ZUHRUF SURESİ
-1-
حم
Hâ mîm
Ha mim | : zat, hu, zati ilahiye, nokta, Allah, kamil insan, mümin, |
1- Hâ, Mîm
-2-
وَالْكِتَابِ الْمُبِينِ
Vel kitâbil mubîni
ve el kitâbi | : kitab, yazılı olan, hakikatler, varlık kitabı, |
el mubin | : apaçık olan, |
2- Her varlık apaçık bir kitaptır.
-3-
إِنَّا جَعَلْنَاهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا لَّعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ
İnnâ cealnâhu kur’ânen arabiyyen leallekum takılûn
İnnâ cealna hu | : muhakkak, düzenledik, sunduk, yaptık, kıldık, o |
kuranen | : kuranı, kâinat kitabı, okunan şey, |
arabiyyen | : anlaşılır bir dille, anlaşılır bir halde |
Lealle kum takılune | : umulur ki akıl edersiniz, düşünüp anlarsınız |
3- Kâinat kitabını anlaşılabilir bir halde düzenledik. Umulur ki düşünür anlarsınız.
-4-
وَإِنَّهُ فِي أُمِّ الْكِتَابِ لَدَيْنَا لَعَلِيٌّ حَكِيمٌ
Ve innehu fî ummil kitâbi ledeynâ le alîyyun hakîm
ve inne-hu | : muhakkak ki, o, o kâinat kitabı |
Fi ummi el kitab | : içinde, ana kitap, asıl kitap, öz kitap |
Ledey na | : katımızdaki, bizden, |
Le aliyyin | : yüce, üstün, ilim sahibi, |
hakimun | : hüküm hikmet, hâkim olan |
4- Muhakkak ki o kâinat kitabı, Bize ait olan ana kitabın içindendir. Elbette bir ilim taşır, hikmet taşır.
-5-
أَفَنَضْرِبُ عَنكُمُ الذِّكْرَ صَفْحًا أَن كُنتُمْ قَوْمًا مُّسْرِفِينَ
E fe nadribu ankumuz zikre safhan en kuntum kavmen musrifîn
E fe nadribu | : değil mi, çarpmak, vurgu, nefes alıp vermek, bırakmak, |
ankum | : sizden, sizin, sizinle, |
el zikre | : zikir, anmak, anlamak, |
Safhan en kuntum | : yüz çevirmek, bırakmak, terk etmek, olduğunuz, |
Kavmen musrifine | : kavim, kimseler, müsrif, haddi aşan, aşırı giden, |
5- Sizin her an nefes alıp vermeniz Bizim zikrimiz değil midir? Haddi aşan kimselerden olduğunuz o cehalet hâllerinizi terk edin.
-6-
وَكَمْ أَرْسَلْنَا مِن نَّبِيٍّ فِي الْأَوَّلِينَ
Ve kem erselna min nebîyin fîl evvelîn
ve kem erselna | : nice, açığa çıkmak, gönderdik, sunduk, biz, |
min nebiyin | : haberci, hakikatleri bildiren |
Fi el evveline | : öncekilerin içinde, evvel, |
6- Daha öncekilerin içinden de hakikatleri bildiren, Bizi anlatan nice kimseler açığa çıktı.
-7-
وَمَا يَأْتِيهِم مِّن نَّبِيٍّ إِلَّا كَانُوا بِهِ يَسْتَهْزِؤُون
Ve mâ yetîhim min nebîyin illâ kânû bihî yestehziûn
ve mâ yetî him | : şey, ne, değil, gelen, onlar |
min nebiyin | : haberci, hakikatleri bildiren, |
Kanu bi hi yestehziune | : oldu, alay edenlerden, önemsemeyen, |
7- Onlara hakikatleri bildiren biri gelmesin ki, onunla alay ederlerdi.
-8-
فَأَهْلَكْنَا أَشَدَّ مِنْهُم بَطْشًا وَمَضَى مَثَلُ الْأَوَّلِينَ
Fe ehleknâ eşedde minhum batşen ve medâ meselul evvelîn
Fe ehlek na | : böylece, helak olmak, yazık olmak, biz, |
eşedde | : şiddetli, güçlü, şiddet, |
Min hum batşen | : onları, baskı, zulüm, kuvvetle tutmak, şiddet, zorluk, |
ve medâ | : gelip geçti, |
meseli el evveline | : durum, gibi, misal, öncekiler, evvelki, daha önce |
8- Onlar şiddet ve zor kullanma hâllerinde kaldılar. Böylece Bizi anlayamayıp helak olup gittiler ve daha önce de böyle durumlarda olanlar gelip geçti.
-9-
وَلَئِن سَأَلْتَهُم مَّنْ خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ لَيَقُولُنَّ خَلَقَهُنَّ الْعَزِيزُ الْعَلِيمُ
Ve le in seeltehum men halakas semâvâti vel arda le yekûlunne halakahunnel azîzul alîm
ve le in seelte hum | : elbette, eğer, sorsan, sorduğunda, onlar |
men halaka | : kim, kimse, halk etti, var etti, yarattı, |
El semavat ve el arda | : gökleri ve yeri |
Le yekulune | : elbette derler, söylerler, |
Halaka hunne | : halk etti, yarattı, var etti, onları |
el aziz | : varlığın yüce sahibi, aziz olan, sıfatların sahibi |
el alimu | : ilmin sahibi, ilmiyle var eden, alim olan |
9- Elbette onlara: Gökleri ve yeri kim yarattı, diye sorduğunda, elbette onlar: Aziz olan, âlim olan yarattı, derler.
-10-
الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ الْأَرْضَ مَهْدًا وَجَعَلَ لَكُمْ فِيهَا سُبُلًا لَّعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ
Ellezî cealekumul arda mehden ve cealelekum fîhâ subulen leallekum tehtedûn
Ellezî ceale lekum | : ki o düzenledi, sıfatlandırdı, var eden, size, |
El arda mehden | : yeryüzü, yaydı, beşik, döşek, |
ve ceale lekum | : düzenledi, yaptı, sundu, sizler, |
Fîhâ subulen | : orada yollar, deliller |
lealle-kum tehtedune | : umulur ki siz hakikatin yolunu bulursunuz, |
10- Sizleri düzenleyen ve yeryüzünü yayıp döşeyen ve orada hakikatlere götüren yolları var eden O’dur. Umulur ki hakikate giden yolu bulursunuz.
-11-
وَالَّذِي نَزَّلَ مِنَ السَّمَاء مَاء بِقَدَرٍ فَأَنشَرْنَا بِهِ بَلْدَةً مَّيْتًا كَذَلِكَ تُخْرَجُونَ
Vellezî nezzele mines semâi mâenbi kader fe enşernâ bihî beldeten meyten kezâlike tuhrecûn
ve ellezî nezzele | : o ki, indirdik, sunduk, verdik, |
min el semai | : gökten, semadan, ulvi âlem, |
Maen bi kaderin | : su, rahmet, ilim, bir ölçü ile |
Fe enşernâ bihi | : artık, sonra, yetiştirdik, çıkarttık, orada, |
beldeten meyten | : ölü beldelerden, verimsiz, topraktan, |
Kezalike tuhrecune | : işte böyle, siz, açığa çıkmak, var oldunuz |
11- Bir ölçü ile rahmeti semadan indirdik. Böylece o rahmetle ölü beldelerden hayat verdik, işte bunun gibi sizi de açığa çıkardık.
-12-
وَالَّذِي خَلَقَ الْأَزْوَاجَ كُلَّهَا وَجَعَلَ لَكُم مِّنَ الْفُلْكِ وَالْأَنْعَامِ مَا تَرْكَبُونَ
Vellezî halakal ezvâce kulle hâ ve ceale lekum minel fulki vel enâmi mâ terkebûn
ve ellezî halaka | : o ki yaratandır, halk eden, var eden, |
ezvace | : çift, eşler, türler, aynı yolda olan, birlik, çeşit |
kulle ha | : hepsi, bütün |
ve ceale lekum | : yapmak, düzenledi, siz, |
min el fulki | : yörünge, sonsuzluk, sistem, gemi, yol, genetik, |
ve el enâm | : tüm varlık, hareket eden şey, hayvan, sığır, |
ma terkebune | : şey, ne, değil, taşımak, aşama, dönem, ayrılmadan |
12- Ki O’dur bütün türleri vareden ve sizi de belli bir sistem içinde düzenleyen ve bütün varlığı kendi niteliklerinden vareden.
-13-
لِتَسْتَوُوا عَلَى ظُهُورِهِ ثُمَّ تَذْكُرُوا نِعْمَةَ رَبِّكُمْ إِذَا اسْتَوَيْتُمْ عَلَيْهِ وَتَقُولُوا سُبْحانَ الَّذِي سَخَّرَ لَنَا هَذَا وَمَا كُنَّا لَهُ مُقْرِنِينَ
Li testevû alâ zuhûrihî summe tezkurû ni’mete rabbikum izesteveytum aleyhi ve tekûlû subhânellezî sehhare lenâ hâzâ ve mâ kunnâ lehu mukrinîn
li testevû | : seva, yönelme, oturma, birleşme, beraber, denk |
ala zuhuri hi | : açığa çıkan, apaçık görünen, zahir olan, |
summe tezkurû | : sonra zikredin, anın, anlayın, |
nimete | : nimet, nitelik, sıfatlar, lütuflar, |
rabbi kum | : Rabbiniz, sizi vücudlandıran |
izâ isteveytum aleyhi | : seva, birleşme, birlik olma, oturma, denk, onun |
ve tekûlû subhane | : deyin, subhân, noksan sıfattan münezzehsin |
Ellezî sehhare lena haza | : ki o hazırlar, meydana getiren, bizi bunları |
ve mâ kunnâ lehu | : biz olmadık, değiliz, ona |
mukrinine | : güç yetiren, güçlü olan, |
13- O apaçık görünen varlığın birliğini anlama içinde olun, sonra sizi vücudlandıranın sıfatlarını düşünüp anlayın ve O’nun tüm varlıktaki birliğini anladığınızda: Noksan sıfatlardan münezzehsin, bizi ve her şeyi meydana getirensin, biz kendi gücümüzün sahibi değiliz, deyin.
-14-
وَإِنَّا إِلَى رَبِّنَا لَمُنقَلِبُونَ
Ve innâ ilâ rabbinâ le munkalibûn
ve innâ ila rabbina | : doğrusu biz, rabbimiz, bizi vücudlandıran, |
Le munkalibûne | : elbette, inkılab eden, değişim, dönüş, çevrilmek, |
14- Ve doğrusu biz: Bizi vücudlandıranı anlamada bir değişim içindeyiz, deyin.
-15-
وَجَعَلُوا لَهُ مِنْ عِبَادِهِ جُزْءًا إِنَّ الْإِنسَانَ لَكَفُورٌ مُّبِينٌ
Ve cealû lehu min ibâdihî cuzâ innel insâne le kefûrun mubîn
ve cealû lehu | : kıldı, yaptı, sundu, koştu, edindiler, olmak, ona |
min ibadi hi | : kulluğu, o, o kulluğunda |
cuzen | : cüz, kısım, ayrı, bir şeyin parçası, |
inne el insane | : doğrusu, bir kısım, muhakkak insanlar |
Le kefûrun | : hakikatleri örtüler, görmemezlikten geldi, |
mubinun | : açıkça, apaçık olan, |
15- Doğrusu insan, apaçık olan hakikatleri görmemezlikten geldi ve o kulluğunda kendini ayrı görüp, O’na ortak koştu.
-16-
أَمِ اتَّخَذَ مِمَّا يَخْلُقُ بَنَاتٍ وَأَصْفَاكُم بِالْبَنِينَ
Emittehaze mimmâ yahluku benâtin ve asfâkum bil benîn
Em ittehaze | : yoksa, ya da, edindi, alındı, çekildi, önemseme, |
Mimma yahluku | : hangisi, şeyler, yaratılan, var olan, |
benatin | : kız çoçuk, |
ve asfakum | : tercih, tanımlama, istemek, |
bi el benin | : erkek çocuk |
16- Kız çocuklarının yaratılışında hangi şeyden dolayı onu istemekten çekindiler ve erkek çocuklarını tercih ettiler.
-17-
وَإِذَا بُشِّرَ أَحَدُهُم بِمَا ضَرَبَ لِلرَّحْمَنِ مَثَلًا ظَلَّ وَجْهُهُ مُسْوَدًّا وَهُوَ كَظِيمٌ
Ve izâ buşşire ehaduhum bi mâ darabe lir rahmâni meselen zalle vechuhu musvedden ve huve kezîm
ve izâ buşşire | : müjdelendiğinde, sevindirdiğinde, adam, |
ehadu hum | : onlardan biri, onların birliği, birisi |
bi mâ darabe | : şey, ne, değil, yükleme, atfetme, isnat etme, |
li el rahman | : için, rahman, rahmet, |
Meselen zalle | : gibi, örnek, durumu, gölge oldu, |
vechu hu | : yüz, gerçek, o, |
Musvedden | : kararmış, siyahlaşmış, |
ve huve kezimun | : o, öfkeli, hiddetli, kızgın, |
17- Onlardan birine, Rahmana isnat ettikleri kız çocuğu müjdelendiğinde; onun yüzü kararır, gölge gibi olur ve o öfkelenir.
-18-
أَوَمَن يُنَشَّأُ فِي الْحِلْيَةِ وَهُوَ فِي الْخِصَامِ غَيْرُ مُبِينٍ
E ve men yuneşşeu fîl hılyeti ve huve fîl hısâmi gayru mubîn
E ve men yuneşşeu | : mi, kimse, doğar, büyütülür, yetiştirilir, |
fi el hilyeti | : içinde, ziynet, süs, sıfatlar, suret, güzel yüz, |
ve huve fi el hisami | : o, mücadele içinde, kavga, tartışma, çıkar, |
gayru mubin | : gayrı, başka, açıkça, açık, zahir, delil, |
18- Sıfatların idrakinde yetiştirilen bir kimse, deliller üzere olmayan ve kavgalar içinde olan o kimse gibi midir?
-19-
وَجَعَلُوا الْمَلَائِكَةَ الَّذِينَ هُمْ عِبَادُ الرَّحْمَنِ إِنَاثًا أَشَهِدُوا خَلْقَهُمْ سَتُكْتَبُ شَهَادَتُهُمْ وَيُسْأَلُونَ
Ve cealûl melâiketellezîne hum ibâdur rahmâni inâsâ e şehidû halkahum setuktebu şehâdetuhum ve yuselûn
ve cealû | : kıldılar, yaptılar, isnat etti, |
el melaikete | : melekler, her varlıktaki güç |
Ellezine hum | : o kimseler, kendileri, onlar, |
ibadi el rahman | : kullar, rahmanın, rahmet, tüm varlığı nuruyla saran, |
inasen | : dişilik, alıştırma, ünsiyet, yakınlık, |
e şehidu halka hum | : tanık, şahit, bilen, onları yarattı |
se-tuktebu | : yazılacak, yazmış olan |
Şehadetum hum | : tanık olmak, görmek, bilmek, onlar, |
ve yuselûne | : sorun, sorgulayın, araştırın, |
19- Onlar Rahmanın kulları olan meleklere de dişilik isnat ettiler. Onlar yaratılışa tanık mı olmuşlar, yazılmış olanı onlar görmüşler mi? Hakikatleri anlamak için sorgulayın, araştırın.
-20-
وَقَالُوا لَوْ شَاء الرَّحْمَنُ مَا عَبَدْنَاهُم مَّا لَهُم بِذَلِكَ مِنْ عِلْمٍ إِنْ هُمْ إِلَّا يَخْرُصُونَ
Ve kâlû lev şâer rahmânu mâ abednâhum mâ lehum bi zâlike min ilmin in hum illâ yahrusûn
ve kâlû lev şae | : dediler, eğer, diledi, istedi, |
el rahman | : rahman, rahmet, varlığı nuruyla saran, |
mâ abednâ-hum | : şey, ne, değil, kulluk, tapmazdık, onlara |
mâ lehum | : onların yoktur, bu konuda ilimden, bilgi |
bi zalike min ilmin | : bunda, bu konuda, bir bilgi, ilim, |
İn hum illa yahrusune | : onlar, sadece, haris, yalanlarda kalan, çıkarcı, |
20- Dediler ki: Eğer Rahman isteydi biz onlara kulluk etmezdik. Onların bu konuda bir bilgileri yoktur, onlar sadece kendi çıkarlarına göre hareket edenlerdir.
-21-
أَمْ آتَيْنَاهُمْ كِتَابًا مِّن قَبْلِهِ فَهُم بِهِ مُسْتَمْسِكُونَ
Em âteynâhum kitâben min kablihî fe hum bihî mustemsikûn
Em âteynâ hum | : yoksa, sunduk, verdik, onlar |
kitaben | : kitap, hakikatler, varlık kitabı, yazılı olan, |
min kablihi | : ondan önce, daha önce, kendilerine göre, |
Fe hum bihi mustemsikune | : böylemi onlar, anlayışları, tutunan, sarılan |
21- Yoksa onlar, sunduğumuz tüm varlık kitabından, kendilerine göre böyle mi anlayıp algıladılar.
-22-
بَلْ قَالُوا إِنَّا وَجَدْنَا آبَاءنَا عَلَى أُمَّةٍ وَإِنَّا عَلَى آثَارِهِم مُّهْتَدُونَ
Bel kâlû innâ vecednâ âbâenâ alâ ummetin ve innâ alâ âsârihim muhtedûn
Bel kalu inna vecedna | : hayır, bilakis, dediler, biz bulduk |
Abae na ala ummetin | : atalarımız, bir yol, inanç üzerine |
Ve inna ala asarihim | : biz, iz üzere, işaret, gösterge, adet, onlar |
muhtedun | : gösterilen yol üzere olan, yolunda olan, |
22- Bilakis, dediler ki: Biz atalarımızı bir inancın yolu üzerine bulduk ve biz onların gösterdikleri yol üzere, onların adetleri üzere oluruz.
-23-
وَكَذَلِكَ مَا أَرْسَلْنَا مِن قَبْلِكَ فِي قَرْيَةٍ مِّن نَّذِيرٍ إِلَّا قَالَ مُتْرَفُوهَا إِنَّا وَجَدْنَا آبَاءنَا عَلَى أُمَّةٍ وَإِنَّا عَلَى آثَارِهِم مُّقْتَدُونَ
Ve kezâlike mâ erselnâ min kablike fî karyetin min nezîrin illâ kâle mutrefûhâ innâ vecednâ âbâenâ alâ ummetin ve innâ alâ âsârihim muktedûn
ve kezâlike ma ersel na | : işte, açığa çıkmasın, irsal, biz, hakikatimiz, |
min kablike | : senden önce, daha önce, |
fî karyetin | : beldenin içine, bulundukları yer, beldeye, köy, |
min nezirin | : uyarıcı, hakikatleri açıklayıp uyaran, |
İlla kale mutrefu ha | : ancak dedi, süslü, varlıklı, arzularına, bildiklerine |
İnnâ vecedna | : muhakkak, elbette, biz bulduk, |
abaena ala ummetin | : atalarımız, bir yol, inanç üzere |
ve inna alâ âsâri-him | : biz, üzerine, işaret, iz, adet, gösterge, onlar |
muktedun | : yolunda olma, ayrılmama |
23- İşte senden önce de, beldelerdeki kimselere hakikatleri açıklayıp uyaran, Bizi anlatan biri açığa çıkmasın ki, orada kendi bildiklerine göre hareket edenler şöyle derler: Elbette biz, atalarımızı bir inancın yolu üzere bulduk ve biz onların gösterdikleri yoldan ayrılmayız.
-24-
قَالَ أَوَلَوْ جِئْتُكُم بِأَهْدَى مِمَّا وَجَدتُّمْ عَلَيْهِ آبَاءكُمْ قَالُوا إِنَّا بِمَا أُرْسِلْتُم بِهِ كَافِرُونَ
Kâle e ve lev citukum bi ehdâ mimmâ vecedtum aleyhi âbâekum kâlû innâ bi mâ ursıltum bihî kâfirûn
Kâle e ve lev citu | : hakikatleri gösteren dedi, bildirsem demi, getirme, |
kum bi ehda | : siz, yol gösterme, hakikatin yolu, |
mimmâ vecedtum | : şeyden, şeyler, nesneler, siz bulduğunuz, |
aleyhi abaekum | : onlara, üzerlerine, atalarınız |
Kalu inna bi ma ursiltum | : derler, biz, gönderilmedin, açıklanan şeyler, |
Bi hi kafirune | : kabul etmeyen, hakikati görmemezlikten gelen |
24- Hakikatleri gösteren dedi ki: Atalarınızdan size gelen, onlardan bulduğunuz şeylerden daha iyi olan bir hakikat yolunu size bildirsem de mi, o yoldan ayrılmazsınız? Dediler ki: Doğrusu biz, senin bize açıkladığın şeyleri kabul etmeyiz.-
25-
فَانتَقَمْنَا مِنْهُمْ فَانظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّبِينَ
Fentekamnâ minhum fanzur keyfe kâne âkıbetul mukezzibîn
Fe intekamnâ | : böylece, intikam aldık, nimetin zıddı, mahrum, onlar, |
min hum | : onlarda, kendilerinde, onlardan, |
Fe unzur | : böylece, bakıp görmek, l |
Keyfe kane akibeti | : nasıl oldu, sonu, akıbet, netice, sonuç |
el mukezzibine | : yalanlayanlar, yalanlarda kalanlar, |
25- Böylece onlar, kendilerindeki nimetlerimizi anlamaktan mahrum kaldılar. Böylece hakikatlere karşı yalanlarda kalanların akıbetleri nasıl oldu bakıp görün.
-26-
وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ لِأَبِيهِ وَقَوْمِهِ إِنَّنِي بَرَاء مِّمَّا تَعْبُدُونَ
Ve iz kâle ibrâhîmu li ebîhi ve kavmihî innenî berâun mimmâ tabudûn
ve iz kâle ibrahimu | : demişti, İbrahim, |
Li ebi hi ve kavmi-hi | : babasına ve kavmine |
inne ni beraun | : muhakkak, ben, uzağım, |
Mimma tabudune | : şeylerden, taptığınız, kulluk ettiğiniz, ibadet |
26- İbrahim babasına ve kavmine demişti ki: Muhakkak ki ben, sizin ibadet ettiğiniz şeylerden uzağım.
-27-
إِلَّا الَّذِي فَطَرَنِي فَإِنَّهُ سَيَهْدِينِ
İllellezî fataranî fe innehu se yehdîn
İllâ ellezi fatara ni | : ancak, kim, beni yaratan, tüm varlığı var eden, çıkaran |
Fe inne hu se yehdi ni | : muhakkak, o, yol gösteren, ben |
27- Beni ve tüm varlığı var eden, işte ancak bana yol gösteren O’dur.
-28-
وَجَعَلَهَا كَلِمَةً بَاقِيَةً فِي عَقِبِهِ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ
Ve cealehâ kelimeten bâkıyeten fî akıbihî leallehum yerciûn
ve ceale-hâ kelimeten | : kıldı, yaptı, o, bu kelime |
Bâkiyeten | : bâki, kalıcı olan, |
fi akibi hi | : ardından, sonrakiler içinde, |
lealle-hum yerciune | : umulur ki onlar, hakikatleri anlayıp dönerler |
28- Ardından gelecek olanlar için, kalıcı olan bu kelimeyi onlara bıraktı. Umulur ki onlar hakikatleri anlayıp dönerler.
-29-
بَلْ مَتَّعْتُ هَؤُلَاء وَآبَاءهُمْ حَتَّى جَاءهُمُ الْحَقُّ وَرَسُولٌ مُّبِينٌ
Bel metta’tu hâulâi ve âbâehum hattâ câehumul hakku ve resûlun mubîn
Bel meta tu haulai | : hayır, ancak, varlık, meta, menfaat peşinde koşanlar |
ve âbâe-hum | : onların ataları, bile, hem de, onlara geldi |
hatta cea hum el hakk | : hatta, bile, geldi, sundu, onlar, hak, gerçek, hakikat |
ve resulun | : resul, hakikati gösteren, |
mubin | : apaçık açıklayan, açıkça, |
29- Bilakis onlar bir menfaat peşinde koştular. Onlara ve onların atalarına hakikatler sunuldu. Onlara hakikatleri apaçık açıklayan Resul geldi.
-30-
وَلَمَّا جَاءهُمُ الْحَقُّ قَالُوا هَذَا سِحْرٌ وَإِنَّا بِهِ كَافِرُونَ
Ve lemmâ câe humul hakku kâlû hâzâ sihrun ve innâ bihî kâfirûn
ve lemmâ cea hum | : sunulduğu, geldiği zaman, onlara |
el hakku | : hakk, gerçek, hakikat, |
Kâlû haza sihrun | : dediler, bu sihir, maskaralık, aldatmaca, |
ve innâ bihi | : biz, onu, o sunulanlar, |
kafirune | : kabul etmeyen, örten, hakikati görmemezlikten gelen |
30- Onlara hakikatler sunulduğu zaman: Bu aldatmacadır ve biz o sunulanları kabul etmeyiz, dediler.
-31-
وَقَالُوا لَوْلَا نُزِّلَ هَذَا الْقُرْآنُ عَلَى رَجُلٍ مِّنَ الْقَرْيَتَيْنِ عَظِيمٍ
Ve kâlû lev lâ nuzzile hâzel kur’ânu alâ raculin minel karyeteyni azîm
ve kâlû lev la nuzzile | : dediler, olsaydı, olmadan, indirilen, gelen, konaklayan |
Hâzâ el kuranu | : bu kuran, ilahi sözler, sözler, okunan şeyler |
ala raculin | : ileri gelen, büyük bir kişi, bilge kişi, bilgili kişi, |
Min el karyeteyni | : beldelerin, köy, şehir, |
azimin | : harika, mükemmel, yüce, büyük |
31- Ve dediler ki: Bu okunan şeyler, tüm beldeler tarafından bilinen yüce bir kimseye gelseydi ya!
-32-
أَهُمْ يَقْسِمُونَ رَحْمَةَ رَبِّكَ نَحْنُ قَسَمْنَا بَيْنَهُم مَّعِيشَتَهُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَرَفَعْنَا بَعْضَهُمْ فَوْقَ بَعْضٍ دَرَجَاتٍ لِيَتَّخِذَ بَعْضُهُم بَعْضًا سُخْرِيًّا وَرَحْمَتُ رَبِّكَ خَيْرٌ مِّمَّا يَجْمَعُونَ
E hum yaksimûne rahmete rabbik nahnu kasemnâ beynehum maîşetehum fîl hayâtid dunyâve refanâ ba’dahum fevka badın derecâtin li yettehıze badu hum badan suhriyyâ ve rahmetu rabbike hayrun mimmâ yecmaûn
E hum yaksimun | : onlar mı taksim ediyorlar, karar vermek, |
rahmet rabbike | : rahmet, rabbinin |
Nahnu kasem na | : biz, paylaştırma, noksansız dağıttık |
beyne hum | : aralarında, |
maîşete-hum | : maişet, yaşam için, geçimlikleri, onlar, |
fi el hayat el dünya | : dünya hayatında, yaşamlarındaki, |
ve refanâ | : yükselttik, yücelik, verdik, |
Bada hum | : onların aralarında, bir kısmı, birbirlerine |
fevka | : fevk, üst taraf, anlayış, yukarı, |
Badin dereceler | : bazısı, derece, mertebe, farklı özellik, |
li yettehize | : edinme, almak, yararlanma, yardım için sarılmak, |
Badu hum badan suhriyyen | : birbirleriyle alay etmesinler, |
Ve rahmet rabb ke | : Rabbinin rahmeti |
hayrun mimma | : iyi güzel olan şeyler, hayırlı olan, faydalı olan, |
yecmeun | : toplanmak, birleşen, |
32- Rabbin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar? Dünya hayatında onların yaşayabilmeleri için, ihtiyaçlarını onların aralarında noksansız dağıttık ve onların birbirlerine yardımcı olmaları için, onlara farklı özellikler verdik. Onlar birbirleriyle alay etmesinler ve Rabbin rahmetinde olsunlar, hayırlı olan şeylerde toplansınlar.
-33-
وَلَوْلَا أَن يَكُونَ النَّاسُ أُمَّةً وَاحِدَةً لَجَعَلْنَا لِمَن يَكْفُرُ بِالرَّحْمَنِ لِبُيُوتِهِمْ سُقُفًا مِّن فَضَّةٍ وَمَعَارِجَ عَلَيْهَا يَظْهَرُونَ
Ve lev lâ en yekûnen nâsu ummeten vâhıdeten le cealnâ limen yekfuru bir rahmâni li buyûtihim sukufen min fıddatin ve meârice aleyhâ yazherûne
ve lev lâ en yekune en nas | : olmadılar, olması, insanlar |
Ummeten | : benzer özellikleri olan, topluluk, aynı anadan gelen |
vahideten | : tek, birlik, |
le ceal na | : yaptık, kıldık, düzenledik, |
li men yekfuru | : kim için, hakikati örterler, |
bi el rahman | : varlığı nuruyla saran, rahmanı, rahmetini |
li buyûti-him | : gönül âlemi, ev, beden, onlar |
sukufen | : durum, tavan, üst, yüceltme, |
min fiddat | : gümüş, parlak, temiz, |
ve meârice | : manevi yükselme, ulvi makam, merdiven, makam, |
aleyha yazherune | : üzerinde, kendilerinde, göstermek, açığa çıkan, |
33- İnsanları bir birlik içinde, benzer özellikler halinde düzenlediğimiz hâlde, onlar birliğin hakikatlerinde olamadılar. Gönül âlemini yüceltme, tertemiz yapmaları içinde değil ve kendi üzerlerinde olan ulvi makamları anlama içinde değil, Rahmanın hakikatlerini örten kimselerden oldular.
-34-
وَلِبُيُوتِهِمْ أَبْوَابًا وَسُرُرًا عَلَيْهَا يَتَّكِؤُونَ
Ve li buyûtihim ebvâben ve sururen aleyhâ yettekiûn
ve li buyûti him | : gönül âlemi, ev, beden, onlar, |
ebvaben | : kapı, hakikatler, |
ve sururen aleyha | : zevk, huzur, koltuk, rahatlık, dayanmak, o, onu, bu, orada |
yettekiune | : yaslanmak, dayanmak, o halde hareket etmek, |
34- Onlar bedenlerinin içindeki hakikatleri araştırma içinde olsunlar ve ulaştıkları hakikatlere dayansınlar, o halde hareket etsinler.
-35-
وَزُخْرُفًا وَإِن كُلُّ ذَلِكَ لَمَّا مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَالْآخِرَةُ عِندَ رَبِّكَ لِلْمُتَّقِينَ
Ve zuhrufâ ve in kullu zâlike lemmâ metâul hayâtid dunyâ vel âhiretu inde rabbike lil muttekîn
ve zuhruf | : ortaya çıkan güzellik, süsler, altın, değerler |
ve in kullu zalike | : tüm bu, işte bunlar, |
Lemmâ metau | : yalnız, sadece, değil, eşya, meta, faydalanma, çıkar, |
el hayâti ed dunyâ | : dünya hayatı |
ve el âhiretu | : âhiret, sonunda |
İnde rabb ke | : ona ait, katında, rabbin, vücudlandıran, |
li el muttekin | : fenalardan sakınan, şirk koşmayanlar için |
35- Ortaya çıkan güzellikler ve tüm bunlar, dünya hayatı için bir çıkar değildir. Fenalardan sakınan, Allah’a ortak koşmayanlar için sonunda Rabbine ait hakikatlere ulaşmak vardır.
-36-
وَمَن يَعْشُ عَن ذِكْرِ الرَّحْمَنِ نُقَيِّضْ لَهُ شَيْطَانًا فَهُوَ لَهُ قَرِينٌ
Ve men yaşu an zikrir rahmâni nukayyıd lehu şeytânen fe huve lehu karîn
ve men yaşu | : kim yüz çevirir, önemsemez, |
an zikri el rahman | : zikri, anmak, rahman, varlığı nuruyla saran |
Nukayyid lehu | : musallat, o hallerde kalır, o, |
şeytanen | : şeytani haller, kötülük halleri, |
Fe huve lehu karinun | : böylece, artık, o, ona yakındır. |
36- Kim Rahman’ı anmaktan yüz çevirirse; o şeytani hallerde kalır, böylece o, o hallerine yakın olur.
-37-
وَإِنَّهُمْ لَيَصُدُّونَهُمْ عَنِ السَّبِيلِ وَيَحْسَبُونَ أَنَّهُم مُّهْتَدُونَ
Ve innehum le yasuddûnehum anis sebîli ve yahsebûne ennehum muhtedûn
Ve inne hum | : muhakkak, onlar, |
le yasuddûne hum | : çevirir, döndürür, uzaklaşırlar |
ani es sebîli | : yoldan, hak yolu, |
ve yahsebûne | : zannederler, cehaletine göre davranmak |
enne-hum muhtedune | : onlar doğru yoldalar, yönlendirildi |
37- Muhakkak ki o hâllerde olanlar hakk yolundan uzaklaşırlar ve onlar zannederler ki doğru yoldadırlar.
-38-
حَتَّى إِذَا جَاءنَا قَالَ يَا لَيْتَ بَيْنِي وَبَيْنَكَ بُعْدَ الْمَشْرِقَيْنِ فَبِئْسَ الْقَرِينُ
Hattâ izâ câenâ kâle yâ leyte beynî ve beyneke budel meşrikayni fe bisel karîn
Hattâ iza cea na | : ayrıca, yaptı, anladığında, işledi, geldi, yöneldi, bize |
Kâle ya leyte | : dedi, keşke, olsaydı, |
beyni | : arası, iki şeyin arası, benimle arası, |
ve beyneke | : arası, seninle arası, |
Bude el meşrikayni | : uzaklık, güneşin doğuşu kadar, doğu batı kadar |
Fe bise el karinu | : işte bu ne kötü arkadaşlık, yakınlık |
38- Bizi anlamaya başladığı zaman: Keşke o kötü hâllerle benim aram, doğu ile batı arası kadar uzak olsaydı, kötü olan şeylere yakın olmuşum, der.
-39-
وَلَن يَنفَعَكُمُ الْيَوْمَ إِذ ظَّلَمْتُمْ أَنَّكُمْ فِي الْعَذَابِ مُشْتَرِكُونَ
Ve len yenfeakumul yevme iz zalemtum ennekum fîl azâbi muşterikûn
ve len yenfea-kum | : değil, yarar, fayda, siz, |
el yevme | : vakit, zaman |
iz zalemtum | : zulüm eden olduğunuzda, kötülük, haksızlık |
enne kum fi el azabi | : şüphesiz siz, olursunuz, azap, sıkıntı, |
muşterikune | : ortak olan, katılma, paylaşımcı, ilgili, müşterek |
39- Kötü hâllerde olduğunuz vaktin size bir yararı olmaz. Şüphesiz siz o sıkıntılara ortak olursunuz.
-40-
أَفَأَنتَ تُسْمِعُ الصُّمَّ أَوْ تَهْدِي الْعُمْيَ وَمَن كَانَ فِي ضَلَالٍ مُّبِينٍ
E fe ente tusmius summe ev tehdîl umye ve men kâne fî dalâlin mubîn
E fe ente tusmiu | : sen işittirebilir misin, duymak, işittirme, |
el summe | : hakikati duymayan, kulak vermeyen, sağırlar |
Ev tehti | : veya, ya da, yol gösterme, |
el umye | : bakmayan, hakikati görmeyen, kör, görmeyen, |
ve men kane | : kim oldu, olan kimse |
fi dalalin | : kendi cehaletine sapan, dalalet içinde |
mubin | : apaçık |
40- Hakikatleri duymayanlara sen işittirebilir misin? Ya da hakikatleri görmeyenlere ve apaçık bir dalalet içinde olan kimselere sen yol gösterebilir misin?
-41-
فَإِمَّا نَذْهَبَنَّ بِكَ فَإِنَّا مِنْهُم مُّنتَقِمُونَ
Fe immâ nezhebenne bike fe innâ minhum muntekımûn
fe immâ | : artık, bundan sonra, amma, lakin, |
nezhebenne bike | : nezih, tertemiz, saf, edinme, çalışma, sizden |
Fe inna minhum | : fakat, artık, biz, onlardan, o hallerde olanlar, |
muntekimune | : haktan mahrum kalma, nimetlerden mahrum kalma, |
41- Bundan sonra o hâllerde olup Bizi anlamayanlar, hakikatlerin idrakinden mahrum kalacaklardır. Fakat sizden tertemiz olmaya çalışanlar başka.
-42-
أَوْ نُرِيَنَّكَ الَّذِي وَعَدْنَاهُمْ فَإِنَّا عَلَيْهِم مُّقْتَدِرُونَ
Ev nuriyennekellezî vaadnâhum fe innâ aleyhim muktedirûn
Ev nuriyenne ke | : ya da, nurumuz, aydınlık, görmek, anlamak, sen |
Ellezi vaad nâ hum | : ki, vaad, yerine getirme, açığa çıkarma, tecelli, onlar |
Fe inna aleyhim | : artık, biz, onlardaki, kendilerindeki, tüm varlık, |
muktedirune | : güç sahibi, muktedir olan, |
42- Ya da nurumuz üzere olanlar başka. Ki onlardaki tecellilerin sahibi Biziz, onlardaki gücün sahibi Biziz.
-43-
فَاسْتَمْسِكْ بِالَّذِي أُوحِيَ إِلَيْكَ إِنَّكَ عَلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ
Festemsik billezî ûhıye ileyke inneke alâ sırâtın mustekîm
Fe istemsike | : artık, sarıl, tut, kavrama, algılama, sımsıkı sarılma, |
Bi ellezi Uhiye ileyke | : vahy edilen, bildirilen, hay, diri, sana, sendeki, |
İnne ke | : muhakkak ki sen, |
ala sıratin mustakim | : dosdoğru hakikat yolu üzerindesin |
43- Artık sen, sana bildirilene sımsıkı sarıl. Muhakkak ki sen dosdoğru hakikat yolu üzeresin.
-44-
وَإِنَّهُ لَذِكْرٌ لَّكَ وَلِقَوْمِكَ وَسَوْفَ تُسْأَلُونَ
Ve innehu le zikrun leke ve li kavmik ve sevfe tuselûn
ve inne-hu | : muhakkak ki, o |
le zikrun | : elbette, zikir, anmak, anlamak, |
Leke ve li kavmi-ke | : senin ve kavmin için, insanlar için |
ve sevfe tuselune | : olacak, sorulacak, öğrenmek isteyin siz sorgulayın |
44- Muhakkak ki o hakikatleri anlamak, anmak, senin için ve senin kavim için ve hakikatleri sorup öğrenmek isteyenler içindir.
-45-
وَاسْأَلْ مَنْ أَرْسَلْنَا مِن قَبْلِكَ مِن رُّسُلِنَا أَجَعَلْنَا مِن دُونِ الرَّحْمَنِ آلِهَةً يُعْبَدُونَ
Vesel men erselnâ min kablike min rusulinâ e cealnâ min dûnir rahmâni âliheten yubedûn
Ve sel | : sor, araştır, |
men ersel na | : kimse, açığa çıkan, irsal, gönderdik, biz, hakikatimiz |
min kabli-ke | : senden önce, |
min resuli na | : hakikatleri anlatan, açığa çıkan, resul, biz, |
e cealnâ | : edinmek, yapmak, etmek, sunmak, biz, |
min duni el rahman | : rahmanda başka, ona ait, |
Âliheten yubedune | : ilâhlar, ibadet, tapınma, kulluk |
45- Senden önce hakikatlerimizi anlatmak için açığa çıkan kimselerde araştır, Rahmandan başka kulluk edilecek ilahlar mı var etmişiz?
-46-
وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا مُوسَى بِآيَاتِنَا إِلَى فِرْعَوْنَ وَمَلَئِهِ فَقَالَ إِنِّي رَسُولُ رَبِّ الْعَالَمِينَ
Ve lekad erselnâ mûsâ bi âyâtinâ ilâ firavne ve melâihî fe kâle innî resûlu rabbil âlemîn
ve lekad erselna musa | : andolsun, açığa çıktı, biz, Musa |
bi âyâti-nâ | : ayet, delillerimiz, işaretlerimiz, |
ila firavne | : firavun, kibirlenen, |
ve melaihi | : onun ileri gelenleri, büyüklenen, din adamları |
Fe kale inni | : sonra, dedi, ben, |
resulu | : hakikati gösteren, irsal, açığa çıkan, |
rabbi alemin | : tüm varlığı vücudlandıran, âlemlerin Rabbi |
46- Doğrusu Musa: Firavuna ve onun din adamlarına, delillerimizle Bizi anlatmak için açığa çıktı. Sonra da dedi ki: Ben tüm varlığı vücudlandıranı anlatmak için açığa çıktım.
-47-
فَلَمَّا جَاءهُم بِآيَاتِنَا إِذَا هُم مِّنْهَا يَضْحَكُونَ
Fe lemmâ câehum bi âyâtinâ izâhum minhâ yadhakûn
Fe lemma cea hum | : fakat, olduğunda, geldi, sundu, |
bi ayatina | : işaretlerimiz, delillerimiz, ayet, |
izâ-hum min ha yadhakune | : o zaman onlar, orada güldüler alay ettiler |
47- Delillerimizle onlara geldiği zaman, onlar orada gülüp alay ettiler.
-48-
وَمَا نُرِيهِم مِّنْ آيَةٍ إِلَّا هِيَ أَكْبَرُ مِنْ أُخْتِهَا وَأَخَذْنَاهُم بِالْعَذَابِ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ
Ve mâ nurîhim min âyetin illâ hiye ekberu min uhtihâ ve ehaznâhum bil azâbi leallehum yerciûn
ve mâ nurî-him | : göremediler, nurumuzu anlayamadılar, onlar, |
min ayetin | : delillerimizin, ayet, işaret, |
İllâ hiye ekberu | : ancak, o daha büyük, büyüklenmek, |
min uhtiha | : diğerleri gibi, |
ve ehaz nâ-hum | : almak, kalmak, edinmek, sarılmak, biz, |
bi el azabi | : azap, sıkıntı veren haller, cehaletin sıkıntısı, |
lealle-hum yerciune | : umulur ki, onlar hakikati anlayıp dönerler, |
48- Onlar delillerimizdeki nurumuzu anlayamadılar. Ancak onlar da diğerleri gibi büyüklendiler ve Bizi anlayamayıp sıkıntı veren kendi cehaletlerine sarıldılar. Umulur ki o halde olanlar hakikatleri anlamak için dönerler.
-49-
وَقَالُوا يَا أَيُّهَا السَّاحِرُ ادْعُ لَنَا رَبَّكَ بِمَا عَهِدَ عِندَكَ إِنَّنَا لَمُهْتَدُونَ
Ve kâlû yâ eyyuhes sâhırud’u lenâ rabbeke bimâ ahide ındeke innenâ le muhtedûn
ve kâlû ya eyyuhe el sahiru | : dediler, ey, etkili olan, tesirli olan, |
udu lena rabbe ke | : dua, talep et, iste, bizim için, rabbinden |
bi mâ ahide | : şey, ne, değil, ahd, söz, |
inde ke | : sana ait, senin yanına |
inne-nâ le muhtedune | : gerçekten, biz, yönlendirme, |
49- Dediler ki: Ey anlattıklarıyla etkili olan! Sana ait bir söz ile Rabbinden bizim için dua et; biz de doğru yola yönelelim.
-50-
فَلَمَّا كَشَفْنَا عَنْهُمُ الْعَذَابَ إِذَا هُمْ يَنكُثُونَ
Fe lemmâ keşefnâ an humul azâbe izâ hum yenkusûn
Fe lemma keşef na | : olduğunda, ortaya çıksa, keşif, fark, biz, hakikatimiz |
an hum el azabe | : onlar sıkılır, azap, sıkıntı, |
izâ hum yenkusune | : o zaman, onlar bozma, kopma, ayrılma, dönme, nakıs, |
50- Fakat ne zaman hakikatlerimiz apaçık ortaya konsa; onlar sıkılırlar, sonra da onlar verdiği sözlerden dönerler.
-51-
وَنَادَى فِرْعَوْنُ فِي قَوْمِهِ قَالَ يَا قَوْمِ أَلَيْسَ لِي مُلْكُ مِصْرَ وَهَذِهِ الْأَنْهَارُ تَجْرِي مِن تَحْتِي أَفَلَا تُبْصِرُونَ
Ve nâdâ firavnu fî kavmihî kâle yâ kavmi e leyse lî mulku mısra ve hâzihil enhâru tecrî min tahtî e fe lâ tubsirûn
ve nâdâ firavnu | : seslendi, nida etti, firavun, |
fi kavmi hi | : kendi kavine, |
Kâle ya kavmi | : dedi, ey kavmim |
e leyse li | : benim değil mi? |
Mulku mısra | : mülk, mısır |
ve hazihi el enhâru | : bu nehirler, ilim sahibi, akıp giden, |
terci min tahti | : var olan, akan, tahtıma ait, makamımda, |
e fe la tubsirune | : hâlâ mı bakıp görmez misiniz? |
51- Firavun kendi kavmine seslendi ve dedi ki: Ey kavmim! Mısır’ın hükümdarı ben değil miyim? Makamımda bir ilim sahibi değil miyim? Hâlâ görmüyor musunuz?
-52-
أَمْ أَنَا خَيْرٌ مِّنْ هَذَا الَّذِي هُوَ مَهِينٌ وَلَا يَكَادُ يُبِينُ
Em ene hayrun min hâzellezî huve mehînun ve lâ yekâdu yubîn
Em ene hayrun min haza | : yoksa, ben daha hayırlı, bundan |
Ellezî huve mehinin | : o ki, o, değersiz, düşük, önemsiz, |
ve lâ yekâdu yubine | : yok, olmuyor, gösteri, bir açıklama yapamayan, |
52- Yoksa ben, o değersiz olandan ve bir şey de gösteremeyenden daha hayırlı değil miyim?
-53-
فَلَوْلَا أُلْقِيَ عَلَيْهِ أَسْوِرَةٌ مِّن ذَهَبٍ أَوْ جَاء مَعَهُ الْمَلَائِكَةُ مُقْتَرِنِينَ
Fe lev lâ ulkıye aleyhi esviretun min zehebin ev câe meahul melâiketu mukterinîn
Fe lev la ulkiye aleyhi | : olmalı değil miydi, verilen, ona, üzerinde, |
Esviretun | : bilezikler, değerler, |
min zehebin | : altın, onun makamını gösteren üstün değerler |
Ev cae mea hu | : veya geldi, onunla beraber, onun sahip oldukları, |
el melâiketu | : melek, güçler, kuvveler, |
mukterinine | : birleşmiş, eşlik eden, yanında, |
53- Onun üzerinde onun değerini, makamını gösteren altın takılar olmalı değil miydi veya onun sahip olduğu güçlerle birlikte gelmeli değil miydi?
-54-
فَاسْتَخَفَّ قَوْمَهُ فَأَطَاعُوهُ إِنَّهُمْ كَانُوا قَوْمًا فَاسِقِينَ
Festehaffe kavmehu fe atâûh innehum kânû kavmen fâsikîn
Fe istehaffe | : böylece, hafife aldı, küçümsedi, önemsememe, |
kavme hu | : kavmine, o |
Fe atau hu | : o zaman, bunun üzerine, ona uydular |
inne-hum kanu | : doğrusu onlar, oldu, |
kavme fasikin | : kavim, kimseler, çıkan, sapan, hakikatin dışına çıkanlar |
54- Böylece o, kavmine de hakikatleri hafife aldırdı. Böylece onlar da ona uydular. Doğrusu onlar o hâlleriyle fasık kimselerden oldular.
-55-
فَلَمَّا آسَفُونَا انتَقَمْنَا مِنْهُمْ فَأَغْرَقْنَاهُمْ أَجْمَعِينَ
Fe lemmâ âsefûnentekamnâ minhum fe agraknâhum ecmaîn
Fe lemma | : sonra, olduğunda, |
asefu na | : esef, hüzün, pişman olmadı, biz |
İntekam nâ | : nimetin zıddı, nimetlerimizi idrakte mahrum kalma, |
min hum | : onlar, kendilerinde, onlarda, |
Fe agrak nâ hum | : böylece, boğulmak, gark, biz, hakikatlerimiz, onlar |
ecmaine | : hepsi, topluca, hep birlikte, |
55- Sonra da Bizi anlayamamanın pişmanlığında da olmadılar. Böylece onlar, kendilerindeki nimetlerimizi anlamaktan mahrum kaldılar. Böylece onlar, Bizi anlayamamanın cehaletinde boğulup gittiler.
-56-
فَجَعَلْنَاهُمْ سَلَفًا وَمَثَلًا لِلْآخِرِينَ
Fe cealnâhum selefen ve meselen lil âhırîn
Fe cealnâ-hum | : kıldık, yaptık, sunduk, verdik, onlar, |
selefen | : kendinden öncekiler, |
ve meselen li ahirine | : mesel, örnek, gösterge, sonrakiler için, |
56- İşte öncekilerin yaptıklarını, sonrakiler için bir gösterge kıldık.
-57-
وَلَمَّا ضُرِبَ ابْنُ مَرْيَمَ مَثَلًا إِذَا قَوْمُكَ مِنْهُ يَصِدُّونَ
Ve lemmâ duribebnu meryeme meselen izâ kavmuke minhu yasıddûn
ve lemmâ duribe | : çarpıcıdır, vurmak, isabet, anlatmak, sarsıcı bilgi |
ibnu meryeme meselen | : Meryem’in oğlu, örnek, misal |
İzâ kavmu ke | : o zaman, senin kavmin, |
minhu yasıddun | : ona mani oldu, kovmak, tavır koymak, |
57- Meryem’in oğlundan bir misal anlattığında, senin kavmin o anlatılanlara karşı tavır koydu.
-58-
وَقَالُوا أَآلِهَتُنَا خَيْرٌ أَمْ هُوَ مَا ضَرَبُوهُ لَكَ إِلَّا جَدَلًا بَلْ هُمْ قَوْمٌ خَصِمُونَ
Ve kâlû e âlihetunâ hayrun em huve mâ darebûhu leke illâ cedelâ bel hum kavmun hasımûn
ve kâlû e alihetu na | : dediler, bizim ilahlarımız, |
hayrun | : hayırlı, daha hayırlı |
Em huve | : yoksa, o, |
ma darebu hu | : şey, ne, değil, vurgulama, anlatmak, vasfetmek, o |
Leke illa cedelen | : senden başka, mücadele, çırpınan, cedelleşmek |
bel hum | : hayır, lâkin, bilakis, işte onlar, |
kavmun hasımıne | : kimseler, kavim, hasım, düşmanlık, karşı çıkan, |
58- Dediler ki: Bizim ilahlarımız mı daha hayırlı yoksa o mu? Onu anlatmak için çırpınan, senden başka onu vasfeden yok. İşte onlar içlerinde düşmanlık taşıyan kimselerdir.
-59-
إِنْ هُوَ إِلَّا عَبْدٌ أَنْعَمْنَا عَلَيْهِ وَجَعَلْنَاهُ مَثَلًا لِّبَنِي إِسْرَائِيلَ
İn huve illâ abdun enamnâ aleyhi ve cealnâhu meselen li benî isrâîl
in huve illa abdun | : biz onu, ancak, kul, bir kul |
enamna aleyhi | : nimet, varlık, nitelik, sıfatlarımızla, onu, ondaki, |
ve cealnâ-hu | : kılmak, yapmak, sunmak, biz, o |
meselen | : misal, örnek, gösterge, |
li beni israil | : İsrailoğulları, hakk yolunda gidenler, Yakuboğulları |
59- O sadece kendindeki Bizim niteliklerimizi anlatan bir kuldu ve onu hakk yolunda gidenler için bir örnek kıldık.
-60-
وَلَوْ نَشَاء لَجَعَلْنَا مِنكُم مَّلَائِكَةً فِي الْأَرْضِ يَخْلُفُونَ
Ve lev neşâu le cealnâ minkum melâiketen fîl ardı yahlufûn
ve lev neşau | : eğer, şayet, biz, dilek, istek, |
le ceal na | : kıldık, yaptık, anlamak |
Minkum melâiketen | : sizden, kendiniz, melekler, insandaki kuvveler, güçler |
fî el ardı yahlufune | : yeryüzü, halef, ardından gelen, halef, |
60- Eğer Bizi anlamak istiyorsanız; kendinizdeki kuvvelere, yeryüzünde ardınızdan gelenlere bakın.
-61-
وَإِنَّهُ لَعِلْمٌ لِّلسَّاعَةِ فَلَا تَمْتَرُنَّ بِهَا وَاتَّبِعُونِ هَذَا صِرَاطٌ مُّسْتَقِيمٌ
Ve innehu le ilmun lis sâati, fe lâ temterunne bihâ vettebiûni hâzâ sırâtun mustekîm
ve inne-hu le ilmun | : muhakkak, ilim, |
li el saat | : vakit, zaman, |
Fe lâ temterunne biha | : öyleyse, yok, kuşku, endişe, kaygı, ondan, ile, |
ve ittebiû-ni | : uyun, tabi olun, takip edin, bana, hakikatlerime |
Hâzâ siratun mustakim | : bu dosdoğru hakikatin yolu, hakikate giden yol |
61- Muhakkak ki ilmin açığa çıkması belli bir zaman içindedir. Artık o hakikatlerden şüphe etmeyin ve Bana tâbi olun, işte dosdoğru hakikate giden yol budur.
-62-
وَلَا يَصُدَّنَّكُمُ الشَّيْطَانُ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُّبِينٌ
Ve lâ yasuddennekumu el şeytân innehu lekum aduvvun mubîn
ve lâ yasudde | : yok, engelleme, men etme, alıkoyma, |
Enne kum el şeytânu | : sizi, şeytan, uzak olan, şeytani haller |
inne-hu lekum | : muhakkak ki o, şüphesiz, size |
aduvvun mubin | : apaçık düşmandır, |
62- Şeytani halleriniz sizi hakikatlerden alıkoymasın. Şüphesiz o halleriniz sizin apaçık düşmanınızdır.
-63-
وَلَمَّا جَاء عِيسَى بِالْبَيِّنَاتِ قَالَ قَدْ جِئْتُكُم بِالْحِكْمَةِ وَلِأُبَيِّنَ لَكُم بَعْضَ الَّذِي تَخْتَلِفُونَ فِيهِ فَاتَّقُوا اللَّهَ وَأَطِيعُونِ
Ve lemmâ câe îsâ bil beyyinâti kâle kad ci’tukum bil hikmeti ve li ubeyyine lekum badellezî tahtelifûne fîh fettekûllâhe ve etîûni.
ve lemmâ câe | : geldiği zaman, anlattığı zaman, İsa |
İsa | : İsa, zenginleştirme, genişletmek, |
bi el beyyinâti | : apaçık delillerle açıklamak |
Kâle kad citu kum | : dedi, oldu, size gelen, geldim |
bi el hikmeti | : hikmet ile, |
ve li ubeyyine lekum | : ve size beyan etmem, açıklamam için, size |
Bade ellezi tahtelifune fihi | : bazı, bir kısım, onlar, ayrılık, farklılık, onun |
Fe ittekû allâhe | : fenalara düşmekten sakın Allah’a şirk koşma, |
ve etiu ni | : sözümü dinleyin, bana uyun, |
63- İsa hakikatleri apaçık delillerle anlattığında dedi ki: Ayrılıklarda kaldığınız şeyleri, sizlere açıklamak için bir hikmet ile size geldim. Bundan sonra fenalara düşmekten sakının, Allah’a ortak koşmayın ve benim sözlerimi dinleyin.
-64-
إِنَّ اللَّهَ هُوَ رَبِّي وَرَبُّكُمْ فَاعْبُدُوهُ هَذَا صِرَاطٌ مُّسْتَقِيمٌ
İnnellâhe huve rabbî ve rabbukum fabudûh hâzâ sırâtun mustekîm
inne allâhe huve | : muhakkak, şüphesiz, Allah, O, |
Rabbi | : rabbim, beni vücudlandıran, |
ve rabbu-kum | : Rabbiniz, sizi vücudlandıran, |
fe abudu hu | : öyleyse, artık, kulluk, o |
Haza sıratun mustekîmun | : işte bu, dosdoğru yol budur |
64- Şüphesiz Allah beni de vücudlandırandır ve sizi de vücudlandırandır. Artık O’nun kulu olduğunuzu anlayın. İşte dosdoğru yol budur.
-65-
فَاخْتَلَفَ الْأَحْزَابُ مِن بَيْنِهِمْ فَوَيْلٌ لِّلَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْ عَذَابِ يَوْمٍ أَلِيمٍ
Fahtelefel ahzâbu min beynihim fe veylun lillezîne zalemû min azâbi yevmin elîm
Fe ihtelefe | : sonra, ihtilaf, farklılık, ayrılık, |
el ahzabu | : hizip, grup, bölüm, |
min beyni-him | : kendi aralarında |
Fe veylun | : artık, vah, yazık, vay hallerine, hüsran, hüzün, |
li ellezine zalemu | : kimseler için, kimselere, zalim, zulüm, |
min azâbi yevmin | : azap, sıkıntı, gün, zaman, vakit, |
elimin | : acı, elim, |
65- Kendi aralarında guruplaşıp ayrılıklara düşenlere, zalimlik içinde olup günlerini başkalarına sıkıntı vermek içinde geçirenlere, hüsran vardır.
-66-
هَلْ يَنظُرُونَ إِلَّا السَّاعَةَ أَن تَأْتِيَهُم بَغْتَةً وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ
Hel yenzurûne illes sâate en tetiyehum bagteten ve hum lâ yeş’urûn
Hel yenzurûne | : görmezler mi? Bilmezler mi? |
illa el saat | : ancak, vardır, zaman, saat, vakit, |
en tetiye hum | : onlara gelmesi, |
bagteten | : ansızın, beklenmedik |
ve hum lâ yeşurûne | : onlar, yok, farkında değil, hissedemezler, şuursuz, |
66- Onlar, o ölüm vaktinin ansızın geleceğini anlamazlar mı? Fakat onlar şuurlu olamadılar.
-67-
الْأَخِلَّاء يَوْمَئِذٍ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ إِلَّا الْمُتَّقِينَ
El ehillâu yevme izin ba’duhum li badîn aduvvun illel muttekîn
el ehillâu | : halil, uygunluk, dostluk, halleri, |
yevme izin | : günleri, vakit, yetkili |
badu-hum li badın | : bazınız bazınıza, birbirlerinize, |
aduvvun | : düşmanlık halinde olan, kötülük peşinde olan, |
İllâ | : ancak, başka, |
el muttekine | : takva, fenalardan sakınma Allah’a ortak koşmamak |
67- Fenalara düşmekten, Allah’a ortak koşmaktan sakınanların dışındakiler; birbirleriyle düşmanlık hallerindedirler, günlerini o hallerle geçirirler.
-68-
يَا عِبَادِ لَا خَوْفٌ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَ وَلَا أَنتُمْ تَحْزَنُونَ
Yâ ibâdi lâ havfun aleykumul yevme ve lâ entum tahzenûn
yâ ibâdi | : ey kullarım, kulluğunu anlayanlar, |
la havfun aleykum | : korku yok, size |
el yevme | : gün, vakit, zaman, an |
ve la entum tazenun | : yok, siz, mahzun olma, üzülme |
68- Ey kulluğunu anlayanlar! Sizin için hiçbir zaman korku yoktur ve mahzun olmakta yoktur.
-69-
الَّذِينَ آمَنُوا بِآيَاتِنَا وَكَانُوا مُسْلِمِينَ
Ellezîne âmenû bi âyâtinâ ve kânû muslimîn
Ellezîne amenu | : iman, inanan o kimseler, |
bi ayati na | : delillerimiz, ayetlerimiz, |
ve kânû muslimine | : barış üzere olan, teslim olan, |
69- Kulluğunu anlayan o kimseler; ayetlerimize inanmışlardır, barış ve huzur üzere hareket ederler.
-70-
ادْخُلُوا الْجَنَّةَ أَنتُمْ وَأَزْوَاجُكُمْ تُحْبَرُونَ
Udhulûl cennete entum ve ezvâcukum tuhberûn
Udhulû | : dâhil olun, girin, o halde olun, |
el cennete entum | : cennet, huzur, bahçe, rahatlık, siz |
ve ezvâcu-kum | : eş, birlik, aynı yolda olan, birlikte olan, denk, tür, siz |
tuhberune | : sevinç, ferah, gönlü rahat, huzurlu |
70- Size huzur içinde olmak vardır ve sizinle birlikte olanların gönülleri huzurludur.
-71-
يُطَافُ عَلَيْهِم بِصِحَافٍ مِّن ذَهَبٍ وَأَكْوَابٍ وَفِيهَا مَا تَشْتَهِيهِ الْأَنفُسُ وَتَلَذُّ الْأَعْيُنُ وَأَنتُمْ فِيهَا خَالِدُونَ
Yutâfu aleyhim bi sıhâfin min zehebin ve ekvâb ve fîhâ mâ teştehîhil enfusu ve telezzul ayun ve entum fîhâ hâlidûn
yutâfu aleyhim | : tavaf eden, dolaşan, hareket eden, onlar, o halde olanlar, |
bi sihâfin min zehebi | : tepsi, altın, sunmak, vermek, anlatmak, kutsal değer |
ve ekvab | : kulpsuz kadeh, gönül tertemiz, takıntısız, |
Ve fiha mâ teştehî | : orada, şey, ne, değil, yok, dünyalık arzu, |
hi el enfus | : enfûs, içalem, benlik, can, |
ve telezzu el ayunu | : lezzet, tat, hoş, zevk, huzur, hissiyat, ayniyetin, göz, bakış |
ve entum | : siz, sizler, kulluğunu anlayan sizler |
fiha halidune | : siz, sizler, orada, o hallerde, sürekli, ebedi, devamlı, |
71- O halde olanlar; kutsal değerleri sunmak üzere hareket ederler, takıntıları yoktur, gönülleri tertemizdir, iç âlemlerinde dünyalık arzuları yoktur ve gözlerinde huzur vardır. Onlara denir ki: Sizler devamlı o haller üzeresiniz.
-72-
وَتِلْكَ الْجَنَّةُ الَّتِي أُورِثْتُمُوهَا بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ
Ve tilkel cennetulletî ûristumûhâ bi mâ kuntum tamelûn
ve tikle el cenneti | : işte bu, cennet, huzur, |
Elleti ûristumû-hâ | : ki o, ona varis, hakkınız, vasiyet, miras, olundunuz |
bi mâ kuntum tamelune | : sebebiyle, dolayı, siz oldunuz, yaptığınız, amelleriniz, |
72- İşte yaptığınız şeyler karşılığında hak ettiğiniz o huzur budur.
-73-
لَكُمْ فِيهَا فَاكِهَةٌ كَثِيرَةٌ مِنْهَا تَأْكُلُونَ
Lekum fîhâ fâkihetun kesîretun minhâ tekulûn
Lekum fiha | : size, sizin için, orada, o hakikatler, |
Fakihetun | : idrak, anlayış, kemalat, düşünmek, çözmek |
kesiret | : kesret, çokluk, halk |
min-hâ tekulune | : olan, ondan, yemek, lezzet, zevki, fayda, yarar, |
73- Siz o hakikatleri anlamakla, kesretin birliğinin kemalât zevkinde olursunuz.
-74-
إِنَّ الْمُجْرِمِينَ فِي عَذَابِ جَهَنَّمَ خَالِدُونَ
İnnel mucrimîne fî azâbi cehenneme hâlidûn
İnne el mucrimine | : muhakkak ki fenalarda kalanlar |
fî azâbi cehenneme | : içinde, azap, sıkıntı, cehennem, cehalet, |
halidune | : devamlı, sürekli, hep o halde olmak, |
74- Muhakkak ki fenalarda kalanlar, devamlı cehalet cehenneminin sıkıntısındadırlar.
-75-
لَا يُفَتَّرُ عَنْهُمْ وَهُمْ فِيهِ مُبْلِسُونَ
Lâ yufetteru anhum ve hum fîhi mublisûn
lâ yufetteru an hum | : yok, hafifleme, şaşırmış halde, şaşmaz onlar |
ve hum fi hi mublisine | : onlar, orada, o halde, umutsuz, çaresiz |
75- O halde olanlarda bir hafifleme yoktur ve onlar bir çaresizlik içindedirler.
-76-
وَمَا ظَلَمْنَاهُمْ وَلَكِن كَانُوا هُمُ الظَّالِمِينَ
Ve mâ zalemnâhum ve lâkin kânû humuz zâlimîn
ve mâ zalem nâ-hum | : zulüm eden değiliz, zalim, kötülük, onlar |
ve lâkin kanu hum | : lakin, oldular, onlar, |
el zalimin | : zalimlerden, zulmedenlerden |
76- Biz onlara zulüm eden değiliz, fakat onlar kendilerine zulüm ederler.
-77-
وَنَادَوْا يَا مَالِكُ لِيَقْضِ عَلَيْنَا رَبُّكَ قَالَ إِنَّكُم مَّاكِثُونَ
Ve nâdev yâ mâliku li yakdi aleynâ rabbuk kâle innekum mâkisûn
ve nâdev | : seslendiler, nida ettiler, çağırdılar, |
ya maliku | : ey malik, kâinatı idare eden, sahip olan |
li yakdi aleyna | : hüküm, takdir, iş, yaratmak, kada, üzerimizde, |
rabbu ke | : rabbin, seni vücudlandıran, |
Kâle | : dedi, bildirildi, |
innekum makisun | : muhakkak siz istediniz o hali, kıyas, benzetilme, duran |
77- Nida ederler: Ey hakikatlere Malik olan! Biz üzerimizdeki Rabbin hükümlerini anlayamadık. Onlara bildirilir: Muhakkak ki o hâli siz istediniz.
-78-
لَقَدْ جِئْنَاكُم بِالْحَقِّ وَلَكِنَّ أَكْثَرَكُمْ لِلْحَقِّ كَارِهُونَ
Lekad cinâkum bil hakkı ve lâkinne ekserekum lil hakkı kârihûn
Lekad cina kum | : doğrusu, andolsun, size getirdik, sunduk, |
bi el hakkı | : hakikatleri |
ve lâkinne eksere kum | : velâkin, sizin çoğunuz |
li el hakki | : hakikatleri, gerçekleri, |
karihune | : kerih gördünüz, beğenmediniz |
78- Doğrusu sizlere hakikatleri sunduk. Fakat sizlerden çoğunuz hakikatleri kerih gördünüz.
-79-
أَمْ أَبْرَمُوا أَمْرًا فَإِنَّا مُبْرِمُونَ
Em ebremû emren fe innâ mubrimûn
Em ebremu | : yoksa, sonuç, sağlam tuttu, karar verdiler, sahip çıktılar |
emren | : işleyiş, |
Fe inna mubrimune | : oysa, bize ait, sapasağlam belirlenmekte, varlıktaki işleyiş |
79- Yoksa işleyişe onlar mı sahip çıktılar? Oysa tüm varlıktaki işleyiş Bize aittir.
-80-
أَمْ يَحْسَبُونَ أَنَّا لَا نَسْمَعُ سِرَّهُمْ وَنَجْوَاهُم بَلَى وَرُسُلُنَا لَدَيْهِمْ يَكْتُبُونَ
Em yahsebûne ennâ lâ nesmeu sırrehum ve necvâhum belâ ve rusulunâ ledeyhim yektubûn
Em yahsebûne | : yoksa zannetme, hesap etme, düşünmek, |
enna la nesmeu | : olduğumuz, yok, işitmek, duymak, |
sırre-hum | : sır, gizli olan, gizli hakikatler, varlığın sırrı, onlar |
ve necva hum | : fısıltı, gizli, özel konuşma |
Bela | : hayır, bilakis, |
ve resulu nâ | : resul, biz, hakikatleri açıklayan, |
ledey-him yektunube | : onların yanında, yazmak, yazdırdı, kitaptan okudu |
80- Yoksa onlar, bahsedilen gizli hakikatleri ve onlara yapılan özel konuşmaları, biz duymadık diye mi iddia ediyorlar. Bilakis, Resullerimiz hakikatleri onların akıllarına yazdırdı.
-81-
قُلْ إِن كَانَ لِلرَّحْمَنِ وَلَدٌ فَأَنَا أَوَّلُ الْعَابِدِينَ
Kul in kâne lir rahmâni veledun fe enâ evvelul âbidîn
Kul en kane | : de ki, ben, eğer, oldu, için, her şey, |
li el rahman | : rahman, nuruyla saran |
Ve leda, veledun | : beden, oğul, döl, çocuk, bedenlenme, |
Fe ene evvel | : böylece, ben, ilk, önce, ilk andan beri, |
el abidun | : kulu, nuru |
81- De ki: O her şeyi nuruyla sarandır ve bedenlendirendir. Ben ilk andan beri O’nun kuluyum.
-82-
سُبْحَانَ رَبِّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ رَبِّ الْعَرْشِ عَمَّا يَصِفُونَ
Subhâne rabbis semâvâti vel ardı rabbil arşi ammâ yasıfûn
Subhâne | : yüzmek, her şey onda, noksan sıfattan münezzeh olan, |
rabbi | : rab, vücudlandıran, şekillendiren, |
es semâvâti ve al ardı | : semalar, gökler ve yerler |
Rabbi | : rab, vücudlandıran, şekillendiren, |
el arşı | : arş, makam, kürsü, her yerin, yükseklik, yücelik, |
amma yasıfun | : anlatılmaz, tarife sığmaz, vasfedilemez, |
82- De ki: Noksan sıfatlardan münezzehtir, göklerin ve yerin Rabbidir, tüm her şeyin Rabbidir, O tarife sığmaz.
-83-
فَذَرْهُمْ يَخُوضُوا وَيَلْعَبُوا حَتَّى يُلَاقُوا يَوْمَهُمُ الَّذِي يُوعَدُونَ
Fe zerhum yahûdû ve yelabû hattâ yulâkû yevme humullezî yûadûn
Fe zer hum | : artık, onları bırak, |
yahudu | : kendi istekleri, boş şeyler, oynamak |
ve yelabu | : oyun, eğlence, |
Hattâ yulaku yevme | : hatta, buluşma, karşılaşma, gün, ölüm vakti |
Hum ellezi yuadune | : onlar, ki o, vaad edilen, |
83- Bundan sonra boş şeylerle uğraşanları, oyun eğlenceye dalanları bırak. Hatta onları, vaat edilen o ölüm vakti gelinceye kadar bırak.
-84-
وَهُوَ الَّذِي فِي السَّمَاء إِلَهٌ وَفِي الْأَرْضِ إِلَهٌ وَهُوَ الْحَكِيمُ الْعَلِيمُ
Ve huvellezî fîs semâi ilâhun ve fîl ardı ilâh ve huvel hakîmul alîm
ve huve ellezi | : ki o, |
Fi el semai ilâhun | : göklerde olanlar, ilah, Allah, var eden, gücün sahibi, |
ve fi el ard ilahun | : yerin, ilah, Allah, var eden, gücün sahibi, |
ve huve el hakim | : o, hakim olan, hüküm hikmet sahibi, |
el alim | : ilmin sahibi, ilmiyle var edendir |
84- Ki O’dur göklerdeki gücün sahibi ve yerdeki gücün sahibi ve bütün her şeye hâkim olan, ilmin sahibi olan O’dur.
-85-
وَتَبَارَكَ الَّذِي لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا وَعِندَهُ عِلْمُ السَّاعَةِ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
Ve tebârekellezî lehu mulkus semâvâti velardı ve mâ beynehumâ ve indehu ilmus sâah ve ileyhi turceûn
ve tebâreke ellezi | : mübarek, zatıyla yüce, |
lehu mulku | : onun, mülk, hükümran, mülkün sahibi, idare eden, |
es semâvâti ve el ardı | : semalar, gökler ve yerler |
Ve ma beyne-humâ | : onlarda olan şeyler, ikisi arasında şeyler |
ve inde-hu | : onun indinde, katında, ona ait, |
ilmu es saat | : zamanın ilmi, vaktin bilgisi, |
ve ileyhi turceune | : aslınız olan ona döndürüleceksiniz |
85- Zatıyla yüce olandır, göklerin ve yerlerin ve onlarda olan şeylerin hükümranlığı O’nundur ve zamanın ilmi O’nun katındadır ve aslınız olan O’na döndürüleceksiniz.
-86-
وَلَا يَمْلِكُ الَّذِينَ يَدْعُونَ مِن دُونِهِ الشَّفَاعَةَ إِلَّا مَن شَهِدَ بِالْحَقِّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ
Ve lâ yemlikullezîne yedûne min dûnihiş şefâte illâ men şehide bil hakkı ve hum yalemûn
ve lâ yemliku ellezine | : yok, gücü kudreti, malik, kimse |
Yedune min dûni-hi | : isteme, etme, yönelen, ondan başka, |
el şefate | : şefaat, cehaletten kurtaran, |
İllâ men şehide | : ancak, vardır, kim, tanık, bilen, tanık, şahit olan |
bi el hakkı | : hakikat, gerçek, |
ve hum yalemune | : onlar, var olanlar, her şey, bilme, onun ilmiyle var olur |
86- O’nu bırakıp ta zanlarına göre yöneldikleri şeylerin şefaat etmeye gücü yoktur. Ancak hakikatleri görüp bilmek isteyen kimseler şefaat bulur ve onlar bilenlerdir.
-87-
وَلَئِن سَأَلْتَهُم مَّنْ خَلَقَهُمْ لَيَقُولُنَّ اللَّهُ فَأَنَّى يُؤْفَكُونَ
Ve le in seeltehum men halakahum le yekûlunnallahu fe ennâ yufekûn
ve le in seelte hum | : eğer, diye, gerçekten, mutlaka, onlara sorsan |
Men halaka hum | : kim, yarattı, var etti, halk etti, |
Le yekûlunne Allah | : mutlaka, elbette, derler, Allah |
Fe enna yufekune | : artık, buna rağmen, nasıl, dönüyorlar, gaflete düşme |
87- Eğer onlara: Kendilerini kimin yarattığını sorsan, elbette Allah derler. Buna rağmen nasıl olur da gaflete düşerler.
-88-
وَقِيلِهِ يَارَبِّ إِنَّ هَؤُلَاء قَوْمٌ لَّا يُؤْمِنُونَ
Ve kîlihi yâ rabbi inne hâulâi kavmun lâ yuminûn
ve kili hi | : derler, demesi, konuşması, onun, o halde olanın |
yâ rabbi | : ya Rabbi |
İnne haulai kavmun | : muhakkak, doğrusu, bunlar, kavim, kimseler, |
la yuminun | : yok, iman, inanmayın, |
88- O hâlde olan biri: Ya Rabbi diyerek konuşsa da, doğrusu böyle kimselere inanmayın.
-89-
فَاصْفَحْ عَنْهُمْ وَقُلْ سَلَامٌ فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ
Fasfah anhum ve kul selâm fe sevfe yalemûn
Fe isfah an hum | : artık, saygılı davran, hoş gör, uzak dur, onlardan |
ve kul selamun | : de, söyle, selam ver, barış sizinle olsun, selam |
Fe sevfe yalemune | : artık gelecekte, yakında bilecek |
89- Artık o hâlde olanlara saygılı davranarak onlardan uzak dur ve selam vererek ayrıl. Belki de yakında hakikatleri bilirler.