ZÂRİYÂT SÛRESİ
-1-
وَالذَّارِيَاتِ ذَرْوًا
Vez zâriyâti zerven.
ve el zâriyâti | : soy, çoğalma, zürriyet, |
zerven | : sürükleme, dağıtan, kuvvet, savuran, devam ettiren, |
1- Zürriyeti devam ettirene.
-2-
فَالْحَامِلَاتِ وِقْرًا
Fel hâmilâti vıkren.
Fe el hâmilâti | : taşıyanlar, hamal, yüklenen |
vikren | : okuma, okunan, ağır yük, kuş yuvaları, |
2- O yükü taşıyana.
-3-
فَالْجَارِيَاتِ يُسْرًا
Fel câriyâti yusren.
fe el câriyâti | : sonra, akıp giden, yol alan, anlayan |
yusren | : kolayca, |
3- Kolayca yol aldırana.
-4-
فَالْمُقَسِّمَاتِ أَمْرًا
Fel mukassimâti emren.
Fe el mukassimâti | : taksim eden, bölüm, parça, her varlıktaki incelik |
emren | : iş, işleyen, hüküm |
4- Her varlıkta ince ince işleyişini gösterene.
-5-
إِنَّمَا تُوعَدُونَ لَصَادِقٌ
İnnemâ tûadûne le sâdikûn.
İnne ma tuadune | : elbette, şey, ne, değil, söz, vaat, |
le sadık | : dosdoğru, doğru olan, içten, sadakat, |
5- Muhakkak ki size ne vaat ediliyorsa elbette doğrudur.
-6-
وَإِنَّ الدِّينَ لَوَاقِعٌ
Ve inned dîne le vâkıu
ve inne el dine | : muhakkak, din, varoluş yasaları, |
le vakıun | : elbette, vuku bulan, olay, ortaya çıkan, gerçekleşen, |
6- Muhakkak ki varoluş yasalarıyla elbette varlık ortaya çıkar.
-7-
وَالسَّمَاء ذَاتِ الْحُبُكِ
Ves semâi zâtil hubuki.
Ve el semai zati | : ulvi âlem, sema, ulviyet, zat, sahip, |
el hubuki | : güzel yapılan iş, örgü, sevgi, yollar, yörünge, sağlam yapılan |
7- Ulvi Âlem’in Zâtı her şeyi en güzel bir şekilde yapandır.
-8-
إِنَّكُمْ لَفِي قَوْلٍ مُّخْتَلِفٍ
İnnekum le fî kavlin muhtelifin.
İnne kum le fi kavlin | : muhakkak, doğrusu, siz, elbette, içinde, söz, sözleşme |
muhtelifin | : çeşitli, farklı, başka, birbirine uymayan, çelişkili, |
8- Muhakkak ki siz, birbirine uymayan sözler içindesiniz.
-9-
يُؤْفَكُ عَنْهُ مَنْ أُفِكَ
Yûfeku anhu men ufik
Yûfeku an hu | : aldatma, kandırılma, döndürülen, aldatılan, gaflet, onu, sapar |
men uflike | : kim, kimse, yalan söyleme, döndürüldü, kandırıldı, sapmak |
9- Yalanlarda kalan kimse hakikatlerden sapar.
-10-
قُتِلَ الْخَرَّاصُونَ
Kutilel harrâsûne
Kutile | : kendine yazık eder, kahrolur, mahv olmak, öldürmek, |
el harrasune | : yalancılık, yalanlarda kalan, yalan söyleyen, |
10- Yalanlarda kalmak kendine yazık etmektir.
-11-
الَّذِينَ هُمْ فِي غَمْرَةٍ سَاهُونَ
Ellezîne hum fî gamretin sâhûne.
Elllezine hum | : o kimseler, onlar ki, |
fî gamret | : içinde, cehalet, gaflet, fenalara dalan, şiddet |
sahune | : gafil, gaflet, dikkatsiz, önemsemeyen, iyi düşünmeyen |
11- Onlar ki cehalet içinde kalıp hakikatleri düşünmeyenlerdir.
-12-
يَسْأَلُونَ أَيَّانَ يَوْمُ الدِّينِ
Yes’elûne eyyâne yevmud dîn
Yeselûne | : sorarlar, aralar, araştırırlar, |
eyyane yevm | : ne zaman, nasıl, gün, zaman |
el dini | : varlığın yaratılış incelikleri, var oluş yasaları, |
12- O kimseler varlığın yaratılış yasalarını ne zaman araştıracaklar.
-13-
يَوْمَ هُمْ عَلَى النَّارِ يُفْتَنُونَ
Yevme hum alen nâri yuftenûne.
Yevme hum | : gün, zaman, an, onlar, |
ala el nar | : üzerlerinde, hal, ateş, yakıp yakıcı hal |
yuftenune | : test etme, sınama, fitne, karışıklık, küfr, fikir ihtilafı |
13- Onlar zamanlarını fitne hâllerinde, yakıp yakıcı hâllerde geçirirler.
-14-
ذُوقُوا فِتْنَتَكُمْ هَذَا الَّذِي كُنتُم بِهِ تَسْتَعْجِلُونَ
Zûkû fitnetekum hâzellezî kuntum bihî testacilûn
Zûkû | : tadın, his, zevk, temas edin, |
fitnete kum | : fitne, ikilik, kargaşa, deneme, sınama, aslı için imtihan |
Hâzâ ellezi kumtum | : bu, neyin, öyle ki siz, olduğunu, oldunuz |
bi-hi testacilune | : hızlandırmak, onu, acele etmek, hızlandırmak, |
14- Sizler fitne hâllerinde olursanız, her şeyi acele isteyen kimselerden olursunuz.
-15-
إِنَّ الْمُتَّقِينَ فِي جَنَّاتٍ وَعُيُونٍ
İnnel muttekîne fî cennâtin ve uyûnin
İnne el muttekine | : takva, fenalardan sakınan Allah’a ortak koşmayan |
Fi cennatin | : huzur içinde |
ve uyunin | : gözler, aynılık, ayniyet, benzer, birlik, |
15- Muhakkak ki fenalardan sakınan Allah’a ortak koşmayanlar, huzur içinde ve birlik içindedirler.
-16-
آخِذِينَ مَا آتَاهُمْ رَبُّهُمْ إِنَّهُمْ كَانُوا قَبْلَ ذَلِكَ مُحْسِنِينَ
Âhizîne mâ âtâhum rabbuhum, innehum kânû kable zâlike muhsinîn
Âhizîne | : almak, sarılmak, |
ma atahum | : sunulan şey, verilen, onlar |
rabbu hum | : rab, vücudlandıran, onlar, |
İnne hum kanu kable | : muhakkak, onlar, bunlar, oldu, daha önce |
Zalikine muhsinine | : ki, bu, o, oldu, Muhsin, iyilikte, güzel davranış |
16- Onlar Rabbinden sunulan şeylere sarılırlar. Muhakkak ki onlar, onlardan öncekiler gibi güzel davranışlar içindedirler.
-17-
كَانُوا قَلِيلًا مِّنَ اللَّيْلِ مَا يَهْجَعُونَ
Kânû kalîlen minel leyli mâ yehceûn
Kânû kalilen | : oldu, biraz, çok az, onlar idi, olurlar, azda olsa |
min el leyli | : gece, gaflet, |
Ma yehceune | : şey, ne, değil, uyumazlar, kalmazlar, düşmezler |
17- Onlar azda olsa gaflet hâllerine düşmezler.
-18-
وَبِالْأَسْحَارِ هُمْ يَسْتَغْفِرُونَ
Ve bil eshârihum yestağfirûne.
ve bi el eshâri-hum | : seher vakti, şafaktan önce, aydınlanma, onlar |
yestağfirûne | : istiğfar ederler, bağışlanma isteme, hatasını anlama |
18- Ve onlar aydınlanma yolunda hatalarını anlayıp düzeltirler.
-19-
وَفِي أَمْوَالِهِمْ حَقٌّ لِّلسَّائِلِ وَالْمَحْرُومِ
Ve fî emvâlihim hakkun lis sâili vel mahrûmi.
ve fî emvâli-him | : içinde, mal, değer, mülklerinde, varlığında, onlar |
Hakkun | : hak, hakikat, doğrular, gerçek olan, |
li el saili | : anlamayı isteyenler, dileyen, arzu eden, ulaşmak |
Ve el mahrumi | : mahrum, yoksun, yokluk çeken, fenafillâh olmak |
19- Ve onlar varlıktaki hakikatleri anlamayı ve fenafillâh olmayı isterler.
-20-
وَفِي الْأَرْضِ آيَاتٌ لِّلْمُوقِنِينَ
Ve fîl ardı âyâtun lil mûkınîne.
ve fî el ardı ayatun | : arzda, yeryüzünde ayetler, işaretler, deliller, alamet |
Li el mukınine | : yakın sahibi, aşkla hakikati arayanlar, kesin delillerle |
20- Hakikatleri kesin olarak anlamak isteyenler için yeryüzünde deliller vardır.
-21-
وَفِي أَنفُسِكُمْ أَفَلَا تُبْصِرُونَ
Ve fî enfusikum e fe lâ tubsirûn
ve fî enfusi kum | : içinde, enfüs, kendinde, nefs, iç âleminde |
E fe la tubsirune | : öyleyse bakıp ta görmez misiniz? |
21- Kendi iç âleminizde deliller vardır. Hâlâ bakıp ta görmez misiniz?
-22-
وَفِي السَّمَاء رِزْقُكُمْ وَمَا تُوعَدُونَ
Ve fîs semâi rızkukum ve mâ tûadûn
Ve fî el semâi | : gök, ulvi âlem, |
rızku kum | : rızkınız, yararlanma, varlığa verilen sıfat |
Ve ma tuadune | : şey, ne, değil, söz, vaat edilen şey |
22- Sizdeki sıfatlar ve size vaat edilen şeyler Ulvi Âlemdendir.
-23-
فَوَرَبِّ السَّمَاء وَالْأَرْضِ إِنَّهُ لَحَقٌّ مِّثْلَ مَا أَنَّكُمْ تَنطِقُونَ
Fe ve rabbis semâi vel ardı innehu le hakkun misle mâ ennekum tentıkûn
Fe ve rabbi | : işte, artık, böylece, Rab, vücudlandıran, |
el semâi ve el ardı | : sema, gök, ulvi âlem ve yeryüzü, yer |
inne-hu le hakkun | : muhakkak ki o elbette, haktır, gerçektir, hakikat |
Misle ma ennekum tentıkune | : gibi, misal, konuşmak, bildiğiniz, konuşun |
23- İşte, göklerdeki ve yerdeki her şeyi vücudlandıran O’dur. Muhakkak ki O, elbette gerçek olandır. Sizin konuşmanız gibi.
-24-
هَلْ أَتَاكَ حَدِيثُ ضَيْفِ إِبْرَاهِيمَ الْمُكْرَمِينَ
Hel etâke hadîsu dayfi ibrâhîmel mukremîn
Hel eta ke hadisu | : var, geldi mi, sana, duydun mu, hikayesi, sözleri, |
Dayfi İbrâhîm | : konuk, misafir, meyleden, İbrâhîm, |
mukremin | : ağırlayan, konuk sever |
24- Konuk sever İbrâhîm’e meyledenlerin hikâyesi sana geldi değil mi?
-25-
إِذْ دَخَلُوا عَلَيْهِ فَقَالُوا سَلَامًا قَالَ سَلَامٌ قَوْمٌ مُّنكَرُونَ
İz dehalû aleyhi fe kâlû selâmâ kâle selâm kavmun munkerûn
iz dehalû aleyhi | : zaman, girdikleri, geldikleri, ona, sonra dediler |
Fe kalu selamen | : sonra dediler, selam, barış sizinle olsun, |
Kale selamen | : dedi selam, barış ve huzur üzere olmak |
Kavmun munkerune | : kimseler, kavim, insanlar, inkar, reddetme, bilinmeyen |
25- Onun yanına geldikleri zaman: Barış ve huzur üzere ol, dediler. O’da münker kimselere: Siz de barış ve huzur üzere olun, dedi.
-26-
فَرَاغَ إِلَى أَهْلِهِ فَجَاء بِعِجْلٍ سَمِينٍ
Fe râga ilâ ehlihî fe câe bi iclin semînin.
Fe raga | : sonra, gizlice yöneldi, talep etti, istedi, |
ila ehli hi | : ehil, bilen, aile, o, ondan |
Fe cae | : sonra, geldi, sundu, verdi, koyuldu, |
bi iclin semin | : hızla, çabucak, dinleme, semiz buzağı, |
26- Sonra hakikatlerin ehli olan ona yöneldiler. Sonra da hızla dinlemeye koyuldular.
-27-
فَقَرَّبَهُ إِلَيْهِمْ قَالَ أَلَا تَأْكُلُونَ
Fe karrebehû ileyhim kâle e lâ tekulûn
Fe karrebe-hû ileyhim | : yakınlık, yakınlaştırıldı, o, onları, |
kale e la tekulune | : dedi, yapmayın, sindirmek, fayda, yarar, yemek, |
27- Böylece o, onlara yakınlığı anlattı, bu hakikatlerden yararlanmayı bırakmayın, dedi.
-28-
فَأَوْجَسَ مِنْهُمْ خِيفَةً قَالُوا لَا تَخَفْ وَبَشَّرُوهُ بِغُلَامٍ عَلِيمٍ
Fe evcese minhum hîfeh kâlû lâ tehaf ve beşşerûhu bi gulâmin alîm
Fe evcese min hum | : sonra, hissetti, çağırdı, onları, |
hifeten | : dikkatli, ihtiyatlı |
Kalu la tehaf | : dedi, yok, korkmak, korkmayın, çekinmeyin, |
Ve beşşeru hu | : beşer, insan, kimse, sevindirici, o, hak, |
bi gulamin alim | : köle, evlat, yardımcı, çocuk, genç, bilgili kimse, bilen |
28- Sonra onları dikkatli olmaya çağırdı. Korkmayın, bilgili, yardım sever insanlardan olun, dedi.
-29-
فَأَقْبَلَتِ امْرَأَتُهُ فِي صَرَّةٍ فَصَكَّتْ وَجْهَهَا وَقَالَتْ عَجُوزٌ عَقِيمٌ
Fe akbeletimreetuhu fî sarretin fe sakket vechehâ ve kâlet acûzun akîmun.
Fe akbelet imreetu hu | : dönmek, karşıladı, etraflıca, işleyiş, eşi, |
Fi sarretin | : içinde, siret, iç yüzü, paket, bohça, içini görmek, çığlık |
Fe sakket veche ha | : vurgu, uzanmak, çarpmak, yüz, gerçek, yön, o |
Ve kalet acuzun | : dedi, aciz, güçsüz, |
akimun | : doğuşu yok, neticesiz, kısır, boş, |
29- Sonra o görünenlerin iç yüzünü, onlardaki işleyişin hakikatlerini etraflıca anlattı. Böylece o gerçekleri vurguladı. Acziyetinizi ve bir şey meydana getirmeye gücünüzün olmadığını anlayın, dedi.
-30-
قَالُوا كَذَلِكَ قَالَ رَبُّكِ إِنَّهُ هُوَ الْحَكِيمُ الْعَلِيمُ
Kâlû kezâliki kâle rabbuk innehu huvel hakîmul alîmu.
Kâlû kezaliki | : dediler, işte bu, budur, |
kale rabbuke | : dedi, rabbin, seni vücutlandıran, |
İnne hu huve el hakim | : muhakkak ki, o, hâkim olan, hüküm sahibi, |
el alim | : ilmin sahibi, ilmiyle var eden |
30- Dediler ki: İşte gerçek budur. Dedi ki: Rabbinizin gerçeği budur. Muhakkak ki bütün her şeye hâkim olan, ilmiyle var eden O’dur.
-31-
قَالَ فَمَا خَطْبُكُمْ أَيُّهَا الْمُرْسَلُونَ
Kâle fe mâ hatbukum eyyuhel murselûn
Kâle fe ma | : dedi, artık, bundan sonra, şey, ne, değil, |
hatbu kum | : istemek, konuşmak, söylemek, önemsenen, mühim iş |
Eyyuha el murselune | : ey, gönderilen, görevliler, bildirilmiş, açığa çıkan, |
31- İbrâhîm dedi ki: Ey hakikatlerle bilgilendirilmiş olanlar! Bundan sonra sizler ne söylediğinizi bilin.
-32-
قَالُوا إِنَّا أُرْسِلْنَا إِلَى قَوْمٍ مُّجْرِمِينَ
Kâlû innâ ursilnâ ilâ kavmin mucrimîne.
Kâlû inna ursil na | : dediler, biz gönderildik, bize gönderildi, sunuldu |
İla kavmin | : bir kavim, kimseler, topluluk, |
mucrimine | : fenalarda kalan, günahlar, suçlar |
32- Dediler ki: Fenalarda kalan bir kavimken bize hakikatler sunuldu.
-33-
لِنُرْسِلَ عَلَيْهِمْ حِجَارَةً مِّن طِينٍ
Li nursile aleyhim hıcâreten min tînin.
li nursile aleyhim | : için, göndermek, bırakmak, sunmak, onlara |
Hıcareten | : taş, kaya, sert, taşlaşmış, katı kalpli, uzaklaşmak, |
min tinin | : öz, özünden, balçık, toprak, |
33- Özünden uzaklaşmışken, o fena halleri bırakmamız gerektiğini anladık.
-34-
مُسَوَّمَةً عِندَ رَبِّكَ لِلْمُسْرِفِينَ
Musevvemeten inde rabbike lil musrifîn
musevvemeten | : işaretlenmiş, belirgin, eğitim öğretim, terbiye dilen |
İnde rabbike | : katında, yanında, ona ait, rabbinin, seni vücudlandıran, |
Li el musrifine | : müsrif, atıp savuran, dağıtan, boş şeyler içinde olan |
34- Boş şeyler içindeyken, Rabbe ait olan hakikatlerle terbiye edildik.
-35-
فَأَخْرَجْنَا مَن كَانَ فِيهَا مِنَ الْمُؤْمِنِينَ
Fe ahrecnâ men kâne fîhâ minel mûminîn
Fe ahrec na | : artık, böylece, çıkarmak, istifade etmek, biz, |
men kane | : kim, kimse, oldu, olan, |
Fi ha min el müminin | : orada müminler, inanan, sadıklar, inanalar |
35- Böylece bizler müminler olarak oradan çıkarıldık.
-36-
فَمَا وَجَدْنَا فِيهَا غَيْرَ بَيْتٍ مِّنَ الْمُسْلِمِينَ
Fe mâ vecednâ fîhâ gayre beytin minel muslimîn
Fe mâ vecednâ | : sonra, öyle ki, bulamadık, görmedik, |
fî-hâ gayre beytin | : orada, evden başka, dışında, ev, gönül evi, hakikatler |
Min el muslimine | : teslimiyet, barışa teslim olan, selamete ulaşan, |
36- Öyle ki bizler hakikatlerin anlatıldığı o yerde, Hakk’a teslim olmanın dışında başka bir şey bulmadık.
-37-
وَتَرَكْنَا فِيهَا آيَةً لِّلَّذِينَ يَخَافُونَ الْعَذَابَ الْأَلِيمَ
Ve tereknâ fîhâ âyeten lillezîne yahâfûnel azâbel elîm
ve tereknâ fi ha | : bıraktık, terk, orada, o yerde, o hakikatlerde, |
ayeten | : bıraktık, terk, orada, deliller, işaretler, ayetler |
Li ellezine yahafune | : kimseler için, korkan, çekinen, saygılı olanlar |
El azabe el elime | : azap, sıkıntı, işkence, eziyet elim acı, |
37- Ve orada acı sıkıntılardan çekinen kimseler için deliller bıraktık.
-38-
وَفِي مُوسَى إِذْ أَرْسَلْنَاهُ إِلَى فِرْعَوْنَ بِسُلْطَانٍ مُّبِينٍ
Ve fî mûsâ iz erselnâhu ilâ fir’avne bi sultânin mubînin.
ve fî mûsâ | : Musa’da |
iz ersel na hu | : sunmak, göndermek, bildirmek, açığa çıkmak, biz, o, |
İla firavne | : firavuna, kibirli olana |
Bi sultanin mubinin | : mülkün, kudretin sahibi, apaçık delil, |
38- Musa da firavuna apaçık delillerle Bizim hakikatlerimizi bildirmişti.
-39-
فَتَوَلَّى بِرُكْنِهِ وَقَالَ سَاحِرٌ أَوْ مَجْنُونٌ
Fe tevellâ bi ruknihî ve kâle sâhırun ev mecnûnun.
Fe tevalla | : fakat, kabul etmedi, yüz çevirdi, |
bi rukni hi | : köşesi, etrafı, yönelme, kendi bildikleri, |
ve kale sahırun | : dedi, etkileyen, sihirbaz, büyücü, maskara, aldatan, |
ev mecnun | : veya, deli, cinlenmiş, ne dediğini bilmeyen, aşık, |
39- Fakat o kendi bildiklerinde kaldı, hakikatlere yüzünü döndü, bu maskaradır ya da mecnundur, dedi.
-40-
فَأَخَذْنَاهُ وَجُنُودَهُ فَنَبَذْنَاهُمْ فِي الْيَمِّ وَهُوَ مُلِيمٌ
Fe ehaznâhu ve cunûdehu fe nebeznâhum fîl yemmi ve huve mulîm
Fe ehaz nâ-hu | : böylece, oysa, sarılmak, kuşatılmak, biz, o |
ve cunude hu | : ordu, güç, kuvvet, asker, tüm varlık |
Fe nebez na hum | : sonra, artık, oysa, atmak, savurmak, biz, onlar, firavun |
fi el yemmi | : için, derya, umman, deniz, güvercin kuşu, |
ve huve | : O, Musa. |
mulimun | : Melami, Hakk’ta Hakk olan, Hakikatlerin arayışında olan, varoluşu – var edeni düşünen, aslını arayan, kendini bilme yolunda olan, varlığı ve varlığın geldiği âlemi araştıran, çocuk saflığında hakikati araştıran. |
40- Oysa Musa Bizim hakikatlerimize sarıldı ve o tüm varlıktaki gücü bilendi. Fakat firavun ve etrafı, kendi cehaletlerinde kalıp Bizi kabul etmediler. Ve Musa Melâmî’ydi.
-41-
وَفِي عَادٍ إِذْ أَرْسَلْنَا عَلَيْهِمُ الرِّيحَ الْعَقِيمَ
Ve fî âdin iz erselnâ aleyhimur rîhal akîm
ve fî âdin | : Ad kavmine, |
iz erselna | : sunduk, bildirdik, gönderdik, açığa çıkardık, |
Aleyhi el riha | : onlarda, rüzgâr, hissiyat, ses, nefes alıp verişi, |
el akime | : neticesiz, kısır, boş, bir şey yapmaya gücü olmayan, |
41- Ad kavmine de onlardaki o nefes alıp vermenin hikmetini, bir şey meydana getirmeye güçleri olmadığını bildirdik.
-42-
مَا تَذَرُ مِن شَيْءٍ أَتَتْ عَلَيْهِ إِلَّا جَعَلَتْهُ كَالرَّمِيمِ
Mâ tezeru min şey’in etet aleyhi illâ cealethu ker remîm
mâ tezeru min şeyin | : şey, ne, değil, yıkıcı, tahrip, bırakmayan, bir şey |
Etet aleyhi | : geldi, olan, gelen, üzerlerinde, onlarda |
İlla cealet-hu | : başka, yapan, kılan, eden, |
ke remimi | : gibi, o halde, kül hali, çürümüş, yozlaşmış, toz duman, |
42- Üzerlerinde olan o cehalet hallerini bırakmalarını, o hallerin sadece yozlaştırmaya sebep olacağını bildirdik.
-43-
وَفِي ثَمُودَ إِذْ قِيلَ لَهُمْ تَمَتَّعُوا حَتَّى حِينٍ
Ve fî semûde iz kîle lehum temetteû hattâ hînin.
ve fî semûde iz kile lehum | : Semud kavmi, denildiği zaman, onlara |
Temetteu | : yararlanma, kazanma, fayda, |
hatta hinin | : hatta, süre, sınırlı, az, kadar, |
43- Semud kavmine de: Anlayabildiğiniz kadar hakikatlerden yararlanın, denilmişti.
-44-
فَعَتَوْا عَنْ أَمْرِ رَبِّهِمْ فَأَخَذَتْهُمُ الصَّاعِقَةُ وَهُمْ يَنظُرُونَ
Fe atev an emri rabbihim fe ehazethumus sâikatu ve hum yanzurûn
Fe atev | : fakat itaat etmedi, anlamadılar, |
an emri rabbihim | : iş, hüküm, rab, onlar |
Fe ehazet hum | : aldı, sarıldı, o hallerde kalmak, |
el saikatu | : yıldırım, şaşırtan, şaşkınlık, şok, sersemletici, ilahi ses |
Ve hum yanzurune | : onlar, bakan, gören |
44- Fakat onlar Rabbin işleyişini anlayamadılar, böylece o cehaletin şaşkınlık hallerinde kaldılar ve onlar bakıp göremediler.
-45-
فَمَا اسْتَطَاعُوا مِن قِيَامٍ وَمَا كَانُوا مُنتَصِرِينَ
Fe mestetâû min kıyâmin ve mâ kânû muntesirîne.
Fe mâ istetâû | : sonra güç yetiremediler, muktedir olamadılar |
min kıyâmin | : ayağa kalkma, diriliği, varlığı diri tutan, |
ve mâ kânû muntesirine | : olamadılar, başarılı, galip, muzaffer |
45- Böylece onlar, tüm varlığı tutan o gücü anlamaya güç yetiremediler ve başarılı olamadılar.
-46-
وَقَوْمَ نُوحٍ مِّن قَبْلُ إِنَّهُمْ كَانُوا قَوْمًا فَاسِقِينَ
Ve kavme nûhın min kabl inne hum kânû kavmen fâsıkîn
ve kavme nûh min kabl | : Nuh kavmi, daha önce, |
inne hum | : muhakkak, onlar |
Kânû kavmen fasıkıne | : oldu, kavim, kimseler, hakikatin dışına çıkan, sapan, |
46- Daha önce Nuh kavmi de, doğrusu onlar da hakikatleri bırakıp kendi anlayışlarına sapan kimselerden oldular.
-47-
وَالسَّمَاء بَنَيْنَاهَا بِأَيْدٍ وَإِنَّا لَمُوسِعُونَ
Ves semâe beneynâhâ bi eydin ve innâ le mûsiûn
ve el semâe | : sema, gök, ulvi alem, |
beneyna ha | : düzenledik, bina ettik, kurduk |
Bi eydin | : kuvvet, kudret, destek, el, |
ve inna le musiun | : biz, elbette, genişletmek, genişletici, sonsuz, geniş, |
47- Gökyüzünü kudretimizle düzenledik ve muhakkak ki genişletmekteyiz.
-48-
وَالْأَرْضَ فَرَشْنَاهَا فَنِعْمَ الْمَاهِدُونَ
Vel arda fereşnâhâ fe ni’mel mâhidûn
ve el arda fereşna ha | : yeryüzü, yeri, döşeyip yaymak, |
Fe nime el mahidune | : sonra, böylece, iyi, ala, güzelce düzenleyen, |
48- Yeryüzünü döşeyip yaydık ve güzel bir şekilde düzenledik.
-49-
وَمِن كُلِّ شَيْءٍ خَلَقْنَا زَوْجَيْنِ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ
Ve min kulli şey’in halaknâ zevceynî leallekum tezekkerûn
Ve min kulli şeyin halakna | : bütün her şey, halk ettik, |
Zevceyni | : eş, çift, aynı olan, tür, |
lealle-kum | : umulur ki siz, |
tezekkerune | : varoluş anlama, o hakikatlerle bu âleme bakmak, |
49- Bütün her şeyi çiftler halinde halkettik. Umulur ki siz varoluşun hakikatlerini anlarsınız, o hakikatlerle bu âleme bakarsınız.
-50-
فَفِرُّوا إِلَى اللَّهِ إِنِّي لَكُم مِّنْهُ نَذِيرٌ مُّبِينٌ
Fe firrû ilâllâh innî lekum minhu nezîrun mubîn
fe firrû ila Allahi | : öyleyse, artık, kaç, sığın, firar, ışık, nur Allah |
İnni lekum | : muhakkak sizler, sizin için |
Min hu nezirun | : ondan, uyarıcı, belirtici, gösterilen, |
mubinun | : apaçık, apaçık delil, apaçık açıklama, görünen, |
50- Bundan sonra Allah’a sığının. Muhakkak ki ben sizlere, O’na ait olan hakikatleri apaçık delillerle açıklayıp uyarıyorum.
-51-
وَلَا تَجْعَلُوا مَعَ اللَّهِ إِلَهًا آخَرَ إِنِّي لَكُم مِّنْهُ نَذِيرٌ مُّبِينٌ
Ve lâ tec’alû meallâhi ilâhen âhar innî lekum minhu nezîrun mubîn
ve lâ tecalû | : yok, edinmek, yönelmek, |
mea Allah | : beraber, birlikte, Allah |
İlahen ahara | : ilah, başka, diğer, son, geçen, terk etmek, |
İnni lekum | : muhakkak sizler, sizin için |
Min hu nezirun | : ondan, uyarıcı, belirtici, gösterilen, |
mubinun | : apaçık, apaçık delil, |
51- Allah ile beraber başka ilahlar edinmeyin. Muhakkak ki ben sizlere, O’na ait olan hakikatleri apaçık delillerle açıklayıp uyarıyorum.
-52-
كَذَلِكَ مَا أَتَى الَّذِينَ مِن قَبْلِهِم مِّن رَّسُولٍ إِلَّا قَالُوا سَاحِرٌ أَوْ مَجْنُونٌ
Kezâlike mâ etellezîne min kablihim min resûlin illâ kâlû sâhırun ev mecnûn
Kezâlike ma eta ellezine | : işte, şey, ne, değil, gelen, o kimseler, |
min kabli-him | : daha önce, onlar, onlardan önce, |
min resul | : hakikati gösteren, irsal eden, |
illa kalu | : ancak dediler, |
sahırun | : etkileyen, büyücü, aldatan, maskara, sihirbaz |
ev mecnun | : veya, ne dediğini bilmeyen, mecnun |
52- İşte, hakikatleri gösteren biri onlardan öncekilere de gelmiş olmasın ki, onlarda ona: Aldatan biridir veya mecnun biridir, demiş olmasınlar.
-53-
أَتَوَاصَوْا بِهِ بَلْ هُمْ قَوْمٌ طَاغُونَ
E tevâsav bih bel hum kavmun tâgûn
E tevâsav bi hi bel hum | : çıkarsama, tavsiye, aktarma, bunumu, onlar |
Kavmun tagun | : kavim, tagun, taşkın, fenalara tapanlar, zulüm edenler |
53- Onlar bu halleri mi birbirlerine aktardılar? Onlar fenalarda kalan, taşkınlık içinde olan kimselerdir.
-54-
فَتَوَلَّ عَنْهُمْ فَمَا أَنتَ بِمَلُومٍ
Fe tevelle anhum fe mâ ente bi melûme
fe tevelle anhum | : öyleyse, artık, uzak dur, yüz çevir, onlardan, |
fe ma ente | : sen değilsin, |
bi melume, melami | : Melami, Hakk’ta Hakk olan, Hakikatlerin arayışında olan, varoluşu – var edeni düşünen, aslını arayan, kendini bilme yolunda olan, varlığı ve varlığın geldiği âlemi araştıran, çocuk saflığında hakikati araştıran. |
54- Artık o hallerde olanlardan uzak dur. Sen onlar gibi değilsin. Sen Melâmî’sin.
-55-
وَذَكِّرْ فَإِنَّ الذِّكْرَى تَنفَعُ الْمُؤْمِنِينَ
Ve zekkir fe innez zikrâ tenfeul mûminîn
ve zekkir | : an, araştır, zikir, |
Fe inne el zikra | : artık, muhakkak, öyle ki, öğütle, hatırlatma, anmak, |
Tenfe el mûminîne | : fayda, yarar, müminlere, inananlar |
55- Hakikatleri an. Muhakkak ki hakikatleri anlayıp hatırlamak müminlere fayda verir.
-56-
وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ
ve mâ halaktul cinne vel inse illâ li yabudûn
ve mâ halaktu | : şey ne, değil, yarattım, halkettim, varettim, |
el cinne | : bilinmeyen, tanımlanamayanlar, tanınmayan |
ve el inse | : bilinen, tanınan, insan, |
İlla li yabudu ni | : ancak, beni bilsinler kulluklarını anlasınlar, |
56- Tanıdıklarınızı ve tanımadıklarınızı, ancak beni bilsinler ve kulluklarını anlasınlar diye yarattım.
-57-
مَا أُرِيدُ مِنْهُم مِّن رِّزْقٍ وَمَا أُرِيدُ أَن يُطْعِمُونِ
Mâ urîdu minhum min rızkın ve mâ urîdu en yutimûni.
mâ urîdu minhum | : şey, ne, değil, yok, irade, onların, |
min rızk | : rızk, fayda, yarar, nasip, nimeti nitelik, sıfat, |
ve mâ urîdu | : değil, şey, ne, irade, istek, |
en yutimu ni | : besleyen, yiyen, yararlandıran, yaşamasını sağlama, ben, |
57- Tanıdıklarınız ve tanımadıklarınız irade sahibi değildir, rızık da veremezler. Benden başka irade sahibi olan, faydalandıran yoktur.
-58-
إِنَّ اللَّهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ
İnnallâhe huver rezzâku zul kuvvetil metîn
inne allâhe | : muhakkak ki, şüphesiz, Allah, |
huve er rezzaku | : o, rızık veren, rezzak, fayda, yarar, has, nasip |
Zu el kuvveti | : sahip, kuvvet, güçlü, kudret, |
el metinu | : sağlam, güçlü, dayanıklı, güvenilir olan, |
58- Muhakkak ki Allah; O’dur rızık veren, tüm varlıktaki kudretin sahibi, tüm varlığı sapasağlam tutan.
-59-
فَإِنَّ لِلَّذِينَ ظَلَمُوا ذَنُوبًا مِّثْلَ ذَنُوبِ أَصْحَابِهِمْ فَلَا يَسْتَعْجِلُونِ
Fe inne lillezîne zalemû zenûben misle zenûbi ashâbihim fe lâ yesta’cilûni.
fe inne li ellezine zalemu | : işte, artık, gerçekten, zalim kimseler, |
Zenuben misle | : günah, fenalar, kötülük, suç, misli, benzeri, |
zenubi ashabi him | : günahlar, fenalar, kötülük, arkadaş, ashab |
fe la yestaciluni | : bundan sonra acele etmeyin, daha dikkati olmak |
59- İşte hakikatleri anlamayıp kötülükler içinde olanlar, arkadaşlarını da kendi kötülüklerinin benzerine sürükleyebilirler. Bundan sonra acele etmeyin, daha dikkati olun.
-60-
فَوَيْلٌ لِّلَّذِينَ كَفَرُوا مِن يَوْمِهِمُ الَّذِي يُوعَدُونَ
Fe veylun lillezîne keferû min yevmihimullezî yûadûn
Fe veylun | : vah, vay, yazık, yazık o hâllerine, hüsran, |
li ellezine keferu | : hakikati görmemezlikten gelenler, örten, |
min yevmi-him | : gün, zaman, vakit, an, onlar |
ellezine yuadune | : o kimseler, vaat, sözler, söz vermek, uymak, |
60- Hakikatlerin sözlerine uymayıp, zamanlarını hakikatleri görmemezlikten gelip kabul etmemekle geçiren kimselerin vay o hâllerine!