ emintu-kum | : ancak, gibi, sizden emin olmuştum, güvenmiştim, |
alâ ahî-hi min kablu | : onun kardeşine, kardeşi için, daha önce |
fe Allah hayrun | : böylece, fakat, Allah, hayırlı, iyi olan |
hâfizâ | : koruyan, muhafaza eden, |
Ve huve erham | : o, rahmet, merhamet, |
el râhimîn | : özünden var eden
|
64- Meâli: Dedi ki: Onun için size nasıl inanabilirim. Daha önce de kardeşiniz hakkında size güvenmiştim. Fakat Allah hayırlı bir şekilde muhafaza edendir, bütün her şeyi merhametiyle kuşatan, tüm varlığı özünden vareden O’dur.
65-
وَلَمَّا فَتَحُواْ مَتَاعَهُمْ وَجَدُواْ بِضَاعَتَهُمْ رُدَّتْ إِلَيْهِمْ قَالُواْ يَا أَبَانَا مَا نَبْغِي هَذِهِ بِضَاعَتُنَا رُدَّتْ إِلَيْنَا وَنَمِيرُ أَهْلَنَا وَنَحْفَظُ أَخَانَا وَنَزْدَادُ كَيْلَ بَعِيرٍ ذَلِكَ كَيْلٌ يَسِيرٌ
Ve lemmâ fetehû metâahum vecedû bidâatehum ruddet ileyhim kâlû yâ ebânâ mâ nebgî hâzihî bidâatunâ ruddet ileynâ ve nemîru ehlenâ ve nahfazu ehânâ ve nezdâdu keyle beîr zâlike keylun yesîr
ve lemmâ fetehu | : olduğu zaman, açma, açtılar, |
metâa hum | : mallar, değerler, eşya, onlar |
Vecedû bidâte hum | : buldular, sermaye, bedel, mal almak için bedel |
Ruddet ileyhim | : iade edildi, geri verildi, onlara |
Kâlû yâ ebâ nâ | : dedikle, ey babamız, |
ma nebgî | : istemeyiz, ne isteriz |
Hâzihî bidâatu nâ | : bu, bizim sermayemiz |
ruddet ileyna | : iade, reddetme, bize |
ve nemîru ehle na | : erzak, yiyecek getiririz, ailemiz |
ve nahfazu ehâ nâ | : koruruz, muhafaza ederiz, kardeşimiz |
ve nezdâdu keyle beîr | : arttırırız, bir ölçek mal, bir yük mal |
Zâlike keylun yesîr | : işte bu, bir ölçek mal, kolay, az olan, yürüyüş
|
65- Meâli: Onlar mallarını açtıkları zaman, mal almak için götürdükleri bedellerinin onlara iade edildiğini gördüler. Dediler ki: Ey babamız! Daha ne isteriz, bu bizim bedellerimiz bize iade edilmiş. Biz ailemize onunla erzak getiririz ve kardeşimizi de koruruz ve daha fazla mal alırız, işte bu bize kolaydır.
66-
قَالَ لَنْ أُرْسِلَهُ مَعَكُمْ حَتَّى تُؤْتُونِ مَوْثِقًا مِّنَ اللّهِ لَتَأْتُنَّنِي بِهِ إِلاَّ أَن يُحَاطَ بِكُمْ فَلَمَّا آتَوْهُ مَوْثِقَهُمْ قَالَ اللّهُ عَلَى مَا نَقُولُ وَكِيلٌ
Kâle len ursilehu meakum hattâ tu’tûni mevsikan minallâhi le tetunnenî bihî illâ en yuhâta bikum fe lemmâ âtevhu mevsikahum kâlallâhu alâ mâ nekûlu vekîl
Kâle len ursile hu | : dedi, onu göndermem, |
mea kum | : sizinle beraber, birlikte, |
Hattâ tutu ni mevsikan | : hatta, vermek, bana, sağlam söz, misak, yemin |
min Allah | : Allah |
le tetunne-nî bihi | : elbette, bana getireceksiniz, onu |
İlla en yuhâta bikum | : ancak, başka, kuşatılmak, ihata edilmek, sizinle |
fe lemmâ âtev hu | : böylece, olduğu zaman, ona verdiler, |
mevsikahum | : söz, onlar |
Kâle Allah alâ ma nekûl | : dedi, Allah, söylediğiniz şeyler için, |
vekîl | : vekil, bakan, yetkili,
|
66- Meâli: Dedi ki: Bana onu geri getirmek için, Allah adına söz vermediğiniz müddetçe, onu sizinle göndermem, ancak sizlerin etrafınızın kuşatılması başka. Böylece onlar kesin bir söz verdiklerinde, dedi ki: Allah söylediğiniz şeyler için vekil olandır.
67-
وَقَالَ يَا بَنِيَّ لاَ تَدْخُلُواْ مِن بَابٍ وَاحِدٍ وَادْخُلُواْ مِنْ أَبْوَابٍ مُّتَفَرِّقَةٍ وَمَا أُغْنِي عَنكُم مِّنَ اللّهِ مِن شَيْءٍ إِنِ الْحُكْمُ إِلاَّ لِلّهِ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَعَلَيْهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُتَوَكِّلُونَ
Ve kâle yâ beniyye lâ tedhulû min bâbin vâhidin vedhulû min ebvâbin muteferrikah ve mâ ugnî ankum minallâhi min şey inil hukmu illâ lillâhi aleyhi tevekkeltu ve aleyhi fel yetevekkelil mutevekkilûn
ve kâle ya beniyye | : dedi, ey evlatlarım, oğullarım |
lâ tedhulû | : girmeyiniz, |
min bâbin vâhid | : kapı, tek, bir |
ve udhulû min ebvabin | : giriniz, kapılar, |
muteferrikatin | : ayrı ayrı |
ve mâ ugnî ankum | : değil, şey, ne, gani olan, fayda veren, size |
min Allah min şeyin | : Allah’tan, bir şey |
in el hukmu illa li Allah | : hüküm ise, sadece, ancak, Allah |
Aleyhi tevekkeltu | : ona, teslim oldum, tevekkül ettim |
Ve aleyhi fe li yetevekkeli | : ona, artık tevekkül etsinler, teslim olmak, |
el mutevekkilûne | : tevekkül edenler, teslim olan
|
67- Meâli: Ve dedi ki: Ey evlatlarım! Hepiniz bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin. Size hiçbir şeyde Allah’tan başkası yardımcı olamaz ve hüküm ancak Allah’ındır. Ben ona teslim oldum ve teslim olacaklar artık ona teslim olsunlar.
68-
وَلَمَّا دَخَلُواْ مِنْ حَيْثُ أَمَرَهُمْ أَبُوهُم مَّا كَانَ يُغْنِي عَنْهُم مِّنَ اللّهِ مِن شَيْءٍ إِلاَّ حَاجَةً فِي نَفْسِ يَعْقُوبَ قَضَاهَا وَإِنَّهُ لَذُو عِلْمٍ لِّمَا عَلَّمْنَاهُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لاَ يَعْلَمُونَ
Ve lemmâ dehalû min haysu emerehum ebûhum mâ kâne yugnî anhum minallâhi min şeyin illâ hâceten fî nefsi yakûbe kadâhâ ve innehu le zû ilmin limâ allemnâhu ve lâkinne ekseren nâsi lâ yalemûn
ve lemmâ dehalu min haysu | : olduğu zaman, girdiler, dahil olma, yerden, o yer |
emere-hum | : istedi, yaptı, emretti, onlar, |
ebû hum | : babaları |
mâ kâne yugnî anhum | : olmadı, gani olma, fayda, yarar, onlardan |
min Allah min şeyin | : Allah’tan, bir şey, |
İllâ haceten | : ancak, başka, hacet, itiyaç, hac, gitmek, yönelmek |
fî nefsi Yâ’kûb | : nefsinde, kendinde, Yâ’kûb, |
kadâ hâ | : istedi, takdir, yerine gelme, hükümler, işleyiş, |
ve inne-hu | : muhakkak o, |
le zû âlim | : elbette, sahip, zat, ilmin sahibi, âlim, bilen, |
Lima allem nâ-hu | : sebebiyle, için, öğrettik, o |
Ve lâkin ekser el nâs | : lâkin, fakat, insanların çoğu, |
la yâlemun | : bilemiyorlar, ilim üzere değiller, hakikatten uzak
|
68- Meâli: Onlar babalarının istediği gibi o yere girdiler. Onlara, herhangi bir şeydeki ihtiyaçlarında Allah’tan başka yardım edecek yoktur. Yâ’kûb kendindeki ve varlıktaki işleyişi bilenlerdendi ve muhakkak ki o, tüm varlıktan öğretenin Biz olduğunu, elbette tüm varlıktaki ilmin sahibinin Biz olduğunu bilenlerdendi. Fakat insanların çoğu hakikatleri bilemiyorlar.
69-
وَلَمَّا دَخَلُواْ عَلَى يُوسُفَ آوَى إِلَيْهِ أَخَاهُ قَالَ إِنِّي أَنَاْ أَخُوكَ فَلاَ تَبْتَئِسْ بِمَا كَانُواْ يَعْمَلُونَ
Ve lemmâ dehalû alâ yûsufe âvâ ileyhi ehâhu, kâle innî ene ehûke fe lâ tebteis bimâ kânû yamelûn
ve lemmâ dehalû ala Yûsuf | : geldiklerinde, girdiklerinde, Yûsuf’un yanına |
Âvâ ileyhi ehâ hu | : yanına aldı, barındırdı, onu, kardeşini |
Kâle inni ene ehu ke | : dedi, muhakkak, doğrusu, ben, kardeş, senin |
Fe lâ tebteis | : artık, bundan sonra, üzülme, umutsuzluğa kapılma |
bimâ kanu yamelûn | : dolayısıyla, sebebiyle, oldu, yaptıkları
|
69- Meâli: Yûsuf’un yanına geldiklerinde, o kardeşini yanına aldı. Dedi ki: Doğrusu ben senin kardeşinim. Bundan sonra onların yaptıkları şeylere üzülme.
70-
فَلَمَّا جَهَّزَهُم بِجَهَازِهِمْ جَعَلَ السِّقَايَةَ فِي رَحْلِ أَخِيهِ ثُمَّ أَذَّنَ مُؤَذِّنٌ أَيَّتُهَا الْعِيرُ إِنَّكُمْ لَسَارِقُونَ
Fe lemmâ cehhezehum bi cehâzihim ceales sikâyete fî rahli ahîhi, summe ezzene muezzinun eyyetuhel îru innekum le sârikûn
fe lemmâ cehheze hum | : artık, böylece, olduğu zaman, hazırladı, onlar |
bi cehâzi-him | : onların yüklerini, alet edavat, |
Ceale | : kıldı, yaptı, koydu, |
el sikâyete fi rahli | : su kabı, yükün içine |
El âhihî | : kardeşleri, dostları, |
Summe ezan muezzinun | : sonra, seslendi, duyma, ilan, seslenen kişi, müezzin |
Eyyetu ha el îru | : ey, kafile, pak, hür, âri, millet olmuş |
İnne kum | : muhakkak ki siz, |
le sârikûn | : elbette, hırsızlar, değerleri kendine mal eden,
|
70- Böylece, onlar için hazırlanan yüklerden, kardeşinin yükünün içine su kabı koydurdu. Sonra bir seslenen kişi ile onlara seslendi: Ey kafile! Elbette sizler hırsızlık yapmışsınız.
71-
قَالُواْ وَأَقْبَلُواْ عَلَيْهِم مَّاذَا تَفْقِدُونَ
Kâlû ve akbelû aleyhim mâzâ tefkidûn
Kâlû ve akbelû aleyhim | : dediler, döndüler, kabul, uymak, onlar |
Mâzâ tefkidûne | : ne, nedir, aradığınız, kayıp ettiğiniz
|
71- Meâli: Onlara doğru dönerek dediler ki: Aradığınız şey nedir?
72-
قَالُواْ نَفْقِدُ صُوَاعَ الْمَلِكِ وَلِمَن جَاء بِهِ حِمْلُ بَعِيرٍ وَأَنَاْ بِهِ زَعِيمٌ
Kâlû nefkıdu suvâalmeliki ve li men câe bihî hımlu beîrin ve ene bihî zaîm
Kâlû nefkıdu | : dediler, kaybetmek, |
suvaa el melik | : su kabı, Melik, Hükümdar |
ve li men câe | : kim, getirme, |
bihi hımlu beir | : onu, yük, taşınan yük, hamalın taşıdığı, |
ve ene bihi zâimun | : ben, ona, kefil, şef, prenses
|
72- Meâli: Dediler ki: Hükümdar’ın su kabı kayıp. Onu getiren kimse için, taşıyacağı kadar lütûflar vardır ve ben de ona kefilim.
73-
قَالُواْ تَاللّهِ لَقَدْ عَلِمْتُم مَّا جِئْنَا لِنُفْسِدَ فِي الأَرْضِ وَمَا كُنَّا سَارِقِينَ
Kâlû tallâhi lekad alimtum mâ cinâ li nufside fil ardı ve mâ kunnâ sârikîn
Kâlû tallahi | : dediler, Allah, gerçek, hakikat, |
lekad alimtum | : andolsun, biliyorsunuz |
mâ cinâ li nufsidu | : biz gelmedik, bozgunculuk için, ikilik, fesat, |
fi el ard | : nu yer, yeryüzü, |
ve mâ kunnâ sârikîn | : değiliz, olmadık, hırsız, değerleri kendine mal eden
|
73- Meâli: Dediler ki: Allah’a andolsun ki biz bu yerlere bozgunculuk için gelmedik ve bizler hırsız da değiliz.
74-
قَالُواْ فَمَا جَزَآؤُهُ إِن كُنتُمْ كَاذِبِينَ
Kâlû fe mâ cezâuhû in kuntum kâzibîn
Kâlû fe ma cezâu hu | : dediler, öyleyse, onun cezası nedir, karşılığı, |
in kuntum kâzibîne | : eğer, yalan söylüyorsanız
|
74- Meâli: Dediler ki: Eğer yalan söylüyorsanız onun cezası nedir?
75-
قَالُواْ جَزَآؤُهُ مَن وُجِدَ فِي رَحْلِهِ فَهُوَ جَزَاؤُهُ كَذَلِكَ نَجْزِي الظَّالِمِينَ
Kâlû cezâuhu men vucide fî rahlihî fe huve cezâuh kezâlike neczîz zâlimîn
Kâlû cezâu hu | : dediler, onun cezası, karşılığı, |
men vucide | : kimde bulunûrsa |
fî rahlihî | : onun yükünde, yükü içinde |
fe huve cezâu hu | : öyleyse, o zaman, cezası, karşılığı, o dur |
Kezalike neczî el zâlimîne | : işte böyle, karşılık, ceza, zalimler
|
75- Meâli: Dediler ki: Onun cezası; kimin yükünün içinde bulunûrsa, artık o ona karşılık olur. İşte zalimlerin karşılığı budur.
76-
فَبَدَأَ بِأَوْعِيَتِهِمْ قَبْلَ وِعَاء أَخِيهِ ثُمَّ اسْتَخْرَجَهَا مِن وِعَاء أَخِيهِ كَذَلِكَ كِدْنَا لِيُوسُفَ مَا كَانَ لِيَأْخُذَ أَخَاهُ فِي دِينِ الْمَلِكِ إِلاَّ أَن يَشَاء اللّهُ نَرْفَعُ دَرَجَاتٍ مِّن نَّشَاء وَفَوْقَ كُلِّ ذِي عِلْمٍ عَلِيمٌ
Fe bedee bi evıyetihim kable viâi ahîhi, summestahrecehâ min viâi ahîh kezâlike kidnâ li yûsuf mâ kâne li yehuze ehâhu fî dînil meliki illâ en yeşâallâh nerfeu derecâtin men neşâ ve fevka kulli zî ilmin alîm
Fe bedee | : böylece, başladı, arama, ilk olarak, bedi, uygunlukla |
bi eviyeti him | : heybeleri, torbaları, onlar |
Kabl viâi ahî hi | : önce, heybe, torba, kap, kardeşinin |
Summe estahrecehâ | : sonra onu çıkardı |
min viâi ahî-hi | : kardeşinin heybesinden |
Kezâlike kidna li Yûsuf | : işte böylece, düzen, çalışma, hile, çare, Yûsuf için |
mâ kâne li yehuze | : olmadı, olmazdı, tutması, alıkoyması, |
ehâ hu | : kardeşi, |
fî dini el meliki | : din, kural, kanun, yasa, Melik, Hükümdar, |
İlla en yeşâu Allah | : ancak, başka, isteme, Allah |
Nerfeu derecatin | : yücelik, yükselme, derece, makam, |
men neşâu | : kim, kimse, isterse, |
ve fevka kulli | : üstünde, her, hepsi, |
zî alîm | : sahip, zat, ilmin sahibi, bilgi sahibi, |
alîmun | : ilmin sahibi, ilmiyle var eden,
|
76- Meâli: Böylece kardeşinin heybesinden önce, onların heybelerini aramaya başladı. Sonra onu kardeşinin heybesinden çıkardı. İşte böylece Hükümdar’ın yasaları olmasa o kardeşini tutamazdı, bu durum Yûsuf için çare oldu. O ancak Allah’ı anlamayı isteyenlerdendi. Kim isterse O’nu anlamak makam makam yükseltilir. Ve her bilgi sahibinin üstünde ilmin sahibi vardır.
77-
قَالُواْ إِن يَسْرِقْ فَقَدْ سَرَقَ أَخٌ لَّهُ مِن قَبْلُ فَأَسَرَّهَا يُوسُفُ فِي نَفْسِهِ وَلَمْ يُبْدِهَا لَهُمْ قَالَ أَنتُمْ شَرٌّ مَّكَانًا وَاللّهُ أَعْلَمْ بِمَا تَصِفُونَ
Kâlû in yesrık fe kad sereka ehun lehu min kabl fe eserreha yûsufu fî nefsihî ve lem yubdihâ lehum kâle entum şerrun mekânâ vallâhu alemu bimâ tesifûn
Kâlû in yesrık | : dediler, eğer, çalmışsa |
fe kad sereka | : olmuştu, çaldı, kendine mal etti, |
ehun lehu | : kardeşi, onun |
min kablu | : önceden, daha önce, |
Fe eser ha Yûsuf | : onu, gizledi, Yûsuf, |
fî nefs hî | : nefsinde, kendi içinde |
ve lem yubdi-hâ lehum | : onu açıklamadı, onlara |
Kâle entum şerr | : dedi, siz, kötülük, şerr, |
mekânen | : dedi, siz, kötü, konum, yer, bulunulan yer |
ve Allah âlim | : Allah, ilmin sahibi, |
bima tesifûn | : tarif edilen, anlatılan şeylerdeki
|
77- Meâli: Dediler ki: Eğer o çalmışsa, daha önce onun kardeşi de çalmıştı. Böylece Yûsuf onu kendi içinde gizledi ve onlara bir açıklama yapmadı. Dedi ki: Sizler bulunduğunuz yerlerde kötülükler içindesiniz ve Allah tüm anlatılan şeylerdeki ilmin sahibidir.
78-
قَالُواْ يَا أَيُّهَا الْعَزِيزُ إِنَّ لَهُ أَبًا شَيْخًا كَبِيرًا فَخُذْ أَحَدَنَا مَكَانَهُ إِنَّا نَرَاكَ مِنَ الْمُحْسِنِينَ
Kâlû yâ eyyuhel azîzu inne lehû eben şeyhan kebîren fe huz ehadenâ mekânehu innâ nerâke minel muhsinîn
Kâlû ya yeyuha el azîz | : dediler, ey aziz, ey vezir, |
İnne lehu eben | : gerçekten, onun, baba, |
şeyhan kebîr | : ihtiyar, büyük, yaşlı |
Fe huz ehade nâ | : bundan dolayı, tut, al, bizden birini, |
mekâne hu | : onun yerine, mekân, yer, bulunduğu yer, makam |
İnna nerâke min | : muhakkak, biz seni görüyoruz, |
min el muhsinîn | : iyi olanlardan, iyi kimse, ihsan sahibi, iyilik eden
|
78- Meâli: Dediler ki: Ey vezir! Gerçekten onun yaşlı bir babası var, bundan dolayı onun yerine bizlerden birini al. Biz senin iyi kimselerden olduğunu görüyoruz.
79-
قَالَ مَعَاذَ اللّهِ أَن نَّأْخُذَ إِلاَّ مَن وَجَدْنَا مَتَاعَنَا عِندَهُ إِنَّآ إِذًا لَّظَالِمُونَ
Kâle maâzâllâhi en nehuze illâ men vecednâ metâanâ indehû innâ izen le zâlimûn
Kâle maâza Allah | : dedi, sıgınma, olmaz, Allah, |
en nehuz | : tutmak, alıkoymak |
İlla men vecednâ | : den başka, kim, kimse, bulduğumuz |
metâa-nâ inde hu | : eşyamız, malımız, onun yanında |
innâ izen le zâlimûn | : biz, o zaman oluruz, elbette, zalimler
|
79- Meâli: Yûsuf dedi ki: Eşyamızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını alıkoymaktan Allah’a sığınırız, o zaman biz elbette zalimlerden oluruz.
80-
فَلَمَّا اسْتَيْأَسُواْ مِنْهُ خَلَصُواْ نَجِيًّا قَالَ كَبِيرُهُمْ أَلَمْ تَعْلَمُواْ أَنَّ أَبَاكُمْ قَدْ أَخَذَ عَلَيْكُم مَّوْثِقًا مِّنَ اللّهِ وَمِن قَبْلُ مَا فَرَّطتُمْ فِي يُوسُفَ فَلَنْ أَبْرَحَ الأَرْضَ حَتَّىَ يَأْذَنَ لِي أَبِي أَوْ يَحْكُمَ اللّهُ لِي وَهُوَ خَيْرُ الْحَاكِمِينَ
Fe lemmesteyesû minhu halesû neciyyâ kâle kebîruhum e lem talemû enne ebâkum kad ehaze aleykum mevsikan minallâhi ve min kablu mâ ferrattum fî yûsuf fe len ebrahal arda hattâ yezene lî ebî ev yahkumallâhu lî ve huve hayrul hâkimîn
fe lemmestey esû minhu | : böylece, umutlarını kestikleri zaman, ondan |
hâlesu neciyyân | : ayrılma, bir kenara çekilme, gizli konuşma, fısıldaşma |
Kale kebîru-hum | : dedi, onların büyüğü |
e lem tâlemû | : biliyorsunuz ki, |
enne ebâkum | : olduğu, babanız |
Kad ehaze | : olmuştu, aldı, |
aleykum mevsik | : sizlerden, misak, söz, |
min Allah | : Allah’tan |
ve min kablu | : önceden, daha önceden |
mâ ferrattum fi Yûsuf | : yaptığınız kusur, sorumsuzluk, Yûsuf için |
Fe len ebraha el arda | : artık, bundan sonra, asla ayrılmam, bu yer, toprak |
Hattâ yezene li ebî | : hatta, izin veren, babam |
Ev yahkumu Allah li | : ya da, hüküm veren, Allah, için, benim için |
Ve huve hayru el hâkimîne | : o, hayırlı, iyi, hüküm veren
|
80- Meâli: Böylece ondan ümitlerini kesince, bir kenara çekildiler ve gizlice konuştular. Onlardan büyükleri dedi ki: Biliyorsunuz ki babamız bizden Allah adına söz aldı ve daha önce de Yûsuf için sorumsuzluk ettik. Bundan sonra ben bu yerden asla ayrılmayacağım,
81-
ارْجِعُواْ إِلَى أَبِيكُمْ فَقُولُواْ يَا أَبَانَا إِنَّ ابْنَكَ سَرَقَ وَمَا شَهِدْنَا إِلاَّ بِمَا عَلِمْنَا وَمَا كُنَّا لِلْغَيْبِ حَافِظِينَ
Irciû ilâ ebîkum fe kûlû yâ ebânâ innebneke serak ve mâ şehidnâ illâ bimâ alimnâ ve mâ kunnâ lil gaybi hâfizîn
Irciû ilâ ebî kum | : dönün, babanıza |
fe kûlû ya ebâ nâ | : böylece deyin, söyleyin, ey babamız |
inne ibn ke | : muhakkak senin oğlun, |
seraka | : kendine mal etti, hırsızlık yaptı |
ve mâ şehid-nâ | : biz şahit olmadık, görmedik, tanık |
İllâ bimâ alimnâ | : başka, ancak, şeyi, bildik, |
ve mâ kunnâ li el gayb | : değildik, değiliz, görünmeyen, bilinmeyen, |
hâfizîn | : koruyan, saklayan, koruma, savunma, |
81- Meâli: Babanıza dönün, sonra da deyin ki: Ey babamız! Senin oğlun hırsızlık etti ve biz bildiğimizden başkasına tanık olamayız ve bilemediğimiz şeyleri de savunacak değiliz.
82-
وَاسْأَلِ الْقَرْيَةَ الَّتِي كُنَّا فِيهَا وَالْعِيْرَ الَّتِي أَقْبَلْنَا فِيهَا وَإِنَّا لَصَادِقُونَ
Veselil karyetelletî kunnâ fîhâ vel îrelletî akbelnâ fîhâ ve innâ le sâdikûn
Ve eselil | : sor, sual et, araştır, sorgula, soruştur, |
karyete elleti | : şehir, köy, oturulan yer, ki o |
Kunnâ fihâ | : bizimle, oradan, oradan gelen |
ve el ire elleti | : kafile, yük taşıyan kafile, |
akbelnâ fihâ | : döndük, aralarından, bizimle dönen, oradan |
ve innâ le sâdikûn | : biz, elbette, doğru söyleyen, sâdık
|
82- Meâli: Bizimle oradan gelen şehir halkına ve oradan bizimle dönen yük taşıyan kafilelere sor ve elbette biz doğru söyleyenlerdeniz.
83-
قَالَ بَلْ سَوَّلَتْ لَكُمْ أَنفُسُكُمْ أَمْرًا فَصَبْرٌ جَمِيلٌ عَسَى اللّهُ أَن يَأْتِيَنِي بِهِمْ جَمِيعًا إِنَّهُ هُوَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
Kâle bel sevvelet lekum enfusukum emrâ fe sabrun cemîl asallâhu en yetiyenî bihim cemîâ innehu huvel alîmul hakîm
Kâle bel | : dedi ki, hayır, bilakis, |
sevvelet lekum | : hayır, güzel gösterdi, özendirdi, sürükledi, siz |
enfusu-kum | : nefsiniz, kendiniz, beden, |
emren | : iş, bu durum, hüküm, |
Fe sabrun cemil | : artık, bundan sonra, sabır, güzel |
asâ Allah en yetiye ni | : umulur ki Allah, bana getirir |
bi-him cemiân | : onları, hepsi, topluca |
İnnehu huve el alîm | : muhakkak o, ilmin sahibi, |
el hakîm | : tüm varlığa hâkim olan, hüküm hükmet sahibi
|
83- Meâli: Dedi ki: Hayır, kendinizin hükümleri sizi böyle bir şeye sürükledi. Bundan sonra bana güzelce sabretmek düşer. Umulur ki Allah onların hepsini bana getirir. Muhakkak ki O’dur ilmin sahibi, tüm varlığa hâkim olan.
84-
وَتَوَلَّى عَنْهُمْ وَقَالَ يَا أَسَفَى عَلَى يُوسُفَ وَابْيَضَّتْ عَيْنَاهُ مِنَ الْحُزْنِ فَهُوَ كَظِيمٌ
Ve tevellâ anhum ve kâle yâ esefâ alâ yûsufe vebyaddat aynâhu minel huzni fe huve kezîm
ve tevellâ anhum | : yüz çevirdi, onlardan |
Ve kale yâ esefâ alâ Yûsuf | : dedi, ey, ah, üzüntü, Yûsuf |
ve ebyaddat aynâ hu | : beyaz oldu, ağardı, karatarkt, gözleri, o |
min el huzni | : hüzün, üzüntü, acı, |
fe huve kezîmun | : böylece o, artık o, üzüntüsünü içine gömen
|
84- Meâli: Ve onlardan yüz çevirdi ve ah Yûsuf’um ah, diyerek, üzüntüler içinde kaldı ve ona olan hüznünden gözlerine ak düştü ve böylece o üzüntüsünü içine attı.
85-
قَالُواْ تَالله تَفْتَأُ تَذْكُرُ يُوسُفَ حَتَّى تَكُونَ حَرَضًا أَوْ تَكُونَ مِنَ الْهَالِكِينَ
Kâlû tallâhi tefteu tezkuru yûsufe hattâ tekûne haradan ev tekûne minel hâlikîn
Kâlû tallahi | : dediler, Allah’a andolsun, gerçek olan, gerçektir, |
tefteu | : hâlâ devam ediyorsun |
Tezkuru Yûsuf | : zikrediyorsun, anıyorsun, Yûsuf |
Hattâ tekunu haradan | : hatta, oluncaya kadar, olursun, eriyip gitme, |
Ev tekûne min el hâlikîne | : ya da, olacaksın, helak olan, yok, olan, ölüp giden
|
85- Meâli: Dediler ki: Allah’a andolsun ki hâlâ Yûsuf’u anmaya devam edip duruyorsun, hatta eriyip gideceksin ya da ölüp gidenlerden olacaksın.
86-
قَالَ إِنَّمَا أَشْكُو بَثِّي وَحُزْنِي إِلَى اللّهِ وَأَعْلَمُ مِنَ اللّهِ مَا لاَ تَعْلَمُونَ
Kâle innemâ eşkû bessî ve huznî ilallâhi ve alemu inallâhi mâ lâ talemûn
Kâle innema eşkû | : dedi, sadece, ancak, şikâyet, paylaşım, arz etmek, |
bess | : keder, üzüntü, zahmet, zorluk, beis, |
ve huznî ila Allah | : hüznüm, Allah |
ve âlemu min Allah | : ilmin sahibi, biliyorum, Allahtan |
mâ lâ tâlemûne | : şey, ne, değil, yok, bilmediğiniz
|
86- Meâli: Dedi ki: Ben kederimi ancak Allah ile paylaşırım ve bilmediğiniz şeylerdeki ilmin sahibi Allah’tır.
.87-
يَا بَنِيَّ اذْهَبُواْ فَتَحَسَّسُواْ مِن يُوسُفَ وَأَخِيهِ وَلاَ تَيْأَسُواْ مِن رَّوْحِ اللّهِ إِنَّهُ لاَ يَيْأَسُ مِن رَّوْحِ اللّهِ إِلاَّ الْقَوْمُ الْكَافِرُونَ
Yâ beniyyezhebû fe tehassesû min yûsufe ve ehîhi ve lâ teyesû min revhillâh innehu lâ yeyesu min revhillâhi illel kavmul kâfirûn
Yâ beniyye izhebû | : ey oğullarım, gidiniz |
Fe tehassesu min Yûsuf | : artık, iyice araştırma, Yûsuf |
ve ehî-hi | : ve onun kardeşi |
ve lâ teyesû | : umut kesmeyin, |
min revhi Allah | : ferah, sevinç, rahmet, Allah |
İnne hu la yeyesu | : muhakkak o, umut kesmezler, ye’s |
min revhi Allah | : ferahlıktan, sevinçten, Allah |
İlla el kavmu | : başka, kimse, topluluk, |
el kâfirûne | : örten, görmemezlikten gelen
|
87- Meâli: Ey oğullarım! Gidiniz, sonra da Yûsuf ve kardeşini araştırın, hissedin ve Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Muhakkak ki hakikatleri görmemezlikten gelip örtenlerden başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez.
88-
فَلَمَّا دَخَلُواْ عَلَيْهِ قَالُواْ يَا أَيُّهَا الْعَزِيزُ مَسَّنَا وَأَهْلَنَا الضُّرُّ وَجِئْنَا بِبِضَاعَةٍ مُّزْجَاةٍ فَأَوْفِ لَنَا الْكَيْلَ وَتَصَدَّقْ عَلَيْنَآ إِنَّ اللّهَ يَجْزِي الْمُتَصَدِّقِينَ
Fe lemmâ dehalû aleyhi kâlû yâ eyyuhel azîzu messenâ ve ehlened durru ve cinâ bi bidâatin muzcâtin fe evfi lenel keyle ve tesaddak aleynâ innallâhe yeczîl mutesaddikîn
fe lemmâ dehalû aleyhi | : böylece, olduğunda, dahil, girme, onun yanına |
Kâlû yâ eyyuhâ el azîzu | : dediler, ey vezir, ey aziz |
Messenâ | : dokundu, bize, |
ve ehlena el darr | : ailemize, sıkıntı, darlık |
ve cina | : geldik, |
bi bidatin muzcâtin | : sermaye, mal alınacak para, önemsiz, az |
fe evfi lena | : böylece, tam ver, bize, bir ölçü mal |
el keyle | : böylece, tam ver, bize, bir ölçü mal |
ve tesaddak aleyna | : sadaka ver, bağışta bulun, bize |
İnne Allah yeczi | : muhakkak, Allah, karşılık, |
el mutesaddikîn | : doğru olan, iyi olan,
|
88- Meâli: Böylece onun huzuruna geldikleri zaman, dediler ki: Ey vezir! Bize ve ailemize bir darlık dokundu ve biz az bir sermaye ile geldik, fakat siz bize tam ölçüyle verin ve bize bağışta bulunun. Muhakkak ki sadakatle bağlı olanlara Allah’tan karşılıklar vardır.
89-
قَالَ هَلْ عَلِمْتُم مَّا فَعَلْتُم بِيُوسُفَ وَأَخِيهِ إِذْ أَنتُمْ جَاهِلُونَ
Kâle hel alimtum mâ fealtum bi yûsufe ve ahîhi iz entum câhilûn
Kâle hel alimtum | : dedi, siz bildiniz mi? |
Ma fealtum bi Yûsuf | : ne, değil, şey, siz yaptınız, Yûsuf |
ve ahî-hi iz entum | : onun kardeşi, o zaman, siz, |
câhilûn | : cahiller, bilmeyenler, şahit olmayan
|
89- Meâli: Dedi ki: Siz, Yûsuf ve kardeşine cahillerden olduğunuz zaman neler yaptığınızı bildiniz mi?
90-
قَالُواْ أَإِنَّكَ لَأَنتَ يُوسُفُ قَالَ أَنَاْ يُوسُفُ وَهَذَا أَخِي قَدْ مَنَّ اللّهُ عَلَيْنَا إِنَّهُ مَن يَتَّقِ وَيِصْبِرْ فَإِنَّ اللّهَ لاَ يُضِيعُ أَجْرَ الْمُحْسِنِينَ
Kâlû e inneke le ente yûsuf kâle ene yûsufu ve hâzâ ahî kad mennallâhu aleynâ innehu men yettekı ve yasbir fe innallâhe lâ yudîu ecrel muhsinîn
Kâlu e inne ke | : dediler, gerçekten sen, |
le ente Yûsuf | : sen misin, Yûsuf |
Kâle ene Yûsuf | : dedi, ben, Yûsuf |
ve hâzâ ahî kad | : bu, kardeşim, oldu, |
Kad menne | : oldu, nimet, nimetler, lütûflar, sıfatlar, kimlik |
Allah aleynâ | : Allah, bize, üzerimizde, |
İnne hu men yettekı | : muhakkak, o, kim takva sahibi olursa |
ve yasbir | : ve sabreder |
fe inne Allah | : öyleyse, muhakkak ki Allah, |
lâ yudîu ecr | : zayi etmez, karşılık |
el muhsinîne | : ihsan eden, tüm özüyle bağlı olanlar, iyi kimse,
|
90- Meâli: Dediler ki: Gerçekten sen Yûsuf musun? Dedi ki: Ben Yûsuf’um ve bu da kardeşim. Bizim üzerimizde olanlar Allah’ın nimetleridir. Muhakkak ki fenâlardan sakınan ortak koşmayan kimselerin ve sabredenlerin, elbette tüm özüyle bağlı olanların karşılıklarını Allah zayi etmez.
91-
قَالُواْ تَاللّهِ لَقَدْ آثَرَكَ اللّهُ عَلَيْنَا وَإِن كُنَّا لَخَاطِئِينَ
Kâlû tallâhi lekad âserekellâhu aleynâ ve in kunnâ le hâtıîn
Kâlû tallahi lekad | : dediler, gerçek olan, Allah, andolsun |
âserke | : iz, eser, izi üzere olmak, değer, varlık, tesir, |
Allah aleynâ | : Allah, bize, bize nazaran |
ve in kunnâ le hâtıîne | : biz olduk, hata edenlerden
|
91- Meâli: Dediler ki: Gerçek olan Allah’a andolsun ki, sen bize nazaran Allah’ın hakikatleri üzere gittin ve biz doğrusu hata edenlerden olduk.
92-
قَالَ لاَ تَثْرَيبَ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَ يَغْفِرُ اللّهُ لَكُمْ وَهُوَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ
Kâle lâ tesrîbe aleykumul yevm yagfirullâhu lekum ve huve erhamur râhimîn
Kâle la tesrîbu | : dedi, yok, suçlama, kınama, ayıplama, |
aleykum el yevm | : size, bugün, zaman, vakit, |
yagfiru Allah lekum | : mağfiret eden, arındıran, Allah, sizin için |
ve huve erhamu | : o, rahmet, her şeyi merhametiyle kuşatan |
el râhimîn | : varlığı özünden var eden |
92- Meâli: Dedi ki: Bugün sizi ayıplamak yoktur. Allah’ın mağfireti sizler içindir ve bütün her şeyi merhametiyle kuşatan, tüm varlığı özünden vareden O’dur.
93-
اذْهَبُواْ بِقَمِيصِي هَذَا فَأَلْقُوهُ عَلَى وَجْهِ أَبِي يَأْتِ بَصِيرًا وَأْتُونِي بِأَهْلِكُمْ أَجْمَعِينَ
Yezhebû bikamîsî hâzâ fe elkûhu alâ vechi ebî yeti basîrâ vetûnî bi ehlikum ecmaîn
Yezhebû | : götürün, iletin, yetiştirin, yolu açın, |
bi kamîsî hâzâ | : gömleğimi, bu, ince zar, |
Fe elkû-hu | : sonrada, onu atın, ilka edin, sürün, |
alâ vechi ebî | : babamın yüzüne |
Yeti basîrâ | : gelir, basiret, gözü açılmak, görme duygusu |
Ve etûnî | : bana getirin, |
bi ehlikum ecmaîn | : aileniz, hepsi, tümü |
93- Bu gömleğimi götürün, sonra da babamın yüzüne sürün ki onun gözü açılsın ve tüm ailenizi bana getirin.
94-
وَلَمَّا فَصَلَتِ الْعِيرُ قَالَ أَبُوهُمْ إِنِّي لَأَجِدُ رِيحَ يُوسُفَ لَوْلاَ أَن تُفَنِّدُونِ
Ve lemmâ fasalatilîru kâle ebûhum innî le ecidu rîha yûsufe lev lâ en tufennidûn
ve lemma fasalati el âri | : olduğu zaman, kafile ayrıldığında |
Kâle ebu hum | : dedi, onların babası |
innî le ecıdu | : ben, gerçekten ben, |
rîha Yûsuf | : koku, rüzgâr, esinti, Yûsuf |
lev lâ en tufennidû ni | : eğer olmasa, olmazsa, deli divane, bunama, bana
|
94- Meâli: Böylece kafile oradan ayrıldı. Babaları: Eğer bana deli divane demeyecekseniz, gerçekten ben Yûsuf’un kokusunu alıyorum, dedi.
95-
قَالُواْ تَاللّهِ إِنَّكَ لَفِي ضَلاَلِكَ الْقَدِيمِ
Kâlû tallâhi inneke le fî dalâlikel kadîm
Kâlû tallahi | : dediler, Allah’a andolsun, gerçekten, |
inneke le fi dalâlike | : gerçekten sen, içinde, şaşkınlık, şaşırmışlık |
el kâdîm | : eski, eskiden beri gelen, devam edip gelen,
|
95- Meâli: Dediler ki: Allah’a andolsun ki, elbette sen eski şaşkınlığındasın.
96-
فَلَمَّا أَن جَاء الْبَشِيرُ أَلْقَاهُ عَلَى وَجْهِهِ فَارْتَدَّ بَصِيرًا قَالَ أَلَمْ أَقُل لَّكُمْ إِنِّي أَعْلَمُ مِنَ اللّهِ مَا لاَ تَعْلَمُونَ
Fe lemmâ en câel beşîru elkâhu alâ vechihî fertedde basîrâ kâle e lem ekul lekum innî alemu minallâhi mâ lâ talemûn
Fe lemma en cae | : böylece, olduğunda, gelmek, geldiğinde, |
el beşir | : müjdeci, sevinme, mutluluk, mânâ kokusu, beşer, |
elkâ-hu | : ilka, attı, koydu, sürdü, ulaştı, hissettirdi, dokundu, bıraktı, ekledi, kattı, o |
alâ vechî hî | : onun yüzüne, gerçeğine, vechine, aslına, mânâsına, |
Fertedde | : geri geldi, kavuştu, reddeddi, aslına döndü, açıldı, |
basire | : basiret, kâlb gözü, idraki şuur, mânâ, görme duygusu, |
Kâle elem ekul lekum | : dedi, olmadı mı, söyledim, dedim, size |
innî âlemu min Allah | : gerçekten ben, bilirim, Allah |
mâ lâ tâlemûne | : sizin bilmediğiniz şeyleri
|
96- Meâli: Böylece müjdeci ona geldiğinde; onun yüzüne sürdü, böylece onun görmesi açıldı. Dedi ki: Ben size demedim mi, sizin bilmediğiniz şeylerdeki ilmin sahibi Allah’tır
97-
قَالُواْ يَا أَبَانَا اسْتَغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا إِنَّا كُنَّا خَاطِئِينَ
Kâlû yâ ebânestagfir lenâ zunûbenâ innâ kunnâ hâtıîn
Kâlû ya ebâ | : dediler, ey babamız, |
nestagfir lenâ | : bağışlama dile, mağfiret dile, bize |
zunûbe-nâ | : günahlarımız, fenâ, hata |
İnnâ kunna hâtıîne | : gerçekten biz, olduk, hata, günah işleyen
|
97- Meâli: Dediler ki: Ey babamız! Günahlarımızdan dolayı bize mağfiret dile, biz gerçekten hata edenlerden olduk.
98-
قَالَ سَوْفَ أَسْتَغْفِرُ لَكُمْ رَبِّيَ إِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ
Kâle sevfe estagfiru lekum rabbî innehu huvel gafûrur rahîm
Kâle sevfe estagfiru | : dedi, yakında, gelecekte, mağfiret, arınmak |
Lekum rabbî | : size, sizin için, rabbimin |
innehu huve el gafûr | : muhakkak o dur, mağfiret eden, |
el rahîm | : râhim olan, özünden var eden,
|
98- Meâli: Dedi ki: Rabbimin mağfireti size yakındır. Muhakkak ki O mağfiret edendir, varlığı özünden varedendir.
99-
فَلَمَّا دَخَلُواْ عَلَى يُوسُفَ آوَى إِلَيْهِ أَبَوَيْهِ وَقَالَ ادْخُلُواْ مِصْرَ إِن شَاء اللّهُ آمِنِينَ
Fe lemmâ dehalû alâ yûsufe âvâ ileyhi ebeveyhi ve kâledhulû mısra in şâallâhu âminîn
fe lemmâ dehalû alâ Yûsuf | : böylece, olduğu zaman, girdiler, Yûsuf’un yanına |
âvâ ileyhi | : kendi yanına aldı, barındırdı, kucakladı, |
ebeveyni | : anne babasını |
ve kâle udhulû mısra | : dedi, giriniz, mısır |
in şae Allah | : eğer, istek, dilek, Allah, Allahın izniyle, |
âminîn | : emin, güven içinde,
|
99- Meâli: Böylece onlar Yûsuf’un yanına geldiklerinde, anne babasına sarıldı ve dedi ki: Allah’ın izniyle güven içinde Mısır’a girin.
100-
وَرَفَعَ أَبَوَيْهِ عَلَى الْعَرْشِ وَخَرُّواْ لَهُ سُجَّدًا وَقَالَ يَا أَبَتِ هَذَا تَأْوِيلُ رُؤْيَايَ مِن قَبْلُ قَدْ جَعَلَهَا رَبِّي حَقًّا وَقَدْ أَحْسَنَ بَي إِذْ أَخْرَجَنِي مِنَ السِّجْنِ وَجَاء بِكُم مِّنَ الْبَدْوِ مِن بَعْدِ أَن نَّزغَ الشَّيْطَانُ بَيْنِي وَبَيْنَ إِخْوَتِي إِنَّ رَبِّي لَطِيفٌ لِّمَا يَشَاء إِنَّهُ هُوَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
Ve refea ebeveyhi alel arşı ve harrû lehu succedâ ve kâle yâ ebeti hâzâ tevîlu ruyâye min kablu kad cealehâ rabbî hakkâ ve kad ahsene bî iz ahrecenî mines sicni ve câe bikum minel bedvi min badi en nezegaş şeytânu beynî ve beyne ıhvetî inne rabbî latîfun limâ yeşâ innehu huvel alîmul hakîm
ve refea ebeveyni | : yükseltti, çıkardı, oturttu, anne babası, |
alâ el arş | : tahtın üzerine, makama, |
ve harrû lehu succeden | : eğildiler, düştü, çöktü, ona, secde etmek, |
ve kâle yâ ebeti | : dedi, ey babacığım |
Hâzâ tevîlu ruyâ min kabl | : bu, yorum, tevîl, rüyam, ileri görüş, önceden |
Kad ceale ha | : oldu, olmuştu, kıldı, yaptı, eyledi, |
Rabbî hakk | : rabbim, hak, gerçek |
ve kad ahsene bî iz | : olmuştu, en güzel, iyi olan, benim için, o zaman |
Ahrece ni min es sicni | : çıkardı, beni zindandan |
ve câe bikum | : geldi, sundu, getirdi, sizi |
min el bedvi | : çölden, |
min badi en nezega | : sonradan, arasını açmak, |
el şeytan | : şeytani haller |
Beyni ve beyne ihveti | : benim ve kardeşlerimin arasında, dost, arkadaş |
İnne rabbi latîf | : muhakkak, rabbim, latif, lütûf, zarif, gizli, yumuşak |
li ma yeşâu | : isteyenler için, ne istediğini bilenler için, |
İnne hu huve el âlim | : muhakkak ki o, ilmiyle var eden, ilmin sahibi |
el hâkim | : hâkim olan, hükmeden, her şeye gücü yeten,
|
100- Meâli: Anne babasını tahtın üzerine oturttu ve sonra da hepsi birden ona secde ettiler. Ve dedi ki: Ey babacığım! İşte bu evvelce gördüğüm rüya. Rabbim onu gerçek kıldı. Beni zindandan çıkarttı ve güzelliklere kavuşmamı sağladı. Şeytani haller benimle kardeşlerimin arasını açmak istemesine rağmen, sizleri çölden getirtti. Muhakkak ki Rabbim hakikatleri anlamak isteyenler için lütfedendir. Muhakkak ki O ilmin sahibidir, tüm varlığa hâkim olandır.
101-
رَبِّ قَدْ آتَيْتَنِي مِنَ الْمُلْكِ وَعَلَّمْتَنِي مِن تَأْوِيلِ الأَحَادِيثِ فَاطِرَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ أَنتَ وَلِيِّي فِي الدُّنُيَا وَالآخِرَةِ تَوَفَّنِي مُسْلِمًا وَأَلْحِقْنِي بِالصَّالِحِينَ
Rabbi kad âteytenî minel mulki ve allemtenî min tevîlil ehâdîs fâtıras semâvâti vel ardı ente veliyyî fîd dunyâ Vel âhıreh teveffenî muslimen ve elhıknî bis sâlihîn
Rabbi kad âteyte ni | : Rabbim, oldu, bana verdin |
min el mulki | : mülkten, mülkün sahibi, yöneten, idare eden, |
ve allemte nî min tevîl | : bana öğrettin, yorum, tevîl, |
el ehâdîsi | : sözler, olaylar |
fâtıra | : ortaya çıkma, yaratan, var eden, açılıp çıkan, |
El semevât ve el ardı | : gökler ve yeryüzü |
ente veliyyî | : seb, veli, dost, |
fî ed dunya | : dünyada, yaşamımda |
ve el âhiret | : sonunda |
teveffe-nî | : vefa, sevgiyle bağlanma, |
muslimen | : barış ve huzur üzere olan, teslim olan |
ve elhık-ni | : beni dâhil et, arasına kat, ilhak et, eyle, |
bi el sâlihîn | : Sâlih, iyilerden, sulha ulaşmış, ıslah olmuş,
|
101- Meâli: Rabbim! Bana mülkün sahibinin sen olduğunun idrakini verdin ve bana olayların yorumunu öğrettin. Gökleri ve yeri vareden sensin, yaşamımda da ve sonunda da dost olan sensin. Beni sevgiyle teslim olanlardan eyle ve beni Sâlih kimselerden eyle.
102-
ذَلِكَ مِنْ أَنبَاء الْغَيْبِ نُوحِيهِ إِلَيْكَ وَمَا كُنتَ لَدَيْهِمْ إِذْ أَجْمَعُواْ أَمْرَهُمْ وَهُمْ يَمْكُرُونَ
Zâlike min enbâil gaybi nûhîhi ileyk ve mâ kunte ledeyhim iz ecmaû emrehum ve hum yemkurûn
Zâlike min enbâi | : işte bu tüm kâinat, haber, bilgi, ilim, hakikat, |
el gayb | : bilinmeyen, görünmeyen, |
nûhî-hi ileyke | : onu vahyediyoruz, bildiriyoruz, sana |
ve mâ kunte | : olmadın, değilsin, olma, |
ledey him | : onların yanında, onlarla birlikte hareket eden, onlar gibi, |
İz ecmaû | : o zaman, toplandılar, bir araya toplanan, |
emr hum | : yapmak, işlemek, hükmekmek, onlar |
Ve hum yemkurûne | : onlar, hile, tuzak, düzen, karanlık emel, kötülük yapan,
|
102- Meâli: Bilemediğin hakikatleri, işte tüm bu kâinattan sana her an vahyediyoruz. Sen, karanlık emeller içinde olup, kötülük yapmak için bir araya gelenler gibi değilsin.
103-
وَمَا أَكْثَرُ النَّاسِ وَلَوْ حَرَصْتَ بِمُؤْمِنِينَ
Ve mâ ekserun nâsi ve lev haraste bi muminîn
ve mâ ekser el nâs | : değil, çoğu, insanlar |
ve lev haraste | : olsa bile, çok isteme, haris, aşırı istek, |
bi muminin | : Mü’min, emin olan |
103- Meâli: Sen, onların hakikatleri anlamalarını ne kadar şiddetle arzu etsen de, insanların çoğu emin olamıyorlar.
104-
وَمَا تَسْأَلُهُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ إِنْ هُوَ إِلاَّ ذِكْرٌ لِّلْعَالَمِينَ
Ve mâ teseluhum aleyhi min ecr in huve illâ zikrun lil âlemîn
ve mâ teselu hum aleyhi | : istemiyorsun, onlar, ona, onun için, |
min ecrin | : bir ücret, karşılık, |
in huve illa zikr | : o, bu, ancak, ögüt, hatırlatma, anmak, |
li el âlemin | : âlemler için, topluluklar için, kimseler için,
|
104- Meâli: Bu hakikatleri anlatman için sen onlardan bir karşılık ta istemedin. Bu tüm topluluklar için ancak bir öğüttür.
105-
وَكَأَيِّن مِّن آيَةٍ فِي السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ يَمُرُّونَ عَلَيْهَا وَهُمْ عَنْهَا مُعْرِضُونَ
Ve keeyyin min âyetin fîs semâvâti vel ardı yemurrûne aleyhâ ve hum anhâ muridûn
ve keeyyin min âyetin | : ne kadar, pek çok, nice âyetler, deliller, işaret |
fî es semâvât ve el ard | : göklerde ve yerde |
Yemurrûne aleyhâ | : gelip geçerler, yanından geçerler |
ve hum anha muridûn | : onlar, ondan, yüz çeviren, farkına varmaz, görür anlamaz
|
105- Meâli: Göklerde ve yerde nice âyetler vardır ki yanından gelip geçerler ve onlar onun farkına varmazlar.
106-
وَمَا يُؤْمِنُ أَكْثَرُهُمْ بِاللّهِ إِلاَّ وَهُم مُّشْرِكُونَ
Ve mâ yuminu ekseruhum billâhi illâ ve hum muşrikûn
ve mâ yuminu | : inanmazlar, Mü’min olmazlar, |
ekser hum | : çoğu, onlar, |
Bi Allah illâ | : Allah’a, Allah ile, ancak, |
ve hum muşrikûne | : onlar, ortak koşan, bende varım diyen,
|
106- Meâli: Onların çoğu Allah’a ortak koşmadan iman etmezler.
107-
أَفَأَمِنُواْ أَن تَأْتِيَهُمْ غَاشِيَةٌ مِّنْ عَذَابِ اللّهِ أَوْ تَأْتِيَهُمُ السَّاعَةُ بَغْتَةً وَهُمْ لاَ يَشْعُرُونَ
E fe eminû en tetiyehum gâşiyetun min azâbillâhi ev tetiyehumus sâatu bagteten ve hum lâ yeşurûn
Efe emin | : emin mi oldular? |
en tetiye hum | : gelmesi, onlar, |
gâşiyet min azap | : saran, kaplayan, sıkıntıda kalan, azap, sıkıntı |
Allah | : Allah, tüm varlıktaki Kudret, görünmeyen güç, |
ev tetiye hum | : veya, gelmesi, onlar, |
el sâat bagtet | : saat, vakit, zaman, ölüm vakti, ansızın, aniden |
ve hum lâ yeşurûne | : onlar, şuursuz, kendinin çevresinin farkına varmayan
|
107- Meâli: Onlara bir sıkıntının gelip sarıvermesinden ya da ansızın ölüm vaktinin gelmesi konusunda Allah’tan emin mi oldular? Onların kendilerini ve çevrelerini idrak etmeleri yoktur.
108-
قُلْ هَذِهِ سَبِيلِي أَدْعُو إِلَى اللّهِ عَلَى بَصِيرَةٍ أَنَاْ وَمَنِ اتَّبَعَنِي وَسُبْحَانَ اللّهِ وَمَا أَنَاْ مِنَ الْمُشْرِكِينَ
Kul hâzihî sebîlî edû ilallâhi alâ basîretin ene ve menittebeanî ve subhânallâhi ve mâ ene minel muşrikîn
Kul hâzihî sebili | : de, söyle, anlat, bu, yol, hakkın yolu, |
edu | : davet, çağrı, dua |
ila Allah alâ bâsiret | : Allah’a, basiret, doğru görüş, kâlben idrak etme, |
ene | : ben |
ve men ittebea-nî | : bana tâbi olan kimseler, takip eden |
ve subhân Allah | : noksan sıfatlardan münezzeh olan, Allah |
ve mâ ene | : ben değilim, |
min el muşrikîn | : müşriklerden, ortak koşanlardan
|
108- Meâli: Anlat: İşte bu benim için ve beni takip edenler için, Allah’ı kâlben idrak etmek için hakkın yoluna davettir, Allah noksan sıfatlardan münezzehtir ve ben ortak koşanlardan değilim.
109
وَمَا أَرْسَلْنَا مِن قَبْلِكَ إِلاَّ رِجَالاً نُّوحِي إِلَيْهِم مِّنْ أَهْلِ الْقُرَى أَفَلَمْ يَسِيرُواْ فِي الأَرْضِ فَيَنظُرُواْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِمْ وَلَدَارُ الآخِرَةِ خَيْرٌ لِّلَّذِينَ اتَّقَواْ أَفَلاَ تَعْقِلُونَ
Ve mâ erselnâ min kablike illâ ricâlen nûhî ileyhim min ehlil kurâ e fe lem yesîrû fîl ardı fe yanzurû keyfe kâne âkıbetullezîne min kablihim ve le dârul âhıreti hayrun lillezînettekav e fe lâ takılûn
ve mâ ersel nâ | : açığa çıkmadı, biz, göndermedik, |
min kabl ke | : senden önce |
İlla ricâlen | : başka, ileri gelen, er kişi, kâmil kişi, |
nûhî ileyhi | : vahy, bildirmek, onlara |
min ehli el kurâ | : şehirler halkından, beldeler halkından |
e fe lem yesîrû fi el ard | : dolaşmıyorlar mı, yeryüzünü |
fe yanzurû | : artık baksınlar, anlasınlar, görsünler, |
keyfe kâne âkıbet | : nasıl oldu, sonları, akıbetleri |
ellezîne min kabli-him | : onlardan önceki kimseler |
ve le dâru | : elbette, oda, yer, yurt, |
el âhıreti hayrun | : sonu, sonları, hayırlı olan, iyi olan, |
lillezînettekav | : takva sahibi olan kimseler için, fenâlardan sakınan |
e fe lâ takılûne | : hâlâ akıl etmiyor musunuz? düşünmek, araştırmak, |
109- Meâli: Senden önce de o beldelerin halkına kâmil kişiler, Bizim hakikatlerimizi bildirmekten başka bir şey için açığa çıkmadı. Yeryüzünü dolaşmazlar mı, onlardan önceki kimselerin akıbetlerinin nasıl olduğunu bakıp ta görmezler mi? Elbette fenâlardan sakınan ortak koşmayanların sonları daha hayırlıdır. Hâlâ hakikatleri düşünmez misiniz?
110
حَتَّى إِذَا اسْتَيْأَسَ الرُّسُلُ وَظَنُّواْ أَنَّهُمْ قَدْ كُذِبُواْ جَاءهُمْ نَصْرُنَا فَنُجِّيَ مَن نَّشَاء وَلاَ يُرَدُّ بَأْسُنَا عَنِ الْقَوْمِ الْمُجْرِمِينَ
Hattâ izesteyeser rusulu ve zannû ennehum kad kuzibû câehum nasrunâ fe nucciye men neşâ ve lâ yureddu besunâ anil kavmil mucrimîn
Hattâ iza esteyse | : öyle ki, hatta, ümitsiz olduklarında, |
el Resûl | : hakikati gösteren, bildiren, irsal eden, |
ve zannû enne hum | : zannettiler, sandılar, onlar, |
Kad kuzibû | : oldu, yalanlandılar, |
câe hum | : onlara geldi, buldular, |
nasru nâ | : yardım, biz |
Fe nucciye | : o zaman, biz, necat bulma, kurtulma, |
men neşâu | : kim, kimse, isteyen, bizi anlamak isteyen, |
ve lâ yureddu | : yok, red, geri döndürülmez, geçmez, |
besu nâ | : sıkıntı, azap, güç, kuvvet, biz |
an el kavm el mucrimîne | : kimse, fenâlarda kalanlar, günahkâr topluluğu
|
110- Meâli: Öyle ki hakikatleri gösterenler; anlattıkları hakikatlere karşı onları yalanladıklarından dolayı, onlar bir ümitsizlik içine düştükleri zaman, yine Bizde yardım buldular. Bundan sonra Bizi anlamak isteyen kimse Bizde necat bulur. Fenâlarda kalanlar ise, Bizi anlayamadıklarından dolayı onların sıkıntıları geçmez.
111
لَقَدْ كَانَ فِي قَصَصِهِمْ عِبْرَةٌ لِّأُوْلِي الأَلْبَابِ مَا كَانَ حَدِيثًا يُفْتَرَى وَلَكِن تَصْدِيقَ الَّذِي بَيْنَ يَدَيْهِ وَتَفْصِيلَ كُلَّ شَيْءٍ وَهُدًى وَرَحْمَةً لِّقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
Lekad kâne fî kasasıhim ibretun li ûlîl elbâb mâ kâne hadîsen yufterâ ve lâkin tasdîkallezî beyne yedeyhi ve tafsîle kulli şeyin ve huden ve rahmeten li kavmin yuminûn
Lekad kâne | : andolsun ki, gerçek şu ki, oldu, |
fi kasas him | : onların kıssaların içinde |
İbretun | : ibret, ders, |
li ûlî elbâb | : akıl sahipleri, aklını çalıştıran, hep o irfâniyette duran |
mâ kâne hadîsen | : değildir, olmadı, söz, olay, |
yufterâ | : uydurma, iftira |
ve lâkin tasdîka ellezi | : lâkin, tastik etme, doğruluğunu göstermek, o kimseler |
beyne yedey hi | : arasında, elleri, güçleri, kendilerindeki güç, |
ve tafsîle kulli şeyin | : ayrı ayrı açıklar, bütün her şeyi |
ve huden | : yol gösterme, hidâyet, |
ve rahmeten | : rahmet, |
li kavmin yuminûn | : kavim için, topluluk, kimseler, emin olan, inanan
|
111- Meâli: Gerçek şu ki: Onların kıssalarının içinde aklını işletenler için ibretler vardır. Bu sözler; uydurma değildir, kendilerindeki gücün sahibini anlamak isteyen kimseler için doğruları gösterendir, bütün her şeyin hakikatlerini ayrı ayı açıklayandır, yol gösterendir ve inanan kimseler için bir rahmettir.